@hivdasnk
|
2. Geçmişteki Ölümün Nefesi Bölüm Şarkısı | Son Feci Bisiklet - Uyku ☀ 3 yıl sonra Elini şeytanın göğsüne sokup, kanlı ellerinizin arasında onun kalbini tutarsanız ruhunuz bir katilin zehrini içer ve sen bir katilin ellerinde yaşarsın. Kendi şeytanını öldüren herkes bir katilin ellerinde yaşar… Bu Dağhan’ın bize söylediği bir şeydi, haklıydı da. Üç yıl önce kollarını boynuma sardığında gözyaşlarımı akıtabildiğim tek kişiyi kaybetmiştim. Ablamın katili benim şeytanımdı ve ben onun zehirli kanını avuçlarıma akıtmış, ruhumun tohumundan bir katil yetiştirmiştim. Son üç yıldır güneş hayatımda bir perdeydi; çığlıkları, karanlıkla yükselen şeytanları, gözyaşlarını, adaletsizliğin kestiği kanı gizleyen kalın bir perde. En çok da bizi saklayan bir perde. Perde varken her birimiz normal birer öğrenciydik perde kalktığında ise birer suçlu; perdenin ardındakilerle savaşan birer katil. Elimdeki kolyenin üstünde parmaklarımı gezdirdim, ablamın intihar ederken boynunda asılı duran, ucunda küçük bir güneş olan kolyeydi bu. Doğum gününde hediye etmiştim bu kolyeyi çünkü hayatımı ayın gölgesinde altında saklarken ablam benim ruhuma dokunan o güneşti ve ben ablamla birlikte güneşimi kaybetmiş ayın karanlık tabutunun içine kendimi sonsuza dek gömmüştüm. Ailem bu kolyenin kaybolduğunu sanıyordu çünkü biliyordum ki annem bu kolyenin varlığını bilseydi eğer ona değil dokunmak görmeme bile engel olurdu. Beni uzun zamandır görmüyordu, ablama ait olan hiçbir şeyi de görmeme izin vermiyordu. Odasının kapısı tam üç yıldır kitliydi, üç yıldır kokusunu bıraktığı çarşaflar yerinde duruyordu. Annem üç yıl önce ablamla birlikte hepimizi o odaya kilitlemişti. Kolyeyi ahşap kolyenin içine saklarken, boğazımda bir yumru oluştuğunu hissettim, bu kolyeye her dokunduğumda oluyordu. Kolyeye dokunmak ablama dokunmak gibiydi sanki, yokluğuna sarılıyordum; yokluğunda boğuluyordum. Elimdeki ruju dudaklarıma sürerken aynadaki kişinin farklı biri olduğunun farkındaydım. Aynadaki kadının hayatı artık bambaşkaydı, zira bu kadının yaşaması için bir kız çocuğunun ölmesi gerekiyordu ve ben o kız çocuğunu elim bile titremeden öldürdüm. Değişen sadece ben de değildim üstelik, bütün hayatım benimle birlikte değişmişti. Arkadaşlarım, gittiğim yerler, yaptıklarım, attığım adım, duygularım… Her şey Sıraç’ın dediği gibi olmuştu, ilk başlarda uyku benim için ulaşılmaz bir mücevherdi sonrasında bir çığlık gibi zihnimde yankılanan kâbuslar başlamıştı akabinde alışmıştım; elime bulaşan şeytanın kanı benim için bir hiç gibiydi artık. Üniversiteye başlamıştım, Dağhan’ın çalıştığı okuldaydım, diğerleri gibi. Bu hem iletişimimizin daha kolay olması için hem de birbirimizi yalnız bırakmamak için verdiğimiz bir karardı. Hiçbirimizin birbirimizden başka kimsesi yoktu ve bu bir kuraldı da yaşadığımız hayata kimseyi dahil edemezdik. Telefonumun sesi odamda yayıldığında mesajın arkadaşlarımdan birinden gelen bir mesaj olduğunu biliyordum. Makyaj masasından kalkmadan önce son kez saçımı düzeltip masanın üstündeki çantamı alıp beni beklediklerini bilsem de acele etmeden odadan çıktım. Evden çıktığımda bahçe kapısının dışında siyah JIP beni bekliyordu, Savaş JIP’in kapısına yaslanmış elindeki sigarayı içerken Barış da yanında bir şeyler anlatıyordu ama seslerini net duyamıyordum. Savaş ve Barış, ikizler ne dış görünüş olarak ne de karakter olarak benziyorlardı. Savaş’ın sıyah hafif dalgalı saçlarını aksine Barış’ın sarı Savaş’a göre kısmen daha dalgalı saçları vardı. Savaş’ın açık kahve gözlerindeki sonsuz öfke, Barış’ın yeşil gözlerinde sonsuz kırgınlık vardı. İkisinin en büyük farkı buydu belki de Savaş öfkeliydi her zaman, onun için öfke dışındaki bütün duygular küçük yaştan beri babasının emrettiği gibi bir volkanın içine atılmış, gökyüzünün sonsuzluğuyla birlikte yok olmaya mahkûm edilmişti. Barış ise Savaş’a nazaran daha duygusaldı ve Dağhan’ın birkaç ayda bir yaptığı toplu terapi seansında öğrendiğimize göre sebebi Savaş’tı. Savaş Barış’ı babalarının kanlı bir kupada verdiği öfkeden ve nefretten korumuş iki kupayı da kendi toprağına gömmüştü. Savaş beni gördüğünde yaslandığı yerden ayrılıp dudaklarına yamuk bir gülümseme ekledi. “Haberleri gördün mü, dün gece adamın biri ölmüş.” Sesindeki alaya güldüm, o adamın gördüğü son şey Savaş’ın kendisiydi. “Tüh, yazık olmuş.” Dedim aynı alayla. Yusuf’un adam hakkında anlattıkları aklıma gelince yüzümü buruşturdum, tecavüz, şantaj, yaralama. Çığlıları kulağımda yankılandığında bu bana rahatsızlık vermedi hatta bir zaman sonra zevk oluyordu insan bundan. Arabaya bindiğimizde Yusuf arka koltukta kulaklarında kulaklıkla öylece telefonuna bakıyordu. Başımı ikizlere çevirip ‘Ne oldu?’ dercesine kaşlarımı kaldırdığımda Barış omzunun üstünde Yusuf’a bakıp gülmüş Savaş’sa bıkmışlıkla başını sallamakla yetinmişti. Koltukta biraz daha ona doğru yaklaşıp kolumla dürttüğümde başını yavaşça bana çevirdi. “Ne bu halin.” Yusuf dağınık sarı saçlarını başını sallayarak alnının önünden çekip koltukta kendini biraz daha gömdü. “Hiç.” Demekle yetinince kaşlarım alnımı kırıştırarak havalanmıştı. O aramızdaki en heyecanlı ve hareketli olandı bundandı ki onun yüzünün düşüklüğü alışagelmiş bir şey değildi. Acılarını gülümsemesinin perdesine öyle rahatça saklıyordu ki bunu sorgulamayı bırakmış gülümsemesine karşılık vermek “Sabahtan böyle muşmula gibi duruyor suratı, cevap da vermiyor.” Dedi Barış ama yüzündeki ifadeden onun bu haliyle eğlendiği anlaşılıyordu. Parmakları arasında bir sigara dalı duruyordu, elini hafifçe camdan sarkıtmış dumanın içeriye girmesine kısmen engel oluyordu, buna rağmen dudaklarının arasına aldığığı sigaradan uzun bir duman çekip omzunun üstünden bize dönüp dumanı yavaşça bıraktı, alaycı bakışlarının odağı Yusuf’tu, onun bu somurtkanlığından kendine eğlence çıkarmaya çalışıyor gibiydi. “Sen sus lan, sana ayrı sinirliyim.” Yusuf’un ani çıkışmasıyla birlikte Barış aniden koltukta biraz daha dönüp ona çatılı kaşlarla birlikte bakmaya başladı. “Ben ne yaptım lan.” “Varlığın yeter.” “Bak döverim seni.” “Nah döversin. Koca cüssene de güvenme, götünde mayın patlatsam ruhun duymaz Allah’ın ayısı.” “Yusuf…” “Lan bi susun.” İkisinin atışması Savaş’ın bağırmasıyla birlikte durmuş, Yusuf tekrar yerine sinmiş Barış da önüne dönmüştü. “Yusuf, sen de mal mal trip atma neyin var diye soruyoruz bir şey demiyorsun sonra trip atıyorsun.” “Yok bir şeyim benim. Siz kendinizle ilgilenmeye devam edin, beni yalnızlığımla bırakın.” “Aa, o ne demek be öyle. Kim seni yalnız bırakıyor.” Bu sefer sitem eden ben olunca Yusuf’un kahve gözleri bana dönmüş, dudaklarını bükerek omuz silmişti. “Sen değil tabii Bal Böceğim, bu öküzler için söyledim ben onu.” Gülümseyerek biraz daha yanına yanaşıp başını omzuma yaslamasına izin verdim.’ Bal Böceğim’, bu lakabı beni kaşık kaşık bal yerken söylemeye başlamıştı, ilk başlarda sinir bozucu olsa da hoşuma gitmeye başlamıştı. İsmimle nadir seslenirdi, hatta artık bana ismimle seslendiği zaman garipserdim. “E ne oldu bana anlat o zaman.” “Boş ver be Nazım, benim derdimin devası yok.” “Hay derdini sikim.” Barış ağzının içinde söylenince bacağımla koltuğuna vurmuştum. Okula varana kadar Yusuf’a tekrar soru sormamıştım, o öylece omzuma uzanmış arada iç çekmiş bense buna gülümsemekle yetinmiştim. Nedendir bilinmez bütün bu kargaşanın içinde bir başrol olsa da gözümde hep en masum olan oydu. Bir yetimhanede büyümüştü, yetimhane müdürünün şiddet ve tacizlerine karşılık karısına onu aldattığının kanıtlarını bilgisayardan göndermiş ve o gün yetimhaneden kaçmıştı. Bunu anlatırken kahkahalara boğulduğunu hatırlıyorum, o günden sonra bir internet kafede çalışmaya başlamış giderlerini zenginlerin banka hesaplarını hackeleyerek ödemeye başlamıştı. Gerçi bunu hâlâ yapıyordu sadece Dağhan’ın dikkat çekmeme kuralı nedeniyle daha az ve küçük miktarlarda. Okula vardığımızda hepimizin maskesi yüzümüze bir gölge gibi inerken arabadan indik. Etrafımıza sardığımız bütün gölgelere rağmen insanların merak dolu bakışları her zaman ensemde sinsi bir yılan gibi dolanırdı, bunu görmezden gelmek de her seferinde boğazımda bir yumru olur beni boğardı. Hiçbir zaman insanlarla mükemmel ilişkilerim olmamıştı, annem fazla asi ve dik başlı olduğumu söylerken babam psikolog kimliğini benden uzak tutarak yaptıklarımın tek sebebinin ben olduğumu söyleyip susardı. Ama bu farklıydı, insanlara yaklaşmamız tehlike gibiydi artık. Bazen bizim zehirli bir sarmaşık olduğumuzu düşünüyordum, o sarmaşıkları insanlardan uzak tutarken bizi öldüresiye sarmasına sessiz kalıyorduk. Gözlerim kampüste hızla dolanırken ağaçların arasında bir bedende takılı kaldı, dönem başlayalı birkaç hafta olmuştu ve o beden gözlerimin önüne sık sık seriliyordu. Kısa saçlı, orta boylarda bir kızdı. Uzaktan rengini seçemediğim gözleri bir fotoğraf makinesine bir de biz de dolanırken gözlerimi ondan çektim. “Bu kız bizi çekiyor.” Dedim yüzümdeki duruşu değiştirmeden. İkizler ve Yusuf’un da gözleri sinsice kız dokunduktan sonra tekrar önlerine döndüler. “E bi uğrayalım o zaman.” Dedi Savaş. Ona hiç bakmadan başımla onayladıktan sonra kızın bizi fark etmemesi için ağaçlık alana girdik, birkaç adım sonra arkası dönük şekilde etrafına bakarken gördüm onu. Adımlarım hızlandı, arkadaşlarım da bana uyar adımlarla yürümeye başlayınca kızın yanına varmıştık ama o hâlâ bizi fark etmemiş elindeki fotoğraf makinesindeki fotoğrafları inceliyordu. Omzunun üstünden göz ucuyla baktığımda tahminlerimde yanılmadığımı fark ettim, bizim fotoğrafımıza bakıyordu. Bir hışımla uzanıp makineyi elinden alınca kız korkuyla arkasına döndü, koyu kahveleri bize değdiği an telaş gözlerinde bir nehir gibi akmaya başlarken bir adım geri gitti. Birkaç saniye fotoğraflara göz gezdirdim, bizim dışımızda da kampüsten onlarca fotoğraf vardı ama fotoğrafların büyük bir çoğunluğunu biz oluşturuyorduk. “Ne yapıyorsun ya? Verir misin şunu?” Elimdeki kameraya uzanmasıyla kamerayı Yusuf’a verdim. “Ailen sana mahremiyeti öğretmedi herhalde.” Sesimdeki sertliğin onun endişesini katladığının farkındaydım, içimdeki şeytan buna güldü. “Her yerin fotoğrafını çekiyorum ben, size özel bir şey değil.” Gözleri hepimizin üstünde titrekçe dolaştıktan sonra tekrar bana döndü. “Güzelim sen de sapık gibisin maşallah, on fotoğraftan altısında biz varız.” Omzumun üstünden Yusuf’a baktım, elindeki fotoğraf makinesindeki her fotoğrafı başını sallayarak bakıyordu. Alaycı gözlerini kıza çevirirken dudaklarında yamuk bir gülümseme vardı. “Böyle başına bela çekersin ama.” “Ne belası?” dedi kız, her saniye endişesinin artıyordu ve benden ondan gözlerimi bir saniye bile ayırmıyordum. Savaş, Yusuf’un elindeki fotoğraf makinesini alıp hafıza kartını çıkarttı ve gözlerini kızın gözlerine kitlerken hafıza kartını kırdı. “Savaş belası.” Diye fısıldadı Yusuf omuzlarını silkerken ve kamerayı kıza tekrar uzattı. Adını bilmediğim kız kamerayı aldığında endişe ve korku bütün bedenine sarılmıştı, bu üç yılda öğrendiklerim arasından biri de insanları susarken bile anlayabilmek. Korkuları, umutsuzlukları, acıları, öfkeleri birinin gözlerine sadece birkaç saniye bakarak anlayabiliyordum. İnsanlar duygularını belli etmekte bir resim kadar karmaşık ama belirginlerdi. “Merak etme yenisini alırız.” Ona doğru bir adım daha attığımda dudakları zihnindeki kelimeleri hapsetmişçesine birbirine yapışmıştı. “Ama eğer seni tekrar etrafımızda görürsem kırılan sadece kart olmaz haberin olsun.” Gözlerinde sinsi bir zehir gibi gezinen korku benim için yeterliydi, yaptığımız şeyler hayatımızı kilitli bir kitabın arasına hapsetmemize neden oluyordu ve o kitabı elleyen herkesi uzaklaştırmalıydık, sakin veya kaba önemli olan bu değildi. Kızın yanından ayrılıp okuldaki büyük tiyatro salonuna doğru giderken Savaş’ın birkaç meraklı göze karşı kısık sesle zikrettiği küfürlerin dışında sessizliğin ipliği dudaklarımızı düğümlemişti yine. “Üzgünüm Bayım ama sizi tanıyamam, beni tanımaza da izin veremem.” Tiyatro salonun kapısını araladığımızda kulaklarıma dolan naif ses bir melodi gibi yankılanırken içimin huzurla sarıldığını hissettim. Zeliha’nın sesiydi, Sıraç gibi Dağhan Hoca’nın öğrencisiydi, ben de dahil hiçbirimiz ona diğerlerine karşı diktiğimiz duvarı dikmemiştik. Sebebi bilenmezdi, onu arası sıra gördüğümüzde yüzündeki gülümsemesi hepimiz için bir lütuf gibiydi. “Lütfen, Hanımefendi. Gözleriniz bana böylesine bakarken sizden uzak durmamı bekleyemezsiniz.” Bu sefer konuşan Sıraç’tı. Sahneden sadece ikisi vardı hatta koca bir salonda sadece birkaç kişi vardı, en önce oturan da Dağhan’dı. Fazla ses çıkartmamaya özen göstererek biz de oturup sahnedeki oyunu izlemeye başlamıştık. “Lütfen bayım, ısrar etmeyiniz. Çünkü biliyorum ki siz benim için tehlikelisiniz.” Sıraç’ın eli Zeliha’nın yanaklarına dokunurken Zeliha başını eğmiş ellerini göğsünün altında birbirine kenetlemişti. “Bunu hissedebiliyorum, zira siz kasabanın katilinin oğlusunuz.” “Benden korkuyor musunuz?” “Korkmam gerekiyor, bunu biliyorum.” Sıraç sahnede Zeliş’e biraz daha yaklayış parmaklarını saçlarına hafifçe dokundurdu. Zeliş, utangaç bir tavırla başını kaldırdığında birkaç saniyelik bir sessizlik ikisinin arasında bir esinti gibi geçti. “Korkular sevgili Aurora, onlara sahip çıkmalıyız. Sana olan aşkımdan da korkmalısın, korkmalısın ki kalbinde yer edinebileyim.” Zeliş’in o an nefesini tuttuğunu hissettim ama bu oynadığı rolden dolayı mı kestiremedim. “Çok iyiydiniz çocuklar.” Dağhan’ın sesi büyük salonda yankılanınca Sıraç’la Zeliş bizden tarafa dönmüşlerdi, o sırada Zeliha’nın griye kaçan mavi gözleri beni yakalamış dudaklarında heyecanlı bir gülümseme yer edinmişti. Onun gülümsemesine karşılık verirken ona karşı diğer herkesten farklı olduğumuzu biliyordum. Hayatımızdaki sarmaşıklar hepimizi sarmışken insanlardan uzak duruyorduk ama Zeliha bu sarmaşıklara dokunmadan da yanımızdaydı. Ona karşı da mesafeliydik ama diğerleri gibi değildi, Zeliş gözlerinde merakla değil, dudaklarına yerleştirdiği kocaman bir gülümsemeyle karşılardı bizi hep. Belki de sebebi buydu. “Daha sonra devam edelim olur mu?” dedi Dağhan oturduğu yerden kalkarken. Dağhan’ın yerinden kıpırdamasıyla biz de ayaklanmıştık ve Zeliş birkaç merdivenleri zıplayarak aşıp yanımızda bitmişti. Kolları boynuma dolandığında bunu garipsemedim. “Naz, geleceğinizi bilmiyordum.” Dedi kollarını benden ayırırken, hemen arkasında duran Sıraç’a dönüp gülümsemedim. Bakışları bizde değil Zeliş’teydi, inkârlarına rağmen gerçeğin tatlı kokusunu hepimiz alıyorduk. “Dersten önce kahve içeceğiz, gelmek ister misin?” “İsterdim ama gitmem lazım, erkek arkadaşım gelecek.” Zeliha’nın mahcup sesiyle birlikte Sıraç’ın gözlerini kaçırıp, sertçe yutkundu. Bütün reddedişlerine rağmen kalbinin en karanlık köşesinde Zeliş’ın nefesinin varlığını biliyordum, bildiğimi biliyordu ama bunu kabul etse bile ona yaklaşmazdı; o masum kızı kendiyle zehirlemezdi. Zeliş hepimizle vedalaşıp, koltukta duran ceketini ve cantasını alıp salondan çıkınca Sıraç’ın baskı kurmak için gözlerime sabitlediği bakışlarına karşılık başımı salladım. “Kahve içmeyecektik ki? Niye öyle söyledin?” dedi, iri cüssesinin kapladığı alandan geçerken omuz silktim. “Kalsaydı içerdik.” Dedim umursamazca Dağhan’ın yanına ilerlerken, arkamda Yusuf Sıraç’ı sinirlendirmek için bir şey yapmış olacak ki Sıraç okkalı bir küfür savurduğunda Yusuf koşar adımlarla önüme geçip Dağhan’ın olduğu koltuk sırasına kuruldu. “Keyfiniz yerinde bakıyordum.” Dedi Dağhan gözlüklerinin camını krem rengi gömleğine silerken. “Ya ne demezsin, Yusuf salağının tripleriyle uğraşıyoruz bir saattir.” Dedi Barış koltuklardan birine kurulurken. “Ya bi’ siktir git yanıma oturuyor bi’ de sıfatsız göt ya. Gitsene olum yanımdan hem trip atıyor diyorsun hem de yanıma oturuyorsun.” Yusuf bir yandan Barış’ı ittirmeye çalışırken bi yandan da söyleniyordu, Barış’sa ona bakıp kaşlarını çattı. Ben Savaş ve Sıraç ise göz devirip tartışmalarını bitirmelerini bekledik. “Regl misin olum sen? Ne oluyor amına koyayım sana sabahtan beri.” Dedi Barış, sesinden şaşkınlığı belli oluyordu. “Ebenin amı oluyor.” “Lan siz belamısınız sabahtan beri dırdırdır.” Dedi Savaş en sonunda dayanamayarak. Dağhan bize bakıp sabah benim baktığım gibi ‘Ne oluyor?’ diye bakıp Yusuf’u gösterdiğinde omuz silktik. “Sandığımız kadar keyifli değilmişsiniz sanırsam.” Dedi Dağhan, ellerini kumaş pantolonun ceplerine sokarken sırtını dikleştirdi. “Haberleri gördüğünüzü düşünüyorum ve söylemeliyim ki her geçen gün biraz daha ilerliyoruz ve bence bunu kutlamalıyız.” Cümlesinin sonuna geldiğinde hepimiz şaşırmıştık, Dağhan tam bir işkolikti ve sabah bize mesaj attığında yeni bir görev olduğunu düşünmüştüm. Son bir aydır dört ayrı kişiyle uğraşmıştık, ikisi daha önce çok kez mahkemeye çıkmış ama delil yetersizli gibi sebeplerden ötürü salınmışlardı. Böyle kişiler için kural belliydi, eğer mahkeme bir ceza uygulamaz ise cezayı biz uygulardık ve bunu sonu ölümün acı nefesiydi. Diğer ikisinin ise suçlu bulunmasını sağlayacak bütün belgeleri polise gizlice ulaştırmış sahnenin ışığını onların üstüne bırakmıştık. “Ne kutlaması.” Diye sordu Sıraç, o ve Savaş oturmamış ikisi de kolları bağlı bir şekilde Dağhan’ı dinliyordu. “Bu akşam hep birlikte yemek yiyelim hı?” “He rakı gecesi yani.” Dedi Yusuf yerinde daha da yayılırken. Dağhan gülümseyerek başını salladı. “Benim birazdan çıkmam lazım, Begüm’ü okuldan alacağım siz de dersten sonra eve geçin hazırlıkları yapın. Demir de akşam bize katılacak.” Begüm Dağhan’ın kızıydı, bütün bunlardan da habersizdi. Dağhan bütün bunları başlattığında bunun kızı için olduğunu söylemişti, adaletsizliğin kara kanından bir yudum almış ve kızına bunun için daha adil bir dünya bırakmak istiyordu. Bir bakıma haklıydı ama öbür taraftan biz birer suçluyduk ve eğer bir gün o mahkemelerden birine ayak basacak olursak adalet bize merhametli olmayacaktı. Demir bizden yaşça büyük olduğu için okumuyor, babaları gittiğinden beri amcasıyla birlikte sahibi olduğu hastaneyi işletiyordu. Belki de bu yüzdendi ki tanımadığım bir insanı dahi saniyeler içerisinde çözebilirken Demir karanlık bir kuyu gibiydi. Harelerinin ardında saklı her bir taneyi oraya gömmüş, kelimelerinin ardındaki sırları ustaca gizliyordu. İkizlerle arasında bir kan bağı olmamasına rağmen onlar Demir’in tek ailesiydi ve onu bu yola sürükleyen de ikizlerdi, kardeşlerini kurtarmak onun için yapması gereken tek şeydi. Kürek kemiklerinin altında sallanan kanlı kanatları iki öfkeli ve kırgın çocuğu korumak için açıktı ve kanatlarındaki kanlar onun için değerli değildi. İkizlerin annesi Demir on iki on üç yaşlarındayken onu bir parkta bulmuş, onu gördüğü ilk dakikadan kalbinin bir parçasını göğsüne bırakmış. Babaları ise Demir’i ikizlerin eğitimi ve kontrolü için varlığını kabullenmiş. Bazen ikizlerin anlattıklarını zihnimde bulanık görüntülerle canlandırınca karnıma bir yumruk yemiş gibi hissediyordum, vücutları babalarının güçlü olmalarını istediği için bıraktığı kesik ve yanıklarla doluydu, Demir’in ise yara izleri daha çok ettiği kavgalar ve çatışmaların esiriydi, Hazar Araf için Demir onun kanından değildi bu yüzdendi ki onun her acıya ve duyguya katlanacak kadar güçlü olması önemli değildi; onun tek görevi ikizlerin eğitimiydi. Dağhan’la birlikte hepimiz geniş tiyatro salonundan ayrılıp dersimizin olduğu fakültelere gitmek için ayrıldık, Sıraç Dağhan’ın öğrencisi olduğu için dersi bitmiş bizden önce eve geçmişti, ben ve Yusuf aynı sınıftaydık ikimiz de Psikoloji öğrencisiydi, İkizlerse işletme öğrencileri. Derslerimiz bittikten hemen sonra eve geçtiğimizde Dağhan henüz gelmemişti, büyük ihtimalle Begüm’ü bir oyun parkına götürmüş kızının biraz kahkaha atmasınnı sağlıyordu. Sıraç ise geniş koltukta uzanmış elindeki piyes sayfalarını okuyordu, sayfaları okurken arada kısa siyah saçlarını karıştırıyordu, bir şeye odaklanmışken hep böyleydi; kalın kaşları esmer tenini kırıştırarak çatılır, elleri sık sık kısa saçlarına giderdi. Sıraç en sakin olanımızdı, yapılı vücudunu saran onlarca dövmeyle birlikte sert duruşu çoğu insanı yanıltsa da her zaman sakin ve aklının onu yönlendirdiği şekilde hareket ederdi. Onu bu yola sürükleyen annesiydi, üvey babasının onca şiddet ve baskısının yanında annesi Sıraç’ı suçlamış işin sonu kocasının kolları altında kalmayı seçip öz oğlunu evden kovmuştu. Dağhan’da onu bu şekilde bulmuş, eşinin ölümünden sonra kaybolduğu sokak ışıklarının altında kaybolmuş bir çocuk bulup kendi yalnızlığını onun yalnızlığına katmış. “Oğlum ben sıkıldım sen sıkılmadın şunları okumaktan.” Dedi Yusuf tekli koltuğa oturup yayılırken, Sıraç ona dönmeyip sadece orta parmağını kaldırdığında güldüm. Savaş ve Barış market alışverişine gittiği için eve sadece ben ve Yusuf gelmiştik ve onun en büyük keyfi Sıraç’la uğraşmak olduğu için daha eve girer girmez onunla uğraşmaya başlamasına alışmıştım artık. Ben mutfağın yolunu tutup akşam için meze hazırlamaya başladığım sırada kapı zilini akabinde ikizlerin sesi evde yankılandı. Savaş mutfağa girip, dolaptan bir bira çıkardığında doğradığım domatesli birakıp onu izlemeye başladım. Savaş rakı gecelerinde başka bir alkol içmezdi, ama gözlerinde her zaman alevlenmeye hazır olan öfke yine küllerini kirpiklerine akıtmıştı. “Ne oldu?” dedim o henüz birasından bir yudum almışken. “Yine Cem’le mi kavga ettiniz?” Sorum onu şaşırtmıştı, kaşlarımı kaldırıp ondan bir cevap beklediğimi belli edince yanıma biraz daha yaklaşıp omuz silkti. “Nerden anladın?” “Siz hep kavga ediyorsunuz Savaş.” Cem Savaş’ın sevgilisiydi, onunla iki yıl önce Sıraç’ın yeni çalışmaya başladığı barda tanışmıştı, Cem de Sıraç gibi orada bir barmendi. Gün geçtikçe Sıraç’ın da etkisiyle onunla sohbet etmeye başlamıştık ama Cem hepimizin aksine Savaş’a farklıydı, ondan hoşlandığını ilk anladığımda korkmuş ama aynı zamanda Savaş’ın öfkesinin ardına sakladığı duygulardan birinin belki de canlanacağı umuduyla mutlu olmuştum. O zamanlar ben de dahil hepimize mesafeliydi ama bir şekilde onu Cem den kaçmayı bırakması için ikna etmiştim, bu onunla gerçekten yakınlaşmaya başlamamıza sebep olan olaydı. Bütün bunlara rağmen ikisinin arasında her zaman yüksek bir duvar vardı, Cem bu duvarı tırmanmaya çalıştığı her an Savaş’ın öfkesi onu itiyordu. Onu korumaya çalışıyordu aslında ama elinde sadece öfkesi varken bu ikisinin de göğsüne kesikler atıyordu. “Doğru.” Dedi Savaş dudakları alayla kıvrılıp elini dalgalı saçlarına atarken. “Aynı mesele mi?” Savaş dudaklarını birbirine gömerken başını salladı ama gözleri bana değil boşluğun ortasına bakıyordu. “Geçen gece nerede olduğumu falan sordu, sonra birden yok olduğum bütün geceler yüzünden kavga ettik.” Ofladı ve cebinden çıkarttığı sigara paketinden bir dal sigara çıkarıp dudaklarına yerleştirdi onu da cebinden çıkarttığı siyah zippoyla ateşledi. “Bu kadar sorgulayıcı olmasa her şey daha kolay olurdu.” Dedi. Sesi yorgundu, bir ölünün mezarında ağlayan küçük bir çocuk kadar ve ölmeyi bir türlü başaramayan on yedilerinde bir genç kadar. “Savaş o senin sevgilin.” Dedim yanına gidip elimi omzuna sararken. “Aranızdaki duvarın sebebini, onu neden ittiğini anlamaya çalışıyor.” “Ne yapayım Naz?” dedi bakışlarını bana çevirirken. “Gerçeği mi anlatayım sonu gelmeyen yalanlar mı söyleyeyim, susuyorum işte. Sessizliğim onu delirtsin ya da delirtmesin, lanetimi ona anlatamam.” “Sen lanetli değilsin, kendini böyle görmeyi bırak artık.” Savaş gülümsedi, gözlerinde bir yalana tutunmaktansa kendini lav dolu bir volkana atmayı yeğlediğini gördüğümde kaşlarım istem dışı çatıldı. “Hepimiz öyleyiz Naz. Bu yüzden abimden uzak duruyorsun ya, iki lanetli bir arada kalamaz çünkü.” Sözleri beni bir gökdelenin yirminci katından düşürdüğünde yutkundum, düştüğümde göğsüm parçalanmış nefesim boğazımı yakıyordu ama kalbim bana inat bütün zehriyle atmaya devam ediyordu. Elimi omzundan çekip kaşlarımı çattığımda bakışları yumuşamıştı. “Naz seni kırmak için söylemedim, seni kırmam biliyorsun. Ama iki yıl önce senin bana dediğin gibi sen de kaçıyorsun hem de ilk günden beri. Demir benim tanıdığım en cesur adam sen önüne öyle bir duvar ördün ki sana yaklaşmak cesaretten fazlasını gerektiriyor bazen.” Sözleri paslı bir bıçak gibi göğsümü saniyeler içerisinde delerken yutkunup ondan uzaklaşıp tekrar doğradığım domateslere döndüm. “Demir’den kaçtığım yok.” Dedim ama sesimdeki nefes dahi onun adını zikrederken titriyordu. Savaş elindeki birayı tezgâha bırakıp yanıma geldiğin kolunu boynuma sarıp kafamı göğsüne yasladı. “Belki bir gün biter ha Nazlıcık? İkimiz de kaçmayız.” “İlk tanıştığımızda çıkmaz sokaktayız demiştin.” “Biz de o sokaktaki her bir duvarı yıkarız.” Birkaç dakika önce ben ona moral verirken işler bu noktaya nasıl geldi bilmiyorum ama Barış içeri girip elindeki poşetleri bırakan kadar başımı arkadaşımın göğsünden ayırmadım. “Hayırdır, ne bu duygusallık.” Dedi Barış alayla, bir yandan da poşetin içindeki rakı şişelerini çıkarıp dolaba yerleştiriyordu. “Siktir lan, sensin duygusal.” Savaş bıraktığı birasını tekrar alırken homurdandı. Barış gülüp kardeşinin yanağından makas aldığında Savaş onu ittirip yüzünü buruşturdu. “Aman paşam en duygusuz sensin anladık. Ama unutma ikizim aramızda aşk yaşayan tek kişi de sensin.” Savaş’ın yüzü buruşurken Barış sinsi bir tavırla yanıma gelip önümdeki doğranmış domateslerden bi’ tanesini ağzına attı. İkisinin benzer yaralarının arasındaki zıtlıkları onlarla ilk tanıştığımda kafamı karıştırmıştı, aynı yerden yaralanmışlardı ama buna rağmen Savaş’ı öfkeyle Barış’ı ise umutla eş değerdi. Savaş’ı ondan değil Barış’tan tanımıştım, çünkü şimdi alnıma kondurduğu buseler ve beni hep koruyacağını bildiğim kanatları her zaman yoktu. Savaş, kardeşleri dışında hiçbirimize adım atmaz hatta görmezden gelirdi bizi, ona yaklaşmak ateşin üstünde yürümekten farksızdı ama şimdi o ateşle beni koruduğunu biliyordum. Savaş elindeki birasıyla birlikte sandalyeye oturduğunda Barış’ın alaycı bakışları hâlâ üstündeydi. Tezgâhın üstünde duran kaşar peyniri ve rendeyi önüne itekleyip omzunu dürttüğümde alaycı bakışları yerini çatılı kaşlara bıraktı. “Konuşacağına yardım et.” Bu sefer gülen Savaş olunca kaşlarımı kaldırarak ona baktım yüzündeki gülümseme hemen soldu. “Sen de Savaş, köfteleri pişirmek için Sıraç’la bahçeye çıkın.” Savaş oflayarak salona Sıraç’ı çağırmaya gittiğinde doğradığım sebzelere geri döndüm. “Yusuf iti niye yatıyor?” Barış elindeki kaşar peynirleri gelişi güzel doğrarken, yemek yapmaktan çok işkence ediyor gibi gözüküyordu. “Yusuf’u mutfağa sokacağıma intihar ederim daha iyi.” Dediğimde ikimizin de aklında aynı anı canlandığını biliyordum ki bu ikimize de bir kahkahayla yansıdı. Yusuf en son yemek yapmaya niyetlendiğinde kendi yaptığı yemekten zehirlenmiş, o geceyi hastanede geçirmişti üstüne hasta olduğunu bahane ederek bir haftayı ikizler ve Demir’le geçirmişti. “Piç kurusu zehir etmişti bir haftayı bize, bi insan kendi yaptığı yemekten zehirlenir mi ya.” Dönüp baktığımda üç yıllık karanlığımın ortasında birçok parlak ışık vardı ve hepsini onlarla geçirmiştim, eski hayatımda parlayan tek kişi ablamdı şimdi ise kanlı ellerimin üstünü saran kişiler vardı. “Dağhan nerede? Begüm’ü okuldan alır almaz gelir sanıyordum.” “Büyük ihtimalle parka götürmüştür, gece uyanıp huysuzlanmasın diye.” Ben ve Barış mezelere hazırlarken, Sıraç ve Savaş mangalda köfteleri pişirmişti. Yusuf ise öylece iç çekerek koltukta uzanıyordu, bizim sofrayı kurmaya başlamamızla birlikte Dağhan Begüm’le birlikte eve geldiğinde Begüm’ün karnını doyurup uyuması için odasına çıkardı. “Ha siktir lan oradan, Sıraç sen de ne drama yarattın be abisi.” Mutfakta kalan son tabak ve bardakları masaya götürürken Sıraç yemek masasına çoktan oturmuş Sıraç’la atışmaya başlamıştı bile. “Ya bas git sana laf anlatamayacağım, anlamıyorsun ki zaten. Kafa kıt sende.” “Yav he he.” “Ne oluyor lan?” Savaş elindeki rakı şişelerini masaya bırakıp her zaman oturduğu yerine yerleşti, hemen yanında da barış oturuyordu. “Rakı masasında küfür edilmezmiş abisi, öyle diyor bizimki.” Yusuf’un söylediklerinden sonra Savaş bardağına biraz rakı ve suyu döküp dudaklarının arasına götürdü. “Anasını bile sikeriz.” Bardaktaki rakıyı tek yudumda kafasına dikti ve ikinci doldurmak için uzandığında Barış şişeyi ondan uzaklaştırdı. “Yavaş anasını satayım, daha yemeğe bile başlamadık.” Savaş diretecek gibi olsa da sonrasında zorunlu bir kabullenişle arkasına yaslandı. Birkaç saniye sonra kapı çaldığında gelen kişinin Demir olduğunu biliyordum, bunu görmesem de onun gelişi karnımdaki kramplarla her zaman kendini belli ederdi. Demir’in bendeki etkisi tanıştığımız ilk günden beri herkesten farklıydı, diğerleri benim ailemdi onları bi yere sığdırabiliyor bir isim bulabiliyordum hatta Dağhan’a bile ama Demir bir karmaşanın içinde, elinde sönmeye yüz tutmuş bir mumla bana bakıyor, ben kendimi o mumun ateşinin beni ısıtmasından korkup kaçırıyordum. Demir’i bir yere sığdıramıyordum ama ona hissettiklerimi biliyordum ve birini öldürmek benim için bu hislerle baş etmekten daha kolaydı çünkü o karmaşanın içerisinde sadece ben ve o yoktuk, o mum ateşinin gölgesinde iki kimsesiz vardı ve ben onların tenine değen ateşe dokunmaya hiçbir zaman cüret edemedim. Ben onu kondurabileceğim her satırdan delicesine korkuyordum. “Abim gelmiştir büyük ihtimalle.” Barış kapıyı açmak için ayaklandığı an ben de Dağhan’a bakma bahanesiyle ayaklanıp merdivenlerin yolunu tuttum. Ben merdivenlerin çıkarken Demir’in sesini duydum ve onun sesine hâlâ alışamayan kalbime içimden bir küfür savurdum. Begüm’ün odasının önüne geldiğimde kapı aralıktı, Begüm’ün her zaman açıkta kalan gece lambasından ince, cılız bir ışık odayı aydınlatıyordu. Dağhan elindeki masal kitaplarından biriyle kızının yatağında oturmuş, küçük kız ise yorgun düştüğü belli olan gözleriyle babasını inceliyordu. “Ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar.” Dedi Dağhan, ince kitabı kapatıp yatağın yanındaki komodine bırakırken dudaklarında kendine bile yalancı bir gülümseme vardı, mutlu sonların olmayışının kabullenişiydi bu, bunu bilmek yutkunmama sebep oldu. “Baba, prenses güzel miydi?” Begüm‘ün yorgun olmasına rakip heyecanlı ve meraklı sesiyle sorduğu soruyla birlikte Dağhan hafifçe başını salladı. “Evet, masalda öyle söylüyor.” “O zaman annem de bir prenses o da çok güzel.” Begüm sorduğu sorunun altında bir kanadığımın kırılmasının acısıyla gözlerimi kapattığımda Dağhan’ın parçalar halindeki kalbinin ne halde olduğunu düşündüm, canın ölçüsüz acısına rağmen gülümseyerek başını salladı. “Nazlı ablam da çok güzel değil mi? Ben de büyüdüğüm zaman onun kadar güzel olmak istiyorum.” “Sen zaten çok güzelsin bir tanem.” “Evet ama Nazlı ablam gerçek bir prenses gibi, şövalyeleri bile var.” Şövalye diye kastettiği kişilerin kim olduğunu bilmek gülümsememe sebep oldu, bu çoğu zaman benim de zihnimde canlanan bir sahneydi lakin ben bir prenses olmak için fazla kan içinde kalmış ve kendimi karanlığın soğuk nefesinde uyumaya adamıştım. Ben bir prenses değil, katildim. Dağhan kızına iyi geceler dileyip oturduğu yerden kalktığında kapıdan bir adım uzaklaştım. Kapıyı tamamen açıp beni gördüğünde elini kıvırcık ve dağınık saçlarına atıp hafifçe karıştırdı, dudakların yarım yamalak bir gülümseme dudak kenarlarındaki kırışıklıkları daha da belirginleştiriyordu. “Geldiğini duymamışım.” İkimiz de koridorda yürümeye başladığımızda ellerini kumaş pantolonun ceplerine sokup başını bana doğru çevirdi. “Baba kız arasına girmek istemedim.” İkimiz de gülümsediğimizde yemek masasına varmıştık bile. Demir, Barış ve Savaş sırayla oturmuş hemen karşılarında Sıraç ve Yusuf vardı. Bizim geldiğimizi fark ettiklerinde aralarındaki konuşma dindi ama silini kesip atan sadece Demir’di gözleri ben ve Dağhan’ın üzerinde bir kasırga gibi gidip gelirken yutkunarak arkasına yaslandı. Bunu görmezden gelmeye çalışarak Yusuf’un yanındaki sandalyeye oturdum, Dağhan da masanın başına geçip oturduğunda bardaklara boşalan rakı sesine tabaklara çarpan çatal sesleri eşlik etmeye başlamıştı. Bu anı seviyordum, sık yaptığımız bir şey değildi ama bir gece etrafımızdaki bütün çığlıkları bir kafese hapsedip dudaklarımız arasından kaçıp giden kahkahalarla her şeyi bir geceliğine unutuyorduk. Yusuf masadaki neredeyse herkesi sinirlendirecek bir şey yapar ve bu her şeyi daha eğlenceli hale getirirdi. Hayatımıza serpiştirdiğimiz bu sınırlı anlar solmuş bir çiçeğe verilen su gibiydi; çiçek ölüme mahkûm, koparıldığı toprağın kuruyuşuna ruhunu bırakmıştı ama ölü bir çeciği sularken yapraklarının üstüne damlayan su damlaları bir an bile olsa bir umudun cılız yanışında dans etmek gibiydi. Hepimiz Tanrı’nın bize yazdığı kanlı kaderin arasında durup ellerimizi kan lekesinin derimizin altına işlediğini bile bile bir nehrin durgun suyunda yıkıyorduk. Saat ilerledikçe damarlarımda hızla akan alkolle birlikte yorgun bir gülümsemeyle duruyorduk. Dirseğimi masaya yaslayıp, elimi saçlarımın arasına daldırarak başımı yasladım. Diğer elimde bir yudum kalmış rakıya ev sahipliği yapan ince uzun bardağı tutarken Yusuf’un iç çekmesiyle birlikte elimde tuttuğum bardağı itekleyip başımı kaldırmadan ona döndüm. İnce, sarı saçlarını alnın üstüne düşmüş, dudaklarını büzerek elindeki bardağı tutuyordu. “Aha başladı yine.” Dedi Savaş göz devirirken. “Ben âşık oldum.” Yusuf bardağındaki son yudumu içip bardağı masaya vurdu ve gözleri birimizden çıkacak bir cümlenin merakıyla dönüp durmaya başladı. “Lan bunun için mi beynimi sikip durdun sen.” Dedi Savaş. “Dertliyim olum dertli, kalbim aşk illetine bulaşmış daha ne olsun.” “Yusuf sen gördüğün beş kadından altısına âşık oluyorsun zaten.” Sıraç’ın sözlerinden sonra herkes alayla gülmeye başlamış Yusuf’un gözleri ise ilk beni bulmuştu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırsam da nafile, bir kahkaha o benim gözlerimiz içine bakarken çoktan yankılanmıştı bile. “Bal Böceğim bari sen uyma bu ruhsuz hıyarlara ya. Âşık oldum diyorum kimse beni iplemiyor.” Tripli bir şekilde sandalyede geriye yaslandığında alt dudağımı sarkıtarak çenemi omzuna yasladım. “E Yusuf haklılar biraz, aralarındaki en çapkını sensin.” “Ya tek çapkın ben miyim?” Gözleri suç ortaklığı için birini arasa da çaresizlikle tekrar önüne indirdi. “Neyse zaten olmazdı bizden, ne yapalım aşkımı kalbime gömerim ben de.” “Lan sen ciddisin.” Sıraç gibi hepimiz şaşkınlıkla Yusuf’a bakıyorduk çünkü çapkın kişiliği bir yana onu böyle hiç görmemiştik. “Yok taşak geçiyorum, ciddiyim lan işte. Aşk bu aşk Savaş’a bile vurmuş bana mı vurmayacak.” “Yusuf sikerim senin o ağzını ha!” Savaş tabaktaki zeytinlerden birini Yusuf’a fırlatınca Yusuf üstüne düşen zeytini alıp ağzına attı. “E kim bu kız?” diye sorduğumda sarhoş yüzünde aptal bir gülümseme yer edindi. “Seray.” “Seray kim lan?” dedi Demir, çatılı kaşlarla ikizlere dönüp ama onlar da cevabı bilmedikleri için omuz silkmekle yetindiler, ben tanıdık gelen ismi zihnimde bir yere koydurmaya çalıştım. “Bizim sınıftan abi, ah bir görsen nasıl güzel. Melek yemin ederim.” “O Seray o Seray mı?” İsim sonunda bana kim olduğunu hatırlattığında şaşırmıştım zira o kızla üç senedir aynı sınıftaydık ve Yusuf gibi biri için fazla uzaktı. “Hee, o Seray.” “Kim olum bu Seray?” Barış’ın isyankâr sesiyle birkaç saniyeliğine ona dönüp omuz silktim. “Bizim sınıftan bir kız işte de Yusuf iyi misin sen. Seray nereden çıktı.” “Kalpten Bal Böceğim, kalpten.” “Yusuf saçmalama Allah aşkına o kızla senin takıldığın kızlar arasında uzaktan yakından bi benzerlik yok.” “Niye öyle dedin şimdi.” Diye sordu Savaş, ben soruyu yanıtlamadan ise Yusuf yerinde dikleşerek heyecanla anlatmaya başlamıştı bile. “Evet yok! Bu yüzden âşık oldum belki de hiç o kızlara da benzemiyor e tabii bana da.” “Birinin doğru dürüst anlatmaya başlayacak mı artık?” Dağhan sessizce yemeğini yemeyi bırakıp Yusuf’a döndü ama onun lafı uzatacağını bilerek konuşmasına izin vermedim. “Ya çok tatlı bir kız ama muhafazakâr bir ailenin tek kızı, kızın kendisi de modern başarılı ama hayata bakış açısı çok Yusuf’unki gibi değil tabii.” “Cık cık cık, sen din düşmanlığı mı yapıyorsun Nazlı, hiç yakıştıramadım sana.” Yusuf’un kolunu iki parmağımın arasında sıkıştırdığımda tiz bir çığlık atıp kendini geri çekti. “Salak mısın Yusuf ben ondan mı bahsediyorum.” “Dini bütün, günahtan uzak bir kıza olan aşkını rakıyla sarhoş olup itiraf etmendeki çelişkiden bahsediyor olabilir.” dedi Savaş, sesindeki alaya rağmen onu doğrular şekilde başımı salladım. “Ya olum tamam, kıza gidip açılacağım yok ya. Hem Savaş alınma da en büyük örneği sensin, böyle hayat yaşarken aşk mı yaşanır amına koyayım. Sen sırrını Cem’den saklarken sürekli kavga ediyorsunuz, ben o kızla nasıl kavga edeyim onu korumak için. Onu korumaya çalışırken kalbine kıracağıma susar otururum yerime.” Yusuf’un hislerinin her saniye doğruluğuna daha da emin olmak onun için kalbimin burkulmasına sebep oldu. Kollarımı omzuna dolayıp başımı omzuna yasladığımda başını başıma yaslaması uzun sürmedi. Yaşadığımız hayatın gerçekliği yüzümüze her çarptığında bileklerimizdeki zincirler daha da sıkışıyordu sanki. Bacaklarımızdan sonsuz bir ormanda bir ağaca asılmış, saçlarımıza konan kelebeğin güzelliğinden bahsediyorduk. “Lan sen bana ne bakıyorsun, benim iletişim dilim kavga. Aynı mıyız sanki, bulursun sen güzel bir yolunu.” Savaş hiçbirimizin beklemediği sözleri tabağındaki yemeği eşelerken dile getirdi, bu sözler ise az önce umutsuzlukla yerine sinen arkadaşımın birden masaya yapışıp ışıldayan gözlerle ona bakmasına sebep oldu. “Harbi misin?” “Ya he he, karalar bağlama hemen. Oluru yoksa da oldurursun sen bir şekilde.” “Allah!” Yusuf birden masada yerinden sıçrayıp Savaş’ın boynuna atladığında Savaş söylediklerinden pişman olmuş bir şekilde Yusuf’un kolları arasından sıyrılmaya çalışıyordu. “Lan bırak amına koyayım!” Yusuf Savaş’ı bırakıp bu sefer Barış’ı da kucakladı, sıra Demir’e geldiğinde Demir’İn tek bir bakışı onu geriye doğru bir adım atmasına yeterdi. “Deneme bile kırarım kafanı.” Gözleri Demir ve Dağhan’ın üstündeyken yavaşça baş selamı verdi. “Demir abi, Dağhan Hocam.” İkisini es geçmişti ama bu Sıraç’ın boynuna atlamasına engel olmamış, Sıraç da tıpkı Savaş ve Barış gibi Yusuf’un boynunu saran kollarından kurtulmak için çırpınmaya başlamıştı. Kollarını Sıraç’tan da çekip bana döndüğünde yüzünde aptal bir gülümseme vardı. “Gerçekten seviyor musun sen bu kızı?” diye sordum sandalyede biraz dönüp bakışlarımı tamamen ona çevirirken. “Valla seviyorum kız, ben sana ne zaman yalan söyledim.” Elleri bu sefer benim yüzümü hapsettiğinde dudaklarını iki yanağıma da büyük birer öpücük bırakmak için kullandı. “Yılışık.” Demir’in ağzının içinde söylediği şeyi duymazdan geldim, bu onun hakkında alışabildiğim nadir şeylerdendi. Benim kendimi kaçırışlarıma rağmen bazı zamanlar kıskançlık ve gıptayla dudaklarından dökülen kelimeler artık bir rutin gibiydi benim için. Yusuf’un tekrar masaya oturmasıyla birlikte hepimizin aynı anda titreyen telefonları birkaç saniye önceki neşeli havayı birden söndürmüştü. Hepimiz birbirimizle göz göze gelirken kimse elini telefonuna atmıyordu. “Tesadüf değil her halde.” Dağhan masanın üstünde olan telefonu alırken hepimiz ayaklanıp arkasına geçtik. Mesaj bilinmeyen bir numaradandı. Dağhan mesaja tıkladığında kaşlarım merakla çatılmış, midemden kalbime yükselen bir ağrı şimdiden kendini belli etmeye başlamıştı. ‘1 gerçek 2 gerçek 3 gerçek’
Mesajın hemen ardından salonda ikinci kez aynı ses yankılandı ve Dağhan’ın telefonundaki mesaj ekranına bir video düştü. Dağhan videoya tıklarken nefesim boğazımda bir düğümdü, video başladığında ise o düğüm boynuma dolandı. Videodaki bendim, karşımda dizlerinin üstünde oturmuş adam ise ablamın katiliydi. Bağırışlarım boğuk bir şekilde videodan duyuluyordu, adamın üstüne saldırışım, titreyen ellerimle silahı adamın başına dayamıştım. Geçmişin lekesi boğazımda bir urgan, ellerimi parçalan cam kırıklarıyla birlikte mavi gözlerimin önüne serildiğinde ellerim titriyordu. Silah patladı, ablamın katili yere yığıldığında video bitmiş bense kendimi ani bir refleksle geri atmıştım. Gözlerimden onlarca yaş bir yarışa girmiş gibi yanaklarıma akın ederken sessizliğin soğukluğu bedenimi bir örtü gibi örtmüştü. “Naz.” Demir’in sesini duyduğumda eli elimi sardı ama ben tepki vermeyecek kadar gömülmüştüm geçmişe. O geçmişi kabullenmem benden küçük bir kız çocuğunu götürmüştü ama kabullenişim ardından kanlı parmak izi şimdi bileklerime dolanmıştı. Ve ben, benden vazgeçişimle tekrar yüzleştim. ☀ Bölüm sonuuu Bu bölüm kitabın ana olay örgüsünün başlangıcıydı aslında, olayların nerede ve nasıl karmaşıklaştığının ilk sahnesi. Bölüm hakkında düşünceleriniz 👉 İnstagram : aurora.snk Twiteer : asiretpelusu |
0% |