Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Yargı

@hivdasnk

 

8. Yargı

 

Bölüm Şarkısı | Kum - Düşmanlarıma

 

☀️

 

Bir insanın ruhunun ölüşü kalbinin durmasıyla olmaz, bazen gözden akan bir sicim yaşı bazen de kalbe batan bir zehirli oktur ruhun vefatı. Ruh ölür, kendini en derinde siyah bir tabuta gömer, bazıları sonsuzluğa gömer kendini; üstüne bir incir ağacı diker dallarıyla saklanır. Bazıları ise o siyah tabutla büyütür kendini, üstündeki toprak nefretini besler, intikam toprağın çatlayan zemininden sızar.

Bir mahkeme kurulur, kartlar yeniden dağıtılır, hesap sorma vakti geldiğinde her şey yeniden başlayacağında ilk diriliş ölüp siyah tabutuyla gömülen ruha aittir. Ruh artık beyazlığını yitirmiş, karalar içinde sızan kanını tükürüp bütün hikâyeyi baştan yazmaya başlar, sonun başlangıcı yazılır.

Elimdeki karta daha fazla bakmak istemedim ve onu ters çevirip masanın üstüne bıraktım, herkes sessizce elindeki kartlara bakıyor, bir anlam bulmaya çalışıyordu. Başımı kaldırdığımda Demir’le göz göze geldim, gözlerinin ardında saklanan kargaşa saklı değildi apaçıktı, cevapsızlığını bana fısıldıyordu lakin aradığı şey henüz bende değildi.

“Bu resimli kartlardan tam olarak ne çıkartmamız gerekiyor.” Dedi Yusuf elindeki kartı önlü arkalı çevirirken. Demir’e sabitlediğim gözlerimdeki zincirleri bir göz kırpmasıyla kopartıp Yusuf’a döndüm.

“Tarot kartları bunlar.” Dedim masada ters bir şekilde duran karta bakarken. Yusuf bana bakıp başını salladı.

“Çok açıklayıcı oldu Bal Böceğim, ne işe yarıyorlar.”

“Kehanet kartları, insanlar bu kartlarla fal bakıyor. Halam da ben küçükken bakardı, ondan biliyorum biraz.” Yusuf yavaşça başını salladı, saçma bir espri yapmayacak kadar kafası karışmış duruyordu. Kısa bir sessizlik hepimizin telefonuna düşen bir bildirim sesiyle sustu, bakışlarımız önce birbirimizde dolaştı akabinde hepimiz telefonlarımı aldık elimize.

Bilinmeyen bir numara.

‘Her gerçeğin bir resmi, her resmin bir gerçeği vardır. Her kartın bir sahibi, her sahibin bir hikâyesi vardır.’

Okuduğum mesajla birlikte yavaşça yutkunup nefes alma ihtiyacıyla başımı kaldırdım, gözlerim tekrar Demir’inkilere tutundu ama ikinci bildirimin sesi bu anı yırtıp attı.

‘Kim olduğunuz o kartlarda, sonrasında kim olacağınız da.”

“Orospu çocuğu!” dedi Demir, eli hızla masaya inmiş masada bardak ve tabaklar yüksek sesle tıkırdamıştı.

“Anladığım kadarıyla beni asıyorlar herhalde.” Dedi Yusuf elindeki tarot kartını bize doğru çevirirken, Asılan Adam Kartı.

“Ben de şeytanmışım.” Dedi Savaş gülerek elindeki Şeytan kartını masanın üstüne fırlattı. Bakışlarım bu sefer Barış’a döndü, dişleri dudaklarını sertçe ezerken başını kaldırdı yavaşça.

“Ben de ölümmüşüm ya da ölmüşüm.” Dedi yavaşça. Elindeki kartı parmaklarının arasında döndürüp bize gösterdiğinde sessizlik bir kılıç kadar keskindi. “Abi.” Dedi Barış Demir’e bakarken. Demir sadece bakışlarını kaldırdı, elindeki kartı yavaşça masaya bırakırken kargaşasını bir dağın ardındaki yankı kadar sert bir şekilde duyabiliyordum. Elini masanın üstünden çektiğinde elindeki asasını kaldıran Büyücü kartını gördüm, dudaklarım istemsizce kıvrıldığında Demir’in kaşlarının yavaşça çatıldığını fark ettim.

“Büyücü kartı.” Dedim kartı masanın üstünden kendi önüme doğru sürüklerken. “Çoğu zaman babayı temsil eder, halam tarottaki en güçlü kartlardan biri olduğunu söylemişti.”

“Bir milyon değerindeki o soruyu soruyorum Bal Böceğim, bize bu kartların ne anlattığını anlatabilir misin? Hayır soru yani sadece, öyle sadece kendim anlayıp geçeyim diyorsan sen bilirsin de hani biraz bilgi de bize versen fena olmaz.” Yusuf’un kollarını masaya yatırıp bana yaklaştırdığı bedenini başını ittirerek uzaklaştırdım.

“Kartların hepsi elimizde olmalı.” Dedim bana verilen Mahkeme kartını tekrar düz çevirirken. “Kartlar kehanettir, mesaj verilmek için kullanılır. Hepsini doğru sırayla koyarsak verilecek mesajı da buluruz.”

“Bir falcılığımız eksikti amına koyayım.” Dedi Savaş, ona dönmesem de çakmak sesinden bir sigara yaktığını duydum akabinde sigaranın kokusu hızla burnuma doldu.

“Kartların hepsi derken?” dedi Barış, ona dönmeden omuz silktim.

“Dağhan’la Sıraç.”

“Siktiğimin adamı kimin nerede olduğunu bile biliyor, sizin burada ama Sıraç’ın olmadığını biliyor.” Demir’in sakinliğiyle boyanmış sesindeki hırçınlık bütün bedenimin kasılmasına sebep olmuştu. Masanın üstünde yumruk yaptığı elini tutmak istedim ama bu istek tırnaklarımı parmaklarıma geçirmemle sonlandı. Demir başka bir şey söylemedi, sandalyesini yere sürterek geriye doğru gidip masadan hızla kalktı ve aynı hızla mutfaktan çıktı.

“Adam bizden bir değil on adım önde oynuyor resmen.” Dedi Savaş, gözleri abisinin çıktığı mutfak kapısındaydı.

Demir’in mutfaktan çıkmasının üstünden henüz dakika bile geçmeden olduğum yerden kalkıp hızlı adımlarımı ardına sıraladım. Bahçeye bakan uzun ve geniş camlardan gördüğüm beden gergin duruyordu, onun gerginliğiyle taçlanan boğazımdaki düğümleri sertçe yutkunarak azalttım ve bahçenin kapısından ona doğru gittim.

Adımlarım sessizdi, birkaç adım gerisindeydim ama o benim geldiğimi duymuş, başını kaldırmıştı. Sırtı bana dönük olsa da gözlerinin beni gördüğünü biliyordum. Bu garipti, bana bakan sadece gözleri değildi, bütün bedeniyle beni görüp hissedebileceği düşüncesi garipti.

“Çözemiyorum.” Dedi Demir ona doğru daha da yaklaştığımda konuşurken dudaklarından süzülen sigara dumanını görebiliyordum. “Kim olduğunu ne istediğini hayatlarımızın ne kadar içinde olduğunu çözemiyorum. Çözemedikçe delirecek gibi oluyorum. Bir bilinmezliğin ortasındayken kimseyi koruyamam.”

“Ama yapıyorsun.” Dedim, şimdi bedenim bedeninin yanında, omzun koluna değiyordu. “Sadece ikizlerden bahsetmiyorum Demir; Yusuf, Sıraç, ben..” gözleri gözlerime değdiğinde kargaşası dinginliğin sınırına gelmişti. Gözleri kelimelerin döküldüğü dudaklarım ve gözlerim arasında saliselerin attığı ama dakikalara evrilen bir zamanda gidip geldi. “Hatta Dağhan bile, nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama öylece durman bile güvende hissettiriyor. Farkında mısın bilmiyorum. Bir şey olduğunda herkes ilk sana bakıyor, senden bir şey bekliyorlar tek bir baş hareketini.” Demir’in dudakları yamuk bir gülümsemeye vardığında aynı gülümseme bende de canlandı.

“Bana güveniyor musun?” Bu bir sorudan çok daha fazlaydı, bunu biliyordum; bunu biliyordu. Aklımla oynuyordu, farkında ya da değil dudaklarından çıkan her bir kelime aklıma bir kumardı. O kumarda attığım her zar onun önüne düşecekti.

“Kendimden daha çok.” Dedim, gülümsemesi büyüdü akabinde çatılı kaşlarıyla birlikte yok oldu.

“Ya seni hayal kırıklığına uğratırsam.”

“Uğratmazsın.” Dedim ve bu süslenmiş bir yalan değildi, uğratmazdı. Ellerinde canlı bir kalp görürsem o kalbin kirli olduğunu bilirdim. Elimi tutarken düşersem, kalkman için olduğunu bilirdim. Onu karanlıkta bulursam ışığını hissederdim. Demir’in her kargaşasında bir ağaç bulabilirdim ve bu ona karşı kör olduğum için değildi onu gördüğüm içindi.

“Fazla eminsin Nazlı, ya inandığın kadar değilsem.”

“Kendini benim gördüğüm gibi görmüyorsun.” Dedim bedenimi ona çevirirken, “Seni ben gibi tanımıyorsun, inandığımdan fazlasısın.”

“Bu olanlardan sonra bile mi?” Harelerinde bir ateş gelip geçti, küllerini kirpiklerine bıraktı, ateşi göğsüme sakladım.

“Sabırlıyımdır, şimdi olmasa da çözersin; çözeriz Demir. Bu işte tek başınaymışsın gibi davranamazsın. Savaşsa hepimizin savaşı.” Demir bu sefer bir cevap vermedi, yavaşça başını sallarken sigara paketinden yeni bir sigara çıkartmak için hazırlandı ama elimi elinin üstüne koyarak buna engel oldum. “Çok içtin.” Dedim, bana bakmadan başını sallayıp sigarayı tekrar cebine koydu.

“Abi.” Barış’ın sesi hemen arkamızdaki kapıdan geliyordu, ona döndüğümde elindeki telefonu gösterdi. “Sıraç aradı, kartlar onlara da gitmiş.” Zaten tahmin ettiğim şeyleri bir de Barış’ın söylemesiyle yavaşça başımı salladım, Demir’e döndüğümde dişleri keskin çene hattını daha da belirginleştirecek şekilde birbirine kenetliydi. Birkaç saniye sonra Demir hiçbir şey söylemeden tekrar içeri geçtiğinde Barış’la birbirimize baktık, Demir’in her zaman soğukkanlılıkla olaylara yaklaşmasına o kadar alışkındık ki içine bırakılıp terk edildiğimiz bu bilinmezlikte onu ilk kez böyle görüyorduk.

Birkaç dakika içinde hepimiz Dağhan’ın evine gitmek için evden apar topar çıkmıştık. Kimse yol boyunca konuşmadı, Yusuf daha çatılı kaşlarının ardında düşüncelerinin içinde boğularak camı izlemeye dalmıştı. Her zaman herkesten bir adım ilerideydik, plan hep aynı şekilde işlerdi, avın sadece yüzünü değil aldığı nefesin zamanını bile bilirdik, elimde ilk tüfek değil bir dürbün olurdu; avın zihninin içini öğrenmeye çalışırdık kendinin bile fark etmediği detayları izlerdik lakin şimdi avcı tüfeği bizim göğsümüzü hedef almıştı.

Dağhan’ın evine vardığımızda kapıyı bize Sıraç açmıştı, elindeki tarot kartı parmaklarının arasından kayıp düşecekmiş gibi duruyordu ne o bir şey söyledi ne de biz sadece hep birlikte geniş koltukların olduğu salona girdik. Koltukların arkasında kalan masada ise Dağhan ve Begüm vardı, ikilinin önünde bir boyama kitabı vardı, Dağhan’ın ve küçük kızının dudaklarında birer gülümsemeyle masada dağılan renkli kuru boyaları karıştırıyorlardı. Begüm bizi gördüğünde yüzündeki gülümseme genişlemiş, kehribar rengi gözleri altın bir patlamayla ışıldamıştı.

“Nazlı Abla!” oturduğu sandalyeden kalkıp yanıma doğru koşmaya başlayan küçük kıza gülümseyerek kollarımı açtım ve ona daha rahat sarılabilmek için dizlerimi kırdım.

“Prenses.” Küçük kız kollarını boynuma sardığında bir an için kalbimde yer edinmiş karanlığın titreyerek geri çekildiğini hissettim ama bu o kadar kısa bir andı ki şeytanın beni kandırmak için oynadığı küçük bir oyun gibiydi.

“Oh oh Begüm Hanım, Nazlı Ablan abla da biz neyiz?” dedi Yusuf benim gibi dizlerini kırarken, Kollarımı Begüm’den ayırıp omuzumun üstünden Yusuf’a baktım.

“Sen de mi abla olacaksın?” dediğimde Yusuf üst dişlerini öne çıkartıp gırtlağından garip bir ses çıkartarak bana baktı.

“Çok komik.” Yusuf hariç hepimiz gülmeye başladığımızda Yusuf göz devirerek tekrar ayağa kalktı ama Begüm bu sefer onun bacaklarına sarıldı.

“Yusuf abi, küsme!” dedi Begüm kolları sıkıca Yusuf’un bacaklarına sarılıyken ama Yusuf sanki umurunda değilmiş gibi omuz silkti.

“Çok geç her şey için. Bu Bal Böceği benimle dalga geçti sen de güldün.”

“Ama komikti.” Begüm gözlerini kırpıştırarak Yusuf’a bakınca kahkaham hafif bir gülümsemeye döndü.

“Uğraşmasana olum kızla, kaç yaşındasın sen?” Dedi Demir, Demir koltuklardan birine otururken, ona döndüğümde Dağhan’ın çoktan yanımıza gelmiş olduğunu hatta o da Demir gibi tekli koltuklardan birine oturmuştu bile.

“Begüm sen boyamana odanda devam etsen olur mu?” Dedi Dağhan. Begüm isteksiz bir şekilde masadaki eşyalarını toplayıp merdivenlere yöneldiğinde dudaklarımdaki ince tebessüm solmuştu bile. Hepimiz koltuklara yerleştiğimizde Dağhan’ın derin bir şekilde iç çektiğini duydum.

“Karşımızda kim var bilmiyorum.” Dedi Dağhan, sesi soğuktu. “Ama belli ki bizimle oynamayı seviyor.”

“Yapma ya, sen söylemesen anlamayacaktık.” Dedi Demir de aynı soğuklukla.

“Düşünmeye çalışıyorum Demir.”

“Gördüklerimiz dışında bir şeyler mi düşünseniz Dağhan Hocam.”

“Suçlu benmişim gibi konuşuyorsun.”

“Bu işe bizi sen soktun.” Dedi Demir, dirseklerini dizlerini dayayıp olduğu yerden eğildi ve hemen karşısında duran adama kilitledi gözlerini, alevleri benim göğsümde kucakladığım gibi değildi yakmaya yeminliydi. “Her adımı hesaplaman gerekiyordu senin, senin teklifini kabul ettiğimde tek bir şartım vardı o da ikizlerin güvenliği. O çok bilmişliğinle hiçbir şeyin ters gitmeyeceğini söyledin sen ben de sana inandım.”

“Bu kadarını tahmin edemezdim Demir, ben kâhin değilim bu bizim yaptıklarımızın dışında.”

“Edecektin!” Demir’in dudaklarından dökülen her kelime Dağhan’ı göğsüne fırlatılan bir hançer olmaya yeminliydi. Birbirine kenetlediği kemikli parmaklarını o kadar sıkıyordu ki parmak boğumları beyaza boyanmıştı. “Adam öldürüyoruz Dağhan, mafyaların inine giriyoruz sen birilerinin eline siktiğimin kanıtları geçmemesi için her önlemi almak zorundaydın. O pezevenk benim evime bir kargo bırakabiliyor, evimde kimin olduğunu kimin olmadığını biliyor. Her boku düşüneceksin sen!”

“Evinin önüne kadar birilerinin gelebilmesi benim suçum değil Demir.” Dedi Dağhan, başını kaldırdığında yüzünde boş bir ifade vardı. “Evinin önündekini görememek senin suçun. Sen bana geldiğinde ikizleri babandan korumak istedin, ben de elimden geleni yaptım ama onu kaçıran da sendin.”

“Lan sikerim senin o dilini!” Demir ani bir atakla ayağa kalktığında hepimiz aynı anda ayaklanmıştık, ben endişenin bütün bedenime bir zehir gibi yayılmasıyla öylece ona bakarken ikizler abilerinin yanına geldi. “Yeminim olsun Dağhan Karasu, o yılan dilini kesip köpeklere yem ederim. Bunca zaman sana olan saygımı hiçe sayarım, eğer bugüne geldiysen biz yanındayız diyeydi.”

“Bütün suçu benim üstüme atınca bitecek mi, mükemmel çözümün bu mu?” dedi Dağhan, Demir’e göre daha sakindi lakin sakinliği bir çığ gibi bedenime çöktüğünde kaşlarım çatıldı. Geldiğimiz nokta zihnimdeki küçük kızın gözyaşlarını kalbime akıttığında tırnaklarımı sonsuzuncu kez parmaklarıma geçirdim. Demir tekrar bir şey söyleyecek gibi olduğunda sertçe ona döndüm.

“Yeter!” Demir’in bakışlarındaki alev sönmedi lakin bana değin hareleri sarsılmıştı. “Adam bizi parmağında oynatıyor siz oturup kavga mı edeceksiniz bir de.” Ellerimi şekli bozulan ve kabarmış sarı saçlarımın arasından geçirip gözlerimi yumdum, içime çektiğim nefes boğazlarıma zulümdü.

“Naz haklı.” Dedi Sıraç, “Bizim bir sonraki adımımızı düşünmemiz lazım kavga etmemiz değil.” Biz geldiğimizden beri elinde duran kartı sehpanın üstüne bıraktı, bu Denge kartıydı. “Madem onun önüne geçemiyoruz, oyunu onun istediği gibi oynayalım.” İşaret ve orta parmağını Denge kartının üstüne vurdu. “Bu kartlar her neyse bir anlamı var, biz de onu bulalım.”

Kimse bir şey söylemedi sadece Sıraç’ın haklılığının kabullenişiyle herkes tekrar yerlerine oturdu. Dağhan’a baktığımda bakışları Sıraç’ın masanın üstüne bıraktığı karttaydı, ne düşündüğünü bilmesem de bundan korktum. Dağhan’ın düşüncelerinin ne kadar derine inebileceği tahminlerimin ötesindeydi ve bu beni istemsizce bir korkunun eşiğinde sallandırıyordu. “Dağhan.” Bakışları yavaşça beni bulduğunda harelerinin üstüne siyah bir perde çekildi. “Sana gelen kart hangisiydi.” Dağhan yavaşça yutkunup omzunun üstünden arkasında kalan kitaplığa baktı ve yine aynı yavaşlıkla geniş kitaplığa gitti ve raflarda sıralı olan kitapların üstünden bir kart çıkarttı. Gözleri tamamen karttayken koltuğa tekrar oturdu ve birkaç saniyeliğine bize bakıp elindeki kartı sehpanın üstüne bıraktı. Kule kartıydı bu, yıkım kartı.

Halamın anlattığına göre tarottaki en negatif kartlardan biriydi Kule kartı, yıkımı, kötüyü, terk edilmeyi hatta bazen ölümü bile simgelerdi. Anlattıklarının ne kadarı doğruydu bilmiyordum, babam onun bir kaçık olduğunu söyler onunla baş başa kalmama dahi izin vermezdi lakin o kartı ilk gördüğümde sevmediğimi hatırlıyordum ve şimdi sorgusuz sualsiz her daim gölgesinin ardında ilerlediğim adam elinde o kartı tutuyordu.

“Tamam herkes kartları masaya döksün.” Dedi Sıraç akabinde hepimiz bize verilen tarot kartını Sıraç’ın kartının yanına koyduk şimdi yedi kart bir karmaşayla yan yana duruyordu.

“Ee?” dedi Yusuf kartlara bakarken. “Ne anlamamız gerekiyor?” Sehpanın üstündeki dizili yedi karta baktım, bütün kartlar yan yana gelince yedili açılımı oluşturuyorlardı. Aklıma düşen bilgiyle kaşlarım havalandı ve istemsizce alt dudağımı dişlemeye başladım.

“Kartların doğru sıralanışını bulmamız lazım.” Koltukta biraz daha öne gidip kartlara daha yakından baktım. Büyücü, Şeytan, Asılan Adam, Mahkeme, Ölüm, Denge ve Kule. “Bunlar Manor kartları, destedeki büyük kartlar. Doğru sıralanışı bulursak bize ne mesaj verdiğini de öğreniriz.”

“Tarot bakmayı biliyor musun?” Dedi Dağhan, bakışlarını üstümde hissetsem de ondan tarafa dönmek istemedim.

“Hayır, halam bakardı bu yüzden kartları biraz tanıyorum ama yorumlayamam.” İşaret parmağım istemsizce Mahkeme kartının üstüne gittiği ve karttaki meleğin kırmızı kanatları üstünde dolandı. “Sıralanışı bulursak birinden bizim için bakmasını isteyebiliriz.”

“Direkt kartları birine götürsek?” dedi Yusuf.

“Olmaz, kartların anlamları değişkendir, yanına gelen kartla ya da hangi sırada olduğu anlamını değiştirir hatta bazen aynı sırada bile farklı bir anlamı olabilir.”

“İki ucu boklu değnek yani.” Dedi Savaş oturduğu yerde yayılıp kollarını göğsünün üstünde birleştirdi. “Ya bu piç bizi oyalamak için yapıyorsa bütün bunları, ya bir anlamı yoksa?”

“İnan bana var, kartları bize rastgele vermedi, bizi hangi kart simgeliyorsa onu verdi. Eminim buna.”

“E bu beni şeytan yapıyor o zaman?” Dudaklarında yamuk bir sırıtmayla cebinden bir sigara paketi çıkarttı.

“Hayır seni bağımlı yapıyor.” Sigarasını yakarken koyu renkli gözleri beni buldu. “Şeytan kartı bağımlılığı temsil eder, sen yansan da bağımlı olduğun şeyden uzaklaşamazsın.”

“Kartları okumayı bilmediğini sanıyordum.”

“Yeterince değil.” Çantamdan telefonumu çıkartıp sehpanın üstünde dizili duran tarot kartlarının fotoğrafını çekip hepimizin olduğu WhatsApp grubuna attım. “Önemli olan bu da değil.” Telefonu tekrar kapatıp çantama koyarken herkes meraklı gözlerle beni izliyordu, bana ait olan Mahkeme kartını alıp oturduğum yerden kalktım. “Kartların doğru sıralanışını bulmak, illaki bu konuda bir ipucu var biz de onu bulacağız.”

“Sen nereye?” dedi Demir, ona döndüğümde yüzünde diğerlerinden ayrı bir merak vardı ve ben sebebini biliyordum.

“Eve, artık bu kıyafetlerden kurutulup duş almam lazım izniniz olursa tabii?” Dudaklarımdan dökülen kelimelerin ardında saklı olan imayı anlaması saliseler aldı, birkaç saniye sonra o da ayaklandı.

“Ben bırakırım seni.” Yan yana oturan ikizlere dönüp başıyla kapıyı işaret etti. “Ben Nazlı’yı bıraktıktan sonra gelir sizi alırım.” Gözleri bu sefer beni bulduğunda bakışlarındaki durgunluk karnıma bir yumruktu ve bunu belli etmemek için yüzümü çevirdim. “Siz de oturun düşünün, Nazlı’nın da dediği gibi.”

“Demir Abi.” Salondan çıkmak için hazırlandığımız an Yusuf’un sesiyle ikimiz de duraksadık. “Beni de eve bıraksana be, sevaptır be abi.”

“Tamam kalk hadi.” Demir Yusuf’un toparlanmasını beklerken ben herkese veda edip evden çıkmıştım bile saniyeler sonra arabanın yanı geldiğimde yüzüme vuran soğukla duraksadım; anahtar bende değildi ve araba binmek için ikisinin gelmesini beklemem lazımdı. Oflayarak kollarımı bağdaştırıp soğuk havadan daha az etkilenmeyi umut ettim.

Arabanın sensörleri bir bip sesiyle yanıp sönünce omzumun üstünden bana doğru gelen ikiliye baktım. “Hayırdır Bal Böceğim bu ne acele?” dedi Yusuf ama Demir’in arabayı işaret etmesiyle dudaklarına birbirine bastırıp arabanın arka koltuğuna bindi.

“Ne oluyoruz?” dedi Demir, parmakları koluma dolandığında az önce bedenime vuran soğuğun alevlerin arasında yok oluşunu hissettim. Bunu ona belli etmek istemedim, yavaşça yutkundum ve yüzümü ona dönmeden hemen önce birkaç saniyeliğine göz kapaklarımın ardına sakladım harelerimi. Elleri bedenime sarılıyken orada çok fazla şey görürdü, bunu istemedim. Aslında sadece kaçmak istedim, ona sinirliydim az önce içeride yaşananlar yüzünden ama kaçmak istediğim bu değildi ona sinirli olabilmeliydim. Kaçmak istediğim buydu.

“Ne, ne oluyoruz Demir?” Harelerimi serbest bıraktığım ilk an yüzümü ondan tarafa döndüm, sarı saçlarım yüzüme örtündü şimdi yüzünü daha yarım görüyordum.

“Ne bu tavır?”

“Az önce ne yaptığının farkında mısın sen? Ben sana halledeceğiz dedim, ben sana inanıyorum dedin sen ilk fırsatta Dağhan’ın üstüne çullandın.” Kaşları çatıldı, eli tuttuğu kolumdan düşüp paltonun cebine girerken parmaklarını büktüğünü hissettim. Bir şimşek çaktı ve Demir in gözlerine vurdu.

“Dağhan’ın üstüne yürüdüğüm için mi bu? Onu mu koruyorsun.” Başını omzunu yatırırken dudaklarından histerik bir gülüş kaçtı ama bu sefer anlamayan bendim.

“Ne koruması be, ne yaptığının farkına var diyorum.”

“Seni hayal kırıklığına mı uğrattım?”

“Hayır.” Dedim bir çırpıda, bu düşünmesini isteyeceğim son şeydi ve bunu istese de yapamazdı. “Sinirlendirdin Demir, beni hayal kırıklığına uğratamazsın dedim sinirlendiremezsin demedim.”

“Dağhan’ın üstüne yürüdüğüm için.” Cümlesindeki tekrarda öyle bir öfke vardı ki o öfkeyi onun yerine kusmak istedim.

“Dağhan’la alakası yok Demir, seninle alakası var.” İstemsizce yüzüm buruştu, sözlerinin arkasında ne sakladığını anlayamamak ona karşı olan sinirimi taze tutmaya yetmişti. “Ne taktın ya Dağhan’a.” Omzumun üstünden arabaya baktım, Yusuf arka koltuktan bize doğru kaçamak bakışlar atıyordu ve emindim ki ne konuştuğumuzu da delicesine merak ediyordu. “Gidelim mi üşüdüm ben.” Bir cevap vermesini beklemedim belki de vereceği bir cevabın üstüne bir çizgi çizdim ve arabaya bindim. Arabaya bindiğimde Demir’in kısık sesli bir küfür ettiğini duysam da bunu duymazdan geldim.

“Nazlı?” İki koltuğun arasından çıkartan arkadaşıma dönüp başımı salladım.

“Hı?”

“Demir Abi…” Yusuf’un sözlerini yarım bırakan şey şoför koltuğuna oturan Demir’di. Yusuf tekrar sessizce koltuğuna oturduğunda ben de cama döndüm. Demir’in yüzümde hissettiğim bakışları her şeyi daha zora soksa da tüm yol konuşmamaya yeminliydim, zira konuşursam beni yine etkisi altına alacağını biliyordum.

Araba Yusuf’un yaşadığı binanın önüne geldiğinde Yusuf ilk kez Demir’e doğru bakmaya başlamıştı. Dudaklarının arkasında ne vardı bilmesem de onu yiyip bitirdiği belliydi. “Abi.” Dedi Yusuf, sesinde mahcupluk yüzünde ise derin bir korkunun çizgileri yer edinmişti. Demir dikiz aynasından ona baktığında yutkunduğunu duydum. “Abi şimdi olaylar biraz karıştı falan ya, şerefsiz de bizi birbirimize düşürmeye çalışıyor falan, sen bi de böyle sinirlenip Dağhan Hoca’nın üstüne yürüdün ya hani.” Kelimelerinin arasında sık sık sarı saçlarını karıştırıp gözlerini kaçırıyordu. Aklında yer edinen her neyse onu tahminlerimin de ötesinde boğuyordu.

“Ee Yusuf.” Dedi Demir, tekrar Dağhan konusunun açılmasına sinirlendiği belliydi lakin Yusuf’un ne söyleyeceğini o da en az benim kadar merak ediyordu.

“Abi ne bilim işte biz bu işin sonunda birbirimizden kopmayız di mi? Benim sizden başka ailem yokta, sizden de koparsam gidecek kimsem kalmaz.” Yusuf’un dudaklarında kırık bir gülümseme öylece Demir’e bakıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırarak ağlama isteğimin benden gitmesini bekledim, bunu çoğu zaman fark etmesek de bir evde tek başına kalan bir tek Yusuf’tu. Benim görünmez de olsa bir ailem vardı, Sıraç Dağhan ve Begüm’le birlikteydi, Demir ve ikizlerse aramızdaki tek gerçek aileydi.

Yusuf’un bir yalnızlık kuyusunun ortasında bize bakarak sürekli gülüşünü sürdürdüğünün farkındaydım ama yüzüne taktığı maske o kadar gerçekti ki bazen bunu unutuyordum.

Demir yutkundu, dudaklarına kırık bir gülümseme bıraktığında Yusuf’un da dudakları kıvrıldı. “Kopmayız abim, aileler bırakır mı hiç birbirini.”

“Valla mı?”

“Valla.”

“İyi ben gittim o zaman.” Yusuf’un gözlerindeki ışıltının bu sefer maskesinin altından parladığını görünce istemsizce gülümseyip dikiz aynasından ona doğru döndüm. O da dikiz aynasından bana baktığında dudaklarındaki ince gülümseme dişlerini gösterecek kadar büyüdü kabinde dudaklarını büküp aynaya karşı bana bir öpücük gönderdi onu hiç bekletmeden karşılık verdim.

Yusuf arabdan inmeye yeltendiğinde Demir aniden arkasına döndü. “Yusuf.”

“Efendim abi?” dedi Yusuf açık kalan kapının kolunu bırakmadan.

“Duşunu falan al, küçük bir valiz hazırla. İkizleri aldıktan sonra dönüp seni de alayım bir süre bizde kal.” Yusuf başını hızla salladı akabinde Demir’İn oturduğu koltuğa yaslandı.

“Omlette yapar mısın be?”

“Lan yaparız, derde bak.”

“Kral ya, padişah ya. Yakışıklı yiğidim ya, seni alacak olan kadın nasıl bir adama gelin gideceğinin farkında mıdır acaba, o ne şans o ne lütuftur!”

“Lan abartma bir boku da.” Dedi Demir lakin bana doğru baktığını hissedebiliyordum, aynı zaman da Yusuf’un da. İkisine karşı da başımı çevirip allaşmaya yüz tutmuş yanaklarımı saklamak için omuzlarımı kaldırıp olduğum yere biraz daha sindim.

Yusuf arabadan inse de Demir arabayı çalıştırmayınca bana bırakılan mecburiyetin yüzüyle Demir’e döndüm. “Niye gitmiyoruz?”

“Hâlâ sinirli misin bana?” dedi Demir başını koltuğa yaslayıp, öylesine bakıyordu ki kalbimi durdurmak ister gibiydi. Şimdi elini göğsüme sokup derimi parçalayarak kalbime dokunsa ona sadece gülümserdim. Beni zehirliyordu, bazen bundan nefret etsem de bu nefret dahi mideme kramplar sokuyordu.

“Hayır.” Dedim konuşmanın kısa geçmesini umut ederek ama öyle olmayacağını biliyordum.

“Nazlı.”

“Arabayı sürerken de konuşabilirsin bence.” Dediğimde gülerek arabayı çalıştırdı, nihayet yola çıktığımızda olduğum yerde tekrar dikleşerek derin bir nefesi dudaklarımdan kaçırdım. “Sana demiştim.” Dedim kirli sakallarla çevirili çehresinde bakışlarımı dolandırırken. “Herkes ağzından çıkacak tek bir kelimeye bakıyor, olay Dağhan değildi şimdi ikna oldun mu.”

“Oldum güzelim oldum.” Dedi direksiyonun üstünde ufak bir ritim tutturdu birkaç saniye ben de parmaklarının hareketlerini izledim. “Kendimi kaybettim Nazlı, biliyorum konuştuk diyeceksin ama öyle olmuyor. Yalan yok Dağhan’ın söylediklerini bir başkası söylemiş olsa şu an nefes almıyor olurdu.” Çatılı kaşlarının altındaki bakışlarını bana çevirdiğinde yutkundum. Dağhan’ın söylediği sözler bir rüzgâr gibi tekrar zihnime estiğinde az önce ona gösterdiğim tavırdan binlerce kez pişman oldum.

“Yine de durdun ama.” Dedim, biliyorum ki o an durmak istemeseydi onu tutmak için ayaklanan ikizler bir şey yapamazdı. Durmak istedi ve durdu.

“Korkmuştun, bana en son ilk tanıştığımızda korkarak baktın sen.” Boğazım düğümlendi, yalın ayaklarla koşturduğum ormanda bir dal parçası çıplak ayağım altını kesti yağan yağmurun çamuru kanıma karıştı. Sertçe yutkundum, başımı koltuğa yaslayarak bakmaya başladım ona. “Bakma bana öyle.”

“Sana böyle hissettirmek istememiştim, sadece kendini kaybetmiş haline alışkın değilim.”

“Biliyorum ama bakma bana öyle, yaktırma bir yerleri.” Sustum, susuşlarımda öldürdüm kendimi. Araba evimin önüne geldiğinde Demir nihayet başını tamamen bana çevirdi. “Halledeceğim.” İki parmağı çenemin altına kaydığında ona gözlerinin en içine baktım, ona söylesem de kendini asıl kaybetmeye başlayan bendim. “Söz tamam mı? Ne ikizleri ne seni ne de Yusuf’la Sıraç’ı kaybetmeden halledeceğim. Sadece bana inancını kaybetme yeter.”

“Kaybetmem.” Ben defalarca da anlatsam anlamayacaktı lakin yine de ben söylemekten sıkılmayacaktım. Ona olan güvenimin sırtı kalbime yaslıydı, bir şekilde kendini göğsüme gömüp kalbimin kanlı duvarına yaslanmıştı işte. Bunun ne zaman olduğunu bilmiyordum belki de onu bir sokak lambasının altında gördüğüm ilk gündü, belki de elime soğuk silahı aldığım ilk gün bana baktığı andı. Zaman onun gözlerinin içinde sonsuzluğa bürünmüştü ve ben ona karşı sonsuz kaçışımın içinde bir şekilde ona varıyordum.

Yaslandığım yerden sıyrılıp kollarımı boynuna dolamak için ona yaklaştığımda benden hızlı davranıp kollarını belime sardı, burnunu saçlarımın arasına daldırıp dudaklarını bastırdığında gözlerimi daha sıkı yumup tırnaklarımı koluma batırdım.

Demir’in yanından ayrılıp kendimi banyoya attığım an silik bir anı olarak yerleşti zihnime. Islak saçlarımın nemi üstümdeki ince tişörtü ıslatıyor, açıkta bıraktığım camım şortumdan dolayı çıplak kalan bacaklarımı üşütüyordu ama ben bilgisayarıma attığım resme bakmaktan bir saniye dahi ayrılamıyordum. Kartların hepsine baktım tek tek, birkaç kez internetten anlamlarına baktım ama hepsi başka bir şeyden bahsediyordu. Ne olduğunu anlamak bir yanardağın ortasında kalmak gibiydi. Zihnimin içinde o kadar çok ses vardı ki üşüyen bedenimin yandığını hissediyordum.

“Nasıl bir psikopata denk geldik biz?” dedim ellerimi şakaklarıma dayayıp gözlerimi yumarken. Artık resme dahi bakmama gerek kalmayacak kadar uzun süredir bilgisayarın başındaydım. Güneş çökmüş, ay odama sızmıştı bile. “Düşün Nazlı, düşün.” Düşüncelerim artık o kadar karmaşıktı ki kendimi duymakta zorlanmaya başlamıştım.

“Nazlı?” Babamın sesini duyduğumda odamın kapısına döndüm, normalde sese karşı duyarlı olsam da odama geldiğini duymamıştım. “Aşağı gel, bir misafirimiz var.” Babam başka bir şey söylemeden odamdan çıktığında beni anlamsız bakışlarımla bırakmıştı. Evimize sık misafir gelmezdi, gelenler genelde anne ve babamın iş arkadaşları olurdu ve bu durum çok nadir yaşandığı gibi beni de yanlarına davet etmezlerdi. Oflayarak bilgisayarın kapağını örtüp odadan çıktım.

Ben daha merdivenlerin başındayken gülüşme seslerini duyabiliyordum, anne ve babamın mutluluk nidalarının arasında bana tanıdık ama aynı zamanda bir o kadar da uzak olan bir ses daha vardı. Sesin tanıdıklığı kaşlarımı çatarken uzaklığı merakımı arttırmış ve merdivenleri daha hızlı inmeme sebep olmuştu.

Geniş salona girdiğimde annem babam ve tanıdığım yabancı aynı anda bana döndü. Yabancı beni görünce yüzünü kocaman bir gülümsemeyle taçlandırdı, bir zamanlar ışıltısına alıştığım kehribar gözler üç yılın ardından yeni bir ışığını doğurmuştu. Olduğum yerde öylece bana bakan adama baktım, zihnim geçmişimi kurcaladı kehribar gözlerle aynı yerde attığımız kahkahalar bir dikenleriyle dolandı kalbime o kahkaların arasında başka biri daha vardı gözlerime ortak olan biri vardı. Karşımdaki adamla her anımda yanımda olan kişi ablamdı.

Birden bana dönen bakışların durgunlaştığını hissettiğimde kuruyan dudaklarım aralandı ve artık ismini anmayacağıma emin olduğum o adama karşı kıpırdadı. “Elyas?” dedim hâlâ burada oluşunun gerçekliği beni boğazlarken.

“Selam fıstık.” Kollarını iki yana açtığında ben hâlâ olduğum yerde duruyordum. “Hoş geldin sarılması yok mu?”

“Nazlıcım” Annemin sesini duyduğumda geniş bej koltukta oturan anneme baktım. Bakışları bir uyarı niteliğindeydi. “Elyas Abin Amerika’dan dönmüş, bizi de ziyaret etmek istemiş.” Gözlerim annemin üstünde fazla dolanmadı zira nefesim ona baktığım her an daha da ağırlaşıyordu. Bedenimin bedeni daha fazla taşımak istememesini görmezden gelmeye çalışarak birkaç adım uzağımda duran adama doğru ilerleyip benim için açtığı kollarının arasına girdim, başımı göğsüne yasladım.

“Seni görmeyi beklemiyordu, bizim gibi şaşkınlığını maruz gör.” Babamın sesi bir uğultu gibi iken kollarımı bana sarılan iri bedenden ayırdım. Bir zamanlar kendimi kötü hissettiğimde ona sarılmak hoşuma giderdi, ablamın elini tutan bu adamın abim olduğuna o kadar inandırmıştım ki kendimi. Lakin ablamın soğuk toprağın altına bıraktığımız günün gecesi o bütün inancımı bir bavulun içine atarak gitmişti.

“Bir daha buraya dönmezsin sanmıştım.” Dedim, içimde kabaran öfkenin dilime vurduğu arsızlıkla.

“Ben de ama kafama esti aniden. Dönme vakti geldi diye düşündüm.”

“Gittiğin gibi apar topar döndün yani?” Zehir dilime vurduğu ilk an onu dışarı vurmaktan çekinmedim. Elyas’ın dudaklarına yansıyan gülümseme yavaşça soldu ama bunu toparlaması uzun zaman almadı.

“Planların adamı değilimdir Naz, bilirsin.” Yavaşça başımı sallayıp anne ve babamın oturduğu koltuktaki boşluğa yerleştim. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre üçünün sohbet etmesini dinledim akabinde Elyas gitmek için ayaklandığında yarın sabah kahvaltıya gelmek için sözleşmelerini boş gözlerle izledim.

Anne ve babama kızgındım, içimde bir yerlerde onları bir türlü bir yere yerleştiremeyecek kadar evet ama onların yokluğuna öfkem her şeyin doğuşundaydı. Elyas için öyle değildi, ablam onu benimle ilk tanıştırdığında ona olan mesafemi kısa zamanda kırmış bir ablam olduğu gibi bir abimin de olduğunu söylemişti bana lakin ablamın gittiği gün abim kollarını bana sarmamış bulduğu ilk boşlukta öylece arkasından izlememe izin. Türkiye’den giderken hiçbir şey söylememişti hatta gittiğini haftalar sonra arkadaşları aracılığıyla öğrenmiştim ve yine gelişi gölgelerin arasında olmuştu.

Karmaşa şimdi zihnimden çıkıp göğsüme yerleşmişti, ona karşı nasıl davranmam gerektiğini bile bilmiyordum o alıştığım insan değildi artık bana yabancıydı ama aynı zamanda bir o kadar da tanıdığımdı ki onunla saatlerce dertleşme isteği bana ağır geliyordu.

Kinim bana bir duvar ördüğünde tırnaklarımı parmaklarıma batırdım, bencilliğinin gölgesi yüzüme vurduğu ilk an ona okkalı bir tokat atmalıydım. Ablam da o da beni kimsesiz bırakmıştı ve ben merhametimin denizinde onun için bir su damlası bulmakta zorlanıyordum. Düşünceler beynimi kemiren böcekler gibiydi ve bu gece onlardan kurtuluşum yoktu, benimle ayın gölgesinde boğulacaklardı.

 

Bir ayın sonunda yeni bölümmm

Biraz fazla bir ara oldu ama alttan aldığım dört derstir bunun sebebi..

instagram : aurora.snk

Twitter: asiretpelusu

Loading...
0%