@hivdasnk
|
Travma Odası 1 - Nazlı Bölüm Şarkısı | Model - Sarı Kurdeleler ☀ 13.12.2021
İnsan zihni yorucuydu. Seni delirtmek için elinde milyonlarca koz vardı ama bu kozların silindiği söylenirdi hep. Beyin insanı korumak için kötü anıları kapatırmış, bu koca bir saçmalıktı. Zihnimin en çürük köşesi, gözlerimin önüne hep aynı resmi çiziyordu; o resimde ben bir kız çocuğunu öldürmüştüm. Alışmak imkânsızlığın ötesine sızmış değerli bir kristal gibi parlıyordu ama ben o parlaklığı sadece görebiliyordum, dokunamıyordum. Dokunamadığım, varlığına alışamadığım o anı ruhumdan her gün bir parça daha yakıyordu. Gün geçtikçe ruhumun bir sis kadar hafif ve yokluğuyla karşılaşmak beni korkutuyordu. Altı ay olmuştu, her şeyimi kaybettiğim; her şeyimle değiştiğim günün üstünden altı ay geçmişti ve akrep yelkovanı her seferinde idama götürmüştü. O altı ay benden bir ben çaldı. “Saçmalık.” Dedi Savaş, parmakları arasında siyah bir çakmağı döndürürken. “Fazla kötümsersin.” Dağhan masanın üstüne bir not defteri ve kalem bıraktı, bugün onun bir terapist bizim de bir hasta olarak davranacağımız gündü. Bunu ilk üç ay önce yapmıştık ama o gün kimse konuşmak için cesaretli değildi, o gün sadece birkaç kelime bizim kim olduğumuzun gölgesini çizmek için yazıldı ama Dağhan daha derine inmek için artık yeterli vaktin geçtiğini söyledi, ben ise o derinlikte nefes almak için çırpınırken, nefessizliğimin arasında susmayı düşünüyordum, zira dudaklarımın arasından kıvrılacak kelimeler benim idam kılıcımdı bunu biliyordum. “Sen de fazla iyimsersin, tiyatro hocası değil misin sen hem? Madem terapi vermek istiyordun neden psikolog olmadın?” dedi Savaş elindeki çakmağı masaya bırakıp kollarını göğsünün üstünde bağlarken, bunu ilk yaptığımızda da bize katılmamış, onun hakkındaki birkaç kelimelik bilgiyi Barış’tan öğrenmiştik. Buraya geliyor, bizden uzakta bi yerde oturuyor ve bitmesini bekliyordu. Demir ise burada bile değildi ne ilk seferinde ne de şimdi, Savaş uzakta oturuyordu ama Demir buraya ayak basmayı bile reddediyordu. İstemsizce gözlerim onu aradı ama haddimi bilmem gerektiğinin gerçekliğiyle dudaklarımı birbirine bastırarak sustum. “Ben bir psikolog değilim Savaş, bu da gerçek bir terapi değil.” Dedi Dağhan, sözleri onu ikna etmek istemekten uzaktı, daha çok onu ikna edemeyeceğini biliyor gibiydi. “Ne o zaman?” “Nedenler, çiçek sulamıyoruz bu yüzden yaptıklarımızın; yapmak zorunda kaldıklarımızın nedenleri var. Bizi yaptıklarımıza cesaret ettirecek nedenlerimiz.” “Yaptıklarımız derken adam öldürmek yani.” Dedi Savaş, sesinde bir alay dudaklarında ise aynı hislerle lekeli bir gülümseme vardı. Alnına dökülen saçlarını alnının üstünden çekip, başını salladı. “Siktir etsene, kim sikler nedenleri.” Masadan kalkarken çakmağını tekrar eline alıp salondaki arka kapıdan bahçeye çıktı, sırtı bana dönüktü ama bir sigara yaktığını biliyordum. Dağhan defteri masadan alıp, kalemin kapağını açtı. Kalın derili deftere bir şeyler karaladı, ciddi ve sakindi. Sakinliği delirtecek cinstendi, oturduğum yerde durmak zorlaşınca masadan kalktım. “Bal var mı?” diye sordum kalkarken, Dağhan bir saniyeliğine bana baktı, tekrar defterine dönerken gülümsüyordu. “Mutfakta olması lazım.” Aldığım cevapla birlikte hızlı adımlarla mutfağın yolunu tuttum, bir iki dolap kapısı açtıktan sonra küçük bir kavanoz balı buldum akabinde çekmecelerden birinden bi kaşık çıkartıp kavanozun kapağını aralayarak kaşığı balın içine daldırdım. “Selam.” Duyduğum sesle arkamı döndüğümde Yusuf elleri cebinde, bana ve elimdeki kavanoza bakmaya başladı. “Selam.” O buzdolabından su çıkartırken ben bal kavonuzu kaşıklamaya başlamıştım bile, her bir kaşıkta balı ağzımda biraz bekletip damağımı biraz daha yakmasına izin veriyordum, gözlerim Yusuf’la tekrar kesiştiğinde bir gülümsemeyle karşılaştım. “Bunu bi kere daha yapmıştın.” Dedi. Büyük bir bardağa suyu doldurup birkaç yudumda bitirdi, sonra sürahiye tekrar uzanıp bardağını tekrar doldurdu. “Neyi yapmıştım?” dedim ağzımdaki balı yutup, sırtımı tamamen tezgâha yaslarken. Yusuf omuz silkip benim gibi sırtını tezgâha yasladı. “Üç ay önce, Dağhan bu terapi zırvalığını ilk yaptığında. Neredeyse yarım kavanoz balı yemiştin galiba. Bi de geçen ay, şu uyuşturucu çetesi için plan yapmıştık hani, Demir hazır olduğunu söylemişti o gün de böyle bal yerken görmüştüm seni.” Bal kavanozunu parmaklarım arasında sıkarken omuz silktim, aslında baldan nefret ederdim; yıllarca ağzıma bile sürmemiş hatta kokusundan bile tiksinirdim. Ama şimdilerse ne zaman stresli hissetsem kaşık kaşık bal yiyordum, çivi çivi sökmüyordu belki ama bunu yapmaktan kendimi alıkoyamıyordum. “Stres olduğum zamanlar yiyorum, normalde sevmem.” “O gece peki.” Diye sordu Yusuf, rahat bir tavrı vardı ama açık kahve gözlerinde tedirginlik vardı. Aynı tedirginliğin rüzgârı benim de gözlerimde estiğinin bilincinde alt dudağımı dişledim. “O gece stresli değildim ki, hatta düşününce o gece hissettiklerime bir ad koymakta zorlanıyorum. Ama bu ne stresti ne de korku.” O gece ben o şeytandan önce kendimi idam masasına yatırmış, kendi ellerimle tuttuğum bir hançeri kalbi delip geçmek için göğsüme batırmıştım. Ben o gece hissizliğimin kasırgasında çırılçıplak kalmış, uçurumun ucuna doğru yalan ayak koşmuştum. Ben o gece benden başka herkestim. Yusuf başını salladı, bu sefer ne yeni bir soru sordu ne de başka bir şey söyledi. Yalandığımız tezgâhtan ayrılıp kapıya doğru birkaç adım atarken omzunun üstünden bana bakıp tekrar yarım bir gülümseme bıraktı dudaklarına. “Dağhan birazdan başlar, balını çabuk yesen iyi olur Bal Böceği.” Yusuf kapıdan çıkıp gittiğinde bana sesleniş şekli yüzünden bir anlığına duraksadım, gülmek ve ağlamak arasındaki keskin köprünün üstünde öylece durdum birkaç saniye akabinde elimdeki kavanozu ve kaşığı bırakıp ardından mutfaktan çıktım. Ben salona girerken Savaş tekrar bahçe kapısından içeriye girmişti, kimseye bir şey söylemeden masanın üstündeki kapalı sigara paketini alıp tekrar gitmek için arkasını döndü. “Bize katılmak istemediğine emin misin?” diye sordu Dağhan. Ben masaya geçip otururken Savaş masaya doğru dönüp, başını omzuna yasladı. “Eğer nedenleri öğrenmek isteseydim bir psikoloğun masasına otururdum Dağhan Hocam, katil bir tiyatrocunun değil.” O başka bir şey söylemeden tekrar bahçeye çıktığında Barış tüm gün olduğu gibi sessizliğini koruyarak arkasından bakmaya başlamıştı. Savaş’ın kaçışlarının en çok onu etkilediği aşikârdı ama onu ikna etmek için bir şey söylemeye de çekiniyor gibiydi. Savaşı ve Barış’ı tanıdığım kadarıyla ikisi de birbirinden farklıydı, Savaş’ın duvarları çok daha sertti hatta o duvarlara bazen Barış’ın bile çarptığına şahit olmuştum. Barış ise ona göre daha uyumluydu, acı çektiği kahvelerinin ardında bir çığlık gibi yankılansa da onun bunu gizlerken gülümsüyor Savaş ise öfkeyle her yeri yıkıyordu. “Savaş’a anlattığım gibi.” Dedi Dağhan, boğazını bir kez temizleyip elindeki kitabın sert kapağına parmaklarını vurdu birkaç kez, masanın başına oturmuş gözleri hepimizin üstünde yavaş ama kısa aralıklarla dönüp duruyordu; gözleri bana değdiği her an ise ben de Savaş gibi kaçıp gitmek istiyordum ama kendimi burada oturmak için zorluyordum. “Nedenlerimiz var ve sadece kendi nedenlerimizi değil birbirimizi öğrenmemiz lazım. Öğrenelim ki anlayalım, anlayalım ki kaçmak istediğimiz her an tutunacak kişi yine birbirimiz olalım. Yalnızlıkta boğulmaktansa kim olduğunu en karanlığına dek bildiğimiz kişinin elini tutabilelim.” Dolma kalemi parmakları arasında birkaç kez daha döndürdükten sonra durdu, gözleri direkt olarak bana döndüğünde, mavi harelerimi ondan ayırmamak için direnmeye başladım. “Nazlı, eğer tırnaklarını yolmayı bitirdiysen nedenlerini öğrenmek isterim.” Dağhan söyledikten hemen sonra tırnak etimdeki yanmayla birlikte ince kan damlasını hissettim parmağımda, o söyleyene dek parmaklarımı bu hale getirdiğimden dahi bir haber, hissizdim bu konuda. “Benden başlamak zorunda mı?” Kaçmak için ölmeyi dahi göze almış tarafımla, her zaman savaşmak için kanlı kılıcını parmaklarıyla sıkı sıkıya tutan tarafım arasında bir döngüye girdim. Biliyordum ki dudaklarımdan çıkan kelimeler benim için intihara bir adım daha atmak olacaktı ama suskunluğun ciğerlerime bıraktığı zehri görmezden gelmek zorlaşmaya başlamıştı bile. “Bence ilk olmak için biçilmiş kaftansın.” Dağhan oturduğu sandalyeye sırtını yasladığında başlamam gerektiğini biliyordum. Sıraç, Yusuf ve Barış’ın bakışları aynı anda bana döndüğünde nefesimin boğazımda düğümlendiğini hissettim. Birkaç saniyede zihnimden milyonlarca cümle geçti, zihnim nefret kustuğum her anın çığlıklarını bana armağan ederken gözlerimi kapatıp yutkundum. Ne hissettiğimi düşündüm, nedenlerimi… Tek sebep ablam mıydı? Ablası ölen herkes cesaret edebilir miydi katilini vurmaya, ben nasıl cesaret etmiştim peki? Ailemin arasındaki kimsesizliğim miydi yoksa her zaman kendimi korumak için hazırda bekleyen öfkem mi? Kimdim ben? Neyin nesiydim, ne hissediyordum ya da hissedebiliyor muydum? Evet, hissediyordum hem de o kadar çok şey hissediyordum ki, hissettiklerimin cesedinin altında öylesine eziliyordum ki çığlık atmak bile imkânsızdı. Hissettiğim buydu belki de, duygularımın cesedinin altında ezilip sessizce kurtarılmayı beklemek. Ama neden? Nedenler hissettiklerimden bile daha ağırdı. Ölmeye yüz tutmuş papatyanın acı kokusunda boğuluyordum, yapraklarım eğildiği her an canım daha çok acıyordu. “Peki.” Dedim ama gözlerimi ondan çekmiş öylece boşluğa daldırmıştım. Tırnaklarım tekrar parmaklarımı parçalamak için hücum ederken bu sefer tırnak etimden yayılan sızıyı hissetmek için derin bir nefes aldım. “Ben ailenin sorunlu olan küçük çocuğuyum. Annem ve babamla hiçbir zaman yakın bir ilişki kuramadım beni her zaman fazla asi ve dik başlı görürlerdi. Hele ki psikolog bir babanın sorun teşkil eden kızı olmak beni görmeyi bırakmaları için başka bir etkendi. Gerçi şimdi düşününce beni görmeyi bırakmaları için ilk başlarda görmeleri gerekirdi. Bir tek ablam görüyordu, sadece o ne kadar düşersem yargılamak yerine dizlerimi öpüyordu. Ailem için ablam bir gurur kaynağı ben de tabaktaki çürük elma.” Sözlerimin arasında gözlerimden akan hain bir damlayı tutmayı başaramadığım gibi dudaklarımın arasından ara sıra çıkan gülüşleri de tutmayı beceremedim. Birkaç saniye susup ciğerlerimin nefesimle yıkanmasını bekledim. “Elimde o kadar hiçbir şey yoktu ki, öfkemi en çok ablamı korurken büyüttüm. Ben onu korumaya çalıştıkça daha çok nefret ettirdim kendimden.” Gözlerimin önünde canlanan anılar birlikte aynı öfke göğsümün üstüne delip geçti. “O olay yaşanmadan birkaç ay önceydi, ablamla doğum günüm için pasta yapıyorduk. Ablamın telefonundaki bir mesajı bulmuştum, kızın biri ablamı tehditler yağdırmıştı, onunla dalga geçen onlarca mesaj atmıştı. Kız Elyas’ın yani ablamın sevgilisinin eski sevgilisiymiş. Benim ablam çok nahif bir kadındı, kırıldığı yerden öperdi hatta bazen bunun için kızardım ona. ‘Seni kıranlara el uzatamazsın’ derdim ama bu onun fıtratında vardı. Ben de onun yerine bu görevi üstlendim. O gece o kızın bir mekânda oturduğunu öğrendim.” Gözyaşlarım akmıyordu, dilim sivrilmişti. O geceye ait her bir çizgi tekrar mürekkebini gözlerimi damlatınca kaşlarım çatılmış, tırnaklarımın hedefi bu sefer avuç içlerim olmuştu. * “Nazlı öyle değil dur!” ablamın endişeyle yükselen sesiyle birlikte duraksayıp bana doğru hızla koşan kadına baktım. Elimdeki sıkma torbasını alıp masanın üstündeki pastaya baktı. Siyah saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı, benimle aynı renk gözleri umutsuzlukla keke bakarken iç çekti. “Ablacığım ne yaptın, keki süslüyor musun savaş mı veriyorsun?” Mavi gözleri bana değdiği an alt dudağımı sarkıtıp omuz silktim. “Ya ne var işte. Keki süsle dedin ben de yapıyorum, kreması biraz dağıldı ama midemde toparlar o.” Dedim ve ablamın benden aldığı sıkma torbasını tekrar alıp kekin üstünü gelişi güzel içindeki kremayla süslemeye başladım. Bakınca yaptığım şey bir süslemeden çok sıvaya benzese de keki de kremayı da ablam hazırlamıştı, tadının kötü olma ihtimali yok denecek kadar azdı yani. “Ablacığım doğum günü pastan bu, biraz daha özenli davranabilirdin bence.” “Hiç gerek yok güzelim.” Parmağımı pastanın kremasını daldırıp direkt ağzıma götürdüğümde ablam gözlerini devirirken gülmüştü. “Valla enfes, ben hiçbir kusur göremiyorum.” “Akşam arkadaşların da gelecek ama pasta hakkında en ufak kötü yorumda yakarım seni ona göre.” “Elyas da gelecek demiyor da benim arkadaşlarımı bahane ediyor.” Önüme dönüp tekrar pastayı süslemeye döndüğüm sırada ablam kolumu cimcirince aniden zıplayarak tiz bir çığlık attım. “Ay aman demedik bir şey.” Ablam elinde bir spatulayla gelip yarattığım karmaşayı toparlamak için pastanın başına geçince bir adım geriye gidip onu izlemekle yetindim. İkimiz de yaptığımız şeye o kadar odaklanmıştık annemin mutfağa geldiğini ancak boğazını temizlediğinde çıkan sesle fark etmiştik. Başımı kaldırıp ne olduğunu soran gözlerle bize bakan anneme baktım, mavi gözleri fazla merak barındırmıyordu; bakışları sadece sorgulamak içindi. Ona baktığım zaman ablamı görebiliyordum, ikisinin de beyaz tenlerine inat koyu siyah saçları, benimkine nazaran daha kemikli yüzleri vardı. Fiziksel olarak onlarla tek benzerliğim gözlerimdeki mavilikti. “Bu felaket pastanın sebebi nedir?” diye sordu ama biliyordum ki sorusu bana değil ablamaydı. Ablamın tedirgin bakışları benim ve annemin üzerinde gidip geldi bir süre, doğum günümü unutmuştu ama bunun farkındalığı artık canımı yakmaktan çok uzaktı. Görünmezliğimin gölgesinde yürümeye alışmıştım, üstelik bu görünmezliğim sadece annem ve babam için vardı ve ben sorunun ben olduğumu düşünmeyi bırakalı uzun zaman olmuştu. “Anne, bugün Nazlı’nın doğum günü ya. Pasta onun için.” Dedi ablam, sesinde bir uyarı vardı ama asla kabullenemediği şey bu annemin umurunda değildi. Ben annemin umurunda değildim. “Öyle mi?” diye sordu annemi, bu ise beni sadece güldürdü. Soğuk sesindeki rüzgâr beni üşütmüyordu artık değil. “Hatırlamanı beklemiyordum zaten.” Dedim, söylediklerim annemi kızdırmış olacak ki biçimli kaşları anında çatıldı. “Nazlıcım biliyorsun ki yoğun çalışıyorum, doğum günün ne zaman olduğunu elbette biliyorum sadece tarihin farkına varamadım o kadar.” “Kesin öyledir, çokta umurumda değil zaten merak etme.” Pastayı dolaba koymak için anneme arkamı döndüğümde sinirle parlayan gözlerinin ateşi sırtımda gezinmeye başlamıştı bile. “Nazlı, seni defalarca uyarmaktan çok sıkıldım artık. Ben senin annenim, bana karşı saygılı olmak zorundasın.” “Hadi ya?” Buz dolabının kapağını kapatıp omzumun üstünden anneme baktım, sırtını yine dikleştirmiş çatılı kaşlarıyla benim davranışlarımı dindirmeye çalışıyordu ama ben o köprüyü geçeli çok olmuştu. Annemin bana olan siniri, öfkesi, uzaklığını kabullenmiştim ben; o kabullenişle birlikte hissettim yarımlığı da yok saymayı öğrenmiştim. “Arada hatırlıyorsun yani bunu.” Tekrar ablamın yanına dönüp ellerimi masaya yaslayıp anneme öylece boş gözlerle bakmaya başladım. Başka bir şey söylemedi, umutsuzca başını sallayıp mutfaktan çıktı. Güldüm, bu tavrı her zaman tekrarlanan bir film fragmanı gibiydi, farklı senaryolarla hep aynı sahne. Ablamın bakışları bana döndü ama bir şey söylemeden o da annemin arkasından mutfaktan çıktı. Parmaklarım masayı daha sert kavradığını fark ettiğimde derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum, kendime bir yalan uydurmuş hiçbir şeyin beni yıkamayacağını söylemiştim. Ama yıkılıyordum. Her zerrem ıslak toprağa diz çöküp çığlıklar işinde ağlamak istiyordu, en çok da dizlerimin acısına. Annem ve ablamın bana ulaşan boğuk seslerini daya yakından duymak için açık mutfak kapısının yanına geçip başımı kapı pervazına dayadım. Ablam hararetliydi annem ise umursamaz. “Ya bu bugün kızın doğum günü senin yaptığın tavra bak.” “Kardeşinin dik başlılığına nasıl bu kadar kör olabiliyorsun anlamıyorum Yağmur.” “Ne olur yani biraz alttan alsan, bu kız daha on sekizine bugün girdi. Küçük çocuk gibi onunla atışmayı bırak artık.” “Yağmurcum sen de daha önce on sekiz yaşındaydın ama ben de baban da seninle asla böyle sorunlar yaşamadık, nedense seninle iletişim kurabiliyoruz ama kardeşinle iletişime geçmek neredeyse imkânsız.” “Beni dinliyordunuz çünkü, biraz onu da dinlemeye çalışsan böyle olmaz.” Ablamın benim için sarf ettiği her bir söz dudaklarımda kırık bir gülümsemeydi. Niye anlamıyordu ki? Ben buna alışmış ve kabullenmiştim, birinin kalbine zorla birini sokamazdı ya niye sadece benim ve onun ailemiz için aynı olamayacağını kabullenemiyordu. Onları dinlemek düşüncelerimin altında eziyordu beni, tırnaklarım birbiriyle savaş içindeydi ve tiz bir sızıyla kanayan tırnak etlerimle birlikte dişlerimi birbirine kenetledim. Ablam ve annem tartışmaya devam etseler de onları daha fazla dinlemeye katlanamadığım için yaslandığım kapıdan ayrılıp tekrar mutfağa döndüğüm sırada ablamın telefonunun bildirim sesi birkaç kez üst üste yankılandı. İçimdeki merakın beni birçok kez dürtmesiyle birlikte masanın üstündeki telefonu alıp kilidini açtım, mesajlar daha önce görmediğim bir kızdan geliyordu, okuduğumda ise öfkem bütün bedenimi etkisi altına almıştı. Tanımadığım kız tehditkâr ve alaycı onlarca mesaj atmıştı, daha üstlere çıktığımda bunun sadece bugüne özel bir şey olmadığını fark ettim. Ama ablam en ufak bir cevap dahi vermemişti, vermezdi zaten benim aksime o ne öfkelenebilirdi ne de biriyle bir tartışmaya girerdi. Bu yüzdendi belki de onun hakkındaki hassasiyetim, o kırılmak için biçilmiş kaftan porselen bir bebekti ben de ona uzanacak her eli kırmaya hazırdım. “Nazlı?” Ablam mutfağa girdiğinde gözleri sadece elimdeki telefonundaydı, akabinde bakışları yüzüme çekildiğinde öfkeyle ışıldadığını bildiğim bakışlarım onu yutkundurdu. “Kim bu kız?” dedim elimdeki telefonu hava kaldırarak, kimden bahsettiğimi biliyordu ve ne olduğunu da bundandı ya hızla yanıma gelip telefonu elimden aldı. “Abla seni tehdit ediyor bu kız, kim bu?” “Önemli biri değil, saçmalıyor sadece.” Dedi ablam ama söyledikleri beni sakinleştiremezdi, öfke bir kere ellerini sürmüştü yüzüme. “O ne demek ya, kim bu?” Ablam duraksadı gözleri telefonu ve benim aramda gidip gelirken endişesinin ekşi kokusunu duyabiliyordum. “Elyas’ın eski sevgilisi, yurt dışından yeni dönmüş. Benle Elyas’ı öğrenince kıskançlık krizlerine girdi. Ama gerçekten bir sorun yok, bizim kampüste birkaç arkadaşı var arada onları görmeye gelince denk geliyoruz ama bir şey yapamaz merak etme.” “Zaten yapamaz önemli olan bu değil, sen neden hiçbir cevap vermiyorsun bu kıza Allah aşkına?” “Ne diyeyim Hazal.” Ablam elindeki telefonu tekrar masaya bırakıp, sandalyelerden birini çekip otururken yorgun görünüyordu. Üstüne gitmek, onu daha yormak istemesem de o kızı bulup parçalara ayırmak isteyen yanımı susturamıyordum. “Kavga mı edeyim kızla, saçmaladığının farkına varıp durur zaten bi’ zaman sonra.” “Elyas’ın haberi var mı?” “Yok hayır, onun da senin de sinirlenmenizi istemiyorum. Sana da bu yüzden anlatmadım zaten.” Başımı sallayıp dudaklarımın arasından çıkmaya hazır herhangi bir küfrü engellemek için alt dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırdım. Galiba ablamda tek nefret ettiğim şey buydu, kendini korumayı reddetmek daha da ötesi bize de izin vermiyordu. Hayatı olabildiğince toz pembe görmeye çalışıyor bocaladığı her anı saklıyordu. “Ablacığım.” Ellerini iki omzuma da yerleştirip ondan çektiğim bakışlarımı tekrar ona döndürdü. “Bak bugün senin doğum günün, surat asmak, sinirlenmek ya da gereksiz insanları düşünmek yok. Tamam mı?” İstemeyerek de olsa ablamın gülümseyerek bana bakışlarına karşı gardımı indirip başımı salladım ama biliyordum ki kinim göğsümün altına toprağını kazıyıp tohumunu çoktan ekmişti. Benim ve ablamın arkadaşları doğum günüm için eve geldiğinde annem ve babam biz genleri yalnız bırakma bahanesiyle dışarıya çıkmış, ablam tüm akşam öfkeyle kabaran göğsümü dindirmek için uğraşmıştı ama nafile. Yüzümde yalanın rengiyle boyanmış bir gülümsemeyle birlikte insanlarla sohbet etmiş ve düşüncelerimin tırpanından onları uzak tutmaya çalışmıştım sadece. Göğsüm hâlâ aynı öfkenin kanıyla ıslaktı. Herkes gittiğinde ablam son kez sakin olup olmadığımı kontrol etmiş akabinde uyumak için odasına çekilmişti. Telefonundan kızın Instagram hesabını gördüğüm için o uyur uyumaz kızın hesabına girdim ve şansıma henüz yarım saat önce bir hikâye paylaşmıştı. Evime çok da uzak olmayan, alkollü bir mekândı, burayı biliyordum çünkü arkadaşlarımla da gittiğim bir yerdi. Hikâyeyi görmemle yüzümde hin bir gülümseme yer edinmişti, annem ve babamın da uyuduğundan emin olduğum için hiç vakit kaybetmeden üzerime mavi bir kot ve siyah dar bir badi giyip evden çıktım, bütün sıcaklığıyla beni yakan bedenim yüzünden üzerime ceket almasam da nisan ayığının akıttığı yağmurun esintisi beni etkilemiyordu. Kıyafetlerimin özensizliğine rağmen gece için yaptığım makyaj hâlâ durduğu için bir soytarı gibi gözükmekten bir adım uzaktım ama dağınık bir şekilde topladığım sarı saçlarım da beni bakımlı gözükmekten bir tık daha öteye götürüyordu. Bunu umursamadım, normal zamanlarda bakımlı ve güzel gözükmeyi severdim ama şu an umurumda olan tek şey ablamın kalbini kıran sürtüğün kemiklerini aynı şiddetle kırmaktı. Kavgacı bir yapım vardı, insanlarla tartışmaktan uzak duramaz, sivri dilim sürekli kontrolüme yenik düşerdi ama kolay kolay kimseyle fiziksel temasa geçmezdim, bunu kendim için yapmazdım. Konu ablam olduğundaysa kontrol edemediğim tek şey ucundan zehir akıtan dilim değildi, konu ablam olduğunda ellerimi bir katilin ellerine dahi teslim edebilirdim. Ablamla ortak kullandığımız arabayı portmantodan almayı son anda unuttuğum için yürümek zorundaydım ama sorun değildi, evime sadece on dakikalık bir mesafede olan kafeye hızlı adımlarla yürürken zaman benim gölgemin etrafında zaten yoktu. Birkaç dakika sonra yaşadığım ilçenin daha hareketli ve gençlerin bu saatte bile kalabalıklaştırmayı başardığı caddeye geldiğimde gözlerim bilindik mekânın tabelasını aradı, tabelayı gördüm akabinde yüzünü zihnime kinle kazıdığım kızın yüzü… Başım omzuma doğru hafifçe düşerken, alt dudağımı dişlerimin arasına hayatımda ilk kez gördüğüm kızın yüzüne nefretimle bakmaya başladım. Ablamın aksine daha kısa boylu, kızıl saçlı bir kızdı. Aslında dışarıdan bakınca güzel denilebilirdi lakin şu an yüzündeki her bir milimden iğreniyordum. O ne konuşulduğunu bilmediğim bir konu hakkında hunharca kahkaha atarken ben çoktan ona doğru hızlı adımlar atmaya başlamıştım bile, masadakilerden birinin gözleri gözlerime değdiğin anlamaya çalışmakla korkmak arasında gidip gelişi benim o kızın kızıl saçlarını kavramamla korkunun hükümü altına girdi. Tiz bir çığlık akabinde neredeyse bütün gözler beni buldu. Kızın yüzünü bana dönmesiyle boşta kalan ellerim bu sefer boynunu buldu gözleri de aynı salise içerisinde sonu dek açılmıştı. Ablamla konuşan kızın arsızlığının yanında şu an karşımda korkuyla titreyen biri vardı. Kızı masaya yasladığımda arkadaşları çoktan ayaklanmış ve bize doğru bir adım atmaya çalışmıştı. “Yaklaşanın canını yakarım.” Sıktığım dişlerimin arasında konuştuğum sırada cümlemi dahai bitirmeden diğer iki kız bir adım geri çekilip herkes gibi izlemeye başladı. İnsanların ayırmamasına şaşırmadım, onlar için bu bir eğlence kaynağıydı, bazıları rezil olduğumu veya delirdiğimi düşünüyordu bunu biliyordum ama umurumda değildi, benim hakkımda istedikleri kadar negatif düşünceye ev sahipliği yapabilirdi birkaç gün sonra hepsi unutmuş olurdu zaten. Her şey gibi buna da omuz silkerler, kendi aralarında yaptıkları birkaç konudan ibaret kalırdı. “Sen kimsin be Allah’ın manyağı.” Kızın carlamasıyla boğazını fazla sıkmasam da tırnaklarımı ince derine geçirip saçlarını biraz daha geriye doğru çektim. “Yağmur’un kardeşiyim, o tehditlerini bana da savursana.” Nefesim yüzünü yakıp geçerken kızın yeşil gözlerinde sadece korkunun küflü kokusu vardı. Korkusunun her milimi beni sonu gelmez bir hazza sokarken gülümsedim, bu alışık olduğum bir şeydi. Canı yandığında susanı sarsmak kolaydı lakin aynı yerden senin canını yakmaya başlayan kişi her zaman şaşkınlık ve korku salardı. “Kıskançlıktan kafayı yerken yazdığın o mesajları anlat bakim bana.” “Bırak beni.” “Bana bak kızıl süpürge, o yanık saçlarını tek tek eline verir, bütün kemiklerini kırarım senin. Benim ablam naif kızdır, senin gibi varoşların seviyesine düşmez ama ben seni öyle bir ezerim ki nefes almayı dahi unutursun. Bir daha değil ablama mesaj atmak yakınından dahi geçtiğini görür yahut duyarsam yeminim olsun ölümün elimden olur.” Kızı ittirerek bıraktığımda sırtına masaya yaslayarak yere oturup, elini az önce benim sarıp tınarklarımı geçirdiğim boynuna götürdü. Yeşil gözlerinden onlarca yaş akarken yardım etmek için gelen arkadaşlarına bağırıp hesap sormaya başlamıştı bile. Gitmek için arkamadı dönmüştüm ki dilimin ucundaki zehir tekrar dudaklarıma damladığında ağlayarak oturan kıza tekrar döndüm. “Ha bu arada, Elyas zamanında sende ne bulmuş bilmiyorum da bir erkeğe olan hırsından bir kadına tehditler yağdırıp alay edecek kadar aciz ve varoş ruhlu birini terk edip ablamla olmak onun için kaliteli bir değişim olmuş.” Kızı bir saniyeliğine tekrar süzdüğümde az önceki korkusu yerini ezik bir gurur kırıklığına bırakmıştı. Etrafta hâlâ seyretmeyi sürdüren kişilerin bakışlarını umursamadan önümdeki birkaç kişiyi ittirerek tekrar evin yolunu tuttuğumda göğsümün altındaki ateşin artık durulduğunu hissediyordum. Ben böyle sakinleşiyordum ya, canım yanarsa veyahut sevdiğim birinin canı yanarsa suçlusunun kalbini yerinden sökerdim. Birkaç sakinleştirici söz, umursamamam için verilen nasihatler benim için cızıldama gibiydi. Yaptığımın doğru veya yanlış olması önemli değildi, kırana karşılık kırardım ve benim adaletim buydu. * Anıların bulanık çizgileri gözlerimin önüne aktığı her saniye dudaklarımda nedensiz bir gülümseme vardı. Dudak büküp omuz silktim cümlemin son tanelerini atarken, Dağhan ve diğerlerine baktığımda ise Dağhan sessizce defterine birkaç şey yazdı diğerleri ise daha çok gurur duymuş gibiydi. “Ablan öğrendi mi, kıza yaptıklarını yani?” Sıraç’ın sorduğu soruyla gecenin devamı aklıma gelince ciğerlerime dolmuş tüm oksijeni bırakıp başımı salladım. “Kız beni polise şikâyet etmiş, eve polisler gelince sadece ablam değil herkes öğrendi. Sonrasında yine fazla asi oluşum başlığı altında kavgalar falan. Ama önemli değil, o kız bir daha değil ablama yaklaşmak onu görünce yolunu değiştirmeye başlamıştı bu da benim için yeterliydi.” Sıraç başka bir şey söylemeden başını sallamakla yetindi ama Dağhan bakışları birkaç saniyeliğine bende oyalanıp tekrar defterine döndü. O deftere ne yazdığını bilmiyordum ama bakışlarındaki bir şeyler dilimi ısırarak gözlerimi yummam için yeterliydi. Karışıktım, karşımdaki adamın bakışları ise karmaşamın içine atışmış bir hortum gibi beni daha da karıştırıyor düşüncelerim duygularımın arasında tepetaklak oluyordu. “Ailenle şu an aran nasıl Nazlı, yani ablan vefat ettikten sonra?” Dağhan’a baktım, bakışları düzdü yüzü ise ifadesiz, kalbimin ortasına bıraktığı zehirden bi’ haber. Ailemle aramda anlatabileceğim bir şey bile yoktu artı, aynı evin içinde yaşıyorduk lakin hepimiz birbirimiz için görünmezdik. Beni zaten görmekten hep kaçan ailem, o gece ablamla birlikte beni o odaya gömmüşlerdi ve ben ablamın kokusuna sarılmış ölümüm pençesinde saklanıyordum. “Verebilecek bir cevabım olsun isterdim ama anlatabileceğim kadar bir durum yok. Babam zaten işkolik bir adamdır kendi ve hastalarının varlığı içinde yaşar. Annem kendini ilaçlara adadı ya uyuyor ya da çalışıyor. Artık birbirileriyle bile çok az konuşuyorlar. Senin anlayacağın Dağhan Hocam, aynı evin içinde üç hayalet var sadece, aile kelimesi ağır gelir.” “Kaç kere öldün Nazlı?” Kelimeleri her seferinde aynı acımasızlıkla kırbacını göğsüme vuruyordu, Dağhan dışarıdan göründüğü kadar sakin değildi belki de bu kadar katilin içinde en acımasızı oydu. “Sayamadığım kadar çok.” Ölmek, yaşamak, var olmak… Anlamından o kadar uzakta bir yerlerdeydim ki, yaşam benim için artık sadece nefes almaktı. Yaşamın ortasında ölü bir ruhla, soluduğu oksijenle ayakta kalan bir bedenin içine sıkışmış zihnim delirmenin eşiğine doğru her gün bir adım daha atıyordu. “Peki kaç kez yaşadın?” “Bir kez, o da benim intiharım oldu zaten.” Yaşadığımı ilk hissettim de elim soğuk bir metali tutuyor, bir yaşamın ipini kesiyordu. O metali birçok kez daha tuttum ama o anlarda hep ölüydüm zaten, tekrar ölemeyecek kadar yok olmuştum ben. Sessizliğin kasırgasında birkaç dakika geçirdik, artık ne Dağhan bir şey söylüyordu ne de başka biri. Hissettiklerimin altında ezilmiş cesedime bir kez daha sarılıp, benden nefret eden nefesimi dudaklarımın arasına hapsettim ama o bile kalbimi acıttı. ☀ Bölüm sonuu Travma odası bölümleri kitabın ara bölümleri şeklinde gelecek ve genel olarak karakterlerin geçmişine dayalı olacak ilk karakterimiz Nazlııı Bölüm hakkında düşünceleriniz 👉 İnstagram : aurora.snk Twiteer : asiretpelusu |
0% |