Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16. Bölüm | "Susuyorsun Yabancı"

@kalanlarinardindan

" 'Gitmek' sadece bir eylemdir. 'Unutmak' ise kocaman bir devrim... "

Nazım Hikmet Ran

 

Bölüm Şarkısı: Olan Biten | Cem Çınar ft. Onur Taşkan

 

Hayatın her anını akrebin ve yelkovanın kovalamacası ilerletiyordu. Ölenler olurdu bu süreçte. Tamda o anda, o kovalamacanın hiçbir anlamı kalmazdı.

Ben o yeşillere baktıkça öldüğümü hissediyordum. İşte o an, akrep ve yelkovanın durduğu an olurdu, benim onun gözlerinde öldüğüm an.

Bundandır ki ruhsuz bakışlarımı ondan koparıp hırçın denize çevirmiştim. Daha fazla ölmeye gücümün olduğunu sanmıyordum. Nihayetinde ben de insandım ve direncim gitgide tükeniyordu.

"Biz bu duruma nasıl geldik, bilmem...

İçimde büyüyor yaşattığım büyük öfkem, dinmem...

Ama sor bu kalbe, nasıl da hâlâ seni seviyor...

Acımı yaşarım ama bu aşktan da hiç vazgeçmem..."

Çokta uzaktan gelmeyen şarkı sesiyle şaşırmamıştım. Bu sahilde sokak şarkıcısının olması olağan bir durumdu. Fakat söylediği şarkının sözleri o hâlâ yanımda dikilirken çok ağır gelmişti.

"Acıtsa da yüreğim, sana hiç bir zaman dönmem...

Tükenecek mi bir gün olan bu sevgim, bilmem..."

Yanımda dikilen heybetli bedenin kasıldığını hissettim. Artık neden burada olduğunu sormayacaktım.

Bakınca öleceğini bildiği halde ona kavuşmak isteyen grilerime yenik düşmüştüm. Ruhsuz gözlerimi ruhsuz gözlerine öylece diktim. Bu defa en ufak bir sevgi arayışına girmemiştim. Hem, belki bu şekilde daha acısız ölürdüm.

"Hala yanıyor içimdeki bak bu kor ateşin.

Yanıp kül oldum, ruhum burada, seni kimseye değişmem..."

Dudaklarım benden bağımsız aralandı. Yeşilleri gözlerimi terkedip sakince dudaklarıma düştü. Derin bir nefes almamla acelesizce tekrar grilerime ulaştı bakışları.

"Ona ne yaptın?"

Anlamazca kaşlarını çattı. Gözlerinde elinde kanlı bir bıçakla bana acımasızca bakan bir silüet vardı. Hayır, ben babasına ne yaptığını sormuyordum.

"Sevdiğim adama," derkenki sesimde ki çatlaklar benim bile kalbimi alazlara atıyordu, o nasıl etkilenmiyordu? "Ne yaptın sevdiğim adama?"

Müzisyenler çoktan başka bir şarkı çalmaya başlamışlardı. Sevdiğimin gözlerinde ki sevmediğim silüet irkilmişti söylediklerimle. Onun elinde ki bıçak babasının değil, sevdiğim adamın kanına bulanmıştı.

Susuyordu, konuşmuyordu. Verecek bir cevabı yoktu belkide. Kendime kızacaktım daha sonra, ona olan aşkımı hâlâ ona söylediğim için. Halbuki ona ben demiştim, "bu benim sevdam, seni ilgilendirmez," diye.

Usul usul akan yaşlarım yağmura karışmıştı. "Susuyorsun, Yabancı. Söylemiyorsun." Ona doğru bir adım attım. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Ona yaklaşmamla bedenini tamamen bana doğru döndürdü. Çatık kaşları çoktan düzelmişti. Şimdi bana yukarıdan, sadece gözlerini indirerek bakıyordu. Üşüyen ellerimi yumruk yapıp burnumu çektim.

Bedenlerimiz birbirine değmese bile aramızda ki mesafe olmaması gerektiği kadar kısaydı. Ona "yabancı" demiştim. Öyleydi. O, hislerime, kalbime, diri diri gömdüğü ruhuma... Kısacası o bana Yabancı'ydı.

Gitgide koyulaşan gözlerinde gördüğüm silüet artık yoktu. O karanlığın içinde kaybolmuştu. Kim bilir hangi umutları öldürecekti yine...

"Öldürdüm." Sesinde o silüetin katlettiği umutların cesedi vardı. Dudakları hissizce kıvrıldı. Gözlerim onlara kaydı saniyelik. "Onu da öldürdüm." Bundan zevk alıyormuş gibi söylemişti bunu. Benim sevdiğim adamı, bir zamanlar olduğu adamı öldürdüğünü söylerken bundan zevk alıyordu.

İrkilsem de içimde ki zelzeleyi kendime saklamayı seçtim. "Biliyorum," diye fısıldadım başımı eğerken. Gözlerimi ayakkabılarıma diktim. "Beni de öldürmüştün ya, oradan biliyorum." Hiçbir şey söylemedi. Yüz ifadesini görmüyordum. Hoş, görseydim bile bir farklılık olacağını sanmıyordum.

Çalan telefonumla elimi cebime attım. Telefonu elime aldığımda kimin aradığına baktım. Gördüğüm isimle sertçe yutkundum. Gözlerim kırgınlıkla doldu. Benden böyle bir gerçeği nasıl saklamıştı? Ben her anında onun yanında olmuştum. O da aynı şekilde bir çok kez yıkılışlarıma şahit olmuştu. Bunları göre göre, nasıl izin vermişti bir belirsizlikle yaşamamı?

Dişlerimi birbirine geçirdim. Çağrıyı geri çevirip telefonu tamamen kapattım. Bütün bunları yaparken karşımda ki adamın ağır bakışlarını üzerimde hissediyordum.

Dolu ama bir o kadar da hissiz bakan gözlerimi onun yeşillerine diktim. "Bir işler dönüyor, farkındayım. Ama nedeni ne olursa olsun benden uzak ol." Sesim daha güçlüydü. Yüzüne doğru yaklaştım. Tepkisizce hareketlerimi izliyordu. "Mesela beni sakın bir daha takip etme, ya da ettirme," diye tısladım.

Şaşırma belirtisi yoktu yüzünde. Çünkü anladığımı biliyordu. Ona son kez bakıp hızla arkamı döndüm. Henüz birkaç adım atmıştım ki kolumdan tutulmamla sinirle bağırdım. "Ne var?!"

Beni kendine döndürüp sakince sordu. "Nereye gidiyorsun?" Dişlerimi birbirine geçirip sakin olmaya çalıştım. Fakat sinirlerim o kadar çok bozulmuştu ki kendime mukayyet olamayıp yeniden bağırdım.

"Cehennemin dibine, Eflâh! Cehennemin dibine!"

Benim sinirli halime aldırmadan kolumu çekiştirmeye başladı. İlk önce şaşkınlıktan hareket edemesemde, kendime gelir gelmez çırpınmaya başladım.

"Ya bırak kolumu! Bıraksana!" Beni duymamış gibi ilerlemeye devam ediyordu. Etrafımızda olan tek tük insanların gözleri üzerimizdeydi. "Kime diyorum? Dağ ayısı!" Son söylediğimle duracak gibi olsa da ilerlemeye devam etti.

Kolumu çok sıkı tutmamasına rağmen ben devamlı çekiştirdiğim için kıpkırmızı olacağından emindim.

"Bırak kolumu! Nereye götürüyorsun?!"

"Cehennemin dibine," diye sakin ama tok bir sesle yanıtladı beni. Histerik bir kahkaha attım. "Bu saatten sonra bırak cehennemi, ben seninle cennete bile gitmem!"

Adımlarının bıçak gibi kesilmesiyle bende durmak zorunda kalmıştım. Hızlı hızlı aldığım nefeslerden dolayı göğsüm inip kalkıyordu. Yutkunup kolumu tutan ele baktım. Eflâh'ın vücudu kasılmıştı. Gözlerini bir noktaya dikmiş, çatık kaşlarla bakıyordu. İlk önce son söylediğim şey yüzünden durduğunu sansam da, belli ki bir şey görmüştü. Merakla onun baktığı yere bakacakken tekrar kolumu çekiştirmesiyle sinirle ona döndüm.

Yüzüme bakmadan hızlı adımlarla az ileride parkettiği siyah jeepine doğru çekiştirmeye başladı.

"Nereye bakıyordun sen az önce?" diye sordum merakımı gizlemeye çalıştığım bir sesle.

"Çok konuşuyorsun," dedi soğuk bir sesle.

Ağzım bir karış açılmış, şokla ona baktım. Sinirle soluyup kolumu gereksiz bir çabayla çekmeye çalıştım. "Bırak kolumu! Ben kendim giderim!"

Aniden durup bana dönmesiyle nihayet beni dinlediği için sevinecekken, dünyanın bir anda ters dönmesiyle neye uğradığımı şaşırmıştım. Ya da belkide ben dönmüştüm, bilemiyordum.

"N'apıyorsun sen? Bırak beni! Dağ ayısı!"

Çelimsiz kollarımla ona yumruk atmaya çalışıyordum. Gerçekten, nasıl bu kadar vurdumduymaz olabiliyordu bu adam?

Nihayet beni iki ayağımın üzerine bıraktığında hırsla çemkirmek için ona döndüm. Kaşlarını çatmış etrafı inceliyordu.

"Neler oluyor? Neden sürekli etrafa bakıyorsun?"

Ona saydırmak yerine bu soruyu sormayı tercih etmiştim. Fakat beni zerre umursamadan arabanın içine atarcasına bindirdi. Kapıyı kapatırken hırsla saçlarımı çekiştirdim. Ben neden sürekli bir şeylere mecbur bırakılıyordum?

Çok geçmeden Eflâh da şoför koltuğuna geçmişti. Arabanın çalışmasıyla ısıtıcı da çalışmıştı. Sıcağa kavuşan bedenimle anlamıştım aslında ne kadar üşüdüğümü.

Dakikalarca yoldaydık. Dakika başı gözlerim istemsizce onun bedenini buluyordu. Burada, onun kullandığı arabanın yolcu koltuğunda olmak o kadar zaman sonra çok tuhaf hissettirmişti. Ondan kaçmaya çalıştıkça, yağmura yakalanır gibi yakalanıyordum.

Gözlerim bu sefer vitesi tutan sağ eline kaydı. Çok değil, birkaç saat önce öğrendiklerimi tekrar hatırlayınca sertçe yutkundum. Eflâh babasını öldürmüş ve her şeyi bırakıp yurt dışına gitmişti. Bıraktıkları arasında annesi bildiği teyzem, kız kardeşi Gülsima da vardı. Kendimi saymıyordum çünkü belliydi onun için hiçbir zaman olmadığım. Yaşadığımız her şey yalanmış.

Gülsima ve Onur'un arasında geçen tartışmayı düşündüm.

"Hangi baba kızına bunu yapar, Gül?"

Onur Gülsima'nın elindeki yanık izini gösterip söylemişti bunu. O iz küçüklükten beri vardı. Ona bunun nasıl olduğunu sorduğumda Zübeyde teyzemden habersizce kızgın yağla oynadığında olduğunu söylemişti. Bunu ona babası mı yapmıştı? Babaları öyle bir adam mıydı gerçekten?

Peki Eflâh neden o adamı öldürmüştü? Onlara kötü davrandığı için miydi? Polisten kaçmak için mi gitmişti yurt dışına? Buna ihtimal vermiyordum. Böyle bir durumda her şeyi örtbas edebilecek güce sahip bir aileydi Asilsoy ailesi.

"Bilmediğin çok şey var. Ve her şeyin bir sebebi. Ama bunları sana ben anlatmayacağım," demişti Onur. Bilmediğimiz ne olabilirdi ki daha? Hangi sebep Gülsima'ya, babasına bunu ona yaptırabilirdi?

"Sebep ne olursa olsun, Âhenk'i düşürdüğü durumun hiçbir haklı sebebi olamaz."

Yutkundum sertçe. Sanki yutkunsam geçecekti her şey. Böyle avutuyordum kalbimi. Ama ben yutkundukça bir avuç cam yutmuş gibi oluyordum. Gözlerimin tekrardan dolduğunu hissedince kirpiklerimi kırpıştırdım.

Başımı sol tarafa çevirip Eflâh'a baktım. Hem, babasını öldürmesinin ve gitmesinin kendince haklı bir sebebi olsa bile, beni hayatında bir hiçe çevirmiş olduğu su götürmez bir gerçekti. Gözlerime bakarken herhangi bir kişiydim sanki onun için. Kaç kere yıkılmıştım yanında, bir kere bile elini uzatmamıştı. O, ağladığımda gözyaşlarımı dudaklarıyla silerdi eskiden. Şimdi, onları hissizce izliyordu. Bunun ne gibi bir sebebi olabilirdi ki?

Bakışlarım hâlâ profilinde geziniyordu. Bir anda bana dönmesiyle şaşırsam da kıpırdamadım. Saniyelik yola dönüp tekrar bana bakmaya başladı. Yanağıma değen gözleriyle kaşları anında çatıldı. Tekrar gözlerime tırmandı beni öldüren yeşilleri. Daha sonra tamamen yola odaklandı bakışları. Ben de daha fazla ona bakıp kalbime işkence çektirmek istemedim.

Havanın kararmasıyla sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Tanıdık sokağa girmiştik. Burası bizim evin olduğu sokaktı. Köşkte duramazdım. Gülsima'yla yüzleşmek istemiyordum. Arabayı sokağın başında durdurdu. Bu benim için daha iyiydi. Annem Eflâh'la geldiğimi görseydi beni soru yağmuruna tutabilirdi.

Otomatik silecekler cama vuran yağmur damlalarını savuruyordu. Çok fazla yağmıyordu. Emniyet kemerini çözerken bir an önce arabadan inip arkama bakmadan eve girmeyi planlıyordum. Derince nefes aldığımda, onun kokusu doldurmuştu ciğerlerimi.

Gözümün ucuyla ona baktığımda elleri direksiyonu sıkı sıkı kavramış, öylece bana bakıyordu. Elimle önüme gelen nemli saçlarımı geriye attım. Ona bakmadan konuştum. "Arabam sizde kaldı. Yarın göndertirsin adamlarından biriyle."

"Dışarı çıkmak istediğinde Onur'u ara. Arabaya gerek yok," dedi düz bir sesle.

Şaşkın ve öfkeli bir şekilde ona döndüm. "Ne demek şimdi bu?"

Hiç istifini bozmadan yüzümü seyretti boş gözlerle. Daha sonra dudaklarını aralayıp tok sesiyle konuştu.

"Tek başına evden dışarı adımını atmayacaksın. Dışarı çıkmak istediğinde Onur'u arayacaksın, o seni nereye istersen götürecek."

Histerik bir kahkaha attım. Elim ayağım titriyordu. Bu adam gerçekten sinirlerimle oynuyordu. Elimin titremesine aldırmadan parmağımı tehdit edercesine ona savurdum.

"Bana bak, ben senin emir yağdırabileceğin birisi değilim. Ben senin hiçbir şeyin değilim," diye tısladım yüzüne doğru.

İfadesiz bakışları önce ona savurduğum işaret parmağıma bakıp tekrar gözlerime tırmandı.

"Mümkünse bundan sonra hiç konuşma benimle, bakma bana!"

Gözlerim tekrar dolunca dişlerimi sıktım. Öylece birbirimize bakıyorduk. Parmağımı indirip gözlerimi kaçırdım yeşillerinden. Usulca kapı koluna uzandım. Tam çıkmak üzereyken başımı omzuma doğru çevirdim. Onu görmesem de bana baktığını biliyordum.

"Biliyorum. Daha çok mahvedeceksin beni. Bunun kaçışı yok gibi..." diye mırıldandım. Derin bir nefes daha aldım. Son kez kokusunu soludum. "Ama sen yine de mahvetme, olur mu?" Sesimin bir kalbi olsaydı, kırık olduğunu düşünürdüm. Somut, elle tutulur bir kırgınlıktı bu çünkü.

Tek bir söz söylemesine fırsat vermeden kendimi dışarı attım, yağmura emanet ettim. Hoş, bir şey söyleyeceğini sanmıyordum.

Ona son kez dönüp bakmak istiyordum. Fakat yapamazdım. Bunu kendime yedirmezdim. Ona yabancı olmayı öğrenmem gerekiyordu.

Attığım her adımda bakışlarının ağırlığını sırtımda hissediyordum. Ve attığım her adımda aklıma çoktandır serpiştirdiğim düşünce tohumlarının verdiği filizleri suladım.

Evet, gidecektim.

Hem ondan, hemde bu şehirden.

 

Loading...
0%