Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm | Terkediyorum Bu Kenti

@kalanlarinardindan

"Sana gelmek böyle işte; parçalanmak milyon kere..."

Emre Aydın

 

Bölüm Şarkısı: Ayrılık Şarkısı | Kazım Koyuncu

 

Sevdiğim bir şairin sözü aklımda dönüp duruyordu. "Gitmek gerek bazen, fazla yormadan, daha çok bıktırmadan. Eğer vaktiyse; ardına bile dönüp bakmadan." (*Can Yücel)

Şimdi, bir elimde valiz, boş gözlerle izliyordum çocukluğumu geçirdiğim evi. Anılar mahzeniydi burası benim için. Birçok gözyaşıma, gülüşlerime, kahkahalarıma şahit olmuştu. Çoçukluğuma şahit olan diğer ev ise, o köşktü. Oradan zaten çoktan ayrılmıştım, sessizce. Şimdi sıra bu evdeydi.

Daha sonra bakışlarımı bana dolu dolu bakan anneme çevirdim. Ona zoraki bir şekilde gülümsedim. Ardından tek elinde bastonu olan babaanneme baktım. Başı dik, her ne kadar hüznünü gizlemek istese de gözbebeklerinin titremesi onu ele veriyordu. En son teyzeme baktım. Bana içten bir şekilde gülümsüyordu. Biliyordu çünkü, en iyisinin bu olduğunu. Onun bilmedikleri ve benim kısa bir süre önce öğrendiğim gerçek bir kez daha yüzüme acımasızca çarptı. Bakışlarımı ondan kopartıp tekrar evimizin bahçesine baktım. Babamla gece vedalaşmıştım. Benim yüzümden işlerini aksatmasını istememiştim.

Önceden çağırdığımız taksiye binip yorgun bir soluk verdim. Dikiz aynasından beni izleyen aileme son kez baktım.

Gidiyordum.

Sırtıma yüklenen onca yükü bırakıp gidiyordum. Ya da kaçıyordum acılarımdan.

Az önce gözlerimi doldurmayan yaşlar şimdi gönül rahatlığıyla süzülüyordu yanaklarımdan. Aldığım nefes ciğerlerime ulaşmıyordu sanki. Sanki benden bir parçayı acımasızca koparıyorlardı.

Gitmek bu kadar kanatıyor muydu?

Sen de böyle mi hissetmiştin giderken, Eflâh?

Şoföre gideceğimiz yeri söyledim. Birkaç dakika sonra alçak perdeden çalan şarkı çekti dikkatimi. Bir zamanlar sadece sevdiğim için dinlediğim bir şarkı, giderken bana eşlik ediyordu.

"Rica edersem radyonun sesini biraz daha açabilir misiniz?" Çatallaşmış sesimi duyan orta yaşlı adamla gözlerimiz aynada kesişti. Hafif çatık kaşlarla gözlerime baktı. Sanırım ağlamam onu rahatsız etmişti. Hiçbir şey demeyip radyonun sesini açtı.

Alnımı soğuk cama yaslayıp sessizce ağlamaya devam ettim.

"Ardımda bırakıp Gül çağrısını

Ayrılık anı bu sisli şarkıyı

Irmaklar gibi akıp uzun uzun

Terkediyorum bu kenti

Ah, ölüler gibi..."

Tanıdık yollardan hızla geçerken bu şehirde akıttığım gözyaşlarımı düşündüm. Yollarında avare avare dolaştığım zamanları, güçsüz düştüğümde taşına toprağına çöktüğümü... Hepsini tek tek düşündüm.

Bu şehir bana Eflâh'tı. Bu şehir, onun diğer yanıydı. Bense kendimi acımasızca söküyordum bu şehirden. Ben giderken kanıyordum, acaba ondan gittiğim için şehrin de canı yanıyor muydu?

"Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa

Şimdi, sonsuz bir yangın gibi

Sevmesem öyle kolay çekip gitmek

Yaralı bir kuş gibi..."

Kalbim sağ elimin içinde çırpınıyordu. Onun ne istediğini biliyordum ama ona o merhemi vermeyecektim. Veremezdim ki...

Belki de en büyük hatam, onun gittiği gün gitmemekti. Burada kalıp, anılarla boğulmaktı. En başından beri gitmeliydim. Hiç bilmediğim bir şehre, onun gölgesinin düşmediği yabancı sokaklara atmalıydım kendimi.

"Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu

Şarkılarla geçtim aranızdan

Yalnızlar gibi susup uzun uzun

Düşlüyorum bu kenti

Ah, bir aşk gibi..."

Gözlerim ağır ağır kapanıp açıldı. Kirpiğimde asılı kalan bir damla daha düşmüştü böylelikle ıslak yanağıma. Alnım hâlâ cama yaslıyken Kazım Koyuncu'ya eşlik ettim. "Son bir aşk gibi..."

Fısıltı şeklinde çıkan sesimle cam buğulanmıştı.

Aracın durmasıyla merakla ön cama çevirdim başımı. Kırmızı ışıkta olduğumuzu görünce tekrar eski pozisyonumu aldım. Mantomun cebinde olan telefonumun titremesiyle elimin tersiyle gözlerimi sildim. Titreyen parmaklarım telefonu kavrarken içimde büyüyen garip hisse anlam yüklemeye çalışıyordum.

Ekranda Gülsima'nın ismini görünce kaşlarım çatılır gibi oldu. Beni bir müddet aramaz diye düşünmüştüm. İlk önce açmamayı düşünsem de bundan hemen vazgeçmiştim. Boğazımı temizleyip çağırıyı yanıtladım.

Telefonun diğer ucundan gelen soluk sesiyle açmayacığımı düşündüğünü anlamıştım. "Âhenk?" Korku dolu sesi beni üzmüştü. Ben yine bencillik edip olaylara kendi açımdan bakmıştım. Evet, ona bana bu denli önemli bir şeyi söylemediği için çok kırılmıştım ama neticede böyle bir şeyi söylemek kolay değildi. Ben düşüncesiyle kahrolurken, o nasıl bunca sene susabilmişti? Öz abisi öz babasının katiliydi.

"Gülsima," diye cevap verdim yorgun bir sesle.

"Süheyla annem söyledi telefonda az önce, gidiyormuşsun..." Teyzem Gülsima ile aramızda ki meseleyi bilmediği için mutlaka onun bunu zaten bildiğini düşünüp söylemişti. Düşüncelerimi doğrulamak istercesine tekrar konuştu. "Merak etme, ne o adama ne de Onur'a söylemeyecek. Benim bu konudan zaten haberim olduğunu düşünüyor. Ben de bozuntuya vermedim."

"Tamam," dedim kısık bir sesle. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum.

Kısa bir süre sonra tekrar kırgın sesi duyuldu. "Peki bana nereye gittiğini söyleyecek misin?"

Bunun cevabını biliyordu. Bu yaşıma kadar onunla gelmiştim ve kardeşim bildiğim kıza bu kadar uzak olmak beni üzüyordu. Ama buna ihtiyacım vardı. Her şeyden ve herkesten uzak olmaya ihtiyaç duyuyordum.

"Söyleyemem," diye mırıldandım. Bir şey söylemedi.

"Peki vedalaşmayacak mısın benimle?"

"Bunu ben de isterdim. Ama zaman kaybedemem. Eflâh'la uğraşmak istemiyorum."

Sıkıntılı bir nefes verdi. "Anladım," diye mırıldandı. "O zaman kendine çok iyi bak. Seni çok seviyorum canım kardeşim."

Yüzümde oluşan küçük gülümsemeyle eş zamanlı olarak gözlerimin yeniden dolduğunu hissettim. Her şeye rağmen beni seven insanların olduğunu bilmek güzel hissettiriyordu.

Keşke o da sevseydi seni...

İç sesimin zihnime fısıldadığı cümleyi yok saydım.

"Bu son konuşmamız değil, Gülsima. Sık sık konuşacağız." Onu görmesem de yüzünde küçük bir tebessüm oluştuğunu biliyordum.

Bir süre ses gelmedi. Daha sonra küçük bir çocuk gibi çıkan sesiyle dudaklarımın kıvrıldı. "Özür dilerim, sana daha önce söylemem gerekirdi. Ama böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirdim ki? O kadar ağır ki benim için..."

"Biliyorum, üzülme," diye fısıldadım. Onun ağlamasını istemiyorum. Belkide gerçekten fazla tepki göstermiştim.

"Uçağın ne zaman kalkıyor?"

Telefonun ekranında ki saate baktım. "Yaklaşık iki saat sonra kalkıyor. Olası bir aksiliğe karşı erken çıktım." Onaylayan mırıltılar çıkardı.

"Gideceğin yere vardığında bana haber vermeyi unutma, olur mu?"

"Olur."

"Tamam. Kendine dikkat et."

"Sen de Gülsima, hoşçakal."

"Hoşçakal Âhenk."

Telefonu kapattıktan sonra başımı iyice koltuğa yasladım. Gözlerimi yumup sertçe yutkundum. Bu kadar zor olmamalıydı gitmek.

Üstelik içimde doğan Eflâh'ı görme isteği de neyin nesiydi böyle? Veda mı etmek istiyordum? O bana bunu bile çok görmüştü. Öyleyse şimdi onun da benim umrumda olmaması gerekiyordu. Üstelik ona son bakışım bir veda niteliğinde değil miydi? Hoş, bu veda sadece benim ve kalbim arasında gerçekleşmişti. Hem, bir veda onun için bir anlam teşkil etmezdi. Gideceğimi bilseydi engel olurdu. Ama bu beni sevdiği için veya bir başka sebepten dolayı değildi. Başka şeyler dönüyordu ve açıkçası umrumda değildi.

Arabanın ani frenle sarsılmasıyla yüzümü buruşturdum. "Neler oluyor?" Şoförde benim gibi tamamen şaşkın görünüyordu. Baktığı yere bakmak için gözlerimi ön camdan dışarıya çevirdim. Gördüğüm tanıdık araçla çatılı kaşlarım yavaş yavaş düzeldi. Sertçe yutkundum.

"Çok özür diliyorum hanımefendi, sorunu hemen hallediyor-"

"Gerek yok, ben hallederim."

Adamın bana attığı şaşkın bakışlara aldırmadan kararlı hareketlerle arabadan indim. Aramazıda olan birkaç metreye rağmen zehir yeşili gözlerinde ki yangını net bir şekilde görebiliyordum. Yine baştan aşağı siyah giyinmişti.

Gözlerini benden çekmeden şoförün oturduğu yere doğru adımladı. Ona bir şeyler söyledikten sonra bir miktar para verdi ve bagaja doğru adımladı. Kaşlarım tekrar çatılırken onu izledim. Valizimi eline alıp kapağı sertçe tekrar kapattı. Taksi vakit kaybetmeden ilerleyince sakince Eflah'ı izlemeye devam ettim. Şu durumda sinirlenmem gerekirken böyle olmama içten içe şaşırsam da, aslında bu hareketini beklediğimi farkettim.

Yeri sarsan adımlarla bana doğru yürürken kolumu yakalayıp yolun ortasından çekilmemizi sağladı. Her ne kadar kolumu sıkı kavrıyor olsa bile canımı yakmıyordu.

"Beni sürekli bir eşyaymışım bir yere çekiştirmenden nefret ediyorum," diye sert bir sesle konuştum. Kolumu çekmeye çalışmak gibi bir gaflete düşmemiştim. Aksi taktirde tuttuğu yerler kızarabilirdi.

İlk önce arabasına binip gideceğimizi sansam da, o bizi yol kenarına çekti. Arabalar Eflâh'ın arabasının yanından geçip yola devam ediyordu.

Nihayet durduğunda beni bedenine doğru sertçe çekti. Boş bulunup ağzımdan bir şaşkınlık nidası kaçırdım. O ise buna aldırmadan sert soluklarını yüzüme vurarak bakıyordu bana. Çatık kaşlarının altında yangın yeri olan gözleri çok şey anlatır niteliğindeydi. İçinde ki dizginlenemez öfkeyi görebiliyordum. Sertçe yutkundum.

"Bir şeyleri yapma dedikçe burnunun dikine gidiyorsun," diye tısladı yüzüme doğru. "Ben de bundan nefret ediyorum."

Dudaklarımda oluşan alaylı gülüşe düştü gözleri. "Bak işte bu benim çok umrumda," dedim alayla. Onu daha çok öfkelendirdiğimi sıktığı dişlerinden anladım. Tuttuğu kolum artık acımaya başlamıştı. Yine de geri çekilmedim. Aynı alayla gözlerine bakmaya devam ettim.

"Gidebileceğini mi düşünüyorsun?"

"Düşünmüyorum, gideceğim," diye karşı çıktım düz bir sesle.

Dudaklarımda ki ukala gülüş şimdi onun dudaklarındaydı. Kaşlarını kaldırdı. "İzin verdiğimi hatırlamıyorum."

İçimde ki ufak sinir ateşi yavaş yavaş bedenimi ele geçirmeye başlıyordu. Boşta olan kolumu kaldırıp onu göğsünden itmeye çalıştım. Bu elbette ki işe yaramamıştı, aksine beni kendine daha çok çekmişti. Öyle ki ani hareketinden dolayı alnım çenesine sürttü. Ateşe dokunmuş gibi kafamı geriye attım.

Gözlerinde ki öfke yerli yerindeydi. Ama onun yanında isim veremediğim başka bir his daha vardı. Gardımı indirmemek gerekiyordu. Ama onun gözlerine böylesine yakından bakarken, sıcak nefesi yüzüme dağılırken bu çok zordu. Öfkemi diri tutmak çok zordu.

Yutkundum.

"Senden izin almam gerektiğini düşünmüyorum, Eflâh." Sesimde ki sertlik yerli yerindeydi. Bu beni mutlu etmişti.

Yoldan geçen arabaların gürültülü sesine rağmen, göğüs kafesimde çırpınan kalbimin sesini duyabiliyordum. Tek temennim bunu karşımda ki adamın da duymamasıydı.

"Alacaksın. Kafana estiği gibi hareket edemezsin!"

Sinirim tekrar baş gösterirken onu sertçe ittim. Bu sefer beni serbest bırakıp bir adım geriye çekilip boş gözlerle öfkeli halime bakıyordu. Sanki onda ki siniri alıp, kendi bedenime hapsetmiştim.

Bir adım geriye sendelerken ağzımdan aldığım derin nefeslerle ona bakıyordum. Gözlerime dolan yaşları saklamak istedim o an. O benim gözyaşlarımı haketmiyordu.

"Ne istiyorsun sen benden?" Kollarımı iki yana açıp bağırdım. Allak bullak olmuştum. "Ne bıraktığını sanıyorsun? Ben diye bir şey mi bıraktın sen?"

Hâlâ boş gözlerle izlemesi canımı yakıyordu.

"Anlamıyorum! Hiçbir şey anlamıyorum!"

İki sarsak adımla karşısına geçip yumruk yaptığım ellerimi sertçe göğsüne indirdim. Hâlâ hiçbir tepki vermiyordu.

"Gittin! Sen gittin! O gün sen öldün benim için!"

"Neden geri döndün? Madem döndün, neden beni öldürmeye devam ediyorsun?"

Tepkisizliği karşısında pes etmişlikle ellerim iki yanıma düştü. Başımı yenilmişlikle eğdim. Bu kadardı işte. Ona sadece bu şekilde zarar verebiliyordum. Ne attığım darbelerin, ne de söylediğim hiçbir şeyin onda bir etkisi yoktu.

Olması için sevmesi gerekirdi. O beni sevmiyordu.

Oysa ben onu katilken bile seviyordum. Gurursuzca.

Öfkem, bir mumun alevi gibi sönmüştü. Ani duygu geçişlerim beni tüketiyordu. Göğsüm hâlâ hızla inip kalkıyordu. Eğdiğim başımı tekrar kaldırıp yeşil gözlerine baktım.

"Bana karşı olan bu sevgisizliğin beni çok yoruyor," dedim, kırgınlıklarımın kanına boyanmış dudaklarımda ki gülümsemeyle.

"Ama biliyorum ben," dedim umutla. "Ne hissettirdiğini bilseydin yapmazdın. Kıyamazsın ki sen bana..."

Gözlerimin içine bakarken hâlâ sessiz oluşu beni öldürüyordu. Hemde defalarca. Yüzümde ki umut söndü bir anda. Kaşlarım düşünceli bir şekilde çatıldı. Bakışlarımı yere indirdim, acılarımı hatırlamaya çalıştım.

"Kıyarsın. Zaten bütün bunları yaparken amacın buydu."

Sesimde ki umutların uğradığı hüsran öyle ağırdı ki... O, boş bakışlarıyla, hiç konuşmadan yine yıkmıştı bütün binaları üstüme.

O, benim sesimde ki özgürce kanat çırpan kuşlarımın katiliydi.

O, benim umutlarımın katiliydi.

Boş bakışları gözlerimden ayrılıp sol şakağıma değdi. Eş zamanlı olarak gözlerinden geçen ifadelerin hepsini okuyabilmiştim. Kaşlarım korkuyla çatılırken birden bire neler olduğunu çözmeye çalışıyordum. Aniden duyulan melodiyle telefonunun çaldığını anladım.

Gözlerinde ki bariz endişe ve korkuydu.

Büyüyen gözbebekleri tekrar gözlerimle buluşunca yıllar sonra ismim dudaklarından döküldü.

"Âhenk."

Kurumuş bir yaprağın son bir gayretle dalına tutunma çabası gibiydi. Umudunu yitirmekten korkar gibi.

Ben sesine bunu konduramazken, o nasıl böyle söyleyebilmişti ismimi?

 

 

Loading...
0%