Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. Bölüm | Boyumdan Büyük Umutlar

@kalanlarinardindan

Benim boyumdan büyük umutlarım varmış. O gidince anladım...

Bölüm Şarkısı: Yalnızca Sitem | Sezen Aksu

 

Siz hiç öldünüz mü?

Siz hiç bir saniyenin içinde sıkıştınız mı?

O kadar hızlı, bir o kadar da yavaş olmuştu her şey. Ben onun gözlerindeki duyguya anlam yüklemeye çalışırken o hızla bana atıldı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan beni sarıp sırtını yola doğru çevirdi.

Islık sesine benzer bir ses duydum önce. Daha sonra, beni saran bedenin kasılması, kesilen nefesi... Kesilen nefesim.

Siz hiç öldünüz mü?

Çekilmek istedim ilk önce. Belki de kendime bir şeyleri kanıtlamak istedim, bilemiyordum. İzin vermedi Eflâh. O an farkettim, parmaklarının saçlarımın arasında asılı durduğunu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Çünkü onun parmakları saçlarımın arasındayken ben dünyanın en huzurlu insanı olurdum.

Yine direndim saklandığım kuytudan çekilmek için. Bu sefer engelleyemedi beni. Ben ona bu güçsüzlüğü hiç yakıştıramadım.

Kalbimde büyüttüğüm siyah gülün dikenleri batıyordu. Canım yanıyordu.

Canımın canı mı yanıyordu yoksa?

Giydiği siyah ceketin uçlarına güçsüzce tutunan parmaklarım onun gözlerine bakmamla kumaşı sıkmaya başladılar.

Çenesi kasılmış, çatık kaşlarıyla gözlerime bakıyordu. Güzel yüzü saniyeler içinde solmuştu sanki. Alnında damla damla oluşan tere kaydı gözlerim bir saniyeliğine.

"Eflâh."

İsmini kendi sesimle işitince anladım ağladığımı. Çok kez böyle anmamış mıydım ben onun ismini? Şimdi neden böyleydi?

Siz hiç öldünüz mü?

Zemine düşen sıvının çıkardığı ses bütün kainatı inletiyordu sanki. Ve bu ses yağmur damlası olamayacak kadar kanlıydı.

Gözümden firar eden damla yanağımda yol çizerek kaydı. Parmaklarım kumaşı daha sıkı kavradı.

Gözlerim göreceklerini inkar edecek olsa bile, görmeliydiler.

Eflâh yapmak istediğimi anlamış gibi gücü tükenen parmaklarını oynatıp zorlukla konuştu.

"Bakma," dedi boğuk ve güçten düşen bir sesle.

Dinlemedim onu. Ve baktım.

Koyu asfaltın üzerinde göl oluşturmuş kızıl sıvı ayakkabılarımıza değiyordu. Hâlâ yere düşmeye devam eden damlaların sesi kafamın içinde depremler yaratıyordu.

Siz hiç öldünüz mü?

"Eflâh?"

Dudaklarımdan dökülen ismine hıçkırıklarım eşlik etti. Bana doğru sendeleyen bedenine kollarımı sıkıca sardım.

Siyah gül solmaya başlamıştı.

Sırtında duran parmaklarım ıslaklıkla buluşunca Eflâh'ın dudaklarından acı bir inleme döküldü.

Başı boyun girintime düşmüştü. Artık kolları beni sarmıyordu.

Hıçkırıklarımın ardı arkası kesilmezken saniyeler içinde ikimizde dizlerimizin üzerine çökmüştük.

Parmaklarıma bulaşan Eflâh'ın kanıydı.

"Hayır! Eflâh hadi kalkalım! Lütfen!"

Boynumda ki başını kaldırmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. "Ağlama," diye zorlukla konuştu.

Hıçkırıklarım boğazımı yakıyordu. Ama kalbimin yangını hiçbir suyun söndüremeyeceği kadar büyüktü.

"N'olur kalk Eflâh," diye yakardım. Konuşmamasıyla bütün hücrelerim sızlamıştı. Aceleyle kanlı parmaklarımı soğuk yanağına değdirdim.

Onu boynumdan uzaklaştırıp yüzüne baktım. Gözleri kapalı, morarmış dudakları aralıktı. Bilincini kaybetmek üzereydi.

"Hayır," diye fısıldadım. Yüzünü sarsıp bağırdım. "Aç gözlerini Eflâh. N'olur gözlerime bak." Gözyaşlarım yüzüne damlıyordu. Parmaklarımda ki ona ait olan kan güzel yüzüne bulaşmıştı.

Siz hiç öldünüz mü?

Böyle gitmemeliydi. Böyle gidemezdi.

Başını tekrar boynuma yasladım. Kollarım serbest kalınca saniyeler içinde üzerimde ki montu çıkardım. Yere oturup dizlerimi hafif kendime çektim. Mantoyu dizlerime koyup Eflâh'ın bedenini yarası mantoya değecek şekilde kucağıma yerleştirdim. Dizlerim sırtına bu şekilde baskı yapıyordu.

Kanlı parmaklarım kıvırcık saçlarının arasında kaybolmuştu. Hırıltılı nefesi boynumu yalıyordu. Şimdiye kadar çektiğim acıların üzerine çentik atan en büyük acıyı yaşıyordum sanki.

"İyi olacaksın," diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasında. Bunu daha çok kendimi ikna etmek için mi söylemiştim, bilmiyordum. Ama o iyi olacaktı.

Sağ elimi saçından uzaklaştırıp üstündeki ceketin ceplerini yoklamaya başladım. Ambulansı aramam gerekiyordu. Fazla zamanım yoktu.

Dış cebinde bulamayınca iç cebine bakmaya yeltenmiştim ki söylediği şeyle vücudumda ki kanlar çekildi.

"Git."

Gitmemi istiyordu. Şu haldeyken bile elinde ki hançeri kalbime saplamaktan vazgeçmiyordu.

"Gitmem," diye itiraz ettim. "Gidemem ki."

Onu nasıl bırakıp giderdim? Onun kanı vücudunu terkedip toprağı sularken, ben nasıl ardıma bakmadan giderdim?

"Gitmiyorum. Ama sen de gitmeyeceksin. Tamam mı?"

Belki, bir umut, gitmemek için savaşır diye çocukça bir pazarlığa girişiyordum. Çünkü biliyordum. O giderse, ben de giderdim.

Bunu o da biliyor muydu?

Cevap vermemişti.

Dizlerimde hissettiğim ıslaklık daha çok korkmama sebep olmuştu. Kan o kadar çok fazlaydı ki montum yetersiz kalmıştı. Yardım çağırmam gerekiyordu.

"Âhenk!" Duyduğum sesle anında başımı o yöne çevirdim. Onur, bir elinde silahıyla öylece üzerimde ki bedene bakıyordu.

"Onur! N'olur yardım et. O gidiyor! Gitmesin!"

Hâlâ donuk bir şekilde Eflâh'ın bedenine bakıyordu. Arkadınsa duran eli silahlı siyah takım elbiseli adamlardan biri koşarak yanımıza geldi. Yere çöküp Eflâh'ın yarasının nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Telaşla atıldım. "Sırtından vuruldu!"

O yarayla ilgilenirken boynuma değen soğuk dudaklarla gözyaşlarım mümkünmüşçesine daha da hızlandı.

Yabancı adam Onur'a doğru dönüp bağırdı. "Abi, kurşun içeride kalmış. Çok kan kaybediyor. Hastaneye yetiştirmemiz lazım!"

Yaşlı gözlerimi Onur'u buldu. Bakışları gri harelerime değdi. İfadesiz yüzünün ardında ki somut acıyı gördüm. O acı bana çok tanıdıktı çünkü.

Transtan çıkmış gibi bize doğru koştu. Yabancı adamla birlikte kollarımın arasından aldırlar Eflâh'ı.

Sanki benden ebediyen gidiyordu. Bense yarasından akan kanda boğuluyordum.

Siz hiç öldünüz mü?

***

Bekledim. Saatler geçmişti belkide. Zaman kavramını yitirinceye dek bekledim onu. Boş gözlerim beyaz hastane duvarında, etrafımda olan hareketliliklere kör olmuştum. Kulaklarım sadece onunla ilgili gelecek olan haberdeydi.

Gelip konuşanlar olmuştu. Hiçbirinin ne gözlerine baktım, ne de sözlerine cevap verdim. Hayatım bir pamuk ipliğine bağlıydı artık. Ya içeride ki adamla ölecektim, ya da onun nefes aldığı ama beni onsuz bıraktığı bir dünyada yaşayacaktım.

Ona hâlâ kırgındım, affetmeyecektim. Hoş, bu onu üzer miydi, bundan emin bile değildim.

Ama yaşayacaktı. Yaşamalıydı. Beni öldürüp hiçbir şey olmamış gibi gidemezdi. Ruhum toprağın altında diri diri gömülüyken, can çekişirken, gidemezdi.

"Bana neden cevap vermiyor, Onur?"

Kulaklarıma ulaşan kadın sesi Gülsima'ya ait olmalıydı. Algılarım sadece çektiğim acıya yoğunlaşıyordu.

"Hemşire hanım! Durumu nasıl?"

"Acil kan almamız gerekiyor. Kurşun çıkarıldı. Fakat kanama hâlâ devam ediyor. Doktorlarımız elinden geleni yapıyorlar."

"Benim kan grubum 0Rh-. Benden alın."

Duyduğum her kelimede soluğum kesiliyordu sanki. Ağır hareketlerle yerimden kalktım. Sarsak adımlar atarken kolumda bir el hissettim. Yine de dönüp bakmadım. "Âhenk, o iyi olacak! Onur!"

Etrafımda ki sesler gittikçe boğuklaşıyordu. Boşluğa attığım adımlar beni bir uçurum kenarına götürüyordu. Belki kaybettiğim umutları orada bulurdum.

Gözümün önü kararıyordu. Kafamın içinde ki şiddetli sarsıntı bana geçmişten fısıldıyordu.

"Hiç bırakmazsın beni, değil mi?"

"Kanım kurusa, ruhum bedenimi terketse bile. Hep solunda, soluğunda olacağım Gökyüzüm."

Omuzlarımda hissettiğim ellerle irkildim. Onur öfkeli gözlerle bana bakıyordu. "Kendine gel!" Bağırması gözyaşlarımın mabedinden çıkmasına öncülük etti.

"O ölse bile sen yaşayacaksın!"

O ölse bile sen yaşayacaksın.

"Hayır!" İnkar edercesine başımı sallıyordum. "Hayır," diye sayıklamalarım Onur'un sesini gölgede bıraktı.

O ölse, ben yaşayabilir miyim sanıyordu?

Kafamın içinde duyduğum siren sesleri bir kadın çığlığına karışıyordu. Bu kadın acı acı bağırırken canından can gidiyor gibiydi. Ve bu kadın bana öylesine tanıdıktı ki.

Öylece dizlerimin üstüne çöktüğümde her şeyin bir kabustan ibaret olmasını istiyordum. Kendi çığlıklarımın ruhumda sebep olduğu zelzeleyi önlemek için ellerimi kulaklarıma bastırdım.

Kıyısına ulaştığım uçurumda umduğum umutları bulamamıştım. Artık umut etmek için bile umuta ihtiyacım vardı benim. O uçurumdan aşağı baktığımda gördüğüm karanlık beni çağırıyordu. Çok direndim o cezbeden karanlığa kendimi bırakmamak için. Ama iradem ellerimin arasından kayıp gitmişti. Ve ben kolayı seçip, o karanlığa bırakmıştım benliğimi.

***

Göz kapaklarımın üzerinde ki ağırlık öyle fazlaydı ki birbirine geçmiş kirpiklerimi ayırmak çok zor olmuştu. Nihayet gözlerim aydınlığa kavuştuğunda ilk birkaç saniye bulanık olan görüşüm gözlerimi kırpıştırdıkça netliğe kavuşmuştu. Burnuma gelen kokuyu yadırgamamıştım. Bu anı o kadar çok yaşamıştım ki artık alışmıştım.

Gözlerim sağ tarafıma kaydığında koluma neredeyse bitmek üzere olan bir serum takılı olduğunu gördüm. Üzerimde çok büyük bir yorgunluk vardı. Kurumuş dudaklarımı dilimle ıslatırken susadığımı farkettim.

Güçlükle doğrulup komidinin üzerinde gördüğüm bardağa su doldurup birkaç yudum aldım. Bardağı tekrar yerine koyduktan sonra koluma bağlı olan seruma tekrar baktım. Neden burada olduğum hakkında düşünmeye başladım.

Bakışlarım ellerime değer değmez aklıma nüksedenlerle göğüs kafesim daraldı. Gözlerim dolarken kolumda ki serumu hızla çıkarttım.

Çıplak ayaklarıma aldırmadan sarsak adımlarla odadan çıktım.

İlk gördüğüm duvara sırtını dayamış tanıdık bir bedendi. Bu yarayla ilgilenen yabancı adamdan başkası değildi. Etrafı hızla tararken ondan başka kimsenin olmadığını gördüm.

Adam beni fark eder etmez hızla yanına ulaştı. Kokumu tutup endişeyle konuştu. "Neden kalktınız? Biraz daha dinlenmeniz gerekiy-"

"O nasıl?" Umut dolu gözlerle bakıyordum şimdi. "O iyi mi?"

"Lütfen sakin o-"

"Sakin falan olamam ben! O iyi mi dedim!"

"Âhenk?" Onur'un sesiyle o tarafa döndüm. Yorgun ve dağılmış bir şekilde bana doğru yürüyordu. Tam karşıma geçince yabancı adam bizden uzaklaştı.

"Eflâh iyi, merak etme. Normal odaya aldılar."

Söyledikleriyle yüzümde bir gülümseme şekillendi. Ölmemişti işte. Yaşıyordu. Gitmemişti.

Kalbimde ki yangın üstüne yağmur yağmıştı. İçimde ki siyah gülün küllerinden bir sürü kır çiçeği doğmuştu.

Eflâh ölmemişti.

Beni bir kez daha öldürmemişti.

Sendelememle koluma girdi. "Sen neden kalktın? Ya düşseydin?"

Gülen gözlerimi ona çevirdim. "Ne kadar zamandır uyuyorum?"

"Neredeyse iki gün olacak," diye yanıtladı sorumu. İki gün boyunca can mı çekişmişti yani? Yutkunamazken gözlerimin tekrar dolduğunu hissettim.

"Beni ona götür Onur. Uyanana kadar yanında olmak istiyorum." Hiçbir şey söylemeden koluma girip yürümeye başladı. İtiraz etmemesi beni mutlu etmişti. Onu görmeye ihtiyacım vardı.

Asansöre binip kaldığı odanın katına çıktık. O kadar heyecanlanmıştım ki vücudumda ki yorgunluğu hissetmiyordum artık.

Koridorda ilerledikçe tanıdık yüzler görüş açıma girmişti. Gülsima oturduğu koltuktan bizi görür görmez kalktı. O da en az Onur kadar bitik görünüyordu. Gözlerimiz buluşunca bana burukça gülümsedi. Dudaklarımı kıvırmaya gücüm yetmemişti. Gözlerimi usulca yumup tekrar açtım.

Kapının önüne gelince adımlarımız kesildi. Onur dönüp bana baktı. Çenesiyle odayı işaret etti. "Burada kalıyor. Sen tek gir." Başımla onayladığım esnada bize doğru koşarak gelen adamla oraya döndük. Adam nefes nefese önce bana daha sonra Onur'a baktı.

"Abi. Gelmen gerekiyor." Adamın tedirgin bir şekilde kurduğu cümleyle Onur'a baktım. Çatık kaşlarla başıyla beklemesini söyledi. Daha sonra bana döndü. "Sen geç Âhenk."

Ne hakkında konuşacakları ile ilgili tahminlerim vardı. Bunu kimin yaptığını bulmaya çalışıyor olmalıydılar. Ya da zaten biliyorlardı. Bu konuyu şimdilik sorgulamayacaktım. Zaten Onur'da bunu istiyor gibiydi. Hiçbir şey demeden kapının soğuk kulpunu kavradım. Yavaşça indirip içeri geçtim.

Onu henüz görmesem de kokusu çoktan ciğerlerimi işgal etmişti bile. Derin bir nefes alıp birkaç adım attım.

Ve sonunda gördüm onu. Yüzüstü yatakta uyuyordu. Çıplak gövdesi bandajla sarılıydı. Beline kadar bir örtü çekilmişti üzerine. Yüzü benden tarafa dönük olduğu için yarısını görebiliyordum.

Kalbim teklemişti.

Ona doğru yürüdüm. Alnına düşen saç tutamlarına dokunmak için deliren parmaklarımı zapt etmek çok zordu. Yine de irademi sonuna kadar kullanıp kendime engel oldum.

Ama gözlerimle dokundum yüzüne. Birbirine kenetlenmiş uzun kirpiklerine, hafif aralık duran vişne rengi dudaklarına, yanağını çevreleyen kısa sakallarına dokundum. Yatağın yanına, yere dizlerimin üstüne çöktüm. Kollarımı yatağın üzerinde birbirine bağlayıp başımı da üzerine koydum. Şimdi nefesim eline değiyordu. Kokusu daha yoğundu. Yine de dokunamadım.

Dakikalar geçti aradan, belkide saatler geçmişti. Ben bıkmadan aldığı nefesleri saymıştım. Ara ara kıpırdayan kirpiklerini seyretmiştim uzun uzun. En sonunda dudaklarımı ayırıp çatallaşmış sesimle konuştum.

"Beni yine kendinle sınadın."

Sol gözümden akan yaş yanağımda yol çizdi.

"Ben yine umutlarımla sınandım."

Cevap vermiyordu çünkü uyuyordu. Ama uyanıkken söylesem bile ne farkedecekti ki? O yine buz gibi bakışlarıyla kalbimi üşütecekti.

Ben yine onun için ağlayacaktım ve ondan nefret edecektim. Yine de onu hep sevecektim gurursuzca.

Kalbim benden bağımsızca umut fidanlarını dikecekti fakat ben hiçbir şey yapamayacaktım yine.

Ne de çok gerçeği yüzüme vurmuştu gidişi.

Benim boyumdan büyük umutlarım varmış. O gidince anladım...

 

 

Loading...
0%