Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm | Kara Kış

@kalanlarinardindan

"Ne kadar çok elimiz oldu, baksana

Tutuşa Tutuşa

Bir orman yangını gibi..."

Can Yücel

 

 

Bölüm Şarkısı: Yan | Can Bonomo

 

Çok kış görmüştüm ben. Her defasında yalancı bir baharla sonlanan, sahte umutlar tattıran, akabinde tekrar zemheriye mahkum eden nice kışlar.

Yine bir kış mevsimindeydim. Kainatın üzerine bir örtü gibi serilmişti kar. Heryer bembeyazdı. Tepede ki güneşin yakıcılığına rağmen kar nasıl erimiyordu, hayret içerisindeydim.

Etrafıma tekrar bakmaya başladım. Uzakta tek tük görünen ağaçlar hariç hiçbir şey yoktu.

Neredeydim ben?

Panik yavaş yavaş hücrelerimi ele geçiriyordu. Afallamış bir şekilde kendi etrafımda dönmeye başladım. "Kimse yok mu?!" Boğazımı yırtarcasına bağırmıştım. En ufak bir yanıt alamamıştım. Panikle saçlarımı çekiştirirken ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Aklımı yitirmek üzereydim.

Yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Ama bedenimi ele geçiren bir güç beni yönlendiriyordu. Sanki ayaklarım beni nereye götüreceklerini biliyor gibiydiler. Onlara itaat ettim.

Yürüdükçe karların azaldığı bir yere yaklaşıyordum. Etraf yavaşça kendini zifiriye emanet ediyordu. Başımı kaldırdığımda güneşin artık gözükmediğini farkettim. Artık üşümeye başlamıştım. Ellerimle kollarımı sıvazlarken üzerimde ki kan kırmızısı elbiseyi yeni farketmiştim. Hiçbir şeye anlam veremiyordum.

Soğuk yavaş yavaş iliklerime işlemeye başlamıştı. Öyle ki, dişlerim birbirine çarpıyordu. Adımlarımı biraz daha hızlandırdım.

"Buraya gel. Isınırsın."

Aniden duyduğum yumuşak sesle olduğum yerde kaldım. Gözlerim şaşkınlık ve korkudan büyümüştü. Neler oluyordu? Bu kadın sesi nereden gelmişti?

"Güçlü olmak için korkuyu benimsemen gerek. Ama bunu onu yönetmek için yapmalısın. Onun esiri olmak için değil."

Sertçe yutkundum. Alnımda birikmeye başlayan teri elimin tersiyle sildim. Sesin nereden geldiğini anlamamıştım fakat belli ki beni tanıyan birisiydi.

"Kimsin sen?"

Cevap vermedi yabancı kadın sesi. Bacaklarım tekrardan harekete geçti. Kısa bir süre ileride bacası tüten küçük bir kulübeye benzeyen ev dikkatimi çekti. İçerisi karanlık gibi gözüküyordu. Terkedilmiş gibiydi fakat bacasından tüten duman bunun aksini kanıtlar niteliğindeydi.

Adımlarım eve birkaç metre kala duraksadı. Ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Ben buraya nasıl gelmiştim, neredeydim, o ses kime aitti, hiçbir şey bilmiyordum.

Ufak adımlarla küçük eve yaklaştım. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Tahta kapının önüne geldiğimde yine bir duraksama yaşadım. Kapıyı çalmam mı gerekiyordu?

Elimi tereddütle kaldırıp soğuk kapı kulpunu kavradım. Tam asılacakken bundan son anda vazgeçip kapıya vurmayı tercih ettim.

Eski kapının aniden aralanmasıyla irkildim. Yüzüme vuran tatlı sıcaklıkla ne kadar üşüdüğümü hatırladım. Tuhaf bir şekilde, içimde ki korku yerini cesarete bırakmaya başlamıştı. Şaşkınlığım bakiydi.

Aralık kapıdan yavaşça içeri süzüldüm. Dışarıdan görünenin aksine, içerisi ateşin loş ışığıyla aydınlanıyordu. Evin içi bomboş denecek kadar sadeydi. Bir divan ve halı haricinde görünürde bir şey yoktu.

Başımı yavaşça sağ tarafıma çevirince, arkası bana dönük şekilde şöminenin önünde oturan bir kadın bedenini gördüm. Varlığımı farkedip etmediğini bilmiyorum lakin istifini bozmadan oturmaya devam etmesi beni geriyordu.

Çok beklemeden sıcağa kavuştuğu için uyuşmaya başlayan bedenimi hareket ettirdim. O kadının yanında ki mindere doğru adımladım. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum.

Usul hareketlerle yanına kuruldum. Ateşe bakmaya devam ediyordu. Profilinden gördüğüm kadarıyla kadın gençti. Onda, beni ona bağlayan bir şeyler var gibiydi. Bana yabancı gelmiyordu. Omuzlarına dökülen siyah, düz saçları göz alıcıydı. Üzerinde benimkinin aynısı bir elbise vardı. Fakat onunki en az gece kadar siyahtı. Bir kadına siyah, ancak bu kadar yakışabilirdi.

Başını usulca bana çevirmesiyle gözlerimin içine baktı. Ve anında kalbime nükseden tek his onun gözlerinde ki yansımaya aitti: hüzün.

Öylesine hüzünlü bakıyordu ki gözlerime, onun gözlerine bu hissin ağırlığını verenin ne olduğunu düşündüm.

Gözlerini benimkilerden ayırınca ben de bakışlarını takip ettim. Yumruk yaptığı biçimli elini araladığında avucunda gördüğüm kanlı kurşunla dudaklarım aralandı.

"Her şeyin bir sebebi ve bedeli vardır, Âhenk."

Başımı tekrar kaldırıp ona bakmamla gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı.

"Ne demek istiyorsun? Bu kurşun kimin? Sen kimsin?"

Peş peşe sıraladığım sorularla buruk bir gülümseme sundu bana. Kurşunu tam kalbimin üzerine bastırırken canımın yandığını farkettim.

"Onu sakla. Onu asla yitirme," diye fısıldadı hüzünlü bir sesle. Tenime baskı yapan kurşunun acısı gittikçe çoğalıyordu. Ağzımı açıp ona bunu yapmamasını söylemek istiyordum fakat nafileydi.

Can havliyle sağ elimle elini sıkıca kavradım. Kurşunun baskısını önlemek için çabalarken bunun hiçbir işe yaramadığını farkettim.

Kadın hüzünlü gözleriyle bana bakıp fısıldadı.

"Ona kalbinde bir sığınak yap."

"O kurşun, onun kalbine saplanabilirdi."

Uzaktan gelen tanıdık erkek sesiyle yavaş yavaş kendime geldiğimi anladım. Gördüğüm rüyanın etkisindeydim hâlâ. Buna rağmen ne nefesim düzensizdi ne de terliydim.

"Devam mı edeceksin?"

Konuşan kişinin Onur olduğunu anlamıştım. Aklıma gelen görüntülerle nerede olduğumu hatırladım. Hâlâ aynı şekilde, dizlerimin üzerinde oturuyordum. Başım yumuşak bir zemindeydi. Büyük ihtimalle hastane yatağının üzerindeydi.

Bir başka hissettiğim ise parmaklarımın kavradığı eldi.

"En büyük zararı Âhenk görüyor, Eflâh." Onur'un sert ama bir o kadar da endişeli sesiyle gözlerimi usulca araladım.

Karanlığa alışan gözlerim gün ışığını yadırgamıştı. Anında Eflâh'ın hareleriyle buluşan gözlerim, yeşil topraklarında takılı kaldı. Oradan hiç geçememiştim. O topraklara hep sürgündüm. Sürgünüm, yurdumdu.

Kafamı kaldırmaya çalıştığımda boynumda hissettiğim keskin acıyla yüzümü buruşturdum. O ise sakince beni izlemeye devam ediyordu.

"Uyandın mı, Şeker Kız?"

Onur'un az öncekine nazaran daha sakin çıkan sesi beni kendime getirmişti. Aman Allah'ım! Ben nasıl bu şekilde uyuyakalmış olabilirdim ki? Gözlerimi hızla Eflâh'tan kaçırıp, bir başka yangına daha atıldım. Ellerimiz. Daha doğrusu onun ellerine mengene gibi sarılmış ellerim.

Yanaklarımın kızarmaya başladığına emindim. Hızlıca oturduğum yerden kalktım. Ani hareketimden dolayı başımın dönmesiyle sendelesem de Onur'un beni tutmasıyla dengemi korudum.

"Dur, yavaş ol biraz."

Başımı onaylarcasına salladım. Az önce onun elini kavrayan parmaklarımın şimdi üşümesi normal miydi?

"Uyuya kalmışım. Yorgunluktan herhalde," diye mırıldandım içime kaçmış bir sesle. Normalde olsa Onur'un bunu bana karşı kullanacağını bilsem de o sadece yorgun bir gülümseme sunmaktan ileri gitmedi.

Yatakta yatan adamın bakışlarını üzerimde hissetsem de ona göz ucuyla bile bakmadım. O bana yabancıyken benim ona zaafımı bu denli açık etmem kendime kızmama sebep oluyordu.

Hiçbir şey demeden lavabo olduğunu düşündüğüm odaya yöneldim. Kendimi içeri atar atmaz aynanın karşısına geçtim.

Gördüğüm yüzü artık yadırgamıyordum. Gözlerimi kızarmış yanaklarımda, mor gözaltılarımda ve dağılmış saçlarımda gezdirirken üzerime bir durgunluk çöktü.

Rüyamda ki kadın geldi aklıma. Bana her şeyin bir sebebi ve bedeli olduğunu söylemişti. Kalbime kurşun bastırdığı anı düşününce sanki aynı acıyı hisseder gibi olmuştum.

Daha fazla yansımamı izlemeyi reddederek avucuma doldurduğum suyu sertçe suratıma çarptım. Parmaklarımla saçlarımı düzene sokmaya çalıştım. Kısa bir süre kalp atışlarımı duymazdan gelip banyodan çıkmaya kara vermiştim.

Eflâh uyanmıştı. Artık bir çok şeyle yüzleşmek zorunda kalacaktım, biliyordum. Ona kimin zarar vermek istediğini, dahası bunu neden benim üzerimden yapmak istediğini anlamam gerekiyordu.

Banyodan çıkar çıkmaz Onur'un olmayışı gözüme çarpmıştı. Ona bakmaktan çekinen gözlerime inat irademi zorlayıp bunu başardım.

Zehir yeşilleriyle sakince beni izliyordu. Yorgun gözüküyordu. Vurulduğu an geldi aklıma. Öncesinde şakağıma bakmıştı. Büyük ihtimalle kırmızı lazer ışığı görmüş olmalıydı. Aksi takdirde bunu anlamasının başka bir imkanı yoktu.

Onun bir kere daha gitme ihtimali o kadar yakınımdan geçmişti ki... Ben onun tenine ölümün soğuğunu nasıl yakıştırabilirdim?

Tıpkı ellerine kanı yakıştıramadığım gibi.

Daldığım düşüncelerden sıyrılıp onun bakışları eşliğinde boş koltuğa oturdum. Parmaklarımla oynamaya başladım gerginlikten.

"Hayatımı kurtardığın için sana teşekkür etmeyeceğim," derken gözlerimi gözlerine diktim. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattığımda bakışları oraya düşüp tekrar grilerimle buluştu.

"Sonuçta benimle ilgili bir mesele değil. Ama özür dilerim." Dolmaya başlayan gözlerimi saklamaya çalışmadım. Ciğerlerimi yakan derin bir nefes aldım.

"Özür dilerim çünkü adresi olduğum kurşun, senin canını yaktı."

"O kurşunun adresi benim kalbimdi."

Verdiği cevapla dumura uğradım. Söylediği şeyin içinde ki anlam, kalbimin kıvranmasına sebep olmuştu.

"Senin, benim kalbim olduğunu sanıyorlar."

Senin, benim kalbim olduğunu sanıyorlar.

Bütün acılarımı alıp, önüme koydum. Hepsiyle teker teker yüzleştim. Hepsinin sebebi farklıyken, sadece Eflâh'ın bana söylediklerinin canımı ölesiye yaktığını farkettim. Çünkü onun beni yaralamak için kurduğu cümleler, acılarımın sebebi değil, ta kendisi olmuştu. Onun iki dudağının arasından dökülenler kalp kırıklarımdı.

Yutkunup dudaklarıma yorgun bir tebessüm çizdim.

"İçin rahat olsun, ben yerimi biliyorum."

"Biliyor musun?"

"Biliyorum."

"Güzel."

Burnumdan nefes verir gibi güldüm. "Güzel."

Bir süre aramızda büyüyen sessizliği benim yorgun sesim bozdu.

"Yüzüstü yatman gerekiyordu senin." Çenemin ucuyla sırtüstü yatan vücudunu gösterdim. "Böyle yatınca canın acımıyor mu?"

Harelerini birkaç saniye boyunca göz kapaklarının ardında gizledi. Hareket eden âdem elmasına takıldı gözlerim.

"Acımıyor."

"Anladım."

Onur'un Gülsima ile ilgilendiğini düşünüyordum. Onun gözlerinde ki kaybetme korkusunu görmüştüm. Yine de abisine olan haklı kırgınlığının geçtiğini sanmıyordum. Kim babasını öldüren birisini affederdi ki?

Bakışlarım pencereye kaydığında havanın yeni yeni karardığını gördüm. Ben uyandığımda güneşin şehri aydınlattığı son demler olmalıydı.

Cama vuran yağmur damlalarını izledim. İlk başta kendilerini farkettirmeyecek kadar sakinken, şimdi isyan eder gibi hırçındılar. Gökyüzünde gördüğüm şimşekten iki saniye sonra gökgürültüsü de duyulmuştu.

Kollarımı birbirine bağlarken korkmadığımı farkettim. Oysa ki, ilk kez bu korkumla tek başıma kaldığımda ki hissettiğim çaresizlik hâlâ yerli yerindeydi.

"Yokluğunu ilk ne zaman idrak ettim, biliyor musun?"

Ona bakmasam da sorduğum soruyla vücudunun kasıldığını hissettim. Cevap vermemişti. Ama söyleceklerimi beklediğinden emindim.

"Senin acımın asıl sebebi olduğunu unutup sana sığınmak isteyipte seni bulamadığımda."

Grilerimi ona çevirdim. Dişlerini sıkıyordu.

"O gece de böyle yağmur yağıyordu. Sen yoktun. Beni bırakmıştın. İlk defa gökgürültüsü beni bu denli korkutmuştu."

Sağ gözümden akan tek damla yaşı elimin tersiyle sildim.

"Ben ilk defa o gece kendime sarıldım."

Bir cevap vermesini beklemiyordum. Bunu neden anlattığımı da bilmiyordum. Sadece ona söylemem gerekiyormuş gibi hissetmiştim.

Bakışlarımı ondan kaçırıp burnumu çektim. Parmaklarımı saçlarımdan geçirdim. Toparlanmaya çalışıp konuyu değiştirmek adına bir soru yönelttim.

"Şimdi ne olacak? Bu adamlar bize yine zarar vermeye kalkmazlar mı?"

Çok geçmeden tok sesini işittim.

"Kalkacaklar."

Bu cevabı beklemediğim kesindi. Şaşkınca kaşlarımı kaldırıp ona baktım.

"Ne yapacağız peki?"

"Sen hiçbir şey yapmayacaksın. Gerisine karışma."

Hayretle ona bakakaldım. Bu adam ne diyordu böyle?

"Ne demek karışma? Ben bu işe çoktan karıştım!"

Bakışları gittikçe sertleşirken yerinde doğrulmaya çalıştı. Ona yardım etmek için yanına yaklaştım fakat çoktan doğrulmuştu. Gözlerini kaldırıp alttan alttan bakmaya başladı.

"Sadece dediklerimi yapacaksın. Bana haber vermeden nefes bile almayacaksın," diye tısladı.

Sinir ve alayla güldüm. Kollarımı birleştirip ona üstten bakmaya başladım.

"Benim senin korumana ihtiyacım yok!" Sesimi kontrol edemiyordum. O da aynı tonda cevap verdi.

"Eğer nefes almaya devam etmek istiyorsan buna mecbursun!"

Bakışlarımız birbirinde asılı kaldı. Zamanın yine ikimizin gözleri arasında sıkıştığı bir demdi. Göğüslerimiz sinirden hızla inip kalkıyordu.

"Eflâh," diye konuştum bir süre sonra daha sakin bir sesle. Adem elması yine oynamıştı.

"Kim bunlar? Ne istiyorlar?"

Bir müddet konuşmadan sadece yüzümü izledi. Daha sonra dudaklarını aralayıp konuştu. "Bilmen gerekenden fazlasını biliyorsun zaten."

Söylemeyecekti. Ondan bu sorunun cevabını alamayacaktım. Nasıl davranmam gerektiği konusunda çelişkideydim. Ona ayak uydurmam mı gerekiyordu, yoksa ondan bağımsız hareket etmem mi? Hoş, bunun imkansız olduğunu o gün çok net anlamıştım. Beni takip ettiriyordu. Başka nasıl gideceğimi bilebilirdi ki?

Dudaklarımın arasından pes edercesine bir nefes bıraktım. "Tamam. Ama bunu sen istedin diye değil, ben bunu mantıklı buldum diye kabul ediyorum." İşaret parmağımı yüzüne tehdit eder gibi sallıyordum. Zehir yeşili gözleri önce ona uzattığım parmağıma, sonra da gözlerime dokundu. Hiçbir şey söylemeden öylece bakmaya devam etti.

Parmağımı aceleyle indirip boğazımı temizledim. O hâlâ beni izlerken ben, kapıya doğru adımlamaya başladım. Aynı anda da saçma bir açıklama içerisine girdim. "Ben annemi arayayım. Şüphelenmesin."

"Sakın bir yere gitmeye kalkma."

Sert sesiyle duraksadım. Son kez ona baktım. Herhangi bir cevap verme girişiminde bulunmadan odadan çıktım.

Olacak olanlar beni korkutuyordu.

"Allah'ım. Sınanacaklarıma karşı bana güç ver."

***

Aynı zaman diliminde, başka hayatlarda...

Genç adam batmaya başlayan güneşe bakıyordu. Gördüğü bambaşka bir şeydi.

Çok uzun bir zamandır içinde büyüttüğü canavarı zapt edemiyordu. İşin doğrusu, bunun için bir çaba göstermiyordu. Aksine, bu canavar onun kininden ve öfkesinden beslenip yapamadıklarını yapıyordu. Bunu neden engellesindi ki?

Eflâh Asilsoy.

Bu canavar onun sonu olacaktı. Olması için elinden geleni ardına koymayacaktı.

Bulunduğu odanın kapısı destursuz açılınca kimin geldiğini bilmenin verdiği özgüvenle omuzlarını dikleştirdi. Buna cesaret edebilecek tek bir kişi vardı.

Kadın tam da tahmin ettiği bir manzarayla karşılaşmıştı. Adamların aralarında konuşurken duyar duymaz soluğu burada almıştı. Öfkesini parmak uçlarında hissediyordu.

"Bunu gerçekten yaptın mı?!" Kadının sesinde ki bariz yakarış adamda hiçbir etki göstermemiş gibiydi. Hâlâ sırtı ona dönük, pencereden dışarıyı izliyordu.

Ama pes etmedi. Kadına göre, adam çok büyük bir yanlış içerisindeydi. Onu durdurmak çok zordu, bunun farkındaydı. Ama elinden geleni yapmaya ant içmişti. Onu bu gaflet uykusundan uyandırmakta ısrarcıydı.

"O vurulmasını emrettiğin adam senin-"

"Benim hiçbir şeyim değil, Ecmel!" Adamın kükremesiyle yerinde sıçradı. İşte şimdi yüzünü ona dönmüştü. Öfke ve nefretle parlayan siyah gözleri ona bakıyordu. Kendini sıktığını yumruk yaptığı ellerinden anlamıştı.

Kadın zorlukla yutkundu. Üzgün gözlerini adamın yüzünde gezdirdi. "Ve sen, Ecmel," derken işaret parmağını tehdit edercesine salladı. "Bu işe karışmayacaksın. Bu konuyla ilgili en ufak bir yorumda bile bulunmayacaksın." Kelimelerin üzerine basa basa konuşmuştu adam.

Kadın, dolu gözlerini adamınkilerden ayırmadan birkaç saniye öylece baktı. Gördüğü aleve aldırmadan daha uzlaşmacı bir ses tonuyla tekrar konuşmaya başladı.

"Bak, o ölmemiş. Bir şeyler için hâlâ geç değ-"

"Sus dedim sana! Sus!"

Adamın aniden kolunu kavraması ve bedenini kendine çekmesiyle gözbebekleri korkuyla büyüdü. Adam yüzünü yakınlaştırdı. Şimdi onun kor nefesi yüzünü yakıyordu.

"Ölmedi. Ama ölmekten beter olmamak için ayağıma kadar gelecek!"

Ecmel, ilk önce adamın ne demek istediğini algılayamadı. Çatılan kaşları yavaş yavaş karşısındaki adamın yapacaklarını idrak etmeye başlamasıyla gevşedi. Gözlerinde ki dehşet ifadesiyle yutkundu. "Sen," derken sesi titriyordu. İnanmak istemiyordu. Başını hızla iki yana salladı. "Yapamazsın. Sen bu değilsin. Sen bu kadar kötü değilsin." Artık yanaklarını ıslatan gözyaşları zapt edemiyordu, Ecmel.

Adam dudaklarında ki soğuk gülümsemeyle kadının kolunu sertçe bıraktı. Ondan bir adım uzaklaştı. "Kötü," diye mırıldandı alaylı bir sesle. Gülümsemesini silip ifadesizce kadınının korku dolu gözlerine baktı. "Ben buyum. Hep buydum."

Kadın hâlâ inkar edercesine sallıyordu başını. Kabul etmeyecekti. O böyle birisi değildi. Buna inanmıyordu. "Değilsin," diye fısıldadı umutla. "Sen kötü değilsin. Sen masumlara zarar vermezsin."

"Sen benim hiçbir şeyim değilsin. Yerini ve haddini bil," derken sesinde ki soğuklukla kadının içine zemheriyi getirdiğini bilmiyor muydu bu adam? "Bu konu seni aşıyor ve sen yine durman gereken yeri bilmiyorsun."

Ecmel kalbine aldığı ağır darbeyle başını eğdi. Haklıydı. O kimdi ki? Hayatında bir yere sahip değildi bu adamın. Kendisinin bu adamın gazabına uğrayan insanlardan ne farkı vardı? O da bir tutsaktı neticede.

Tutsak...

İsmi gibi kara gözlerine tutsak...

"Hiçbir şeyin değilim," diye fısıldadı gizleyemediği bir kırgınlıklıkla.

Adamın boş bakışları altında hızlıca gözyaşlarını silip arkasını döndü. Kapıdan çıkarken bile hâlâ kendi kendine adamın ona dediklerini tekrarlıyordu.

"Sen benim hiçbir şeyim değilsin."

 

 

Loading...
0%