Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm | Veca

@kalanlarinardindan

"Sağ elimi sancıyan kalbime bastırdım. Oradaydı. Canımı en çok yakan, canımdaydı."

 

Bölüm Şarkısı: Si t'étais là | Chloé Stafler (Louane cover)

 

Bazen sadece kahveden yükselen duman olmak isterdim. Yükselip, dağılmak. Sonra havaya karışmak isterdim. Havaya karışıp sonsuzluk içinde yok olmak.

Soğuk parmaklarım sıcak karton bardağını kavrarken düşündüğüm tam olarak buydu. Her şeyden ve herkesten soyutlanmak için bir kahve dumanı olmak.

O hastane odasından çıkalı epeyce olmuştu. Kapının önünde bekleyen Gülsima'yı görünce onunla birlikte kafeye inmeye karar vermiştik. Saatlerdir hatta günlerdir mideme doğru düzgün bir şey girmemesine rağmen açlık hissi yoktu.

"İyi misin?" Oturduğumuzdan beri ilk defa sesini duyuyordum. Yorgun bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Solgun görünüyordu. Gözaltılarında ki morluklar bu düşüncemi doğrular nitelikteydi.

"Aynı soruyu benim sana sormam gerekiyor sanırım," diye yanıtladım kısık bir sesle. Dudaklarında oluşan yorgun bir gülümsemeyle bakmakla yetindi bu söylediğime.

Yapısı gereği bir şeyden etkilendiği zaman benden daha uzun sürede toparlıyordu. Bunu son üç yılda yaşadıklarımızla tespit etmiştim.

Bu düşüncemle aniden beynime bir bıçak saplandı. Acı, bütün hücrelerime yayılan bir kanserdi. Sertçe yutkundum. O benim düşündüğümden fazlasını yaşamıştı. Benim hiçbir şeyden haberim yokken o omuzlarını çürüten yükleri kendi başına yüklenmişti.

Onur'la tartıştıkları gün geldi gözlerimin önüne. Gül'ün elinin üzerinde ki yanıktan bahsettikleri an gelince aklıma, kirpiklerim titredi. Bir kızın en büyük yarası babasıydı. Allah'tan dileğim, bütün kızların babalarının yara açan değil fakat diz kapaklarında ki yaraları öperek iyileştiren olmalarıydı.

Yıllarca evlerine girip çıktığım, mutlu olduklarını sandığım insanlar aslında içten içe acı çığlıklar mı atıyorlardı? Peki ben bunu göremeyecek kadar mı kör olmuştum? Kendi acımdan başka her şeye kayıtsız olacak kadar mı bencildim?

Bakışlarım uzun bir süre boyunca Gülsima'nın yanık izinin olduğu elinde kilitli kalmıştı. Aniden masanın altına saklamasıyla ne düşündüğümü anladığını anladım. Sessizce benden kaçırdığı gözlerine baktım. Bu konu hakkında konuşmak istemediği aşikardı. Şimdilik soru sormamaya karar vermiştim.

"Onur ortalıklarda görünmüyor," diye mırıldandım aramızda ki matem sessizliğini dağıtmak adına. Önce kafenin kapısına değdi hareleri. Daha sonra omuzlarını silkip önüne döndü. "En son odadan hışımla çıkıp yanındaki adamlarla gitmişti. Sonra hiç görmedim onu."

Başımı anladığımı belirtmek için salladım. Artık üzerinden duman tütmeyen kahvemden bir yudum aldığımda hâlâ sıcak olduğunu farkettim.

"Süheyla annemin şüphelenmemesi için bir süreliğine Onur'la şehir dışına gittiğimizi söylemek zorunda kaldım." Önüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırırken konuştum. "İnanmamıştır. Sen hiç evden dışarı çıkmıyorsun ki uzun zamandır."

Başını onaylarcasına salladı. "O da zaten inanmadı. Şüphelense de hiçbir şey demedi."

"Anladım," diye mırıldandım.

"Gülsima?"

"Hmm?"

"Yanına gitmek ister misin?" Temkinli bir şekilde sorduğum soruyla gözlerinde ki uçurumları belli edecek şekilde baktı bana. O uçurumun kenarında iki kişi duruyordu. Bir küçük kız ve kadın. Küçük kız, yanağında henüz kurumamış gözyaşı ve yaralı dizleriyle, sırtı uçuruma dönük bir şekilde yerde oturmuş, kumdan kale yapıyordu.

Kadın ise, bedenini her an boşluğa bırakabilecek gibi hazır bir şekilde yamaçta dikiliyordu. Sadece başını çevirmiş ve bomboş gözlerle kumdan kale yapmaya çalışan küçüklüğüne bakıyordu. Onun ömrü o uçurum kenarında geçmişti sanki. Fakat o, ömrünün her evresinde farklı şekilde bulunuyordu orada. Artık o genç kadının ömrünün son evresiydi. Şimdi ki şekli, acıya karşı hissizleşmiş olmasına rağmen ölümün soğukluğuna ihtiyaç duymasıydı. Acıları o kadar uzun zamandır onunlaydı ki, artık onları hissetmemeye başlamıştı. Buna rağmen ölümün beraberinde getirdiği uyuşukluğa muhtaçtı.

Gülsima uçurumlarını göz kapakalarının ardına gizledi. Tekrar kaldırdığında ne o çocuk vardı geride, ne de o kadın. Artık bir uçurum bile yoktu.

"Çok yorgunum," diye mırıldandı sorduğum soruyu yok sayarak. Üstelemedim.

"İstersen bana verdikleri oda da biraz dinlen. İyi gelir," dedim. Tek bir kelime etmeden sadece başıyla onayladı beni.

Gül gittikten sonra masanın üzerinde artık büsbütün soğumuş kahveme bakıyordum. Düşüncelerim eli kanlı bir cellattı. Ondan uzaklaşmaya çalıştıkça kalbimin ortasına elinde ki bıçağı tereddütsüzce saplıyordu.

Omuzlarımda hissettiğim hafif baskıyla irkildim. Onur düz bir ifadeyle tam yanımda ki sandalyeye yerleştirdi bedenini. Omzuma bıraktığı ceketi sıkı sıkı kavradım. Üşüdüğümün farkında bile değildim.

"Sen de üşürsün," dediğimde başını geriye atıp omuzlarını silkmekle yetindi. Gözlerini yummuş, zihinin karanlığına karşı savaşıyor gibiydi. Onu daha önce hiç görmediğim şekilde gördüğümü farkettim şu son günlerde. Bu adamın bile yüzünden neşesini alan hayata o kadar çok kırgındım ki.

"Biliyorum, çok yakışıklıyım. Ama baka baka eskittin yüzümü be Şeker Kız," diye muzipçe mırıldandı. Sahte bir kızgınlıkla karnına bir yumruk attım. "Ahh," diye karnını tutmasıyla hiç istifimi bozmadan ona düz düz bakmaya devam ettim. Tek gözünü açıp tepkime baktı. "Ee? Senin 'Onur? İyi misin? Çok özür dilerim' diyerek üstüme atlaman gerekmiyor muydu lan?" Beni taklit ettiği yerlerde sesini inceltince bir an güleceğimi sandım.

Ciddi ifademi bozmadan yanıtladım onu. "O eskidendi, Onur efendi. Şimdi yemezler o numaraları."

İki gözünü açıp toparlandı. "Tüh lan, hiç mi yemezler?"

Omzuna bir yumruk daha atınca "ahh," diye bir nida daha yükseldi ağzından. Ben ona sırıtarak bakarken o kaşlarını çatmış, vurduğum yeri ovalıyordu. "Bu ne içindi Şeker Kız?"

"Benim sesim öyle helium yutmuş gibi mi çıkıyor, Onur?"

Buruk havayı dağıtmak için ikimizinde bilinçli olarak kullandığı bu yöntem az da olsa işe yarıyordu.

"Hayda! Ben öyle bir şey mi dedim şimdi Şeker Kız?"

"Demiş kadar oldun, Onur."

Sahte bir küskünlükle kollarımı birbirine bağlamış, yüzümü başka tarafa çevirip ondan sakınmıştım. Bir süre hiçbir hareketlilik olmasa da akabinde Onur'un seslenmesi doldurdu tekrardan kulaklarımı.

"Ştt! Kız!" Dudaklarımı birbirine bastırıp duymamış gibi yapmaya devam ettim. "Lan? Duymuyor musun?"

Hışımla ona döndüm. "Sensin 'lan'! Düzgün konuş benimle!"

Ellerini "ben masumum" der gibi havaya kaldırdı. "Tamam lan, tamam. Kızma. Gel barışalım hadi." Birkaç saniye boyunca birbirimize bakıp aniden gülmeye başladık.

O da ben de acılarımızla alay edercesine gülüyorduk. Gözlerimden yaş gelinceye kadar devam ettim gülmeye. O kadar çok alay ettim ki acılarımla, ben farkında olmadan onlar benimle alay etmeye başlamışlar da benim haberim yokmuş. Onur beni kendine çekince duyabildim kahkahama karışan hıçkırıklarımı.

"Şş, tamam. Ağlama," diye saçlarıma fısıldıyordu. Kollarımı ince beline daha sıkı sarıp sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştım. Gülmeyi bile bize çok gören hayata sitemimi nasıl edecektim, bilmiyordum. O kadar yorgundum ki, bunu yapmaya bile gücüm yoktu.

"Tükendim, Onur. Bitsin artık şurama batan," diye yakardım hıçkırıklarımın arasından. Sağ elimi sancıyan kalbime bastırdım. Oradaydı. Canımı en çok yakan, canımdaydı. Onu oradan söküp atmak bu kadar sancılı olmak zorunda mıydı? Ben hep bu vecayla mı yaşayacaktım?

Saçlarımın arasına şefkatle bir öpücük kondurdu. "Geçecek, küçük kardeşim. Geçecek," diye fısıldadı yatıştırmak ister gibi. Hıçkırıklarımı durdurmaya çalışıp başımı kaldırdım. Bana buruk bir tebessümle bakıyordu. "Geçecek mi, abi?" Aksinin asla mümkün olmayacağını söylemesine öyle büyük bir ihtiyaç duyuyordum ki... Başımı tekrar göğsüne bastırıp kollarını bana doladı. "Geçecek abim, hepsi geçecek."

Hıçkırıklarımın iç çekişlere dönüştüğü bir zaman diliminde omuzlarımdan sıyrılan ceketi tekrardan üzerime örttü. Islak kirpiklerim son kez birine kavuştuğunda parmaklarımın sıkı sıkı kavradığı kumaşı serbest bırakmıştım.

"Hepsi geçecek."

***

Sabahın ilk ışıklarıyla kaygılı uykumdan uyanmıştım. Onur, tüm gece boyunca hareketsizce durmuş uyumamı sağlamıştı. Gözlerinde ki yorgunluğu gördüğümde evine gidip dinlenmesi için ısrar etmiştim. Kati suretle reddettiğinde en azından Gül'ün yattığı oda da dinlenmesini söyledim. İlk önce itiraz etse de sonunda kabul etmişti.

Bense bir saat boyunca Eflâh'ın yattığı odanın önünde volta atıyordum. İçeriye girip onun soğuk bakışlarının merceğine girmek istemiyordum. Üstelik ona olan kırgınlığımın sarsılmış olmasından, kendime itiraf etmek istemesem de, ölesiye korkuyordum.

Kapıda dikilen iki adamdan biri bana doğru yürüdü. Bu, o günkü adamdı. Onu en son odaya girmeden önce, Onur'u aceleyle çağırdığında görmüştüm. Yanıma yaklaştığında tamamen ona doğru döndüm. "Yenge, bir şeye mi ihtiyacın var?"

Kullandığı kelimeyle nefesim ciğerlerime ebediyen hapsolacak sandım. Sertçe yutkunup odanın kapısına bir bakış attım. "Bir şeye ihtiyacım yok. Teşekkür ederim." Sadece başını sallayıp yanımdan uzaklaştı.

Bir süre sonra elinde bir tepsiyle gelen genç bir hemşireye ilişti bakışlarım. Gözlerimiz birleştiğinde pek samimi gelmeyen bir gülümseme gönderdi bana. "Günaydın. Eflâh beyin kahvaltı vakti geldi. Daha sonra doktorumuz kontrol için gelecektir. Yani o esnada oda da bulunmazsanız sevinirim."

Kaşlarım alnıma yükseldi. Aslında kadının söylediklerinde yanlış hiçbir şey yoktu. Ama yine de ona karşı antipatik hisler beslediğimi farkettim. Hemşire içeri girerken kaşlarım hızla çatıldı. "Salak mısın, Âhenk? Kadını tanımıyorsun bile!"

Dakikalar geçmişti fakat odanın kapısı hâlâ açılmamıştı. Bu durumun beni neden bu denli rahatsız hissettirdiğini anlayamıyordum.

Kendime olan kızgınlığım ve baş edemediğim o garip hissin galibi belli olmuştu. Hiç düşünmeden kapıya doğru adımladım. Kapıyı bir hışımla aralayıp hızla içeri süzüldüm. Birkaç adım sonra bana şaşkınlıkla bakan hemşire ve zehir yeşili gözlerin sahibiyle karşılaşmıştım. Ne görmeyi bekliyordum bilmiyordum fakat hemşirenin bir el beziyle masanın üstüne silerken görmek beni anlamadığım bir biçimde rahatlatmıştı.

"Bir sorun mu var, hanımefendi?" Hemşirenin haklı sorusuyla omuzlarımı dikleştirip ona baktım. Gözlerimi kazayla bile olsa asla Eflâh'a değdirmiyordum. Kızaran yanaklarımın karıncalandığını hissediyordum.

"Hayır, hiçbir sorun yok. Siz devam edin lütfen."

Kadın, sildiği masaya odaya girerken getirdiği tepsiyi bıraktı. Yatağın kenarına oturup tepsiyi kucağına aldı. "Çorbanızı içmenize yardımcı olayım, beyefendi."

"Adamın eli ayağı tutuyor çok şükür." Ağzımdan hırsla çıkan sözlere engel olamamıştım. Kadının gizleyemediği bir şaşkınlıkla bakmasıyla ne kadar saçmaladığımın farkına varmıştım. Sonuçta yanlış bir şey söylememişti. Yine de kendime engel olamamıştım.

"Anlamadım?"

Onlara doğru adımlayıp tepsiyi hızlıca ondan aldım. Kadın hâlâ şaşkınlıkla olan biteni anlamaya çalışıyor gibiydi.

"Diyorum ki, o kendi başına içebilir çorbasını. İçemezse de ben yardımcı olurum. Siz diğer işlerinize dönebilirsiniz."

Engelleyemediğim ters tavrımdan dolayı kadının bana olan bakışları değişmişti. Önce hâlâ ondan tarafa bakamadığım Eflâh'a bir bakış atıp, tekrar bana baktı. "Peki o zaman, doktorumuz yaklaşık bir saat sonra kontrole gelecektir. Geçmiş olsun," deyip dudaklarını birbirine bastırdı.

Aniden değişen tavrı yüzünden kaşlarım çatıldı. Kaçırdığım bir şey mi olmuştu? Neden gülümsemesini gizlemek istiyor gibiydi bu kadın?

Kapının kapanma sesi gelince yanaklarıma hücum eden kırmızı kan hücreleri daha da hissedilir olmuştu sanki. Boğazımı temizleyip, az önce hemşirenin oturduğu yere oturdum.

Eflâh'ın profilimde gezinen bakışları bana hiç yardımcı olmuyordu.

Dumanı tüten çorbaya kaşığı batırıp karıştırdım. Her ne kadar az önce hemşireye kendi içebileceğini söylesem de yarası sırtında olduğu için kolunu çok fazla kırmaştırmaması gerektiğini düşünüyordum.

"Neredeydin tüm gece?" Aniden sorduğu soruyla kaşlarım havalandı. "Hastaneden çıkmadın, değil mi?" Bakışlarım usul usul yüzünü buldu. Mimiklerinden ne hissettiğini anlamıyordum. Kuruyan dudaklarımı dilimle nemlendirip kaşığı çorbaya daldırdım.

"Gittiğimi mi düşündün?" Alayla güldüm. Kaşığa çorbanın soğuması için üfleyip dudaklarına yaklaştırdım. Dudakları aralanmayınca gözlerim yeşillerine tırmandı. Sanki gözlerimizin buluşmasını bekliyormuş gibi açtı ağzını. "Merak etme, o konuda sana yetişemem," diye mırıldandım o çorbayı yutarken.

Tam tekrar kaşığı doldurmak için kolumu kendime çekiyordum ki, aniden bileğimi yakalamasıyla gözbebeklerimin şaşkınlıktan büyüdüğüne emindim.

Kısık bakışları yanaklarımda, sonra omuzumdan aşağı dökülen kumral tutamlarda gezindi. En son grilerime mıhlanan gözleriyle sertçe yutkundum.

"Zaten gidemezsin. Gitsen bile seni bulurum."

Bunu zaten biliyordum. Ondan gitmek hiç kolay olmamıştı zaten. Buna birçok kez teşebbüs ettiğim için tecrübem vardı. Bildiğim bir gerçeği acımasızca yüzüme çarparak ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Böylesine çaresiz hissetmemden zevk mi alıyordu?

Bileğimi sertçe kolundan kurtardım. Kaşığı sinirle çorba tasına daldırırken hareketlerimi izlediğinin bilincindeydim. Doldurduğum kaşığı hırsla ağzıma soktuğumda aldığım, daha doğrusu alamadığım tatla yüzümü buruşturdum. "Bu ne be? Tadı yok tuzu yok bunun. İğrenç! Ne biçim çorba bu? Sen bunu nasıl..."

Dudaklarımın üzerinde hissettiğim baskıyla kaşık elimden kayıp tepsiye içine gürültüyle düştü. Eflâh, işaret parmağını dudaklarıma bastırmış, sakince bana bakıyordu. "Sus ve devam et," dedi boğuk sesiyle.

Dört nala koşan kalbimin atışlarından sağır olacağımı düşündüm bir an. Bunu bana neden yapıyordu? Aklımı bulandıracak hareketler sergileyip ne amaçlıyordu?

Sen bana ne yapıyorsun, Eflâh?

Başımı hareket ettirip parmağının dudaklarımla olan temasını kestim. "Bunu bir daha yapma," diye kesin bir dille konuştum. Hiçbir şey söylememesini yadırgamıyordum artık.

"Ben başka bir kaşık isteyeyim. Kullandım ben bunu," diyerek gözlerimi kaçırdım.

"Gerek yok," diye kesin bir dille reddedince duraksadım.

"Peki," demekle yetinip çorbayı içirmeye devam ettim.

Boşalan kaseye kaşığı yerleştirip, tepsiyi masanın üzerine koydum. Sürahiden yarım bardak su doldurup Eflâh'a uzattım. Uzun uzun elimde ki suya bakıp akabinde usulca yüzüme tırmandı bakışları. Bir şey diyecek sansam da beni yanıltıp elimdekini aldı. Suyu bir dikişte bitirip tekrar elime uzattı bardağı.

Tekrar yatakta yanına oturunca ona bu kadar yakın olmamın heyecanını taşıyordum üzerimde. Biliyordum ki kısa bir süre sonra kendimden nefret edecektim bunun için.

Parmaklarımı birbirine geçirip kirpiklerimin altından yüzüne baktım. Sakin duruyordu. Aklından neler geçtiğini çok merak ediyordum. Bazen, zihninde bir yolculuğa çıkmamın bir imkanı olup olmadığını düşünürdüm. Ya da düşüncelerinin kıyısında bir banka oturup, gelip geçenleri izlemek isterdim. Yabancılaşan gözleri bu isteğime engel olamıyordu. Ben onu, her haliyle merak ediyordum.

"Ağrın var mı?" Daha hâlâ nasıl sırtına baskı yaparak yatabildiğini anlamıyordum.

"Yok," diye cevap verdi net bir sesle.

"İyi."

"İyi."

Bir süre sonra sessizliği elinde ki kanlı bıçakla ikiye bölen onun sesi olmuştu. Bu cinayet eninde sonunda işlenecekti. Faili o olmuştu.

"Ne sormak istiyorsan sor. Kıvranmana gerek yok."

Hışımla ona döndüm. "Senden mi korkacağım? İstediğimi sorarım. Çekinmem."

"Sor o halde."

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup parmaklarımla oynamayı bıraktım.

"Bilmeye hakkımın olduğunu düşünüyorum." Bana boş boş bakmasından ne demek istediğimi anlamadığını farkettim.

Onunla bu tonda, sakince konuşmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki, ister istemez yadırgıyordum şu halimizi. Üstelik, yadırgadıklarım bununla sınırlı kalmıyordu. Ben ona yabancı olmaya hâlâ alışamamıştım. Bunu kendime itiraf etmekten çekinmiyordum artık. Fakat her yüzleştiğimde hissettiğim acıya alışmış da sayılmazdım. Acıyı benimsemiş olmam, ona alıştığım anlamına gelmiyordu.

Önüme gelen saçlarımı gayriihtiyari bir şekilde omzumdan geriye savurdum. Bakışları bir an omzuma değse de çok geçmeden tekrar gözlerime tırmandı.

"Bütün bunların bir açıklamasını istiyorum."

"Bunu zaten biliyorsun," diye yanıtladı sakince.

"Hayır, bilmiyorum," diye sertçe karşı çıktım. "Tek bildiğim, herifin tekinin kuyruğuna basmış olman. Ama bu hiçbir şeyin açıklaması değil, Eflâh."

"Senin tek yapman gereken sözümü ikiletmemen. Sana dün hiçbir şeye karışmayacağını net bir şekilde söylediğimi hatırlıyorum," dedi çenesini hafif sağ omzuna doğru kaldırıp.

"Ben zaten yeterince karıştım! Sakladıklarını bilmeye hakkım var!"

Yeşillerinde yanan alevleri görüyordum. Hissediyordum da aynı zamanda. Nasıl hissetmezdim? Kalbimi yakan da o alevler değil miydi?

"Son kez söylüyorum, karışma." Kelimelerin üzerine basa basa kurduğu cümleyle beni durdurabileceğini mi düşünüyordu bu adam?

Ona itiraz etmek için delirsemde, şimdilik bunun yapmamamın yararıma olacağını düşünüyordum. Aksi taktirde üstelediğim için hareketlerimi kısıtlamak için elinden geleni yapardı, onu tanıyordum.

Bilmediklerime ulaşmam için bir süre sabretmeliydim.

Kapının tıklanmasıyla henüz bir saatin geçmiş olmadığını bilsem de doktorun gelmiş olabileceğini düşündüm. Nitekim yanılmamıştım da.

Saniyeler sonra saçları ağarmış orta yaşlarında bir doktor girmişti içeriye. Güler yüzle Eflâh'a nasıl hissettiğini sordu. Daha sonra bana döndü. "Siz nasılsınız Âhenk hanım?"

Ona aynı şekilde gülümseyip cevap verdim. "İyiyim, teşekkür ederim."

"Geçen gün geçirmiş olduğunuz krizden haberim var. Anladığım kadarıyla ilk defa karşı karşıya geldiğiniz bir durum değil. Dilerseniz hazır hastanedeyken arkadaşlar sizi muayene etsin."

Tebessüm eden yüzüm yerini gergin bir ifadeye bırakırken bu konunun Eflah'ın yanında konuşulmasından rahatsızlık duydum.

"Teşekkür ederim, zaten düzenli bir şekilde doktor kontrollerine gidiyorum. Ben artık çıkayım."

Yerimden usulca kalkıp, kapıya doğru adımladım. Sırtımda ok misali bakışlarını hissediyordum. Ona son kez bakmak için bana yalvaran hücrelerime karşı koydum ve odadan çıktım. Sırtımı kapıya yaslayıp gözlerimi yumdum.

"Yenge," diyen tanıdık sesle tekrar araladım yorgun grilerimi. "Bunlar senin eşyalarınmış. Buyur yenge." Yaslandığım kapıdan doğrulup adamın uzattığı valizimi ve mantomu elime aldım. "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Başını bir kere eğip "eyvAllah yenge," dedi. Dudaklarımın arasından bir soluk verdim. "Senin adın ne?" Önce şaşkınlıkla baksa da kendini hemen toparlayıp cevap verdi. "Ali, yenge," diye cevapladı düz bir sesle. "Ali, bana 'yenge' demezsen sevinirim." Adının Ali olduğunu öğrendiğim adam başını sallayıp, "Tamam yenge," deyip yanımdan uzaklaştı. Gözlerimi devirip koltuklara doğru adımladım.

İlk işim telefonumu elime almak olmuştu. Şarjının bitmemiş olması beni şaşırtmamıştı. Evden çıkmadan önce doldurmuştum bataryasını ve sadece Gülsima ile konuşmak için bir kere kullanmıştım.

Bildirim panelinden gördüğüm kadarıyla annemden gelen mesajlar vardı. Ara ara gitmelerime alışkın olsa da endişe etmeden yapamıyordu. Ona iyi olduğuma dair kısa bir mesaj yazıp gönderdim.

Telefonla biraz daha oyalanırken bilinmeyen bir numaradan SMS bildirimi geldi. Kaşlarım yavaş yavaş çatılırken tereddüt etmeden mesaj bölümüne girdim. Okuduklarımla başıma bir sancı girmişti. Dişlerimi birbirine kenetleyip, tırnaklarımı kumaşın üzerinden bacağıma bastırdım.

Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde dahil olduğum işler vardı. Fakat bildiğim bir şey vardı ki, o da olacakların önüne geçemeyeceğimdi. Öyleyse kaçmak yerine, onlara ulaşmak için elimi uzatmaktan çekinmeyecektim.

 

 

Loading...
0%