@kalanlarinardindan
|
« La vie a une fin, le chagrin n'en a pas. » ~Charles Baudelaire *"Hayatın bir sonu vardır, hüznün yok."
Bölüm Şarkısı: Farklı Limanlarda | Perdenin Ardındakiler
Ayın asaleti, ihtişamı gecenin kasvetine iyi gelmiyordu. Bu kasvet öylesine kuvvetliydi ki, içimi büsbütün kendi rengine boyamıştı. Gerginlikten bacağıma sapladığım tırnaklarım canımı yakıyordu ama buna aldırış etmedim. Hiçbir sokak lambasının olmadığı taşlı yolu sadece içinde bulunduğum aracın farları aydınlatıyordu. Kısa bir müddet sonra aracın yavaşlayıp durmasıyla derin bir nefes aldım. "Abla, burada inmek istediğine gerçekten emin misin?" Adresi söylediğimden beri üçüncü soruşuydu genç taksicinin. Tedirgin olmakta haklıydı. Etrafıma bakındığımda bir ormana yakın olduğumuzu farkettim. Etrafta hiçkimseden bir iz yoktu. "Eğer istersen işini halledene kadar ben seni bekleyeyim," diye bir öneride bulundu gergin bir şekilde. "Gerek yok, getirdiğiniz için teşekkür ederim." Daha fazla itiraz etmeden gönülsüzce kabul etti. Borcumu ödedikten sonra arabadan aşağı indim. Taksi geldiği yönden tekrar giderken içimdeki gerginliğin arttığını farkettim. Etrafıma bakınmak istediğimde ayın ışığı haricinde hiçbir ışık kaynağının olmadığını bir kez daha anladım. Bana elbette ki direkt olarak bulunduğu yerin adresini vermesini beklemiyordum ama böyle bir yere çağırılmayı da bekliyor değildim. Hiç kimsenin olmaması da cabasıydı. Deri ceketimden telefonumu çıkarmak üzereyken arkamdan gözlerime bağlanan bir kumaşla neye uğradığıma şaşırdım. Refleksle çırpınmaya başladığım esnada arkamdaki beden beni zaptetmeye çalışıyordu. "Kimsin sen?! Aç gözlerimi!" "Sakin olun hanımefendi. Gideceğimiz yere kadar gözlerinizin bağlı olması gerekiyor," diye cevap verdi adam hiçbir hissin barınmadığı sesiyle. Çırpınmayı bırakıp sinirle soluk verdim. "Bu kadar korkak mı patronunuz?" Adam beni bilmediğim bir yöne pek güç sarfetmeden çekiştirirken sorumu sakince yanıtladı. "Sorularınızın cevabını bizzat kendisininden alabilirsiniz." Bir kapının açılma sesini işitince kolumu sertçe çekip adamın elinden kurtardım. Ellerimle yardım alarak arabaya binebilmiştim. Yanıma bir başka bedenin daha oturmasıyla içinde bulunduğumuz araç hareket etmeye başladı. Her ne kadar kendime yediremesem de içimde bir korku vardı. Belki bu korku bir önsezinin ruhumdaki izleriydi, bilemiyordum. Ama buna kayıtsız kalmak ve korkumu gizlemek haricinde hiçbir şey de gelmiyordu elimden. "Telefonunuzu vermeniz gerekiyor." Yanımdakinin beni çekiştiren adam olduğunu anlamış oldum bu sayede. Üzerimi aramak yerine benden istemesi beni şaşırtmıştı, yine de buna takılmamaya karar verdim. Kaşlarım alayla kalkarken yanıtladım onu. "Buraya kendi rızamla geldiğimin farkında mı o patronunuz?" "Lütfen zorluk çıkarmayın." Televizyonda birçok sahneden duyduğum bu klişe cümlenin ne kadar tesirli olduğunu şimdi anlıyordum. Daha fazla itirazın yararıma olmayacağını bildiğimden ceketimin cebinden çıkardım. Elimden alınan telefonumla içimi bir ürperti saldı. Evdekiler yokluğumu farketmeden eve dönebileceğimi sanmıyordum. Belkide rehin alınacaktım. Buraya gelmeden önce tüm bu ihtimalleri zaten biliyordum. Ailemi tüm bu oyunlardan, tehlikelerden uzak tutmamın başka bir yolu yoktu. Üstelik öğreneceklerim vardı. Üç yılımızı cehenneme çeviren sebepler vardı ve ben onları öğrenecektim. *** "Yeter! Geldiğimize göre artık açın gözlerimi!" Aracın durmasıyla indiğimiz andan itibaren dakikalardır yürüyorduk. Gözlerimin hâlâ bağlı olması sinirlerimi bozuyordu. Birçok kez düşme tehlikesi geçirmiştim. Kolumu tutan el buna izin vermemişti. Nihayet durduğumuzda içimde gitgide yer edinen huzursuzluk kendimi berbat hissettiriyordu. Saçlarımda hissettiğim elle irkilerek geriye çekilmek için hamle yapmıştım lakin bunun gözlerime bağladıkları kumaşı çözmek için olduğunu idrak ettiğimde sakinleşmeye çalıştım. Nihayet kirpiklerim birbirinden ayrılmıştı. Refleks olarak yanımda olan bedene baktığımda, o adam olduğunu gördüm. Bana bakmıyor, önündeki depo kapısını açmakla ilgileniyordu. Bu sayede nasıl bir yere geldiğimizi farketmiştim. Burası bomboş bir araziydi. Yaklaşık yüz metre uzaklıkta görünen büyük bir villa vardı. Takım elbiseli korumaların cirit attığı bu devasa bahçe bir saray korusu gibiydi. Bizim bulunduğumuz yerse bir depoyu andırıyordu. Ürkütücülüğüyle korkutan, güzelliğiyle büyüleyen bir yerdi burası. Kimsin sen, Kara? Adam kapıyı açtığında tekrar kolumu tutmaya çalıştı. Sertçe bakıp buna engel oldum. "Kendim yürüyebilirim." Hiçbir şey demeden kapıdan içeri girmemi bekledi. Güneş ışığından yoksun, floresanlarla aydınlanan kasvetli yere ayak basar basmaz aldığım kokuyla yüzüm buruştu. Kötü kokunun yanı sıra burnumu sızlatan bir başka kimyasal madde kokusu daha vardı. Ellerim gerginlikten yumruk olurken öylece boş depoya bakıyordum. Arkamdan kapının kapanmasıyla neredeyse sıçrayacaktım. "Beni takip edin." Adamın önüme geçmesiyle itirazsız dediğini yapmaya başladım. Zaten şu durumda yapabileceğim mantıklı başka bir şey yok gibi görünüyordu. Başka bir kapıdan içeri girdiğimizde uzun bir koridor karşıladı bizi. Her adımımızda sensörler devreye giriyordu. Birkaç metre uzunluğunda olan koridorun sonunda iki kanatlı sac kapısı vardı. Adamın tereddütsüz adımları oraya yöneliyordu. Bende hemen arkasından huzursuzlukla takip ediyordum. Hayatımızı cehenneme çevirmeye ant içmiş adamın bu kapının ardında olduğunu bilmek beni çok berbat hissettiriyordu. Nihayet içeri girdiğimizde ilk farkettiğim şey kötü kokunun burada daha yoğun olmasıydı. Akabinde gözlerimin gördüğü manzara vücudumda kol gezen korkunun harlanmasına sebep olmuştu. Dudaklarımdan sadece kendimin duyabileceğim engelleyemediğim bir nida firar etmişti. Nereye düşmüştüm ben böyle? "Rıfat, polonyum-210'un ne olduğunu biliyor musun?" Her türlü duygudan arındığı halde korku ve vahşet kokan bu sesin sahibinin kim olduğunu tahmin edebiliyordum. Beyaz önlüğü ile sırtı bize dönük bir biçimde laboratuvar tezgahı olduğunu tahmin ettiğim bir yerin önündeydi. Ne yaptığını göremesem bile birkaç tahminim vardı. Odanın tam ortasında, bir muayene koltuğuna bağlı olan bir adam vardı. Öyle içler acısı bir haldeydi ki... Hareketsizce yattığı yerden yaşlı gözleriyle öylece tavana bakıyordu. Acıdan kaçamayacağını bilen bir insanın resmi vardı sanki karşımda. "Hayır efendim. Ne olduğunu bilmiyorum," diyen takım elbiseli korumaya kaydı bu sefer bakışlarım. Muayene koltuğun yanında duruyor ve öylece karşı duvara bakıyordu. Bunlar nasıl insanlardı böyle? "1898 yılında bir laboratuvarda keşfedilen kimyasal ve de radyoaktif bir elementtir." Kara olduğunu tahmin ettiğim adam sonunda arkasını döndüğünde yüzünü görebilmiştim. Bu adam gözlerinin karanlığında cesetler saklıyordu sanki. Öyle ki, yaşamın ne olduğunu unutmuş gibi, ölü gibiydi siyahları. Ölümün karasıydı, gözlerindeki... "Aslında bu madde, herkesin vücudunda çok düşük bir miktarda zaten bulunuyor. Fakat tek bir mikrogram polonyum-210 yutulsa ne olur, biliyor musun?" "Bilmiyorum, efendim." "Birkaç gün içinde, bir vücudun çekebileceği en büyük acılarla kıvrandırıp yavaş yavaş öldürür. Kanserin son evresinde olan bir hastanın bedeni gibi." Öylesine bir hazla söylemişti ki bunu, sanki ölümün bahsi bile ona zevk veriyordu. Ona dehşet dolu bakan grilerimle karşılaştı karaları. Ne bir şaşkınlık, ne de rahatsızlık belirtisi vardı gözlerinde. Bütün bu konuşmalara şahit olmam çok doğalmış gibi. Sahte biz hüzünle dudaklarını büzüp, geldiğimizden beri hareketsizce bekleyen adamına çevirdi bakışlarını. "Misafirimizin geldiğini neden söylemedin, Ozan?" "İşinizi bölmek istemedim, Kara bey." Kara denen adam, muayene koltuğuna doğru adımladı. "Aslında işimden alıkoyulmak istemiyordum. Bugün yepyeni bir yöntemi deneyecektim bu şerefsizin üzerinde," dedi düşünceli bir sesle. Şaşkınlık kan olmuş, damarımda geziyordu. "Neyse. Misafirimizin hatırına bugünlük kendimizi bu zevkten mahrum edelim bakalım." Kara gözlerini gözlerime saplayıp tehlikeli bir gülümsemeyle devam etti sözlerine. "Ne de olsa misafir, başımızın tacıdır." Üzerindeki beyaz önlüğü çıkarıp yanındaki adının Rıfat olduğunu bildiğim adama uzattı. Birkaç adımda tam karşımda duruncaya kadar boş gözlerle izledim onu. Az önceki şahit olduğum an hâlâ bütün hücrelerime korkuyu aşılayacak kadar tazeydi zihnimde. "Âhenk Kuyu," dedi gözlerimde ismimi okur gibi. Başını omzuna doğru düşürüp gözlerini kıstı. "Ya da Eflâh'ın gökyüzüsü mü demeliyim?" Kaşlarım yavaşça çatılırken bunu nereden bilebileceğini düşünüyordum. Bu adam kimdi ki bir zamanlar Eflâh'ın bana taktığı sıfatı bilebiliyordu? "Kimsin sen, Kara?" Sorduğum soruya yamuk bir şekilde gülüp eliyle kapıyı işaret etti. Hareket etmediğimi görünce aldırmayıp kendisi kapıyı açıp çıktı. Son kez acıyarak koltukta yarı uzanır halde olan adama bakıp peşinden çıktım. Geldiğimiz bütün yolları geri dönüyorduk hızlı adımlarla. Benimle gelen, adının Ozan olduğunu öğrendiğim koruma laboratuvarda kalmıştı. Sonunda adımlarımız siyah bir kapının önünde durdu. Tereddütsüzce içeri giren adamın arkasından girdiğimde buranın bir çalışma odası olduğunu anladım. Kara denen adam çalışma masasına geçtiğinde eliyle oturmam için karşı karşıya konuşmuş deri koltuklardan birini işaret etti. Korkumu ardıma gizleyip, ifadesiz bir şekilde bakmaya devam ettim. Parmaklarını masaya bastırıp, arkasına yaslandı. "Anlaşıldı. Bu 'hoş geldin beş gittin' muhabbetine hiç değinmeden sadede gelelim diyorsun," dedi alaycı bir sesle. Ardından oturduğu yerden kalkıp bana doğru yürüdü. Hâlâ yumruk şeklinde olduğunu farkettiğim ellerimi deri ceketimin ceplerine yerleştirdim. "Çağırdın, geldim." Omuzlarım dik, gözlerine bakarken gerginliğimi yansıtmadığımdan emindim. Az önceki şahit olduğum tuhaf hareketlerine takılmamak için kendimi zorluyordum ve o bunu biliyor muydu, bilmiyordum. Dilini damağına vurarak tuhaf bir ses çıkardı. Nedense bu hareketi yaptığında ona bakmaktan kaçındım ve gözlerimi birkaç metre öteye çevirdim. Varlığını yeni farkettiğim bir diğer kapının orada bir kadın duruyordu. Gizemini çözemediğim harelerle doğrudan bana bakıyordu. Kara denen adamın üzerime doğru bir adım atmasıyla tekrar ona çevirdim gözlerimi. Dudakları serserice kıvrılmış, ürkütücü bir şekilde grilerimdeydi bakışları. "Yanlışın var, Âhenk." İfademi sabit tutmaya çalıştım. "Ben seni çağırmadım, seni tuzağa çektim." Gerginliğime rağmen alaycı bir şekilde güldüm. Bunun bir tuzak olmadığını, buna kanacak kadar geri zekalı olmadığımı o da biliyordu, sadece benimle bariz bir şekilde kelime oyunu oynuyordu. "İkimizde buraya merakımdan geldiğimi biliyoruz, ki bunu bildiğini mesajlarında apaçık ima etmiştin." Kaşlarını kaldırdı. Yüzündeki şaşkınlık ifadesi o kadar çok yapaydı ki... "Kartları açık oynayalım diyorsun, hmm?" "Sadece boş yapma diyorum." "Eflâh'ın sende ne bulduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Hem zeki, hem de dobrasın." Usandığımı göstermek için derin bir nefes alıp seslice verdim. "Beni ne için Eflâh'a karşı kullanacaksın, bilmiyorum. Buraya bir şeyleri öğrenmeye geldim. Belli ki niyetin Eflâh'ı öldürmek değil. En azından doğrudan. Beni öldürmekten de vazgeçmiş gibisin. O halde söyle, asıl gayen ne senin?" Beni Eflâh'a karşı kullanmak istediğini biliyordum. Her ne kadar merakımın payı büyük olsa da, esas nedeni Kara'yı kışkırtıp ailemin üzerine salmamaktı niyetim. Daha fazla onların çevresinde dolanmalarına göz yumamazdım. Bu hikayede birinin başına bir şey gelecekse, o kişi ben olmalıydım. Bencillikti belkide bu, fakat çevremden birinin benim yüzümden zarar görmesini kaldıramazdım. "Efendim, Âhenk hanımın telefonu ısrarla çalıyor." Arkamdan gelen sesle irkilip döndüm. Ozan, elinde telefonumla doğrudan Kara'ya bakıyordu. "Kim arıyor?" "Gülsima adında birisi, efendim." Gün yeni yeni doğmaya başlamış olmalıydı. Yokluğumu ilk fark edenin Gül olmasına şaşırmadım. Sinirle Kara'ya döndüm. "Eğer cevap vermezsem çok endişelenecek!" "Zaten bunu bilerek gelmedin mi buraya? Buradan elini kolunu sallaya sallaya çıkabileceğini sana düşündüren ne?" Ölümü kendine oyuncak edinmiş bu adamın gözlerinin içinde gördüklerim korkunçtu. Yutkunmaya çalışmamla boğazımın kuruduğunu farkettim. Haklıydı. "Âhenk Kuyu... Üzülerek söylemek zorundayım ki, uzunca bir süre daha karanlığıma tutsak kalacaksın." *** Ben hep çocukluğumu geride bıraktığımı düşünürdüm. Esasında öyle olmadığını çok geçmeden anlamıştım. Her insanın çocukluğu büyümeye başladığı o andan itibaren yapışırmış yakasına. Bundan değil miydi, her boşluğa savruluşumda kulaklarıma dolan geçmişim? Dedemin sesi, yeryüzünün en güzel duası gibi ulaşırdı kalbime. Boşluk... Ne de çok anlam yüklenilirdi şu iki heceli kelimeye? Yalnızlık, umutsuzluk, çaresizlik, kayıp,... Demekki her çeşit acıyı bir boşluğa sığdırmakta bulmuştu çareyi, insanoğlu. Aksi taktirde, bu tezatlığın temelinde ne yatabilirdi ki? "İnsana yapılan en büyük kötülük, onun umutlarını yok etmektir. Umudu elinden alınan kişi, içinde çaresizce çırpındığı ve çırpındıkça boğulduğu bir boşluğa düşer." Boşluktayım, dede. Beni o boşluğa iten gizli elleri sımsıkı tutmuştum, umudum gibi sarılmıştım onlara. Nereden bilebilirdim ki hüsrana uğrayacağımı? Kara'nın adamları beni tekrar aldıkları yere bıraktıklarında bir taksi bekliyordu. Etrafımda olan her şeye tepkisizdim. Bu seferki düştüğüm boşluk çok fazla derindi. Kulaklarımda o adamın söyledikleri yankılanıyordu. Nihayet evin olduğu sokağa girmiştim. Birkaç yorgun adımdan sonra kaldığımız evin bahçe kapısı görüş açıma girdi. Daha önce görmediğim iri yarı bir adam dikiliyordu evin önünde. Kapıyı açarken şaşkın bakışları beni buldu. Ona aldırmayıp eve doğru yürüdüm. Muhtemelen Onur ve Eflâh onu buraya yeni getirtmişlerdi. Kapının zilini çalmam ve gözleri ağlamaktan kızarmış Gülsima'yla karşılaşmam bir oldu. Beni görünce şaşkınlıktan büyüyen gözbebekleriyle kaskatı kesilmiş gibiydi. Ufak aralıktan içeri sızıp salona doğru ilerlemeyi amaçlıyordum ki, Gülsima'nın hızla önümü kesmesiyle adımlarım sekteye uğradı. Sorgulanacaktım. "Âhenk?" "Gülsima," diye soludum yorgunca. "Neredeydin sen? Çok korktum!" Kızarmış gözlerinde hem kızgınlık hemde endişe kol geziyordu. Kollarını hızla boynuma doladığında birkaç adım sendelesem de, ben de kollarımı beline doladım. Öylesine yorgun, bitik hissediyordum ki... "Çok endişelendim, çok korktum!" Benden hızla ayrılıp yüzümü incelemeye başladı. "İyisin, değil mi?" Yanaklarımı saran ellerini ellerimin arasına alıp yorgun bir gülümseme sundum ona. "İyiyim, telaş etme boşuna." Kaşları çatılırken ellerini hızla kendine çekti. "Boşuna mı?" Gözleri dolmaya başlamıştı. "Başına benim yüzümden bir şey geldi sandım!" "Senin yüzünden mi?" diye mırıldandım şaşkınlıkla. Gözlerini kaçırdı. "Evet. O adamın yanına gittin sandım. Eğer ben sana atılan mesajlardan Onur'a bahsetseydim başına böyle bir şey gelmezdi diye düşündüm," dedi çatallı bir sesle. Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece sakin gözlerle yüzüne bakmakla yetindim. Ona gerçekleri söyleyemezdim ki. Onu bu ağır yükün altına sokamazdım. Hatta başından beri ona mesajlardan bahsetmemem gerekirdi, bu tamamen benim hatamdı. "Ben Onur'a haber vereyim de daha fazla kafayı yemesinler. Çok kızacaklar sana." Gül'ün üzerime daha fazla gelmeyeceğini anlamıştım fakat aynı şeyin Onur ve Eflâh için geçerli olmayacağının da bilincindeydim. Bu beni ziyadesiyle geriyordu. "Aramana gerek yok. Kapıya diktikleri ızbandut yetiştirmiştir hemen," diye alaya vurdum. Yüzünü buruşturup bana bitmek bilmeyen kızgınlığıyla baktı. Haklıydı. "Güzel," diye homurdandı. "En azından birimiz şaka yapabilecek kadar keyifli. Birazdan göreceğim ben ama." Dediklerine hiç aldırmadan salona doğru adımladım. Kafam çok dolu, duygularım karmakarışıktı. "Sahi, neredeydin sen?" Arkamdan seslenmesiyle birkaç saniye duraksadım. "Gece bunaldım ve dışarı çıkmak istedim. Uyandırmamak için de size haber veremedim." Yalanlarımı sıralarken sesimin biraz bile olsun titrememesi beni tatmin etmek yerine üzmüştü. En yakınıma karşı bu kadar kolayca yalan söylemek çok koymuştu. "Pencereden çıkmak gibi ilginç bir fantezi edindiğini bilmiyordum. O ne öyle? Kaçar gibi." Duyduğum sesle sertçe yutkundum. Gelmişlerdi. Usulca arkamı dönerken bakışlarım ilk önce duvar kenarına sinmiş, tedirginlikle olanları seyreden Gül'e kaydı. Akabinde bana öfkeli gözlerle bakan Onur'a. "Zaten bana pek uymadı pencereden çıkmak," dedim ciddi bir tavırla. Dudaklarımı büzüp düşünür gibi yaptım bir müddet. "Bir dahakine başka bir şekilde çıkarım." "Beni çıldırtma, Âhenk," diye tısladı dişlerinin arasından. Gerçekten çok sinirlenmişe benziyordu. Boynundaki damarları kabarmış, alev alev yanan gözlerle doğrudan bana bakıyordu. Onu daha önce hiç bu vaziyette gördüğümü hatırlamıyordum. Asiliği bırakıp, biraz daha uzlaşmacı olmalıydım. "Korkuttuğum için üzgünüm. Sadece biraz olsun kafamı dinlemek istemiştim." Bakışlarında bir değişiklik göremeyince gözlerimi kaçırdım. "Özür dilerim." Bir şey diyecek gibi olsa da bundan vazgeçmişti. Sinirli bir soluk verip benden uzaklaştı. Evin kapısını duvarları titretecek bir şiddetle çarpıp çıktığında gözlerimi yumdum. Dünyanın en bencil insanı gibi hissediyordum kendimi. Yanaklarımda hissettiğim sıcak ellerle gözlerimi araladım. Gül, bana her şeyin geçeceğini vadeden bir gülümsemeyle bakıyordu. Özür dilerim, diye geçirdim içimden. "Gözlerinin altı mosmor olmuş. Hadi sen git biraz dinlen. Ben seni daha sonra yemek için uyandırırım." *** Saatler geçmişti, bense kendimi yalnızlığıma prangalamıştım. Kafamda dönenlerden korkuyordum. Ben daha önceden asıl yalnızlığın ne demek olduğunu bilmiyormuşum. Eflâh öyle çok kaplıyordu ki benliğimi, ailemin varlığına rağmen onsuz kaldığımda kimsesiz ve yalnız kaldığımı hissetmiştim. Şimdiyse hem onsuz, hem de yalnızdım. En kötüsü de böyle olmasını ben kendim seçmiştim. Hayatımda ilk defa hür irademle o boşluğa düşüyordum. Eflâh'ı hâlâ gurursuzca seven kalbime kırgındım. "Tek bir kelimesine bile inanmadım o adamın anlattıklarının," diye fısıldadım yalnızlığıma. Ayın asaletini izleyen gözümden Ilık bir damla aktı, yastığıma düştü. "Seni bu kadar iyi tanımamayı dilerdim. Söylediği her şeye inanmayı da..." Kollarımı kendi bedenime iyice sarıp dizlerimi karnıma doğru çektim. Ağır nefes alışverişlerimi kesen, odamın aralanan kapısıydı. Islak kirpiklerimi birbirine kenetledim. Uyumadığımı anlamaması için nefes alamaya devam ettim. Fakat öylesine titrekti ki soluklarım, farketmemesi elimden geldiğince rahatlamaya çalışıyordum. Onun varlığını algılayan kalbim için bu mümkünmüş gibi... Bana yaklaşan adımlarını duydum ilk önce, akabinde saçlarımda gezinen nefesini. Sevmediği halde, neden ikimiz için de zorlaştırıyordu ki her şeyi? Görmezden gelse olmaz mıydı? Ben öyle yapacaktım. Bu gece kurduğu o cümleye rağmen. "Bu sefer acıdı." "Sen bence taşsın, Eflâh." Küçük kızın ciddiyetle kurduğu cümleyle oğlan ilgiyle onu dinlemeye başladı. "Neden öyle dedin, Gökyüzüm?" Küçük kız, yüzüne gelen saçlarını geriye atıp hayranı olduğu oğlana baktı. "Sen arkadaşlarınla top oynarken izledim seni. Birkaç kez düşmüştün ama hiç ağlamadın." Eflâh, kızın arkasına geçip asi saçlarını toplamaya başladı. Kızın bileğindeki kırmızı tokayı alıp beceriksizce bağlamaya çalıştı. Halbuki Süheyla annesinin kız kardeşinin saçlarını toplarken kaç kez görmüştü. Göründüğünden daha zor bir işti. Aynı anda da kızın anlattıklarını dinliyordu. Onunla zaman geçirmeyi çok seviyordu. "Ben öyle düşseydim çok ağlardım. Bu yüzden sen taşsın." Dudaklarını büzüp akşam yemeğinde annesine Eflâh'ın taş olduğunu söylediği zamanı düşündü. "Ben dün anneme böyle deyince önce öksürdü, sonra da güldü." Kafasını kaldırıp nihayet saçlarını toplamayı bitirmiş Eflâh'a nazlı nazlı baktı. "Sence neden gülmüş olabilir?" Küçük çocuk omzunu silkti. "Bilmem." "Peki bunun taşla ne alakası var?" diye sordu, kısa bir sessizlikten sonra. Ondan beş yaş küçük olan bu kızın söylediği her şeyi dinlemeyi çok seviyordu. Onu da çok seviyordu. "Taşlar da hiç ağlamazlar. Çünkü canları acımaz onların. Bir sürü insan onları atıyorlar, ayaklarıyla eziyorlar. Ama onların canı hiç yanmaz." "Âhenk!" Evin içinden çağıran Gülsima ile hızla oraya doğru koşmaya başladı. "Geliyorum!" Derken aniden durdu. Eflâh'ı unutmuştu. Arkasına dönüp onu gülümseyerek izleyen Eflâh'a doğru koşmaya başladı tekrardan. Fakat ayağı aniden taşa takılınca dizlerinin üstüne düştü. Canı yanmıştı. Eflâh, Âhenk'in düşmesiyle onun yanına koştu. Onun gözlerinin dolduğunu görünce çok üzüldü. Oturup onunla birlikte ağlamak istemişti ama babasının ona kızmasından da çok korkuyordu. "Neren ağrıyor?" diye sordu üzgün çıkan sesiyle. "İyiyim ki ben," diye karşı çıktı ağlamak üzere olduğunu haber veren bir sesle, Âhenk. Onun yalan söylediğini biliyordu. Kollarını ona sarıp yanağına küçük bir öpücük bıraktı. Hani o taştı? Taşlar üzülür müydü ki? "Bu sefer acıdı, Gökyüzüm." Sessizce çıkıp gitti. Telefonuma gelen bildiri sesiyle gözlerimi araladım. Gönderen: Bilinmeyen Numara Bir dahaki görüşmemizi iple çekiyorum. Eğer birilerine bir şeyler söyleyecek olursan, neler olacağını biliyorsun.
|
0% |