Yeni Üyelik
25.
Bölüm

26. Bölüm | Öğrenilmiş Çaresizlik

@kalanlarinardindan

"Daha çok anlat," dedim.

"Hoşuna gidiyor mu?"

"Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."

"Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?"

"Gider gibi yaparız."

 

Şeker Portakalı | José Mauro de Vasconcelos

 

Bölüm Şarkısı: Sevmedin Mi | Anıl Bektaş

 

"Gerçekten aklım almıyor!"

Gündüzün yerini geceye bıraktığı o demlerdeydik. Salonun üçlü koltuğun tam ortasında oturmuş, sinirle volta atan Gülsima'yı izliyordum. Devamlı olarak yüzüme bağırıyor, karşılık alamadıkça daha da çıldırıyordu. Sanki bir cesetten ödünç alınmış sakinliğim onu delirtiyordu ama başka türlü tepki vermek de benim içimden gelmiyordu.

"Kendi kendine nasıl bir işe kalkıştığının farkında mısın? Ya başına bir şey gelseydi?! Ya o seni..." Sözlerinin devamını getiremedi. Ölümü ağzına almayı sevmezdi. Ölümü ağzına almayı hiçkimse sevmezdi.

 

B İ R S A A T Ö N C E

 

Onu bekliyordum.

Gururum eziliyordu kalbimin ayakları altında. Ve evet, bunu ben yapıyordum kendime. Onu beklemek bana zorla yaptırdığı bir şey değildi. Yine de öğretilmiş çaresizlik vardı işin içinde.

Şimdiye kadar, içten içe bana gelmeyecek olanı bekledim hep. Bunu canımı yaka yaka, hatta kanımı akıtarak engellemeye çalıştım. Çünkü bileklerimden fışkıran kanla birlikte o da gider sanmıştım. Yüreği de, ruhu da çoktan gitmişti zaten fakat kirpiklerinin gölgesine bile aşıktım ben onun, bir zamanlar onunda bana olduğu gibi. Ruhunun gölgesi her zerreme kazınmıştı. Silemezdim ki. Çünkü onu silmek kendini öldürmek demekti ve ben bunu bilinçli bir şekilde yapamayacak kadar ailemi seviyordum. Yaradan'a ise, O'na ihanet edemeyecek kadar tapıyordum.

Yine bekliyordum ama bu sefer başkaydı. Ya da ben öyle olmasını temenni ediyordum. Güldüm alayla. İnsan hiç içten içe olacak olanı bildiği halde, aksini temenni eder miydi?

Ben ediyordum.

Salonun üçlü koltuğun üzerinde oturmuş, saatlerce beyaz tavanı izlemiştim. Eflâh gideli saatler, içimdeki uğursuz hisle baş etmeye başlayalı da epey bir vakit olmuştu.

Düşüncelerimi darma duman eden sesin kaynağına çevirdim bakışlarımı. İçimde kök salmış uğursuzluk asırlık bir çınar gibi hızla büyümeye devam ediyordu. Yerimde doğrulup telefonu kavradım.

Kara arıyordu.

Dudaklarımın arasından titrek bir nefes verdim. Açıp açmamak arasında gidip geliyordum. Eflâh'tan bağımsızca hareket etmek istemiyordum. Yine de bir cesaret çağrıyı yanıtlayıp telefonu kulağıma dayadım.

"Bir an cevap vermeyeceksin sanmıştım." Alayın somut haliydi ses tonu.

"Neredeyse yakalanacaktım," diye yalan söyledim. "Neden mesaj atmak yerine arıyorsun?" Sesimdeki tedirginlik yapay değildi. Saklayamayacağımı bildiğimden bunu bir avantaja çevirmekti niyetim. Attığı korkunç kahkaha doğru yolda ilerlediğimi tescilliyordu.

"Aslına bakarsan bu işime gelirdi," dedi keyifle. "Eflâh'a ihanet eden küçük bir kadın. Ne yalan söyleyeyim, kulağa hoş geliyor."

İşin aslının böyle olmadığını bildiğim halde düşüncesiyle bile tepe taklak oldum. Dişlerimi birbirine bastırıp sinirle tısladım. "Senden tiksiniyorum, Kara."

Kulaklarımı tırmalayan kahkahasıyla yüzümü ekşittim. "Emin ol, hislerimiz karşılıklı."

"Uzatma. Ne istiyorsun?"

Bir müddet ses gelmedi karşı taraftan. Bir an hattın düştüğünü düşündüm fakat tekrardan duydum sesini.

"İkinci buluşmamız için hazır ol. Yarın sabah, aynı yerde."

"Ama şüphe çekebilirim. Geçen seferki yalanıma inanmamışlardı."

"Beni ilgilendirmez. Yarın sabah geleceksin," dedi ifadesiz bir sesle.

"Yakalanmak umrumda bile değil, tamam mı? Hatta işime gelir. Ama senin planın her neyse, onun için buna mecbursun," diye çıkıştım. Amacım sadece gerçekçi olmak ve biraz da Eflâh ile konuşabilmek için zaman kazanmaktı.

"Sen böyle asilik yaptıkça benim canım kötülük yapmak istiyor," diye sahtekarlık kokan bir tavırla bir iç çekti. "Peki, istediğin gibi olsun. Evden çıktığın anda mesaj at."

Dudaklarımı cevap vermek için araladığımda yüzüme kapattığını anladım. Öfkeyle, "Pislik," diye homurdandım.

"Sen..."

Bakışlarım kapının pervazına tek eliyle yaslanmış Gülsima'yı buldu. Yüzünde allak bullak olmuş bir ifade vardı.

"Gül?"

Ne zamandan beri oradaydı? Ne kadarını duymuştu?

*

"Tamam, her şeyi geçtim. En azından bana haber verebilirdin!"

"Evden ayrıldığım ilk dakikadan abine haber ver diye mi?"

Uzunca bir süre sonra sakince kurduğum bu cümleyle histerik bir kahkaha attı. Sanırım artık Gül'ü delirtmeyi başarmıştım. Beni seven herkesin imtihanıydım ben. Beni sevmek zor olsa gerekti.

"Elbette ki söyleyecektim!" Sesinin dalgaları bulunduğumuz odanın duvarlarına çarptı. Sinirden gözleri dolmuş, titreyen vücuduyla bana tepeden bakıyordu.

"Ailemi bu meseleden uzak tutmak istiyorum. Oraya da bunun için gittim, Gül."

"Onur ve abim zaten bununla ilgileniyorlar! Korumalar gece gündüz nöbetteler!"

"Bu yeterli değil Gülsima! Yeterli olsaydı o gün bana sıkılan o kurşun Eflâh'ın bedenine girmezdi!" Sesim istemsizce yüksek çıkmıştı. Şimdi ikimiz de sessizce birbirimizin gözlerine bakıyorduk. Harelerindeki endişeyi kitap gibi okuyordum. Onu anlıyordum.

"O gün senin kaçıp gitmeye yeltendiğini son ana kadar kimse bilmiyordu. Aynı şey değil," diye fısıldadı sakinlikle. Anında vücudu kasıldı, söylediklerinden pişman olmuştu fakat çok geçti.

İçime kor gibi düşen sözlerini kabul edip bağrıma bastım. "Haklısın," diye mırıldandım burukça.

"Âhenk, ben öyl-"

"Yanlış bir şey demedin, benim yüzümden oldu."

***

00:23

Saat gece yarısını geçiyordu ama Eflâh hâlâ dönmemişti eve.

Endişe ve merak duygusu idam ipi olup nefesimi kesmekle yeminli gibiydiler. Nereye gittiği ve neden bu kadar geç kaldığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kaşlarım huysuzca çatılırken homurdandım. "Bana neyse sanki. Nereye gittiyse gitti."

Beynimin bana sunduğu çeşitli ihtimalleri düşündükçe kalbimde ince ama tesirli bir sızı galeyana geliyordu.

Ben kafamdaki tilkilerle cebelleşe dururken dış kapıdan gelen sesle birden ayaklandım. İşte gelmişti! Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemeyerek birkaç saniye bocaladım. Daha sonra girdiğim saçma sapan halleri bırakmam gerektiği kanaatine varıp tekrar oturdum koltuğa. Sanki neye böyle heyecanlanıyorduysam? Çok saçmaydı.

Mutfaktan gelen takırtılarla orada olduğunu anladım. Birkaç dakika sonra karanlığın hüküm sürdüğü salonun girişinde heybetli vücudu görüldü. Zifiri karanlığı yarıp geçen sokak lambasının titrek ışığı sayesinde onu net bir şekilde görebiliyordum. Aynı şekilde onun da gözleri benim üzerimdeydi. Muhtemelen neden hâlâ yatmadığımı sorguluyor olmalıydı. Aklıma birkaç saat önceki konuşmalarımız gelmişti. Eş zamanlı olarak kalbimdeki yerini asla terk etmeyen hançerin biraz daha derinlere girdiğini hissettim.

Bedenimde takılı kalan bakışlarını benden uzaklaştırıp kendini koltuğun üzerine attı. Şimdi çaprazımda duran tekli koltukta oturuyordu. Fazlasıyla yorgun görünüyordu.

Nereden geliyordu acaba?

Sana ne Âhenk, sana ne!

"Neden ayaktasın bu saatte?" Umursamaz tutmaya çalıştığı ses tonundaki merak kırıntılarını yakalayabilmiştim.

Ona, "Neden bu kadar geç geldin?" diye karşılık vermek istedim, yapamadım. Beni ilgilendirmezdi.

"Seni bekledim," diyebildim kısık sesimle. Gözlerini ovaladığı eli duraksamış, bakışları yere sabitlenmişti. Böyle bir yanıtı beklemiyor gibiydi. Hoş, haksız da sayılmazdı.

"Yani, konuşmamız gereken bir konu var," diye toparladım.

"Nedir?"

Derin bir nefes alıp, alnımı sıkıntıyla ovaladım. Yeşil gözlerinin baskısını bedenimde hissediyordum. Bu, gerginliğime gerginlik katıyordu.

"Tekrar görüşmek istediğini söyledi," diye söyleyiverdim sıkıntıyla. Gözümün ucuyla tepkilerini kontrol ediyordum. Kimden bahsettiğimi anlamıştı, bu tepkilerinden belliydi. Dizinin üzerindeki eli yumruk halini almıştı. Öfkesinden dişlerini sıktığını gerilen çenesinden anlaşılıyordu. Karanlığa rağmen bütün ifadelerini zorlanmaksızın görebiliyordum. Sokak lambaları yeterince aydınlık katıyordu bulunduğumuz odaya.

"Ne zaman?"

"Yarın." Duraksayıp devam ettim. "Yani bugün. Gece yarısını geçtik çoktan."

"Ve sen bunu söylemek için bu saati mi bekledin?" Ters ters sorduğu soru sinirlerimi tepeme çıkarmak için yeterliydi. O halde aynı üslupla karşılık alırdı.

"Artist artist konuşmak yerine niye haber veremediğimi birazcık düşün! Hani sen çekip gitmiştin ya, hani giderken numaranı da değiştirmiştin ya!" Hararetle sıraladığım iğneleyici laflardan sonra gözlerindeki öfkeyle öylece kala kaldı. Sanki sinirlenmeye hakkı varmış gibi.

"Onur'dan isteyebilirdin numaramı," dedi. Ses tonu daha sakindi.

"Neden bende suç buluyorsun? Eve bu kadar geç gelmeseydin erken haberin olurdu. Kim bilir ne haltlar karıştırıyordun." Son cümlemi kısık bir sesle onun duyamayacağı bir şekilde kendi kendime mırıldanmıştım.

Sana ne Âhenk!

Evet. Beni ilgilendirmezdi.

Öfkeyle kollarımı birbirime bağladım. Bir müddet sessizce yerdeki halıya diktim gözlerimi. Bakışlarının ağırlığını üzerimde hissediyordum. Ortamda sadece ikimizin aldığı nefes sesleri vardı. Benimkilerin aksine onunkiler ağırdı. Sahi, benim nefesim neden böyle kontrolsüzleşmeye başlamıştı?

Odaya yayılan başka bir ışıkla merakla ona baktım. Elindeki telefona çatık kaşlarla bakıyordu. Bir süre sonra telefonu kulağına dayayıp geriye doğru yaslandı. Gerçekten yorgun görünüyordu.

Kimi arıyordu?

"Eve gel."

Odun.

"Hemde katıksız olanından," diye onayladım düşüncemi. Sesli konuştuğumu Eflâh'ın bana anlamazca bakmasından anladım. Omzumu silktim. Umrumda değildi.

"Başlatma lan uykundan. Önemli, gel."

Büyük ihtimalle konuştuğu kişi Onur'du. Onur Eflâh'ın aramasıyla uyandıysa bu demek oluyordu ki bu saate kadar onun yanında değildi.

İşine bak, Âhenk. İşine.

"Telefonunu ver." Sert sesiyle bir an ne dediğini algılayamadım.

"Hı?"

Gözlerini devirdi. "Suratıma bön bön bakmayı kes. Telefonunu ver diyorum."

Kaşlarımı çattım. "Ne yapacaksın?"

"Markasına bakacağım."

Hâlâ aynı tavırla baktığımı farkettiğinde derince oflayıp ellerini yüzüne sürttü.

"Alık alık bakmayı kes. O itle olan mesajlarınıza bakacağım."

Alayla güldüm. "Pardon? Sana özelimi göstereceğimi düşündüren ne?"

Ortamdaki loşluğa rağmen gözlerindeki korların dev bir yangına dönüşmelerine adım adım şahit oldum. Yutkundum.

"Âhenk, sinirlerimle oynama güzelim. Ver telefonu," diye tısladı.

Güzelim.

Öylesine söylediği o tek kelimenin canımı ne denli acıttığının farkında olduğunu sanmıyordum. Gerçi olsaydı dahi acıtmaktan çekinmeyeceğinin farkındaydım.

Gözlerimi kaçırdım. "Mesajlaşarak konuşmadık. Kara beni aradı."

"Siktirtme şu herifin ismini!"

"Ya sana n'oluyor?" diye bağırarak hiddetle ona döndüm. Burnundan soluyordu. "Ne istiyorsun?!"

"Ver telefonunu."

"Hayır." Başımı olumsuzca salladım. "Vermeyeceğim. Sana söyledim, o beni aradı ve konuştuk. Özelimi okumanı istemiyorum."

Normal şartlarda olsa mesajlarımı okumasını dert edecek birisi değildim. Böyle şeyleri kafaya takmıyordum.

"Hâlâ özel diyor," diye homurdanıp ayaklanıp sert adımlarla önüme kadar geldi. Kırmaşmadan olduğum yerden gözlerimle takip ettim hareketlerini. Tam karşımda, bana tepeden bakıyordu. Gözlerinin güzelliği bir kez daha ağrıttı sol yanımı.

Aniden üzerime doğru eğilmesiyle vücudum kasıldı. Gözlerim iri iri açıldı.

"Ne yapıyorsun?" Sorumu yanıtsız bıraktı.

Arsızca atan kalbim ve hızla kırpıştırdığım kirpiklerim hariç hiçbir uzvum hareket edemiyordu. Felç mi olmuştum acaba?

Burnunun ucu benim burnuma değecek kadar yaklaştı. Ilık nefesi sus çizgime çarpıyordu. Bu anlamsız yakınlık zavallı kalbimin sonu olacaktı. Neden yapıyordu bunu bana?

"Geri çekil," diye fısıldadım. Gözleri sanki bir uçurumdu ve ben kendimi istemeye istemeye yamaçtan aşağı salmıştım. Düşerken bedenime çizikler atan sert rüzgarsa onun ılık nefesiydi.

Onun nefesini hissetmek, ölüme ramak kalması demek gibiydi. O nefesleri hissettiğimde öleceğimi biliyordum fakat ölmeden önce hissettiğim son şey olduğu için de ona delicesine muhtaçlık duyuyordum.

Sen bana ne yapıyorsun Eflâh?

Dilini damağına vurup onaylamayan bir ses çıkarıp çekilmeyeceğini belirtti.

"Siyah Gül uyuyor mu?"

Ne?

"Ş-şey, evet. Bana kızdı ve yatmaya gitti. Geri çekil." Peş peşe sıraladığım kelimeleri dinlerken dudakları şeytani bir biçimde kıvrıldı. Ona ne oluyordu böyle? Aniden değişen ruh halini anlamak güçtü.

Asıl bana ne oluyordu?

Allah'ım, kekelemiştim ben!

"Neden?" diye sordu boğuk bir sesle.

"Ne neden?"

"Neden geri çekilecekmişim?"

"Çünkü çok saçma!"

Alnını alnıma bastırıp gözlerini birkaç saniyeliğine yumdu. Tekrar gözlerini açtığında hareket eden Adem elmasına kaydı gözlerim.

Boynumun kızardığına emindim.

"Saçma olan ne?"

"Saçma," diye mırıldandım. Ona bakmıyordum artık. Alnımı her ne kadar çekip de temasımızı kesmek istesem de sadece başımı eğmeme izin vermişti. Şimdi çenesi saç diplerime baskı yapıyordu. Kor nefesleri saçlarımı okşuyordu. "Sen benden, ben de senden nefret ediyorum. Böyle yaklaşman çok saçma. Mümkün mertebe birbirimizden uzak durmalıyız."

Sesini dahi çıkarmadan beni dinliyordu. Bir ara nefes alış verişleri sekteye uğrasa da sükutunu bölmemişti.

"Hâlâ yüz yüze gelebiliyor isek, bu çocukluğum sayesinde. Seninle ilgili her şeyin bitmiş olması Gülsima ile aramdaki bağa engel değil. Lütfen. Başlattığın işe sadık ol ve mesafeni koru. Bana ve özelime karışma artık. Şimdi çekil."

Sakin sakin kendimi ifade etmek için cümlelerimi sıralarken içten içe nasıl kendimi kanattığımı sadece Allah biliyordu. Ben dahi bilmiyordum.

Hiçbir şey söylemedi. Ama geri de çekilmedi. O sanki yer yüzüne beni sınamak için gönderilmişti. Önce sevdi - ya da ben öyle sandım - sonra hiç sevmemiş gibi gitti, yokluğuyla imtihan etti.

Üç sene boyunca beni diri diri yakan bir nefret büyüttüm içimde. En kötüsü, o nefret asla ona dokunmadı. Beni sebepsizce bir hiçlikte bırakanın o olmasına rağmen, o nefret sadece kendimeydi. Çok istedim ona dokunmasını. Ama koşulsuz şartsız aşık olan ruhum bana maniydi. Evet, diri diri gömülü olduğu halde. Nefretiyle imtihan etti.

Ve birgün, ansızın çıkageldi tam 'toparlanıyorum artık' dediğim bir zaman diliminde. Sanki yollar, yıllar, nefreti aramıza hiç girmemiş gibi. Gelişiyle imtihan etti.

Ve gözlerinin koridorlarında eli kanlı bir katilin gölgesi kol gezerken, o bana baktı. Zehir yeşilleriyle imtihan etti.

Onun varlığı baştan sona bir imtihandı.

Öyle çok kaybolmuştum ki kokusunda, aniden etrafı aydınlatan ışığı dahi fark edememişti beynim.

"Çüş!"

Duyduğum şaşkınlık nidasıyla gözlerim fal taşı gibi açıldı. Olduğumuz konumu idrak ettiğimde iş işten geçmişti çoktan. Yakalanmıştık.

"Ne yapıyorsunuz lan siz böyle?"

Onur'un yarı şaşkın yarı muzip sesiyle utançtan inlemek üzereydim. Hadi ama! Olduğumuz konum gerçekten hem yüz kızartıcı hem de çok saçmaydı. İşin kötüsü, Eflâh hâlâ geri çekilmek için bir hamlede bulunmuyordu.

Varlığını kanıtlayan beynim hemen kollarıma sinyal gönderdi. Var gücümle Eflâh'ın üzerimdeki iri bedenini yitmeye çalıştım. Elbetteki nafile bir çabaydı.

"Bak bak, hâlâ kızın üstünden kalkmıyor! Sana ne oldu Gül? Kal geldi kıza. Psikolojisi bozuldu tabi."

Gülsima da mı buradaydı?

Allah'ım, rezil olmuştum.

"Ağabey? Âhenk? Ne yapıyorsunuz?"

"Oğlum kalksana lan kızın üstünden. Biz geldik, biz!"

Eflâh sonunda yaşam belirtisi gösterip sakince benden uzaklaştı. Bu süreç içerisinde asla kimseyle göz göze gelmedim. Yerin yarılması için Allah'a dua ediyordum. Çünkü içine girmem gerekiyordu.

Malum.

Rezil olmuştum.

"Gecenin bir vakti güzel uykumdan beni alıkoyuyorsun, üstüne üstlük uygunsuz bir vaziyette bizi karşılıyorsun. Sahi lan, siz ne yapıyordunuz öyle?"

Onur konuştukça ben kızarıyordum. Başım eğik, asla kimseyle göz teması kurmuyordum. Beni utandırmak için üstümüze geldiğini biliyordum ama yine de utancımın önüne geçemiyordum. Hep o Eflâh yüzündendi! Gülsima ise hâlâ sessizliğini koruyordu. Bana kızgınlığı geçmemişti.

"Uzatma Onur. Konuşmamız gereken şeyler var," diyerek ortamdaki havanın aniden değişmesine sebep olmuştu, Eflâh. Bu sayede ben de kısa bir süre için bile olsa rahat bir nefes alabilmiştim.

Yanıma oturan Onur rahat bir tavırla kolunu omzuma sarıp şakağıma bir buse kondurdu. Bütün bunları yaparken gözlerini Eflâh'tan ayırmıyordu. Eskiden olsaydı onun gözünün önünde bu hareketleri bu kadar rahat bir tavırla yapmazdı. Yapsa bile bunu sadece Eflâh'ı kışkırtmak için yapardı.

Eskiden, diye altını çizdi içimdeki kırgın kadın. Gözlerimde ki hüznü gizlemek için yere bakmaya başladım.

"Ne oldu bu kadar önemli?"

Eflâh'ın harelerinin yakıcı hissi yüzümü karıncalandırıyordu.

"Plan yapmamız lazım. O şerefsiz Âhenk'le irtibata yeniden geçti. Bugün buluşmak istiyormuş pezevenk." Ettiği hakaretlerle yüzümü buruşturup ona baktım. Gözlerinde bitmek bilmeyen bir öfkeyle yüzüme bakıyordu. Sinirinin bana olmadığının farkındaydım.

Onur'un bana sarılan kolunun kasıldığını hissettim. Kısa bir süre sonra Gülsima ile birlikte aynı anda atıldılar.

"Ne planı?"

"Ne planı?"

Onur manidar bakışlarını Gülsima'nın gözlerine dikti. Gül gözlerini kaçırıp bana baktı. Bense gülmemek içim dudaklarımı birbirine bastırıyordum. Ortamdaki gerginlik az da olsa dinmişti bu sayede.

"Ne planı yapacağımızı bilseydim seni çağırır mıydım? Kıt beyinli herif," diye homurdandı Eflâh.

Onur bana sarılı olan kolunu kendine çekip dirseklerini dizlerine dayadı. Sanırım artık muzipliği bir kenara bırakmış, ciddiyetine bürünmüştü. "Eflâh, yapılacak bir şey yok şu an için. Daha herifin ne için çağırdığını bile bilmiyoruz."

"Zaten isteseniz de gelemezsiniz. Beni ormana yakın boş bir alana çağırıyor. Oradan adamları alacaklar. Öbür sefer de böyle olmuştu," diyerek onayladım Onur'u. Fakat anında pişman olmuştum.

Şimdi karşımdaki iki adamın sinirden alev alev yanan gözlerinin hedefindeydim. Gül bir tepki vermemişti. Ona bunu zaten söylemiştim.

"Tanımadığın adamlarla aynı arabaya nasıl binersin?" Yeşil harelerinde öfkesinin yanı sıra okuyamadığım daha birçok duygu vardı. "Ne bok yiyecekleri belli olmayan o heriflerle aynı arabaya binmek ne demek Âhenk!"

"Ama bir şey olmadı, mecburdum," diye yanıtladım öfkemi bastırmaya çalışarak.

"Ya olsaydı! Annene babana nasıl hesap verecektik?"

"Yeter!" Hiddetle ayağa kalktım. Bana canının her istediği an bağırabileceği birisi değildim. İşaret parmağımı yüzüne doğru salladım. "Bağırma bana! Zaten onlar için gittim, senin yüzünden gittim!" Belimde hissettiğim ellerin sahibi muhtemelen Gül'dü. Aşık olduğum gözlere hâlâ aynı sinirle bakarken nefes nefese kaldığımı farkettim. "Sürekli aynı şeyleri konuşmanın hiçbir faydası yok, Asilsoy. Sanki bütün bu olanlara hevesliymişim gibi davranmayı kes."

"Âhenk, tamam. Sakin ol. Astımın tutacak yine." Gülsima'nın uyarmasıyla gözlerimi yeşillerden kaçırdım. Koluma girip arkamızda kalan ikili koltuğa oturmuştuk beraber.

Normalde her şeye aniden parlayan veya duygu patlaması yaşayan birisi değildim. Fakat geçen üç yılda sağlığım gibi psikolojim de kötü etkilenmişti. Zayıf bir bünyem yoktu fakat ben eski ben değildim. Şimdi her şeyden etkilenir olmuştum.

Titreyen parmaklarımı saçımdaki lastiğe götürüp saçlarımı serbest bıraktım. Gerginliğim had safhadaydı.

"Âhenk doğruyu söylüyor, ağabey. Bunların tekrar tekrar konuşulmasının bize hiçbir faydası olmuyor. Aksine, yıpranıyoruz." Soğuk parmaklarını saçlarımın arasında gezinmeye başladı. Biz hep böyleydik Gül'le. Birbirimize olan küskünlüğümüz, kırgınlığımız veya kızgınlığımız asla uzun sürmezdi.

"Şimdi ne yapacağımızı konuşalım."

"Doğru söylüyorsun," diye onayladı Onur. "Kara başka bir şey söyledi mi? Neden çağırdığına dair en ufak bir şey?"

Başımı olumsuzca salladım. "Hayır, hiçbir şey söylemedi. Sadece gelmemi istedi. Ben de zaman kazanmak ve inandırıcı olmak için istediğim bir saatte gelmeyi önerdim. Önce karşı çıkar gibi olsa da sonra kabul etti."

Onur'un yüzünde memnuniyet dolu bir gülümseme peyda oldu. "Aferin benim Şeker Kızıma." Tebessüm ettim.

Bir süre hiç kimse konuşmadı. Herkes kafasının içinde dolaşanlarla cebelleşiyordu. Gecenin çok geç bir saati olmasına ve hatta sabaha çok bir şey kalmamasına rağmen uykumun olmadığını farkettim. Buna nazaran başım feci derecede zonkluyordu. Bunun müsebbibi az önceki sinirimdi muhtemelen.

"Abi," diyen Gül'e döndü bakışlarım. Endişesini anlamak için konuşmasına gerek yoktu. Gözlerinden okunuyordu. "Madem onu tek başına o adamla bırakıyorsunuz, en azından üzerine bir mikrofon yerleştirelim. Bir şey olursa müdahale ederiz."

"Olmaz," diye karşı çıktım anında. "Kara'ya karşı en ufak bir açığımız olmamalı. O adam sandığımızdan daha uyanık. Oyunumuzu fark etmesi an meselesi olabilir."

"Ne yapacağız peki o zaman?" Pes etmişlikle omuzlarını düşürdü.

"Şu an için hiçbir şey. Ben gidip oyuna devam edeceğim. Onunla konuşacaklarımızın doğrultusunda karar veririz ne yapacağımıza."

"Takip edeceğiz."

Bir süredir koruduğu sessizliğini bıçak gibi böldü tok sesi. Bakışlarım güzel yüzünü buldu. Mimik oynamayan ifadesiyle dizine koyduğu yumruğuna bakıyordu.

"Oğlum, tehlikeli olmaz mı lan? Herifler farkederlerse başımız belaya girer."

"Dikkatli olacağız, Onur." Zehirleri grilerimi bulunca kapana kısılan bir kuş gibi hissettim kendimi. Küçücük yüreğim onun nasırlı avuçlarının arasındaydı. "Onu o itlerle tek başına bırakamam."

Küçücük yüreğim şimdi yanıyordu. Beni ateşe verdiğinden habersiz, gözlerini saçlarımda gezintiye çıkardı.

"O zaman haydi uyuyalım."

"Uyumaktan başka bir şey düşünmez misin sen?" diye çemkirdi Gülsima.

"Seni düşünmemi mi isterdin?"

Kocaman açtığım gözlerimi yeşillerden koparıp hızla Onur'a döndüm. Yarım bir gülüşle sinirden ve utançtan renkten renge giren Gül'e bakıyordu. Söylediği şeyi Eflâh'ın duyduğunu zannetmiyordum aksi taktirde şimdiye kıyamet kopmuştu. Muhtemelen Onur'da buna güvenerek kurmuştu o cümleyi.

"Neyse. Şey, benim uykum geldi. Gideceğimiz zaman beni uyandırırsınız." Alel acele salondan çıkan Gülsima'nın arkasından bakarken istemsizce gülüyordum.

"Siz de çıkın şuradan artık. Uyuyacağım ben," diye keyifle mırıldanan Onur'a döndüm. Üçlü koltuğa boylu boyunca uzanmış, tek eliyle bize gitmemizi işaret ediyordu. O kadar tatlı duruyordu ki kendime engel olamayıp yerimden kalkıp yanına gittim. Dağınık yumuşak saçlarını okşayıp yanağına bir buse kondurdum. "İyi uykular ağabey." Ona bu şekilde hitap ettiğim ender zamanlardan biriydi.

"Sana da, Şeker Kız," diye mırıldanıp saniyeler sonra uykuya daldı. Şaşkın şaşkın ona baktım. Gerçekten bu kadar kısa bir sürede uyumuş muydu yani? Kıkırdayarak arkamı döndüm. Az önce Eflâh'ın oturduğu yerde şimdi yeller esiyordu.

Salonun ışığını karartıp oradan çıktım. Ses çıkarmamaya özen göstererek kapıyı usulca kapattım. Dudaklarımın arasından yorgun bir soluk bırakıp ışığı yanmakta olan mutfağa kaydı bakışlarım. Oradaydı muhtemelen. Ayaklarım benden izinsiz çoktan mutfağın yolunu tutmuşlardı bile.

Usulca içeri girdiğimde fevri hareketlerle kendine kahve hazırladığını gördüm. Daha fazla orada dikilmeyi reddedip herhangi bir sandalyeye kurulup gözlerimi sırtına diktim. Anında kasılan vücudu gelenin ben olduğumu bildiğinin habercisiydi.

Ölüm sessizliği hükmünü sürdürmeye devam etti uzun bir müddet. O süreçte ne o, ne ben bu hükümdarlığa baş kaldırdık. Dumanı tüten kahvesiyle sol çaprazımdaki sandalyede oturuyordu. Bakışlarıysa avuçlarının arasındaki kupadaydı.

Aklıma bu sabahki tartışmamız geldi. Kalbime batan kıymıklara bir yenisi daha eklendi. Hissettiğim acıyla bakışlarım masaya düştü.

Bizim bir adım sonramız neydi? 'Biz' var mıydık? Beni hangi sebep diri diri gömmesine, onsuz ve sanki kimsesiz kaldığım bir sabaha uyandırdı? Ve neden ben hâlâ o sabahın soğuk gecesinden çıkamıyordum?

Yıllarca peşimden koşan sorular buldukları her fırsatta yakama yapışıyorlardı. Bu durum onun yanındayken daha çok yakıyordu canımı.

Yavaşça yutkundum.

"Onu nasıl biri olduğunu bilecek kadar çok mu düşündün?" Sessizliği katleden sesin sahibine döndüm. İfadesizce kahvesine bakmaya devam ediyordu. Ya da ben okuyamıyordum ifadesini. Sorduğu soruyu anlamamıştım. Kimden bahsetiyordu?

"Anlamadım," dedim kaşlarımı çatarak.

"Onun uyanık olduğunu söyledin. Nasıl birisi olduğunu bilecek kadar çok mu düşündün o iti?"

Şaşkınlıktan kala kaldım. Neden böyle bir şey söylemişti ki durup dururken? Onu çözmek çok zordu.

"Hâlâ anlamıyorum, Eflâh. Neden böyle saçma bir şey soruyorsun?"

Durgun yeşillerini kaldırıp grilerime dikti. Uzun uzun baktı harelerime. Bense hâlâ bana yapacağı herhangi bir açıklamayı bekliyordum. Garip bir şekilde ne o, ne de ben öfkeli değildik. Daha başka bir ağırlık vardı üzerimizde.

"Beni de tanıyor musun?" Beni cevaplamak yerine başka bir soru sormuştu. Sesi düzdü ama gözlerindeki merak bariz belliydi. Neden böyle tuhaf davrandığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.

"Sorumu cevaplamadın," diyerek gözlerimi kaçırdım.

Çenemin altında hissettiğim sıcak parmaklarla grilerim şaşkınlık ve heyecanla tekrar onu buldu. Yüzümü büyük bir ilgiyle süzüyordu.

"Beni tanıyor musun, Âhenk."

Onun sesiyle güzel bir âhenk içerisinde olan adım çok yakışıyordu dudaklarına. Sanki sadece o söylesin diye verilmişti bu isim bana.

"Ben seni tanıdığımı sanıyordum. Ama sen bendeki sen değilsin," diye mırıldandım.

Parmakları tenimden uzaklaşırken ifadesiz bakışları tekrar masayı buldu. "Yani tanımıyorsun," diye fısıldadı. Sesinde hayal kırıklığı sezmiştim ama yanıldığımı elbette ki biliyordum. Aksi mümkün değildi zaten. Yine de gereksiz bir çabayla kendimi açıklamaya kalktım.

"Ama Kara denen adamı da tanımıyorum ki ben. Uyanık olduğunu anlamak için onu tanımaya gerek yok."

Gereksiz açıklamamı pek umursuyor gibi değildi. Kaynar olduğundan emin olduğum kahvesinden kocaman bir yudum alıp tekrar sertçe masaya bıraktı. İçimin neden burkulduğunu anlamıyordum. Hayır, ona karşı hep buruktum fakat bu bambaşka bir şeydi.

Hızla yerinden kalkıp mutfağın çıkışına doğru adımladı. Dayanamayıp ben de kalktım ve can havliyle kendimi açıklamaya devam ettim.

Sahi, neyin korkusuydu bu?

"Eflâh, senin 'öldürdüm' demene rağmen ben senin katil olmadığını savundum. Hâlâ da savunuyorum. Şimdi bana seni tanıyıp tanımadığımı mı soruyorsun?"

Olduğu yerde durdu. Bana dönük olan sırtı kasılmıştı. Hiçbir şey söylemedi.

"Kara'yı hiç düşünmedim. Ama seni hep düşündüm," diye mırıldandım kısık bir sesle.

Bu yaptığım için kendimden muhtemelen nefret edecektim ama eğer yapmasaydım üzerime çöken o buruk his peşimi asla bırakmayacaktı. Bana yaptıklarını unutmamıştım, unutmayacaktım da. Fakat ben ona hâlâ aşık olduğumu ondan bile gizlememiştim ki.

"Sen de beni birazcık tanıdıysan, kalbimi yakıp kavuran bir sevda varken onun üzerine gölge düşürmeyeceğimi bilirsin. Ona sen bile karışamazsın."

"Âhenk," diye seslendi bana. Gözlerime batan yaşları zaptetmek artık imkansızdı. O bu tonla bana 'Gökyüzüm' derdi.

"Efendim?" Diye yanıtladım onu cılız bir sesle.

Bir süre daha konuşmadı. Gözlerimden sessizce süzülen yaşlarla öylece onun sırtına bakmaya devam ettim.

"Birazcık uyu. Erken kalkacağız."

Yine gitti.

 

 

Loading...
0%