Yeni Üyelik
26.
Bölüm

27. Bölüm | Lanetli Hisler

@kalanlarinardindan

 

Ona hissettiklerim lanetli gibiydi, onu sevdikçe kendimden nefret ediyordum. Bu da benim lanetimdi.

 

Bölüm Şarkısı: Öleceksek Ölürüz | Emre Fel

 

Şakaklarındaki ansızın çıkagelen ağrıyla cebelleşiyordu saatlerdir. Böyle olduğu zamanlar mutlaka peşinden kötü şeyler yaşanıyordu. Hoş, kara deliğe düştüğünden beri kötülükten uzak olduğu tek bir anı bile yoktu. Saat gecenin bir vaktiydi ve o hâlâ çalışma odasından çıkmayan adamı bekliyordu. Yaklaşık yarım saat önce şahit olduğu konuşmanın etkisindeydi. Adamın ne yapmaya çalıştığının elbette farkındaydı. Hatta bunu ondan daha iyi kimse bilemezdi. Yine de çoğu şeye engel olmaya gücü yetmiyordu. Pes etmiyordu asla. Kalbinde açılan onca yaraya rağmen ne için bu adamın yanında olduğunu unutmayıp amacından asla sapmıyordu.

"Zıbarmadın mı sen daha?" İfadesiz bir sesle devasa salona giren bedene kaydı gözleri. Dağılmış ve yorgun görünüyordu. Aslında onun henüz yatmadığını hatta birkaç dakika önce kapıyı dinlediğini bildiğinin farkındaydı. Neden bilmezden geliyordu öyleyse?

"Yanlış yapmaktan asla vazgeçmeyeceksin, değil mi?"

Adam bedenini tekli koltuğa bıraktı. Yayvanca oturup başını geriye yasladı. Yumduğu gözlerinin çukurlarına düşmüştü gür, kara kirpiklerinin gölgesi. Kadın bu görüntü karşısında ağlamak istedi. Aşkı kalbine ve ruhuna sığmıyor, ona zarar veriyordu.

"Asla susmayacaksın, değil mi?" diye kapalı gözlerini aralamadan ona aynı tavırla cevap verdi. .

Koltuktan kalkıp parmak uçlarında yürümeye başladı, kadın. Görmeyeceğini bile bile dudaklarını büzüp başını omzuna eğdi. "Cık, susmayacağım. Kimseye zarar vermene de izin vermeyeceğim." Tam karşısına geldiğinde şimdi adama tepeden bakıyordu. Dağınık saçlarının arasına girmeyi arzulayan parmaklarını zor durdurdu. Bazen ona bakarken "keşke" diye iç çekmekten kendini alıkoyamıyordu.

Kara gözlerini öfkeyle açıp kadınınkilere dikti. Gözleri bir kara delikti. Her baktığında içine düşüyordu ve kendinin bile bulamayacağı bir şekilde kayboluyordu orada.

"Eğer memnun değilsen s..." Kadın uyarırcasına kaşlarını kaldırdı. Kara dilini ısırıp tekrar devam etti konuşmaya. "Eğer memnun değilsen defolup gidersin, Ecmel."

Kalbinde virane de olsa bir şehir inşa etmişti bu adam. Ve tek bir kelimesi, hareketi orayı yerle yeksan etmek için yeterliydi. Yüz ifadesini bozmamaya çalıştı, Ecmel. Yavaşça Kara'nın üzerine eğilip kısık gözlerle izledi yüzünü.

"Defolup gidersem, geberip gidersin..." diye fısıldadı. Gözleri yerini biliyormuş gibi karaları buldu. "... Kara."

Göz temasını bozmadan yerinden doğruldu. Kalp atışları kendi kulaklarını sağır edecek kadar şiddetli olmasına karşın hareketleri de bir o kadar rahattı. Adam ne inkar etti, ne de başka bir şey söyledi. Sadece öylece gözlerine baktı. Bu gerçeklik aralarında hep birbirlerine karşı sustukları bir sır gibiydi. Hoş, Ecmel gözleriyle haykırıyordu bir çok şeyi ama onlar Kara tarafından hep reddedilmişlerdi.

Kısa bir süre sonra usulca arkasına dönüp salonun çıkışına adımladı.

"Uyuyacak mısın?" Ansızın duyduğu soruyla adımları bıçak gibi kesildi. Dudakları hüzünle yukarı doğru kıvrıldı. Sırtında bir çift kara incinin sıcaklığını hissediyordu.

"Uyuyacağım," diye yanıtladı fısıldayarak.

"İyi."

"İyi." Yutkundu. "Sen?"

Bir müddet sadece ağır ağır aldığı nefes sesleri duyuldu. "Git hadi."

Buruk tebessümünü bir damla gözyaşı mühürledi. Canavara aşık olmanın bedelini ödüyordu.

***

Aynaları sevmiyordum. Kırılmış parçasını damarlarıma dayandığım o günden beri yüzüme ne zaman baksam sadece o aciz kadını görüyordum.

"Dikkatli olacaksın. Değil mi?"

Bakışlarım Gülsima'nın endişeli suretini buldu. Çenesini omzuma koymuş, duymak istediği o rahatlatan kelimeleri dört gözle bekliyordu. Ona istediğini verdim.

"Merak etme, hiçbir şey olmayacak."

Derin bir nefes verip benden uzaklaştı. Ben de arkamı dönüp bu kez doğrudan gözlerine baktım. Endişesinde bir azalma söz konusu değildi. Ellerine uzanıp tuttum.

"Gül'üm, yeter artık. Bana zarar vermeyecek, bundan eminim."

Kaşalarını kaldırıp bana imalı bir şekilde baktı. Gözlerimi devirdim. "Tamam, en azından fiziksel bir zarar olmaz bu."

Ellerini benden çekip odanın çıkışına adımladı. Giderken, "Aman, çok rahatladım şimdi," diye homurdandığını duydum.

Eflâh ile aramızda geçen konuşmanın üstünden birkaç saat geçmiş, ve ben gerçekten uyuyabilmiştim. O birkaç saatlik uyku vücudumun zinde hissetmesi için yetmişti. Yine de günün ilerleyen saatlerinde zerresini hissetmediğim yorgunluğun kucağına düşecektim. Bu kaçınılmaz sondu.

Eflâh... Ona söylediklerim yüzünden kendime lanetler ede ede uyanmıştım. O sözlerin daha sonra kendi canımı yakacağını bile bile etmiştim. Ve haklı da çıkmıştım. Neden bu gurursuzluğu yapmıştım ki? Üstelik, onun o sözleri duymaya ihtiyacı mı vardı ki kendimi hiçe saymıştım?

Kendimle olan kavgam bâkiydi. Öyle de kalacak gibiydi.

Ona hissettiklerim lanetli gibiydi, onu sevdikçe kendimden nefret ediyordum. Bu da benim lanetimdi.

***

Evden hep birlikte ayrılmıştık. Buna gerek olmadığını, kendi başıma gitmemin daha doğru olacağını söylesem de boşu boşuna dil dökmüştüm, hiçbiri dinlememişti beni. Beni alacakları alana kadar eşlik ettiler. Daha doğrusu oraya yakın bir yere bırakması için Onur'a yalvarmıştım neredeyse. Onlara kalsa benimle birlikte çıkacaklarda Kara'nın karşısına. Başlarına bir şey gelmesini istemiyordum.

Yolculuk boyunca Onur'un ve Gülsima'nın tembihlemelerini dinlemiştim. Ne deseler sessizce onaylayarak alttan almaya çalışmıştım. Elimden başka türlüsü gelmiyordu.

Yol boyu tek bir kelime etmeyen Eflâh'tı. Geceden sonra onunla sadece bir kez göz göze gelmiştik, o da arabadan indiğimdeydi. Son bir kez onlara bakıp her şeyin yolunda olduğunu hissetmek ve hissettirmek istemiştim sadece. Ama yanlışlıkla gözüm değdi gözüne. Bunun uzun sürmesini istemediğim için koşarak uzaklaşmıştım oradan.

"Geldik, hanımefendi. Gözlerinizi açmama izin verin."

Son derece kibar konuşan, her türlü mimikten yoksun bu adamı hatırlamıştım. İsmi Ozan'dı. İlk kez geldiğimde beni Kara'nın yanına götüren adamdı. Dediğini yapıp gözlerimin aydınlığa kavuşmasını bekledim. Gerginliğim yine had safhadaydı fakat bunu belli etmeye niyetim yoktu.

Yine uzun koridorları aşmıştık. Bu sefer o laboratuvarı andıran yere değil, direkt olarak Kara'nın çalışma odası olduğunu düşündüğüm yere gelmiştik. Karşılıklı duran iki koltuktan birine oturdum. Kendimi diken üstünde gibi hissediyordum ki düşününce durumumun bundan daha beterdi. Diken üstünde olmayı yeğlerdim.

Ozan denen adamın beni odada yalnız bırakacağını düşünmüştüm ama yanılmıştım. Kapının yanında robot gibi dikiliyordu. Bu kasvetli oda da bir başıma kalmadığım için gerginliğim az da olsa kırılmıştı.

Kapının aniden açılmasıyla irkildim. Gördüğüm görüntüyle gözlerim dehşetle açıldı. Korku her zerremi işgal ederken kendimi aceleyle toparlamak için sertçe yutkundum. Ne yazık ki Kara'nın şeytanı kıskandıracak gülümsemesinden geç kaldığımı anlamam pek uzun sürmemişti. Üzerindeki kanlı gömleğe yüzünü buruşturarak baktı. "Yanlış anlamanı istemem, cesur Minik." Ne zırvaladığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Yine de korkumu kontrol ederek dediklerini dinlemeye devam ettim.

"Önlüğümdeki kanlar seni yanıltmasın. Kesme biçme işleri pek benlik değil," dedi büyük bir ciddiyete bürünüp. Kapkara gözlerini üzerimden ayırmadan kanlı önlüğü çıkarıp Ozan'a uzattı. Önlüğü eline alır almaz başını eğip odadan çıktı. Gözlerimi dizlerime dayadığım elime indirdim.

Kara ağır adımlarla kendi yerine geçti. Bakışlarının ağırlığını yüzümde hissedince başımı kaldırıp yüzüne ifadesizce bakmaya başladım. "Benim ilgi alanım kimya. Daha doğrusu kimyasal maddelerle şerefsizlerin üzerindeki çeşitli deneyimler diyelim. Özellikle de asite zaafım var."

Sağ kaşımı alayla kaldırdım. "O halde kendi üzerinde de birkaç şey denemiş olmalısın." Korkumun getirdiği lüzumsuz bir cesaretle söylemiştim ve anında buna pişman olmuştum. Ama şaşırtıcı bir şekilde sinirlenmek yerine daha da keyiflenerek arkasına yaslandı.

"Kim bilir? Belki de deneyi yapacağım son insan kendim olurum." Rahatlığı ve umursamazlığı karşısında hayret ettim. Ona alenen şerefsiz olduğunu ima etmiştim ve o da bunu normal karşılayıp dediğimi desteklemişti. Anlaması güç bir insandı.

"Beni yine ne için çağırdın?" Bir an evvel söyleyeceklerini söylemesini ve eve dönmeyi istiyordum.

"Bir sebebi yok. Sadece gerginlik yaratmak istedim. Belki yakalanırsın da o sevgilin ihanetinle yıkılır diye." Bunu öylesine ciddi bir tonda söylemişti ki birkaç saniye boyunca hayretle ona bakakaldım. Doğru mu duymuştum ben?

"Doğruyu söyle. Tımarhaneden mi kaçtın sen? Ne saçmalıyorsun?" Yine sinirlenmek yerine sırıtmıştı.

"Sahi, Minik..." Bana sesleniş şekline yüzümü buruşturdum. "Eflâh sana benim kim olduğu hâlâ söylemedi, değil mi?"

"Sadede gel, Kara."

Aniden ifadesizleşen yüzüyle kaşlarım hafifçe çatıldı. "Sence benim Eflâh ile ilgili bir şeyler öğrenmeme gerek var mı?"

"Anlamıyorum. Açık konuş," diye tısladım. Kara harelerini benden çekip arkamdaki duvara sabitledi. Oraya öyle bir bakıyordu sanki azılı düşmanı karşısındaydı.

"Zekisin ve de cesur," dedi kısık bir sesle. Gözlerini aniden benimkilere dikince belli etmesem de irkildim. "Fakat benden daha zeki değilsin..." Duraksadı. "-niz."

Zihnim bomboş gibiydi. Hiçbir kelime imdadıma gelmiyordu. Dudaklarımı konuşmak için araladım ama söyleyecek tek bir sözcüğüm bile yoktu. Yalnızca düşündüğüm ve korktuğum şeyin gerçekleşmemiş olması için Allah'a dua ediyordum. Bocaladığımı görünce dudağının kenarı hafif bir kavis kazandı.

"Sanırım sevgilin senin sözünü dinlememiş, yoksa planınızı riske atıp buraya kadar gelmezdi."

Söyledikleriyle bağrıma koca bir ateşin düşmesine sebep olmuştu. Vücudum benden bağımsız bir şekilde ayaklandı. Sinirin damarlarımda dolaşmasına izin verdim çünkü ondan alacağım güce ihtiyacım vardı. Yoksa içimdeki kaybetme korkusu ruhumu teslim etmeme sebep olacaktı.

"Onlara sakın zarar verme," diye hırladım. Bağırmak, haykırmak istiyordum ama gücüm buna el vermiyordu. İfadesizlikle bana bakmaya devam eden bu adam sandığımdan daha tehlikeliydi. Onun zekasıyla ne benim ne de diğerlerinin uğraşamayacağını anladım. En başından beri onunla konuştuklarımı Eflâh'a söylediğimi biliyordu. Hatta bugün buraya benim peşimden geleceklerini de biliyordu. Belki de hepsi başından beri bir oyundu. En başından beri bütün bunları ön görerek bana o mesajları göndermiş, bu oyunu başlatmıştı. Bütün bunlar bu anın yaşanması ve gözdağı vermek içindi.

"Her şeyi en başından beri biliyordun. Bizimle oynadın," diye fısıldadım.

Usul hareketlerle ayaklanıp karşıma dikildi. Tek yapabildiğim şey ona nefretle ve sorguyla bakmaktı. Amacı neydi bu adamın?

"Hem de kedinin fareyle oynadığı gibi," dedi alayla. "Söylediğim gibi çok zekisin, Minik." Söylediklerini es geçip asıl cevabını almak istediğim soruyu sordum. "Zarar mı vereceksin onlara?" Hayatım boyunca kurması en zor cümlelerden biriydi bu benim için. Yine de soğuk kanlılığımı elden bırakmadım.

Kara tek kaşını kaldırdı. "Sence amacım zarar vermemek olsa neden bu kadar uğraşıyorum sizinle? Hadi ama minik, sana daha yeni zeki olduğunu söylemişken aptal gibi konuşma."

Kendimi tutamayıp tısladım. "Şerefsizin tekisin."

Başını eğip, "EyvAllah," dedi. Hayret ve sinir hâlâ diriydi vücudumda. Aniden koluma asılıp beni sürüklemeye başladı. "Artık seninkileri daha fazla bekletmeyelim. Kötü bir ev sahibi olduğumu düşünmelerini istemem." Kolumu ondan kurtarmaya çalışıyordum fakat canımın yanması dışında herhangi bir etkisi olmuyordu.

"Bırak kolumu!"

"Ya da istediklerini düşünebilirler. Açıkçası s*k*mde değil," diyerek dediğimi duymamazlıktan geldi.

Debelenmeyi bırakmış, beni sürüklemesine izin veriyordum. Ozan ile birlikte geçtiğimiz yerlerden tekrar geçiyorduk. En sonunda deponun çıkış kapısına vardığımızda yüz ifademi toparlamaya çalıştım. Gülsima'nın korkmasını istemiyordum.

Kara kolumu tutmaya devam ederek kapıya baskı uygulayıp açtı. Gün ışığına çıkmanın etkisiyle gözlerim istemsizce kısıldı. Kara beni biraz daha çekiştirdi.

"Âhenk!"

Gül'ün yeri göğü sarsan sesiyle bakışlarım onu buldu. Onur onu zapt etmek için kollarını onun karnına sarmıştı. Arkadaşımın gözlerindeki yaşları görmek görünmez bir katilin kalbime bıçak saplaması gibiydi. Onur'un kollarında hâlâ debelenmeye devam ediyordu. Ona her şeyin yolunda olduğunu göstermek için buruk bir gülümseme sundum. Islak bakışları tebessümümü bulunca hareketleri duruldu.

"Kara Gül."

Duyduğum fısıltı benim zannımdan ibaret olmalıydı. Kara'nın Gülsima'ya bakarak bunu söylemiş olması yeryüzündeki trilyarlarca olanaklardan biri bile olamazdı. Şaşkın bakışlarım ismi gibi karanlık adamın profilini buldu. Daha evvel onda karşılaşmadığım bir ifadeyle bakıyordu Eflâh'ın Siyah Gülüne.

Sanki...

Kaşlarımı derince çattım. Sadece saçmalıyordum.

"Bırak onu, pislik herif!"

Gözlerinin tam içine bakamıyordum, bulunduğum konumdan dolayı. Buna rağmen sanki tam karşısındaymışım gibi okumuştum gözlerindeki anlamları. Fakat bu dilini anlamadığım, sadece telaffuzunu bildiğim bir dilde olan kitabı okumak gibiydi. Apaçık ama anlaşılmaz.

Bakışlarım tekrar arkadaşlarımı buldu. Gülsima, Onur'un onun kulağına bir şeyler fısıldaması üzerine artık debelenmiyordu. İri siyah gözlerini sarmış bir nefret ve tiksintiyle Kara'ya bakıyordu yalnızca. Göğsü aldığı düzensiz nefeslerden dolayı hızla inip kalkıyordu. Ona bir şey olmasından deli gibi korkuyordum. O çok narin, kırılgandı.

Gül, titreyen dudaklarını aralayıp kısık ve çatallaşmış bir sesle tekrar konuştu. "Onu rahat bırak."

"Çok mu değerli o senin için... Eflâh'ın kardeşi?" Kara'nın sesindeki alay bana bir kamuflajı anımsatmıştı. Şu durumda böyle şeyleri düşünmemin saçmalığı için kendime içten içe kızsam bile, Kara'nın sesinde gizlenmiş merakı sezmiştim.

Ya da sadece gerçekten kafayı sıyırmak üzereydim.

Evet, öyleydim.

Sol yanıma çöken farklı bir hisle bakışlarım en başından beri görmeyi deli gibi arzuladığı harelerin sahibine döndü. Tek bir kelime dahi etmemesi beni hem şaşırtmış, hem de nedenini anlamadığım bir şekilde içimde bir yerlerin kırılmasına sebep olmuştu. Zehir yeşili gözleri Kara'nın sıktığı kolumdaydı. Parmaklarının sardığı yerin kızartmaktan öte mosmor olduğuna emindim. Üstelik parmak uçlarımın karıncalanması kan dolaşımının olmadığına işaretti. Donmuş bir şekilde oraya bakmaya devam ediyordu. Seğiren çenesinden dişlerini sıktığını anladım. Ona baktığımı biliyor gibiydi fakat özellikle yeşillerini grilerime çıkarmaktan kaçınıyordu sanki. Kara'nın parmaklarını mümkünmüş gibi daha da sıkılaştırmasıyla dudaklarımdan acılı bir inleme firar etti.

Ben daha ne olduğunu kavrayamadan Eflâh'ın kükreyişi arşı titretmişti. Öyle bir hızla atılmıştı ki, sanki Onur Gül'ü bırakıp onu tutmasaydı Kara'yı parçalayacaktı. Kara'nın adamlarının silahlarını Eflâh'a doğrultmalarıyla yüreğim ağzıma gelmişti.

"Ona dokunan parmaklarını s*kerim, şerefsiz! Duydun mu beni? Onun canını yakan parmaklarını s*kerim!"

Kara, zevkle Eflâh'ın çıldırmış halini izliyordu. Bunu özellikle yapmıştı. Zaten istediği buydu. Onun damarına basıp kışkırtmak.

"Hadi ama Asilsoy. Bana onu sevdiğini söylemeyeceksin, değil mi?" Tehlikeli bir şekilde gülüp bana kısa bir bakış attı. "Nişanlıyken terk etmiştin onu. Değil mi? Üstelik hiçbir sebep yokken, habersizce gitmiştin." Bir yabancıdan duyduğum kelimelerin canımı yakmasına izin vermemem gerekiyordu. Amacı benden ziyade Eflâh'ı üzmekti belki ama bütün bunların yüzüme vurulurcasına yabancı bir adamdan duymak çok aciz hissettirmişti. Olduğum kişiden ve durumdan nefret ediyordum ve bunun tek müsebbibi kendimdim. Eflâh değildi.

Yaralı bir hayvan gibi hırlayıp Onur'u itip ondan kurtulmaya çalıştı. Ona doğrultulan silahların hiçbiri umrunda değil gibiydi. Gülsima aniden Eflâh'ın beline sarılıp başını göğsüne gömdü. Yıllar sonra ilk defa gördüğüm bu manzaraya sevinemeyecek kadar parçalanmış ve karmakarışık hissediyordum.

"Ağabey, seni kışkırtmak istiyor," diye bağırdı hıçkırıklarının arasında. Yüzünü ağabeyinin göğsüne bastırdığı için sesi boğuk çıkıyordu. "Lütfen ona istediğini verme!"

"Merak etme, Asilsoy," derken kolumu sertçe serbest bıraktı. "Benim işim bu Minik'le değil." Kanın damarlarımda gezindiğini somut bir şekilde hissettim. "Böyle ucuz bir şekilde bilgi toplamaya çalıştığıma inanmışsan eğer, çok gücenirim," dedi alayla.

"Ne istiyorsun bizden? Ruh hastası herif!" Gülsima hâlâ ağabeyini tek başına tutabilecek güce sahipmiş gibi sıkı sıkıya sarılıydı. Islak kirpiklerinin çevrelediği gözleri kin kusuyordu yanımdaki adama.

Kara adamlarına başıyla işaret verip silahlarını indirmelerini emretti. En azından artık daha rahat bir nefes alabilecektim.

"En azından artık beni kolay kolay oyuna getiremeyeceğinizi anlamışsınızdır." Hem alayı hem de boşluğu bir arada tutmayı meşreb edinmiş gözleri beni buldu kısa bir süreliğine. Nasıl bir adamdı ki, gözdağı vermek için bu tür hilelere başvurabilmişti? Hoş, ondan korkmam gerektiğini en son geldiğimde acıyı çaresizce kabullenmiş o adamın halini gördüğümde anlamalıydım. "Bu Minik düşündüğümden de beter. Tam bir aptal aşık. Sana ölümüne bir sadakat besliyor." Zorlukla yutkundum. Başını iki yana salladı. "Yazık. Böyle aciz bir duruma düşmek istemezdim."

Eflâh'ın yine atılmak için hareketleneceğini öngörüp koşarak yanlarına vardım. Kara buna engel olmadı. Tam karşısında durdum. Ne dokundum durdurmak için, ne de tek bir kelime söyledim. Sadece gözlerine baktım. Sakinleşsin istiyordum. İstediğim oluyordu, öfkesi hâlâ harlı bir ateş olmasına rağmen daha sakindi. Gül kollarını ağabeyinden yavaşça uzaklaştırıp bana döndü. Ona iyi olduğumu göstermek için gülümsedim.

"Oyununu oynadın. Şimdi sadede gel, Kara. Ne istiyorsun?"

Gözlerimi Eflâh'ın öfkeli harelerinden ayırıp arkamı döndüm. Kara'nın yanında ne zamandır orada olduğunu bilmediğim bir kadın duruyordu. Gözleri yalnıza Kara'nın profilindeydi. Bakışlarımı ifadesiz yüz hatlarında gezdirince onu daha önce görmüş olduğuma kanaat getirdim. Buraya ilk geldiğim gün Kara ilke olan konuşmamızı dinlemişti. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama emin olduğum bir şey vardı. Bu kadın Kara'ya benim şimdilerde Eflâh'a baktığım gibi bakıyordu. Kara bunun farkında mıydı acaba?

"Oyun oynamadım. Sadece karşınızda kimin olduğunu idrak etmenize yardımcı oldum diyelim."

Arkamdan gelen tetik sesiyle bütün uzuvlarım kasıldı, gözlerim irice açıldı. Hiç kimse bir şey diyemeden Eflâh Kara'nın yanına ulaşıp yüzüne bir yumruk indirmişti bile. Gökyüzüne karışan çığlıklarımızla şaşkınlık ve korku içerisinde bakıyorduk olan bitene. Eflâh ikinci yumruğu atamadan Onur müdahale etti. Kara sırıtarak ağzının kenarındaki kanı baş parmağıyla sildi. Manyaktı bu adam! Üstelik gözlerinin önünde patronlarının dayak yemesine rağmen kılını bile kıpırdatmamıştı adamları.

"Lan pezevenk! Seni kendi ellerimle öldüreceğim! Bir kadını öldürmesi için tetikçi yerleştirecek kadar haysiyetsizsin!" Eflâh neredeyse unutmak üzere olduğum bir gerçeği haykırıyordu. Beni öldürmek istemişti Kara ve ben o gün neredeyse bir daha tekrar çıkamamak üzere, diri diri toprağın altına girecektim. O kurşun Eflâh'ın etini parçalamıştı. Benimse yüreğimi.

"Öz babanı öldürmedin mi sen, Asilsoy? Ne haysiyetinden bahsetiyorsun?"

Gülsima, ağrısını hissetmediğim koluma tutundu. Acı her zerremdeydi. O an kimse göremedi, ama ben gördüm sevdiğim adamın bedeninin dağ gibi yıkılışını. O dimdik dururken, ruhu çoktan infilak etmişti. Kara, bütün acımasızlığı ve öfkesiyle baktı onun gözlerine. Arkası bana dönüktü bedeninin lakin yine de biliyordum yeşillerindeki hırçınlığı. Onu ezberdeydim ben.

"Bedenine giren kurşunu ben sıkmak isterdim. Doğrusu bunun hayalini uzun zamandır kuruyorum," diye devam etti konuşmasına. Kaşlarım anlamazlıkla çatıldı. Ne yani? Tetikçilerin sahibi o değil miydi?

Kara alayla baştan aşağı süzdü önündeki bedeni. Onur hâlâ sımsıkı tutuyordu Eflâh'ı. "Düşmanları ayırt edemeyecek kadar beceriksizsin."

"Yine ne zırvalıyorsun sen?" Bu ses yanımdaki bedene aitti. Kara'nın karanlık bakışları bir kaç saniye Gül'ün yüzünde oyalandı. Akabinde tekrar Eflâh'a döndü. "Hayatın boyunca benden görebileceğin tek iyiliği yapacağım sana. Seninle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bir düşmanın daha var. Gözün aydın."

"Kim?" Diye sordu sertçe. Sesi hem sabırsız hem de hırslıydı.

Kara'nın yüzündeki alay yerini yavaş yavaş ifadesizliğe bıraktı. Gözlerini tek tek üzerimizde gezdirince rahatsızca kıpırdandım. Yaşananlar, bulunduğumuz bu durum... Artık beynimi iflas ettirmenin eşiğine getirmişti. Olayları idrak edebilme kabiliyetimi yavaş yavaş yitirdiğimi hissediyordum. Olanlar ve öğrendiklerim bünyeme fazlaydı. Ve şundan emindim ki, öğrendiklerim öğreneceklerimin çok gölgesinde kalacaktı.

***

"Hiç bitmeyecek. Değil mi?" Diye sordu Gülsima. Ona sıralayacak umut dolu sözcüklerim yoktu. Zaten o da aksini iddia etmemi beklemiyordu. Sadece... Yine de bir umuttu işte. Sessizliğim onun için bir cevaptı. Başını omzuma yaslayıp gözlerini yumdu.

O cehennemden döndüğümüzden beri hiç konuşmadan evin salonunda oturuyorduk. Yalnızca ikimiz vardık, Eflâh ve Onur bizim yoğun ısrarlarımızı kulak ardı edip gitmişlerdi ve ne için olduğu hakkında tek bir fikrim bile yoktu. Gül'ün aldığı düzenli nefeslerden uyuduğunu anlamıştım. O şekilde omzumda uyuması boynu açısından iyi olmayabilirdi. Büyük uğraşlar sonucu çok sarsmamaya dikkat ederek onun oturduğumuz koltuğa boylu boyunca uzanmasını sağladım. Bir ara gözlerini aralayıp bir şeyler mırıldansa da tekrar uykuya dalmıştı.

Çok sıkılmıştım. Çok büyük bir olasılıkla işiteceğim azarları umursamaksızın üzerime kot bir ceket geçirip kapıya sessizce kapıya çıktım. Amacım birazcık dolaşıp hava almaktı. Fakat hesaplamadığım bir gerçek vardı.

"Nereye gidiyorsun, yenge?"

Omuzlarım hayal kırıklığıyla düşmüştü. Ali'nin varlığını unutmuştum. Elbette ki kapının evin önünü boş bırakmayacaklarını hesaplamam gerekirdi. Benim aptallığımdı.

"Hava almaya çıkmıştım. Ayrıca bana yenge deyip durma lütfen. Rahatsız oluyorum." Tedirgince elini ensesine attı. "Çok fazla uzaklaşmasan iyi olur yenge," dedi. Dediğimi görmezden gelmesine göz devirdim. "Merak etme, şehir değiştirecek değilim, Ali." Onu ardımda bırakıp bir adım atmıştım ki tekrar bana seslenmesiyle oflayarak yüzüne baktım.

"Uzaklaşma derken evden çıkma demek istemiştim, yenge," diye açıklama yaptı tedirgince. Kocaman adamın beni kırmamak için girdiği hallere bakarken gülmemek için alt dudağımı dişledim. Pekala, evden çıkmama izin vermemesi beni sinirlendirmişti fakat bu onun elinde olan bir şey değildi.

Başımı omzuma doğru eğip sevimli bir ifadeye büründüm. "Bak, anlıyorum. Ama merak etmene gerek yok. Onlar gelmeden ben çoktan dönmüş olurum eve. Ve eğer sen onlara hiçbir şey söylemezsen asla haberleri olmaz." Beni konuştukça yüz ifadesi değişiyordu. Baskı altında kalmaktan kurtulmuş gibiydi. Sanırım söylediklerim işe yaramıştı.

"Sen artık gidebilirsin, Ali. Biz geldik nasıl olsa." Duyduğum tok sesle omuzlarım istemsizce çöktü. Sinirle arkama döndüğümde zehir yeşili harelerin sahibiyle karşılaştım. Bomboş bakışları direkt olarak gözlerimdeydi. Asi, hafif kıvırcık saçları yağan yağmurdan nasibini almış gibi nemliydi. Aynı onun gibi bomboş bakan gözlerimi yanında duran bedene çevirdim. Onur, elindeki telefona çatık kaşlarla bakıyordu.

"Biraz hava almak istiyorum. Ve buna engel olmayacaksınız," diye sakince itiraz etmemeleri için uyarımı yaptım.

"İyi işte, burada alıyorsun havanı. Hiçbir yere gidemezsin," diye dümdüz bir sesle konuşan Eflâh'a baktım.

Dudaklarım alayla kıvrıldı. "Hadi ya? Buna sen mi karar veriyorsun?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Yüzümdeki sahte gülümseme yavaşça solarken ellerimi çekerimin cebinden çıkarıp tam önünde dikildim. Göz ucuyla Onur'un da artık bize baktığını gördüm. Ali çoktan gitmişti. Tekrar bakışlarım karşımdaki adamın bomboş bakan gözlerini buldu. Her ne kadar ifadeden yoksun olsa da, o kadar yakınına girmemin hayretini görebiliyordum o yeşillerde.

"Senin de soluduğun havayı ciğerlerimde istemiyorum. Burada kalmamın amacını unutuyor gibisin, Asilsoy." Hiçbir öfke belirtisi olmadan, daha doğrusu herhangi bir duyguyu ne sesime ne de yüzüme yerleştirmeksizin konuştum. Ama o... Onun gözleri bana haykırıyor gibiydi. Ne dedikleriyle ilgilenmiyordum.

"Ne yapıp yapamayacağımı sana soracak değilim," deyip ona değmemeye dikkat ederek yanından geçtim.

"Ben de seninle geliyorum, Şeker Kız!" Omzumun üzerinden Onur'a baktım. "Gel," diye sessizce yanıtladım. Gözlerim saniyelik Eflâh'ı bulduğunda onun hâlâ olduğu gibi durduğunu gördüm. Onur'un kolunu omzuma atmasıyla yan yana yürümeye başladık.

"Nereye gidiyoruz bakalım?"

Omuz silktim. Farketmezdi. Sadece uzaklaşsam yeterdi bana. "Biraz yürüyelim de nereye gidersek gidelim," dedim umursamazca.

Ondan uzak olayım da, nereye gidersem gideyim.

***

Adamın kentine yağmur yağıyordu. Ecmel, o yağmuru sadece camın ardından izleyebiliyordu.

Bugün, sevdiği adamın bir başka yüzünü daha görmüştü. Eve girdiklerinden beri Kara onun yüzüne bir kez bile bakmamıştı. Aslına bakılırsa, adam ona karşı her zaman soğuktu ama olanlardan sonra ve daha öncesinde aralarında geçen konuşmalardan sonra... Ecmel kendini kabul etmek istemese de suçlu hissetmişti. Bütün konuya hakim olduğunu düşündüğünden, o genç kadına o kurşunu onun sıkmamış olma ihtimalini hiç düşünmemişti bile.

Kara'nın ona kırılmayacağını çok iyi bilse de, kalbi sıkışıyordu işte... Kara sadece Ecmel'e değil, hiç kimseye kırılmazdı. Gerçi, Ecmel 'herkes'ten farklı da değildi ya...

Çalışma odasındaydı, adam. Ecmel ise kapının önünde dikiliyor, içeri girip girmemesi gerektiğini kafasında tartıyordu dakikalarca. Nihayet cesaretini toparlayıp kapıyı tıklatmadan içeri süzüldü. Bozuk havanın getirdiği bir boğuluk vardı havada. Önceden sevmezdi ama uzun bir zamandır sevmeye başlamıştı. Çünkü Kara da seviyordu.

Kara, tam da düşündüğü gibi çalışma koltuğuna oturmuş, boş gözlerle masasında duran çerçeveye bakıyordu. İçeri girdiğini farketse de başını kaldırıp bakmamıştı kadına. Ecmel buna takılmayıp masanın karşısında olan iki koltuktan birisine oturdu. Böyle detaylara gönül koymayı bırakalı çok uzun zaman olmuştu.

İçerideki sıcak havaya rağmen üşüyen parmaklarını birbirine geçirdi. Ve sonra sükunet içerisinde dakikalar geçirdiler. Ne o, ne de Karanlık Adam bu sessizliğin katili olmayı göze almadılar. Bir süredir çerçeveyi değil de onun çehresini izleyen kara gözlerden bihaber, ellerine bakmaya devam etti genç kadın. Konuşsa mıydı? Peki konuşsa bile ne söyleyecekti ki?

Üşüdüğünü söylese miydi acaba?

O kendi içinde çatışırken önünden geçen bedeni farkedip şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kara'nın masasından kalktığını bile farketemeyecek kadar dalmış mıydı? Çalışma odasından çıkmak üzereydi. Can havliyle ayaklanıp panikle konuşmaya başladı.

"Soğuk. Üşüyorum."

Kara'nın eli kapının kulpunda asılı kaldı. Kadın da, adam da bu soğukluğun havadan kaynaklı olmadığının bilincindeydiler. Bu soğukluk Kara'nın duvarlarında. Kadın üşüyordu.

"Bazen seni en iyi ben tanıyorum gibi geliyor. Ama sen karanlıksın. Karanlığı ezberlemek imkansızdır."

Herhangi bir şey söylemesini bekledi. Aldığı yanıtsızlıkla omuzları düşüverdi. "Özür dilemeyeceğim, Kara. Senin o masum kıza kurşun sıkmamış olman ileride yapmayacağın anlamına gelmiyor. Sen başından beri onları dağıtmak için uğraşmıyor muydun? Bana tavır yapamazsın."

"Neden benimlesin?"

"Ne?" diye sordu hayretle.

Kara, hareket etmeksizin sormuştu bu soruyu. Ecmel, ona doğru bir adım attı. Gözleri sırtında, yüz ifadesini hayal ediyordu.

"Neden benimlesin?" diye yineledi sorusunu, adam. Sesi sakindi.

Derin bir nefesi ciğerlerine misafir etti. Bunu yaparken canının yandığını farketti. "Senin yanındayım çünkü bana ihtiyacın var. Senin yanındayım çünkü ben olmazsam, ister kabul et ister etme, yok olursun," diye hırsla sıraladı dudağına gelen bütün kelimeleri.

"Yapacaklarımı sen bile engelleyemezsin, Ecmel. Vaktin varken aydınlığa koş. Benim karanlığım zifir. Sen orada yaşayamazsın."

Bilseydi asıl kendisinin yokluğunun ölüm demek olduğunu...

Ah, bilseydi...

 

 

Loading...
0%