Yeni Üyelik
27.
Bölüm

28. Bölüm | "Hiç Sormadın."

@kalanlarinardindan

Sanki ben konuştukça gözleri bana küsüyormuş gibiydi.

 

Bölüm Şarkısı: Sezenler Olmuş | Deniz Tekin

 

İnsan kendi iç aleminden bunaldığında kendini ya ıssız sokaklara, ya da kalabalık caddelere atardı. Ben her ikisini de yapmıştım ve hiçbiri içimde çığlık çığlığa bağıran o kadının feryadını susturmaya yetmemişti. Bunalmıştım. İçimin sıkıntısı hiçbir şekilde beni terk etmiyordu. Bir kurşun, tek bir kurşun sustururdu beynimin içinde dönenleri ama ona da ben yeltenmiyordum. Yapamazdım.

"Ne düşünüyorsun?"

Onur'un sessizliği öldüren sesiyle irkildim. Sahilde bir bankta oturmuş, kıyıya vuran dalgaları izliyorduk. Daha doğrusu o beni izleyip düşüncelerime erişmeye çalışıyordu. İzin veremezdim. Nasıl derdimki kafamda ölümü tarttığımı?

Ufak bir tebessümle yüzüne baktım.

"Hiç," derken omzumu silktim. "Her zamanki şeyler işte."

"Her zamanki şeyler," diye tekrarladı beni gözleri tekrardan denizi bulurken. Bugün üzerinde farklı bir durgunluk vardı. Bunun neyle ilgili olabileceğini tam olarak kestiremiyordum. Gülsima ile ilgili olabilirdi ya da Kara'yla yaşananlar da onu düşündürüyor olabilirdi. Aklımdan geçen ihtimalleri bir kenara bırakıp sormayı tercih ettim. "Sen iyi misin? Biraz durgun gibisin de sanki."

Hareleri tekrar beni buldu. Eliyle saçlarımı karıştırıp göz kırptı. "Merak etme sen beni. İyiyim," diye verdiği cevap beni tatmin etmemişti asla.

"Doğruyu söyle, Onur." Başımı omzuma doğru eğip gözlerimi kıstım. "Gül'ümle aranız mı bozuk yoksa?"

"Öyleyse düzeltecek misin? Zaten senin yüzünden neredeyse ağabeyi duyacaktı geçen gün," diye homurdandı. İçten içe gülsem de dişlerimi dudaklarıma geçirip kendime mani olmaya çalıştım. Ama sadece çalıştım.

"Ne o? Eflâh'tan mı tırsıyorsun?" diye sordum alayla.

Yan yan bana baktı. "Sen sanki tırsmıyorsun."

Hayretle gözlerim iri iri açıldı. "Ben mi korkuyormuşum?" diye sordum elimle kendimi gösterip. Pis pis sırıtıp keyifle arkasına yaslandı. Bayılıyordu beni delirtmeye. "Hem de ondan korkuyormuşum, öyle mi?" Dudaklarından firar eden kıkırtıyla sertçe omzuna vurdum.

"Yavaş ulan, yavaş. Başladın yine şiddete," dedi yüzünü buruşturup omzunu tutarken. Acımadığını biliyordum, sadece oyun çıkarıyordu.

"Hakketin sen. Şimdi şebekliği bir kenara bırak da sorunun ne olduğunu söyle."

Derin bir nefes alıp başını geriye doğru attı. Yüzünün düz bir ifadeye bürünmesinden ciddileştiğini anladım. Onun böyle olduğu zamanlar içime yersiz bir endişe oturuyordu. Bencilceydi biliyorum ama o hep gülmeliydi, neşe saçmalıydı etrafa.

"Bugünkü olay canımı sıktı. Takılma sen, boş ver."

İç çekip ben de gözlerimi denize çevirdim. "Haklısın. Bu işin sonu meçhule gidiyor. Umarım yakında bütün bunlardan kurtuluruz," diye mırıldandım.

Güler gibi nefes verince dudaklarım kıvrıldı. "Fazla ütopik şeyler umuyorum, değil mi?"

"Sayılır," diyerek onayladı beni.

Bundan birkaç saat öncesine gitti aklım. Aslında o andan hiç uzaklaşmış sayılmazdı. İçimdeki korku azalmak yerine büyüyordu. Büyüdükçe bir sarmaşık oluyordu, haliyle ondan kurtulmak gittikçe imkansızlaşıyordu.

B İ R K A Ç S A A T Ö N C E

"Kim?"

"Mengene," diye harflerin üzerine basa basa Eflâh'ın sorusuna omuzları dik bir şekilde cevap verdi.

Mengene kimdi, bizle ne işi vardı bilmiyordum. Ama Eflâh'ın o ismi duyar duymaz çene kaslarının oynamasından ve Onur'un çatık kaşlarla o ismi tekrarlamasından tanıdıklarına kanaat getirdim. Tek bilmeyen ben, Gülsima ve Kara'nın yanında ona şaşkınca bakan gözlerin sahibiydi.

"Hapiste değil miydi o it?" Eflâh'ın saniyeler sonra sorduğu soruyla kaşlarım çatıldı. Nasıl bir tehlike içerisindeydik, Allah'ım?

Kara ellerini keyifle ceplerine yerleştirip omuzlarını dikleştirdi. Dudağında can bulan alaycı gülümsemeyle doğrudan yeşillere bakıyordu. O gülümseme birçok şeyi ifade eder niteliğindeydi.

"Çıkalı neredeyse bir yılı buluyor." Duraksayıp devam etti konuşmasına. "Bak sen şu işe, nasıl da aklıma hiç gelmedi bu ihtimal," diyerek yüksek sesle sahte bir hayrete bürünürken pürdikkat diyeceklerine odaklanmıştım.

"Sen buraya benim çevrene zarar vereceğim için kalkıp geldin ta Amerika'lardan, değil mi?"

Görünmez bir kurşun saplanmıştı sanki nefes boruma. Sulanan gözlerimle umutlarımın katiline baktım. Öfkeyle karşısındaki adama bakıyordu. Anlam verememezlik yoktu yüzünde. Nasıl bir oyuna düşmüşse, çoktan kavramıştı olanı biteni.

Peki ya benim nefeslerim ne olacaktı?

"Yalan yok, böylesi işime geldi doğrusu. Beni hiç uğraştırmadan kendin geldin," diye devam etti Kara.

"Senin çıkarın ne? Bana neden yardım ediyorsun?"

Kara başını hafifçe iki yöne doğru salladı. "Sana yardım etmiyorum. O herifin tek hedefi sen ve çevren değil. Onu bitirene kadar ortak hareket edeceğiz. Daha sonradan düşmanlığımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz."

Ailemin içerisinde bulunduğu tehlikenin boyutunun bir kez daha farkına varınca sertçe yutkundum. Gözlerime batan gözyaşları geri çevirmek için kirpiklerimi kırpıştırdım. Yine de içlerinden bir tanesi firar etmeyi bir şekilde başarmıştı.

"Kara, sen kendini bir pislikten kurtarmak için ittifak kurmazsın," diye keskin bir dille konuştu Eflâh. Belli ki birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Bu beni şaşırtmıştı. "Senin koruyacak bir çevren yok."

Kara, kara bakışlarını yanında gözleri çoktandır onda olan kadına değdirdi. Kadın ona yeryüzünde yalnızca o varmışçasına bakıyordu. Gözlerinden birçok ifade geçiyordu fakat en şiddetlisi pişmanlık gibiydi.

Bu kadın bir canavara aşıktı.

Kara, harelerini o kadından çekip tekrardan bize çevirdi. İlk önce tek tek hepimizin gözlerine bakıp tekrardan Eflâh'ınkilere mıhladı karalarını.

"Seni ilgilendirenden fazlasına karışma, Asilsoy. Kabul etmekten başka bir yolunun olmadığını ikimizde biliyoruz."

"Bu bir barış olmayacak," diye yanıtladı Eflâh, yazılmayan bir kuralı söyler gibi.

Kara onu başıyla onayladı. "Bu bir barış olmayacak," diye tekrar etti aynı kararlılıkla. "İkimizden biri toprağa girene değin sürecek bu düşmanlık," dedi ismi gibi bir sesle. Yoğun bir endişe yüklendi zaten bir enkazdan ibaret olan bünyeme.

"Ya sen, ya ben."

"Kalkalım mı artık, güzelim?" diye soran Onur'un yorgun sesi oldu beni düşüncelerimin arasından çekip koparan. Altüst olmuş bir çehreyle döndüm yüzüne. Konuşmadan yalnızca başımı salladım.

Eve döndüğümüzde Gülsima'nın salonda olmadığını farkettim. Muhtemelen Eflâh onu yatağına taşımıştı. Salonda oturmuş, sessizliğin gürültüsünü dinliyorduk. Onur gelir gelmez üçlü koltuğa uzanmış ve derin bir uykuya dalmıştı. Üzerini bir battaniyeyle örtüp diğer koltuğa geçip bacaklarımı karnıma doğru çektim. Sağ çaprazımdaki tekli koltukta o vardı. Ne o ne de ben uzun bir müddet tek bir kelime etmemiştik. Bakışlarının yakıcılığını yüzümde ve kalbimde hissetmeme rağmen gözlerimi halının desenlerinden çekmedim.

Kara'ın Eflâh'ın geri dönüşü hakkında söylediklerini düşününce yüreğime yüklenen ağırlığın haddi hesabı yoktu. Amerika'ya gittiğini ve çevresini ondan koruyabilmek için geri döndüğünü söylemişti. Bunun doğruluğundan neredeyse şüphem yoktu. Eflâh'ın o anki vücut dili bunu doğrular niteliğindeydi. Bazı şeylerin su yüzüne çıkması, netlik kazanması kaçınılmaz olmaya başlamıştı. Yine de açığa çıkacak olan her hakikatte canım daha fazla yanacaktı, bunun bilincindeydim. Üstelik bilinçaltımın bana fısıldadığı bazı ihtimaller vardı. O ihtimallerin gerçek olmaması için içten içe Allah'a yalvarıyordum.

Mengene adında yeni bir düşmanımız vardı artık. Kara ile geçici bir süreliğine müttefik olmuştuk o adama karşı. Peki ya sonrasında?

Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp uzun bir süredir sadece beni izlediğini bildiğim yeşillere çevirdim harelerimi. Bana cevap vermeyeceğini bile bile sordum aklımdaki sorulardan bir tanesini.

"Mengene kim?"

Gözlerini kısıp yüzümün her zerresine yeşilleriyle dokundu. Bu, içimde gözlerimi kaçırma isteği uyandırsa da kendime mani olup zor da olsa gözlerimi gözlerinden çekmedim.

"Babamın," dedi tükürürcesine. Herhangi bir cevaba hazırlıklı olmadığımdan kaşlarım hayretle kalktı. "Hapse attırdığı bir adamdı. Artık ondan intikam alamayacağı için bana sardı, haliyle size de."

Parmaklarımı birbirine geçirip aklımdakini söyleyip söylememek arasında kaldım. Anlık bir cesaretle söylemeye karar verip titrek bir nefes aldım.

"Madem onun düşmanıydı," derken 'baban' demekten kaçınmıştım. "O halde iyi bir insan olması gerekmez miydi?"

Dudakları usulca yukarı kıvrıldı. Gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeydi bu yine de hücrelerimi kıvrandırmaya yetmişti.

"O herif de, onun düşmanları da bir pisliğin içinde yaşıyorlardı. Hiçbirinin diğerinden bir farkı yoktu," dedi tok bir sesle.

Bacaklarımı koltuktan aşağı sarkıtıp ellerimi kucağıma bıraktım. Gözlerimi parmaklarıma indirirken bir sonraki soruyu sorabilecek kadar cesaretli hissetmiyordum kendimi.

"Sor," diyen sesle bakışlarımı tekrar Eflâh'a çevirdim.

"Peki Mengene Kara'ya neden düşman?" diye sordum yavaşça. Gözlerimi bir an bile çehresinden çekmedim. Yüzünde oynayan her kas bir cevap olabilirdi. Aniden çatılan kaşları ve kasılan çenesiyle birkaç saniye boyunca grilerimin en içine baktı. Zehirli sarmaşıklar onun gözlerinden uzanıp benim kalbimi sarmıştı sanki. Bana kızıyor muydu? Ne içindi? Peki ya buna hakkı var mıydı?

"Sana onun aynı pislik içerisinde yaşamadığını düşündürten ne?" diye sordu beni iliklerime kadar üşüten sesiyle.

"Sizin aranızdaki mesele başka bir boyutta," dedim başımı iki yana sallayarak. "Henüz ne olduğunu bilmiyorum ama ikinizin arasındaki düşmanlık bambaşka. Bunu Kara'nın gözlerinde gördüm." Benim sakin ses tonuma tezat olarak her kelimemde gözlerindeki ateş harlandı.

"O kadar uzun mu baktın?" diye tısladı dişlerinin arasından. "Ne?" diye fısıldadım kaşlarım çatılırken.

"O kadar uzun mu baktın o itin gözlerine?" diye tekrarladı. Ses tonu yükselmişti.

"Senin aklın başında mı, Eflâh? Ne dediğinin farkında mısın?"

"Neden cevap vermiyorsun?"

Hiddetle ayağa kalktım. Ona bağırmak, haykırmak istiyordum fakat onun saçma hareketleri yüzünden Onur ve Gülsima'yı uyandırmak istemiyordum.

"Sen kendini ne sanıyorsun? Sen kimsin?"

Usulca kalkıp tam karşıma dikildi. Alev alev yanan gözlerini indirip grilerime bakmaya devam etti. Aramızdaki kısacık mesafeyi yok sayıp işaret parmağımı göğsüne bastırdım. Konuşmasına fırsat vermeden ben konuştum. Gerçi, sussaydım da konuşmazdı. Her zamanki gibi...

"Ben söyleyeyim kim olduğunu," diye fısıldadım yutkunduktan hemen sonra. "Sen bana hiçbir şeysin."

O da benim gibi yutkundu. Gözleri göğsüne bastırdığım parmağıma düştü. "Geldiğinden beri hareketlerinle çelişiyorsun, Asilsoy." Derin bir nefes aldım. "Mademki bizi öldürdün, o halde yaptığının arkasında dur. Artık sana nedenini bile sormuyorum, umrumda değil çünkü. Bu saatten sonra ne sen eski sensin, ne de ben eski ben."

Parmağımı çekicince onun da gözleri tekrar grilerimi buldu. "Bu evde durarak, seninle yüz yüze gelerek yeterince gururumu hiçe saydım. Daha fazlasını istemiyorum. Sen de bunu daha da zorlaştırma."

Gözlerim gözlerinden kopup sakalların çevrelediği çenesine düştü. "Mengene ve Kara'yla işimiz bittiğinde gideceğim. Bu sefer engel olmayacaksın," diye mırıldandım.

"Olacağım," diye karşı çıktı tok sesiyle.

Gözlerimi yılmışlıkla yumdum. "Neden?" diye sessizce haykırdım. Gözlerimi tekrar araladığımda tekrar gözlerine mıhladım gözlerimi. Başımı yana eğerek sordum. "Ben senin düşmanın mıyım ki, Eflâh?"

Usulca kalkan sağ elini farkedince kalbim kasıldı. Vereceği cevaptan hem çok korkuyor, hem de delicesine merak ediyordum. Hoş, ne söylerse söylesin yazgım değişmeyecekti. O zalim bir avcıydı, bense yüreği ağzında, ona aşık bir ceylan. Her şeye rağmen son nefesime kadar ondan uzak kalmak için elimden geleni yapacaktım.

"Ağabey? Siz ne zaman geldiniz?" Arkamdan gelen sesle irkilerek o yöne döndüm. Yeni uyandığı için şiş olan gözlerle ikimize bakıyordu. Elimi enseme atıp Eflâh'tan uzaklaştım.

"Sen uyuyakaldıktan kısa bir süre sonra geldiler," diye açıkladım Eflâh'tan hâlâ ses gelmeyince. Gözümün ucuyla ona bakınca durgun bakışlarının hâlâ üzerimde olduğunu gördüm.

"Onur nerede? O gelmedi mi?" Gül'ün ifadesiz tutmaya çalıştığı sesiyle dudaklarımı birbirine bastırıp koltukta uyuyan Onur'a baktım. Gülsima da baktığım yere bakmak adına içeri doğru bir kaç adım atıp bakış açısına giren koltuğa döndü. Bir kolu gözlerinin üzerinde, diğeri karnının üzerinde uyuyordu. Gül'ün gözlerindeki merhamet kırıntılarını görünce buruk bir gülümsemeyle yüzünü inceledim. Aniden geri çekilip önce ağabeyine akabinde bana mahcup bir bakış attı.

"Yarım saatlik işim var dışarıda," diyen tok sesle bakışlarım kapıya doğru yürüyen bedene buldu. Kardeşinin saçlarına dudaklarını bastırırken zehir yeşillerini gözlerime dikti.

"Tamam. Biz de o sırada Âhenk'le yiyecek bir şeyler hazırlarız." Başıyla onaylayıp evden çıkmıştı.

Nereye gittiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Gülsima gelmeseydi ne diye cevap verecekti içten içe çok merak ediyordum. Sonra bunu merak etmemin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini kabullenip zihnimde volta atan bütün düşünceleri görmezden gelmeyi tercih ettim.

Mutfaktayken kısaca Mengene hakkında öğrendiklerimi Gülsima'aya anlattım. Sessizce beni dinlemişti. Şaşırtıcı bir şekilde niçin bizi gördüğünde o vaziyette olduğumuz hakkında bir şey sormadı, ben de hiçbir şey söylemedim.

"Pirinçleri yıkadın mı?" Dudaklarımı büzüp lavabonun içine düşmüş olan pirinç tanelerine baktım. Mutfakta bu pirinçlere uygun bir ilistir bulamadığım için büyük bir kasenin içine doldurduğum pirinçleri süzgeçsiz süzmeye çalışmıştım.

"Hiii! Âhenk bu pirinçlerin yarısı neden lavabonun içinde?"

Suçlu bir çocuk gibi ellerimi arkamda bağlayıp kirpiklerimin altından ona baktım. "İsraf olacak hepsi. Pirinç yıkamak ne kadar zor olabilir ki?"

"Ne yapabilirim, Gülsima? Ben mutfakta tam bir umutsuz vakayım. Elimden bu kadarı geliyor," diyerek kendimi savunmaya geçtim.

Bana ters ters bakmakla yetindi. Gözlerimi kaçırıp mutfağın içinde gezdirdim. "O zaman ben de şey yapayım, şehriyeyi kavurayı-"

"Sakın!" diye aniden sesini yükseltmesiyle yerimde sıçradım. Söz konusu mutfak olunca bambaşka bir insana dönüşebiliyordu. Bunun asla benim beceriksizliğimle bir ilgisi yoktu.

Belki birazcık olabilirdi.

"E ne yapacağım ben o zaman?"

Gözlerini kısıp bir süre beni süzdü. "Salatayı yapabilir misin?" diye kuşkuyla sorunca kocaman gülümsedim. "Evet, onu çok güzel yapıyorum," dedim gururla.

"Eh, en azından onu yapabiliyorsun. Gerçi ondan da şüpheliyim ama."

Gülerek malzemeleri çıkarmaya başladım. Hızlı bir şekilde salatayı hazırlamış, ve sofrayı kurmuştum. O esnada dış kapıdan gelen sesle Eflâh'ın geldiğini anlamıştık. Salondan gelen boğuk konuşma sesler Onur'un da uyandığının kanıtıydı.

"Sofra hazır, Gül'üm."

Kısaca masaya bakıp tekrar önüne döndü. "Yemekler de hazır. Sen git içerdekileri çağır."

Görmese de başımı onaylarcasına sallayıp mutfaktan usulca çıktım. Sağ tarafta olan salon kapısının aralık durduğunu farkettim. Oraya doğru adımlayıp kapıyı aralayacakken konuşmaları duyduğumda kolum havada asılı kaldı. Yaptığım çok kötü bir şeydi, bunun farkındaydım ama yine de kendime engel olamadım.

"Yetmedi mi daha? Vazgeç artık," dedi yorgun bir sesle Onur. Kaşlarım çatıldı, ellerim nedensizce titremeye başladı.

"Vereceğin akla ihtiyacım yok," diyen keskin ses Eflâh'a aitti. Neyden bahsediyorlardı?

"Lan nasıl yok!" Onur'un aniden yükselen sesiyle titredim. Gül'ün duyabileceği bir sesle bağırmamıştı ama yine de reflekse arkamı dönüp mutfağın kapısına baktım. Onur tekrar konuşmaya başladığında oraya dikkat kesildim. Bu sefer daha kısık bir sesle, ama aynı hırsla konuşuyordu.

"Vazgeç diyorum sana. Yoksa planladığın gibi bir ölü değil, iki ölü olacak!"

"Ona bir zarar gelmeyecek," diye tısladı Eflâh. Kimden bahsediyordu?

Onur'un alaylı gülüşü geldi kulaklarıma. Gerçekten çileden çıkmış gibiydi. "Şu halinle ona en büyük zararı sen veriyorsun zaten! Düşmana gerek yok, sen onu zaten diri diri toprağa gömüyorsun!"

Donuk gözlerle kapıya bakıyordum. Zihnimden kalbime bağlı olan bir ip vardı. Ve sanki o ip kalbimi oradan oraya çekiştiriyordu. Yorulmuştum, yorgundum. Bir şeylere anlam yüklemekten, yüklediğim anlamların sonrasında beni yaralamasından, kimliksiz düşmanlardan, Eflâh'tan, herkesten ve her şeyden yorulmuştum. Boşluk içinde kendimi kaybettiğim üç senemin çözümü bu şekilde olmamalıydı. Elimi attığım her taşın altından beni bin parçaya bölen unsurlarla karşı karşıya kalıyordum. Sanırım doğumumdan üç sene öncesine kadarki mutluluğumun kefaretiydi tüm bu yaşadıklarım. O gamsız hayatımın, huzurumun bedelini ödüyordum.

Büyük bir sessizlikten sonra Onur tekrar konuşmaya başladığında ses tonu daha da sakindi. Konuyu değiştirmişti.

"Eva seni aramış ama ulaşamamış. Beni aradı, nasıl olduğunu sordu."

"Eva" diye tekrarladı zihnim.

Eva.

"Ruhum da, kalbim de senden başkasına haram, Gökyüzüm," diyen geçmişteki sesle aynı anda döküldü bu kelimeler dudaklarımdan. Parkeye düşüp de tok bir ses çıkaran benim gözyaşımdı. Elimle yüzümü yokladığımda başka bir damlanın olmadığını farketmek içimi az da olsa rahatlatmıştı. Çünkü onun için akan her damla gözyaşım, kendime verdiğim söze atılmış bir çentikti.

Hani yapmayacaktım bunu kendime?

Yine yenilmiştim kendime ama utanmadan yine en büyük yalanımı söyleyecektim. Bu böyleydi, bir kısır döngüydü: bu sana akıttığım son gözyaşı.

Bahsedilen kadının kim olduğu sorusu zihnimi ve kalbimi meşgul etmemeliydi, ruhum acı çekmemeliydi. Buna hakkımın olmadığı gibi umrumda da olmamalıydı.

Eflâh'ın vereceği cevabı dinlemeden hızla kapının önünden uzaklaştım ve evin ortak banyosuna hızlı adımlarla ulaştım. Lavabonun aynasına baktım dakikalarca. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama Gülsima'nın adımı seslenmesiyle irkilerek kendime geldim. Salondakileri yemek yemeye çağırmak için salmıştı beni. Şüphelenip sorularıyla darlamamalarını umdum.

Gözlerimi yansımamdam çekip avuçlarıma doldurduğum soğuk suyu hızla yüzüme çarptım. Duyduğum birkaç kelimeden bu ruh haline bürünmem beni çok korkutuyordu. Kendime verdiğim sözü hiçe sayıp sabaha kadar, gizli gizli ağlamak istiyordum. Anneme sarılmak, dizlerinde yatıp sessizce gözyaşı dökmek istiyordum. Dedemin mutluluktan bahsettiği o anlara dönmek istiyordum.

Ruhum yerini yadırgıyordu ve bunun tek müsebbibi Eflâh'tı.

Hayır, müsebbibi bendim. Kalbim her atışında hâlâ onun ismini haykırıyordu çünkü.

"Şeker Kız, iyi misin?" Kapının ardından gelen sesle musluğu kapattım.

"İyiyim, geliyorum," diye seslendim. Sesimin normal çıkmasını istemiştim ama ruhumun yorgunluğu sesime bulaşmıştı. Buna mani olamamıştım.

Birkaç dakika sonra banyodan çıktığımda karşı duvara yaslanmış, kollarını bağlamış bedene şaşkınca baktım.

"Neden bekledin? İyiyim ben."

Yaslandığı duvardan ayrılıp bana yaklaştı. Kolunu boynuma dolayıp yavaşça koridor boyu yürümeye başladık.

"Gülsima senin bizi çağırmaya geldiğini söyledi. İyi misin, Şeker Kız?" Sesindeki kuşkunun neyden kaynaklandığını bilmek beni kötü hissettirdi. Onları duymuş olmamdan korkuyordu.

"Dedim ya, iyiyim. Kendimi kötü hissettim bir an sadece. Sanırım biraz tansiyonum düştü. Dün akşamdan beri bir şey yemeyince..." Evet, tansiyonum düşmüştü fakat sebebinin açlık olmadığı yalnızca bende saklıydı.

"Dikkat et kendine. Öğünlerini atlama," dedi bir ağabey edasıyla. Yüzümde oluşan tebessümle ona alttan alttan baktım. Mutfağa girerken, "Dikkat ederim, ağabey," diye fısıldayınca o da kısıkça gülüp dudaklarını şakağıma bastırdı.

Girdiğimiz ilk andan itibaren üzerime düşen bakışların esaretinde olarak sandalyeme yerleştim. Tam karşımda oturan Gülsima bana sorarcasına bakıyordu. Ona göz kırpıp her şeyin yolunda olduğu mesajını verdim. O da rahatlamışçasına nefeslendi. Gül'ün yanında oturan bedene gözlerimi değdirmekten kaçınıp elime kaşığı aldım. Gerçekten de tansiyonum düşmüş olmalıydı, başım hafiften dönüyordu, dışarıya yansıtmamaya çalışsam da kendimi berbat hissediyordum. Titreyen ellerim de cabasıydı.

"Yemeklerin kimin yaptığını sormaya bile teşebbüs etmiyorum. Cevap çok net çünkü," diyen Onur'a dönüp ters ters baktım. Ben suçsuzum dercesine ellerine havaya kaldırdı. "Ama şimdi neden öyle bakıyorsun iki gözüm? Senin mutfaktaki hünerlerini sağır sultan bile biliyor."

"Zıkkım ye," diye tısladım.

Sanki iltifat etmişim gibi, "EyvAllah," diyerek önüne döndü.

"Hiç boşuna kızma ona. Çok haklı," diyen Gülsima'ydı bu sefer kötü bakışlarımın muhatabı. "Pirinçlerin yarısı heba oldu, alt tarafı onları yıkayacaktın," diye hayıflandı. "Âhenk, evleneceğin kişiye şimdiden acıyorum. Yazık olacak adama."

Kaşlarımı çatıp ona ters ters bakmaya devam ettim. "Kalkıp kendi pişirir o zaman, o kadar basit," dedim hırsla. Gül'ün ve Onur'un kahkahaları duvarlara çarpınca gözlerimi kırpıştırarak ikisine baktım. Yanlışlıkla kendime yasak kıldığım gözlerle karşılaşınca durgunlaştım. Gözlerine bakarken zihnime nükseden anılardı buna sebep olan.

"Yine olmadı ya, bozuk bu tarif," diye homurdandım çırpma telini kaldırırken. Dudaklarımı büzüp yaptığım, daha doğrusu yapmaya çalıştığım kekin kıvamına bakıyordum. Nerede hata yapmıştım, anlamıyordum. Tarifte yazanları harfiyen uygulamıştım oysaki.

Belime sarılan kollarla korkuyla sıçradım. "Yine hangi günahsızı azarlıyorsun?" diye boğukça konuştu kokumu içine çekerken. Una bulanan ellerime aldırmadan telefonumun ekranını Eflâh'a gösterdim. "Bozuk bu. Ne yazıyorsa yaptım. Sonuç bu," dedim, keke sanki her şeyin suçlusu oymuş gibi bakarken.

Telefonu tekrardan tezgaha bırakıp arkamı döndüm. Eflâh kollarını benden uzaklaştırınca ona dönmemle tekrardan yerleştirdi. Aynı şekilde ben de kollarımı boynuna dolayıp huzurla gülümsedim. O varken nasıl huzurlu olmazdım ki?

"Peki nereden esti bu kek işi?" Tek gözünü kırptı sorarcasına. Bu hareketiyle tekleyen kalbime uslu durmasını tembihledim.

Dudaklarımı büzüp parmaklarımı ensesindeki saçlarının arasına geçirdim. "Biz şimdi evleneceğiz ya..." Başını eğip alnını alnıma yasladı. Gözlerindeki parıltılar öyle büyüleyiciydi ki, onlar olmasa yaşayıp yaşayamayacağımı sorup duruyordum kendi kendime.

"Hmm, öyle mi yapacağız?" diye sordu kollarını daha da sıkılaştırırken. "Evet, öyle yapacağız," dedim parmağımla dokunduğum nişan yüzüğümü hissetmeye çalışırken.

"Ee? Ne olacakmış biz evlenince," diye sordu muzip bir şekilde.

"Sen yemek yapmayı bilmiyorsun, benim de pratiğim yo-"

"Pratiğin mi yok? Gökyüzüm, ne zaman kabul edeceksin yemek yapmayı bilmediğini?"

"Biliyorum ben bir kere," diye çıkıştım. Dudağının kenarı kıvrıldı, sessizce yüzümü izlemeye başladı. "Biz evleninceye kadar bu işi sökmem gerektiğini düşündüm ben de. Aksi taktirde aç kalacağız."

Alnını alnımdan ayırıp doğrulurken ciddi bir ifadeyle beni onayladı. "Haklısın, aç kalacak gibiyiz bu gidişle." Ona gözlerimi kısıp baktım. Hiç çekinmiyordu tam bir beceriksiz olduğumu ima ederken. "İşte tam da bu yüzden bir aşçıyı işe alacağız."

"Ne?" dedim hayretle. "Hayatta olmaz! Evimizde yabancı birisini istemiyorum, Eflâh. Sen sadece benim sana hazırladığım yemekleri yiyeceksin. Evimizin temizliğini de ben yapacağım."

Dudaklarını alnıma bastırdı. Uzaklaşmadan konuştu. "Yorulursun ama. Ben de işte olacağım çoğu zaman, sana yardım edemem."

"Haklısın," diye mırıldandım kısık bir sesle. "E biz de çok büyük bir evde oturmayız o zaman," diye bir seçenek sundum hevesle.

Dudaklarını tenimden uzaklaştırıp yüzüme baktı. Belimdeki kollarını çözüp büyük elleriyle yüzümü kavradı. Hevesle parlayan gözlerime baktı bir müddet boyunca. "Emin misin?"

"Neden olmayayım? Senin olduğun her yer bana cennet zaten."

Gözlerimi gözlerinden koparıp tabağıma döndüm. Gülsima ve Onur çoktan kahkahalarını durdurmuş, ikimizin arasındaki durgunluğa dikkat kesilmişlerdi. Elimin hâlâ titrediğini farkettim. Yine de yemekten birkaç kaşık almaya denesem de yapamıyordum. Usulca tabağın kenarına bırakıp ayaklandım. Bana dönen bakışlara karşılık vermeden konuştum. "Müsaadenizle ben bugün biraz erken yatacağım. Kendimi biraz bitkin hissediyorum."

"Âhenk, iyisin değil mi? Yüzün kireç gibi oldu."

"İyiyim, Gül'üm. Biraz dinleneyim, geçer." İtiraz etmesine fırsat vermeden çıkmıştım mutfaktan. Ardımdan Onur'un Gülsima'ya bana ısrar etmemesi gerektiğini söylediğini duymuştum. Kaldığım odaya girer girmez sırtımı kapıya yasladım. Gözlerimi yumup sakinleşmeye çalıştım. Kalbimdeki sancı gerçek miydi, emin değildim ama yine de oraya elimi bastırma ihtiyacı hissettim.

Gözlerimi tekrar araladığımda cebimden telefonumu çıkardım. Uzun zamandır aramak istediğim kişiyi aradım.

"Kızım?"

"Babam," dedim özlemle. Sesimin titrememesi için üstün bir çaba sarfetmiştim. Onu endişelendirmek istemiyordum. Bir keresinde onu öz evladının canıyla sınamıştım. Beni kanlar içinde görüp yaşamam için çırpınan bu adama çok şey borçluydum.

"İyi misin? Bir sorun yok, değil mi?" diye sordu. O duygularını belli etmeyi sevmezdi, çoğu baba gibi. Yine de endişesini duyuyordum.

"Merak etme, baba. Gayet iyiyim. Sizi çok özledim sadece," dedim içini rahatlatmak için. Yatağımın kenarına oturup neredeyse kararmak üzere olan gökyüzüne bakmaya başladım. Babamın güzel yüzünü hayal etmeye başladım onunla konuşurken.

"Bir sıkıntın varsa söyle kızım, çekinme."

"Bir sıkıntım yok baba. Annem yanında mı?"

"Bugün fabrikada işler biraz uzadı, kızım. Yaklaşık bir saat sonra anca giderim," dedi.

"Babacığım, kendini çok fazla yormuyor musun sence de?"

"Merak etme yavrum, yakında birisini yerime geçirip ben de yavaştan elimi eteğimi çekeceğim işten güçten. İhtiyarladım artık."

Bir süre daha havadan sudan konuşup kapattık. Onun sesini duymak bana iyi gelmişti.

"Babanla mı konuşuyordun?" Arkamdan gelen sesle korkuyla o yöne döndüm. Az önce benim sırtımı dayadığım kapıya yaslanmış, gözlerini tavana dikmiş öylece duruyordu. Aklım nasıl sessizce içeri girdiğini anlayamayacak kadar karışıktı. Halbuki dakikalardır onun kokusunu soluduğumun da farkındaydım.

"Ne işin var senin burada?"

Gözleri halen beyaz tavana sabitken konuştu. "Bu gece soğuk olacak, kaloriferin ayarını yükselt," dedi sakince.

Bunun için mi gelmişti gerçekten? Bu onu neden ilgilendiriyordu ki? "Sana ne? Ben soğukta uyumayı seviyorum. Şimdi çıkarsan yatacağım," dedim kaşlarımla gitmesini işaret ederken, beni görmediği halde. Yeşil gözlerini sabitlediği yerden ayırıp benimkilere dikti. Hareket eden adem elmasından yutkunduğunu anladım. Dakikalarca baktık birbirimizin gözlerine. Gitmeyecekti, bunu anlamıştım.

Yerimden usulca kalkıp yatağın ondan tarafta olan kısmına, tam karşısına oturdum. Doğrudan gözlerine bakıyordum.

"Konuşacak mısın?" Diye sordum en sonunda pes edip. Ne için geldiğini cidden merak ediyordum.

"Benden tiksiniyor musun?" diye sordu yavaşça.

Hayretle büyüyen gözbebeklerimle şaşkın şaşkın yüzüne bakakaldım.

"Ne?"

"Benim babamı öldürmem," dedi soğuk bir sesle. Benim dile getirmemin canımı yaktığı bir gerçeği o çok kolay söyleyebiliyordu. Üstelik öldürenin o olmasına rağmen. "Bu seni tiksindiriyor mu? Onu öldürmüş olmam seni tiksindiriyor mu?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" diye sordum hayretle. Şu anki sinirine anlam vermek çok güçtü.

"Cevap ver!" diye haykırmasıyla istemsizce yerimde kıpırdandım. Kaşlarım çatılırken birkaç saniye boyunca çılgına dönmüş halini süzdüm.

"Onun ölmüş olması beni etkilemedi. Hele ki sonradan onun hakkında öğrendiklerim..." Gözlerim onunkilerden ayrılıp boşluğa daldı. Bunun için hâlâ bir suçluluk çekiyordum ve buna mani olamıyordum. "Ama senin birisini öldürmen..." Gözlerim tekrar harelerini bulurken bir nebze de olsa sakinleşmiş olduğunu ve dahası pür dikkat beni dinlediğini gördüm. Ama beni bozguna uğratan bunlar değildi.

Sanki ben konuştukça gözleri bana küsüyormuş gibiydi.

"Senin ellerine, gözlerine hatta kalbine yakıştıramadım," diye mırıldandım. Titreyen elimle gözümün önüne düşen saç telimi aceleyle geriye ittim. "Fakat biliyoruz ki bütün bunların ardında başka sebepler yatıyor," diye devam ettim daha güçlü bir sesle. "Ve, Eflâh, ben asla babanı senin öldürdüğüne inanmadım. Bunu sana da söyledim."

Herhangi bir şey söylemeden başını arkaya yasladı. Büyük bir dikkatle yüzümde geziniyordu gözleri. "Hem, anlamıyorum. Varsayalım ki bu sebepten dolayı senden tiksiniyorum. Bu neyi değiştirir?"

Saniyeler aramızdaki uçurumlara uçurum ekledi, canımdan can aldı. "Doğru," derken derin bir nefesle ciğerlerini şişirdi. "Neyi değiştirir ki?"

Başımı eğip alayla baktım. Onun gelgitlerinden bıkmıştım. Bir bakmışım bana zemheri kadar soğuk, sokaktaki taş kadar vurdumduymaz oluyordu. Bazen de kelimeleriyle, gözleriyle bir şeyleri anlamam için bana haykırıyor, baskı kuruyordu. İşin kötüsü de, ben onu anlamaya çalışıyordum. Her şeye rağmen, umutsuzluğuma rağmen inatla onu anlamaya çalışıyordum. Neredeydi gururum? Onu asla affetmeyecek olmam yeterli miydi gururumun incinen yerlerini onarmaya?

"Bıktım, usandım." Dudaklarımdaki acı gülümsemeyi gizleme gereği duymadan bakışlarımı tekrardan gözlerine çevirdim. "Ne olsun istiyorsun? Ben seni anlayamıyorum ki..." diye mırıldandım. Omuzlarım pes etmişlikle çöküverdi. "Eflâh," derken sesim daha güçlüydü. "Neden buradasın?"

"Bana hiç sormadın," dedi aniden alakasızca.

Kaşlarım çatıldı. "Ne?"

Bir süre sessizce yüzümü izledi karanlığın dakikalar ilerledikçe daha da hâkimiyet kurduğu demlerde. Akabinde dudaklarını yavaşça araladı. "Bana bir çok şeyin nedenini sordun, ama neden gittiğimi hiç sormadın." Bir an için kaburgalarımın arasına bir bıçak darbesi yemiş gibi hissettim. "Dedin ya bugün, 'artık nedenini bile sormuyorum' diye," dedi kısık bir sesle. "Hiç sormadın."

"Sordum, sen duymadın," diye fısıldadım duyamayacağı bir şekilde. Bakışlarım kumaşın gizlediği bileklerime kaydı. "Soracak bir şey yok çünkü."

"Yok mu?"

"Yok," dedim keskince.

"Var," diye itiraz etti. Bugün bana ikinci karşı gelişiydi. "'Artık sormuyorum' dedin. Demekki kendi içinde bunu sorgulamışsın."

"Dalga mı geçiyorsun?" diyerek çıkıştım. "Amacın ne senin? Duymak istediğin şey her neyse, unut onu. Asla seni tatmin edecek o cevaba ulaşamayacaksın." Ayağa kalkıp ufak adımlarla tam karşısına dikildim. "Geldiğinde davrandığın gibi davranmaya devam et. 'Umrumda değil' demiştin bana, hatırladın mı?" Bir şey demeden yutkunarak gözlerime bakmaya devam etti. "Yine olmasın. Hoş, olduğunu da pek sanmıyorum ama..."

Kabul etmek istemesem de vurulduğu günden beri bana karşı olan tavırları ve bakışları değişmişti. Bunun farkında olamayacak kadar kör değildim. Sebebi her ne olursa olsun, ilgilenmiyordum. Bütün bu olaylar bittiğinde ardıma bakmadan gidecektim nasıl olsa. Ve ruhumda ondan geriye kalan bütün her şeyi ateşe verecektim. Ruhumu da beraberinde yakma pahasına yapacaktım bunu.

"Uyuyacağım," diye mırıldandım arkamı dönerken. "Git." Karanlık şimdi daha baskındı. Söylediğim şey yalandan ibaretti, uyuyamayacaktım muhtemelen. Yine de içimi yiyip bitiren bütün sıkıntılarımdan kurtulmamın tek yolu buymuş gibi geliyordu bazen. Oysaki en çok karanlık çökünce akıtıyordum içimdeki zehri, en çok o vakitlerde çekiyordum acılarımı.

Kapının aralanıp tekrar kapanmasıyla gittiğini anladım. O gitmişti ama ciğerlerimi kavuran kokusu beni sınamak için benimle kalmıştı sanki. Üstümü değiştirecek gücü kendimde bulamayınca boşverdim. Yorganın altına girmeden penceremden geceyi izleyebileceğim bir şekilde yattım.

Bu koku hâlâ neden gitmiyordu?

"Kalk git sevgili

Gözlerimin içinden

Sök kokunu perdelerimden," diye mırıldandım üç senedir peşimi bırakmayan şarkılardan birini.

 

 

Loading...
0%