Yeni Üyelik
28.
Bölüm

29. Bölüm | O Benim Acılarım

@kalanlarinardindan

Bütün kötülükleri sırtlanmayı ne zaman öğrenmiştin sen, Eflâh?

 

Bölüm Şarkısı: Derinlerde | Cem Adrian & Mark Eliyahu

 

"Nasılsın?"

En dürüst insanı bile yalana sürükleyen bir soruydu bu. Sorması o kadar kolayken, alışkanlıkla "iyiyim" ile cevap vermek de bir o kadar zordu. O alışkanlık ki ne çığlıklar, ne ağlamalar bastırırdı. Basit bir "iyiyim" kelimesiyse örtbas ediyorduk bütün hüzünlerimizi, acımasızca.

Bize bunu kim öğretti?

"İyi değilim," diye fısıldadım bana yabancı gelen grilere bakarken. "İyi olamıyorum."

"Böyle olmasını sen istedin," dedi acımasızca aynadaki kadın. "Şimdi de bedelini ödüyorsun. Bunun böyle olmasından sadece sen mesulsün."

Titreyen parmaklarımla lavabonun kenarına sıkıca tutundum. Görüntü bulanıklaşırken kaşlarım titreyerek çatıldı. "İstemedim," dedim çaresizce. "Onu hâlâ sevmeyi istemedim ben." Kısık bir sesle dudaklarımın arasından firar eden bu sözler yüküme yük olurcasına sol yanıma bir kaya misali oturdu.

Kendi aksime yabancılaşmıştım. Bu sabah da, birkaç senedir olduğu gibi, yine kendime ve bir lanet gibi taşıdığım sevgime olan nefretimle açtım gözlerimi. Günün her saati canıma batıyordu o sevgi ve çaresizlik. Ama en çok geceleri ve sabahları tüketiyordu beni. Geceleri gözlerimi boş olduğunu bile bile bir umuda tutunarak yumuyordum. Bunun hüsranı, sükût-u hayâli en çok sabahları kesiyordu nefesimi.

Bana düşmanına bakar gibi bakan o kadından bir an evvel kurtulmak için avuçlarıma doldurduğum soğuk suyu hızla yüzüme çarptım. Bunu birkaç defa tekrarladıktan sonra başımı kaldırdım. Bana tiksinircesine bakan kadının bakışları gitmiş, yerine ruhsuzca bakan griler gelmişti.

"Âhenk, her şey yolunda mı?"

Gülsima'nın sesini duyunca birden irkildim. Hâlâ akmaya devam eden suyu kapatıp yüzümü kurulama gereksimi duymadan banyonun kapısını araladım. Karşımda bana endişeli gözlerle bakan arkadaşımı görünce zoraki bir şekilde tebessüm sundum ona. Bu durumla ne kadar da çok karşı karşıya gelir olmuştum. Benim için gereksiz yere endişenlenmemeleri gerekirdi.

"Uzun zamandır çıkmayınca merak ettim," diye açıkladı kendini. Sıcak elini kaldırıp alnıma koydu. "Sanki biraz ateşin var gibi senin. Ben en iyisi gitmeyeyim," diye hızlı hızlı konuştu.

Tekrar eve dönmemek için sunduğu bahaneye gülmeden edemedim. Koluna girip onu salona doğru sürükledim. "Benim ateşim falan yok. Bana daha çok gitmemek için bahane arıyormuşsun gibi geldi," dedim imayla.

İtiraz etmedi. Onun yerine bir çocuk gibi surat asıp bir şeyler mırıldandı. "Gül'üm, biliyorsun, teyzemin şüphelenmemesi lazım."

Hiçbir şey söylemeden huysuz ifadesiyle salona girdi. Bir tek Onur'un olduğu salonda ilk defa bir televizyonun olduğunu farketmiştim. Onur her ne kadar televizyona bakıyor gibi görünse de, gördüğü şeyler bambaşkaydı. Çok düşünceli, çok dalgındı son zamanlarda. Gülsima hırsla Onur'un yanına oturup söylene söylene elindeki televizyon kumandasını çekip aldı. Onur derin bir uykudan uyanır gibi irkilip çatık kaşlarla yanındaki kadına baktı.

Bense omzum kapının pervazına yaslı bir biçimde onları izliyordum.

"Ne anlıyorsanız sanki şu maç saçmalığından. Hayır yani maç bile değil, yorumu. Her gün aynı şeyler, bıktım artık," diye sinirle söylenmeye devam eden arkadaşıma şaşkın gözlerle bakan Onur'a istemsizce kıkırdadım. Aslında bu evde ilk defa televizyon açılıyordu ve Gül'ün sanki her gün spor programı izleniliyormuş gibi tepki vermesi komikti.

Onur korku dolu gözlerle bana baktı. "Bu kaçık yine neye böyle sinirlendi, Şeker Kız'ım?" diye fısıldarken aslında o kadar da sessiz olmadığını anlaması uzun sürmemişti.

"Ah! Ne vuruyorsun kızım ya. Beyin sarsıntısı geçirdim yeminle."

Gülsima Onur'un kafasına şiddetle vurduğu kırlenti diğer koltuğa attı. "Sensin kaçık, düzgün konuş!"

"E ama doğruları söyleyince de hemen kızıyorsun! Az önceki hareketinle kaçık olduğunu kanıtlamadın mı sen şimdi?" Hâlâ yangına körükle giden arkadaşım Gül'ün gazabına uğrayacaktı, haberi yoktu. Onur ile göz göze gelince ona "bittin sen" bakışları atıyordum. Aniden durulup sertçe yutkundu. Başını ovaladığı yerde donup kaldı. Korka korka tekrar Gülsima'nın bulunduğu tarafa bakınca sonunu kendi gözleriyle de görmüş oldu.

"Hiç şakadan da anlamıyorsun ha," dedi tedirgin bir gülümsemeyle Gülsima'ya bakarken. Ben onun Onur'un üzerine çöküp haşat etmesini beklerken hiç ummadığım o şeyi yaptı. Etini çimdikledi. Bunu öyle bir kuvvetle yaptı ki zavallı arkadaşımın bağırmamak için kıpkırmızı kesildiğini gördüm. Yüzümü acıyla buruşturdum. Sanki benim koluma yapılıyormuş gibi irkildim.

"Ulan zalımın kızı, çürüttün kolumu çürüttün!"

"Oh! Sana müstahak. Gördün mü şimdi nasıl kaçık olunurmuş?"

Onur kızardığına hatta morardığına emin olduğum kolunu ovalarken Gülsima'ya ters ters bakmayı ihmal etmiyordu. Her şeye rağmen gözlerinin içerisindeki sevgi yıldızlarını ben görebiliyordum. Gül de görebiliyor muydu?

"Siz hâlâ çıkmadınız mı?"

Tam ardımdan gelen sesle damarlarımdaki kanın birkaç saniye akmadığını hissettim. Nasıl bir dalgınlık içerisindeysem her zaman ondan önce gelen kokusunu bu defa duymamıştım. Tabii varlığını idrak ettiğim o ana kadar.

Bedeni tam arkamdaydı. Nedense dönüp yüzüne bakmak her zamankinden daha zordu bugün. Farklı bir tadı olan bir kırgınlığı taşıyordu kalbim. Eğer yüzüne bakarsam anında gözlerim kendilerini ele vereceklermiş gibiydiler.

Ondan uzaklaşmak adına dakikalardır eşiğinde dikildiğim kapıdan içeri girdim. Onur'un yanına sokulunca o da kolunu kaldırıp omzuma attı. Eflâh'ın ateş saçan bakışlarını hissediyordum. Umrumda mıydı? Asla.

"Ağabey ya, gerçekten gitmek zorunda mıyım?"

"Bunu konuştuk Siyah Gül'üm. Artık daha fazla ısrar etmesen mi?" derken sesi uyarıcıydı.

Gözlerim odanın boş duvarlarında dolanırken aklımda binlerce soru dolaşıyordu. İçlerinden birisini hatta en büyüğünü yakalayıp sorguladım. O neredeydi kaç saattir?

Sinirle dişlerimi sıktım. Bana neydi? Nereye gitmişse gitmişti, beni alakadar etmemesi gerekirdi.

"Tamam," dedi bıkmış bir sesle Gül. "Siz kazandınız. Gidelim bakalım ne olacaksa. Ama uyarıyorum, aradığım zaman cevap vermezseniz Süheyla anneye her şeyi ispitlerim."

"Kuzu kuzu kabullenecek değildin ya tabii," diye mırıldandı Onur ağzının içinde. Ama maalesef Gülsima da dahil olmak üzere hepimiz duymuştuk. Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Onur bugün battıkça batıyordu. Ya da 'battı balık yan gider' hesabı, yeri gelmişken aklındakileri bir bir döküyordu. Esaslı bir trip çekecekti haberi yoktu.

Onur, Gül'ün çok içten bakışlarını görmezden gelip kolunu omzumdan çekip usulca ayaklandı. "O halde çıkalım bakalım," diye iç çekti. Gerginlikten kaçmak için her şey normalmiş gibi davranıyordu, bu zekiceydi. Ama gerginliğin âlâsını az sonra görecekti.

Gülmemek için kendimi sıkma çabalarım arkadaşlarım evden ayrılınca kayboldu. Çünkü tam da o an bu küçük evde Eflâh ile baş başa kaldığımız beynime dank etti. O çoktan kız kardeşinin kalktığı yere kurulmuştu bile.

Gözlerim bana direnmeye devam etti dakikalarca. Her uzvum ona yönelmek isterken kendime engel koymam kendimi bana kırdırıyordu. Ne tuhaftı... Halbuki her zerremin ona küs olduğundan o kadar emindim ki...

Bu sefer gözlerime izin verdim. Grilerim onun bedenini bulması bir saliseyi bile bulmadı. Gözleri ben de olsa da gördüğü ben değildim. Bu kadar düşünceli olması beni şaşırtmıştı. Aklına takılan bir şeyler olmalıydı. Belki de bunun birkaç saattir ortadan kaybolmasıyla bir ilgisi vardı, bilemiyordum. Eva denen kadınla mı ilgiliydi yoksa? Kaşlarım hızla çatıldı. Yine kendi kendime saçmalıyordum. Hem, bana neydi ki?

"Yine kendi kendine neye sinirlendiğini merak ediyorum," diyen sesiyle gözlerim hızla yeşillerini buldu. Üzerindeki durgunluk yerli yerindeydi fakat dudağının kenarındaki ufak kıvrım sesi gibi alaycıydı.

"Kendi kendime sinirlendiğimi nereden çıkardın?" diye sorarken kaşlarımı kavislendirdim. Dudağındaki o kıvrım biraz daha derinleşince kalbimin teklediğini hissettim. Gözlerimi hızla kaçırıp tekrardan zehirleriyle buluşturdum.

"Kendi kendine sinirlenmediysen o zaman ben seni sinirlendirmiş olmalıyım," diye mırıldandı keyifle.

"Sen neden sürekli kendini bu kadar önemsiyorsun? Ben sinirli değilim. Ayrıca bende olacak hiçbir duygunun sebebi olamazsın sen," diye keskin bir şekilde konuştum. Öfkelenmesine, hatta bakışlarının soğuklaşmasını, bağırıp çağırmasını bekledim. Hiçbiri olmadı.

Gözlerini benimkilerden ayırmadan başını koltuğa yasladı. Onda bugün bir gariplik vardı. Dün konuştuklarımızla bu durgun halinin bir ilgisi olduğunu sanmıyordum. Peki o zaman ne olmuştu?

"Sen neden böylesin?" Sorum hem beni hem de onu afallattı. İlk defa... Ona ilk defa böyle bir soru sormuştum. Dişlerimi dudağıma bastırdım refleksle. Ah! Asıl ben neden böyleydim?

Onur'un battı balık yan gider hesabıyla kendimi açıklamaya başladım. "Yani bugün biraz düşünceli gibisin de, o yüzden..."

Yine gülümsedi.

"Beni merak ettiğini bu kadar belli etmene gerek yok, ben zaten biliyorum," dedi kibirle.

"Mengene ile ilgili bir gelişme mi var yoksa diye soracaktım aslında," dedim sakince. Olağan üstü bir tepki göstermediğim için kendimi ariyetten tebrik edecektim.

Yüzündeki ifadenin değişmesinden doğru noktaya parmak bastığımı anlamıştım. Gözlerini yumup sessiz kaldı. İstemsizce yerimden doğruldum.

"Eflâh, Mengene'den haber mi var?" Hiçbir tepki vermeden duruyor oluşundan anlamıştım, bir şeyler olmuştu. "Benden hiçbir şeyi gizleme artık. Söylesene, ne oldu? Kara'yla mı buluştun yoksa?"

Aniden zehir yeşili gözlerini açıp hızla doğruldu. Ruhumu üşüten bir soğuklukla baktı gözlerime.

"Şu şerefsizin adını ağzına alma diye kaç kere demem gerekiyor, Âhenk?" diye dişlerinin arasında tısladı. İstemsizce gözlerimi devirdim. Buna cevap verip tekrar saçma sapan bir tartışmaya girmek istemiyordum.

"Bir şeyler dönüyor ve bunları benden saklıyorsun. Hepimiz tehlikedeyiz ve sen benden her ne gizliyorsan bana söyleyeceksin," diye her kelimemi sertçe vurguladım. "Seni dinliyorum."

"O itleydim, evet," dedi aniden. Söylediklerimi ciddiye alacağına açıkçası hiç ihtimal vermiyordum.

"Neden?"

Dirseklerini dizlerine yaslayıp suratını sertçe ovaladı. Tam da tahmin ettiğim gibi, canını ziyadesiyle sıkan bir şey olmuştu. Kaşlarım çatık, bütün dikkatim söyleyeceklerindeydi.

"Babanın fabrikasında ufak çaplı bir yangın olmuş."

Duyduklarımla hızla ayağı kalktım. Endişe çoktan kalbimi bir kanser gibi kuşatmıştı. "Babam..."

"Merak etme, o iyi," dedi gözlerime bakarak.

Hangi ara kalbime bastırdığımı bilmediğim elimi rahatlamış bir şekilde indirdim. O iyiydi. Bir anda bünyeme yüklenen aşırı endişeden dolayı bacaklarım beni taşıyamayacak gibiydi. Kendimi ağır ağır koltuğa bıraktım.

"Herhangi birine zarar geldi mi?" Diye sordum tedirginlikle. Alacağım cevaptan ölesiye korkuyordum. Gözyaşlarım çoktan usulca akmaya başlamıştı.

Eflâh ıslanan yanaklarıma bakıyordu. Çenesi gittikçe kasılıyordu. İçime köklerini salan korku hız kesmeden büyüyordu.

"Eflâh," diye fısıldadım umutsuzlukla.

"Yangına hemen müdahale edildi. Fakat işçilerden biri ölmüş," dedi nefretle. Ve sanırım nefretinin muhatabını biliyordum.

"Kara'yla olduğunu söylemiştin. Eflâh, yani..." Aklıma geleni dile dökmek öyle zordu ki.

"Evet, Mengene şerefsizinin işi."

"Bundan emin misin?" diye sordum kısık bir sesle. Sırf gözdağı vermek için masum bir cana kıyacak kadar cani miydi gerçekten de bu adam?

"Kara'dan aldım haberi. Her ihtimale karşı incelemeye gittik. Fabrikanın yolunun karşısındaki duvarda kendi işaretini çizmiş ya da çizdirmiş, şerefsiz."

Aklım almıyordu. Hangi kin, hangi nefret bir insana bunu yaptırabilirdi ki? Bir insan vicdanını nasıl öldürebilirdi?

"Babamla konuşmam lazım," diye mırıldandım yanaklarımı elimin tersiyle kurularken. Ayaklanmak üzereyken bileğimi tutan soğuk parmaklarla Eflâh'a döndüm.

"Şimdi olmaz. Ayrıca haber henüz yayılmadı bile. Senin bundan haberin olduğunu öğrenirse bir şeylerin ters gittiğini anlar. O akıllı bir adam, Âhenk. Babanı endişelendirme." Söylediklerinde kesinlikle haklıydı. Muhtemelen zaten kahrolmuştur, bir de benim için endişe etmesini istemezdim.

Bir süre sessizliğe ikimizde ihanet etmedik. Olanlar çok ağırdı. Bazen kaldıramayacak gibi hissediyordum. Ve biliyordum ki şimdiye dek öğrendiklerim ve yaşadıklarımın yanı sıra daha ağırlarıyla karşı karşıya kalacaktım. Benden ve Gülsima'dan saklananlar vardı. Bu patlamaya her an hazır olan bombadan herbirimiz büyük yaralar alacaktık, bundan emindim.

"Polisler o işareti fark etmediler mi?" diye sordum kısık bir sesle bir müddet sonra. Yüzüne bakmıyordum. Gözlerim karşımdaki televizyonun ekranındaydı. Parmakları hâlâ nabzımın üzerindeydiler fakat tutuşu sıkı değildi. Elimi neden ondan uzaklaştırmadığımı ben de bilmiyordum. Sadece soğuk parmaklarının onun açtığı izlerin üzerinde dolaşmasını istemiştim. Hem belki o zaman sızısı geçerdi. Belki...

"Herkes bunun bir kaza olduğunu düşünüyor," dedi ifadesiz bir sesle. "O şerefsiz işaretini özellikle fabrikanın duvarlarına değil de tam karşısına çizdi. Sadece bizim anlamamız için yaptı."

Kaşlarım çatılırken başımın ne kadar ağrıdığını farkettim. "İyi ama Eflâh, yangını onun çıkardığını polislere söylersek ondan kurtulmuş oluruz. O da cezasını çeker böyleyece."

Nabzımı okşayan parmakları bileğimden usulca ayrılınca içimde oluşan boşluk hissi beni rahatsız etti. Bu hareketiyle bakışlarım benden bağımsız onun sert çehresini buldu. Alnına dökülen kıvırcık tutamına takıldı kalbim.

"Bu o kadar basit değil, Gök-" dediğinde kalbime nasıl bir yükü bindirdiğinden bihaberdi eminim. Yeşilleri kasılan yüzümde dolaştı birkaç saniye boyunca. Adem elmasının hareket etmesiyle bakışlarım istemsizce oraya düştü.

"Gökyüzüm," dedi geçmişimden bir ses. Öldürdüğüm geçmişimden. Öldürdüğü geçmişimden.

Grilerimi ondan alıp parmaklarıma indirdim.

"Elimizde kanıt yok. Bu işaret yeterli bir kanıt değil. Şimdilik kısa bir süreliğine sessiz kalacağız." Bir şey söylemeden başımla onayladım.

Bir gün bütün bu belalardan kurtulacaktık. Her şey bittiğinde ben de bütünüyle bitecektim. İşte o zaman gerçekten gidecektim. Bunun düşüncesi bazen nefesimi daraltıyordu. Fakat neden? Üç yıldır ben bu adamı içimde bitirmiştim bile, o halde bundan sonra ondan uzakta olmak bu kadar zor olmasa gerekti. Olsa bile, artık ne fark ederdi ki? Başka türlüsü bundan böyle mümkün değildi. Kalbime yakın olan yüzük ağırlaşmıştı sanki.

Haylaz harelerim yine benden izinsiz onu buldu. Boş bakan gözleri ellerindeydi. Kahretsin ki onu ezbereydim ben ve şu an aklından geçenleri biliyordum. Kendini yitip giden masum canın müsebbibi olarak görüyordu. Bütün kötülükleri sırtlanmayı ne zaman öğrenmiştin sen, Eflâh?

Kendi ellerinde gördüğü kandı. Benim sevdiğim adama katil sıfatını yakıştırdığı için de nefret ediyordum ondan. Bunu ona söylemeyecektim yine de.

"Kendine katil muamelesi yapmaktan vazgeç artık, Eflâh!" diye tısladım. İrkilmesine rağmen yüz ifadesi hâlâ sabitti. Onun bakışlarının altında salonun çıkışına doğru yürümeye başladım. "Senin öldürdüğün bir tek benim ruhum, müsterih ol," diye mırıldandım fakat duyduğunu biliyordum.

Aklıma gelenle bir an adımlarım sekteye uğradı. Omzumun üstünden benliğimi altüst eden gözlerine baktım. "Bu gece fabrikaya gidelim. Güvenlik kameralarını araştıralım. Boş oturmakla bir yere varamayacağız."

Dudağı yine usulca kıvrıldı. "Güvenlik kameralarını devre dışı bırakmadan bu tür bir işe kalkışacak kadar çömez olduğunu düşünmüyorum," dedi alayla.

"Hiçbir şey kusursuz değildir," dedim sertçe. Ses tonu sinirlerimi bozmuştu. "Mutlaka bir yerde bir açığı vardır ve bunu boş boş oturarak bulamazsın."

Herhangi bir şey söylemesine fırsat tanımadan hızlı adımlarla odama yöneldim.

Sanırım her şey yeni başlıyordu.

***

Hiç baharı görmeden kaç bahar eskitmişti sevdası, saymayı bırakalı çok oluyordu. Yalnızca karanlığı yaşamıştı yıllardır. Baharı özlemiyordu, yine de içinde tarifi imkansız bir sancı vardı. Çünkü karanlık onu hâlâ benimsememişti. Derin bir iç çekti. Umutsuzca karanlığa sevdalıydı, Ecmel. Ama bir kere görseydi o karanlık, onun için bütün renklerinden vazgeçtiğini, belki de basardı onu bağrına.

Neyseki beklemeye bağışıklık kazanmıştı. Hiç gelmeyecek olanı.

Her girdiğinde kalbindeki okyanusu dalgalandıran o odanın önündeydi dakikalardır. Girmekte çekinmiyor, tereddüt etmiyordu aslında. Fakat nedenini bilmediği bir şekilde ayakları o eşikte mıhlanmıştı sanki.

O, eve geleli neredeyse bir saat olmuştu. Ona bir kez bile bakmadan merdivenlere tırmanmış, kendisini odaya kapatmıştı. Ecmel de sessiz kalmayı tercih etmişti. Dakikalar boyunca Kara'nın merdivenlerde bıraktığı görülmez izleri izlemişti. Yorgun gibiydi, adam. Kendisi de yorgundu.

Bitkin vücudu Kara'nın kapısına kadar taşımıştı onu ve dakikalardır gözleri kapıda öylece dikiliyordu.

Tekrar derin bir iç çekti. Soğuk parmakları demir kulpu sıkıca kavradı ve usulca indirdi. Kapı sessizce aralandı ve solurken bile özlediği o koku ciğerlerine nüfuz etti. Bir an gözlerini yumacağını düşündü ama yapmadı.

Oradaydı. Tahmin ettiği gibi uyumuyordu. Kara gözleri tavanda, öylece uzanıyordu. Daha fazla hareketsiz durmayı reddedip kapıdan içeri usulca süzüldü. Yatakta yatan bedene doğru yürürken hem hüznü hem de huzuru uç noktalarda yaşadığını hissetti. Kazağının ucunu çekiştirmeye başladı. Bir yandan da nedenini bilmediği bir gerginliği misafir ediyordu bedeni.

Kara'nın gözleriyse hâlâ tavandaydı. Kadının geldiğini farketmişti ama yine de hareketsiz kalmayı tercih etmişti.

"Yine Mengene'nin işi, değil mi?"

Kara çatık kaşlarla Ecmel'e döndü nihayet. Nereden bildiğini sorguluyordu bakışları. Ecmel umursamazca omzunu silkti. "Artık adamlarından bir şeyler öğrenmek pekte zor olmuyor," diye mırıldandı şımarıkça. Tekrar tavana dönen kara gözlerde takılı kaldı bir an hareleri. Ve de kalbi...

Adamın vereceği tepkiyi önemsemeden bedeninin üzerinden yatağın diğer kısmına geçti. Bunu yaptığı için yanaklarına pompalanan kanı da umursamadı. Artık içinden geldiği gibi davranmak istiyordu.

Kara'nın vücudunun kasılmasından anlamıştı onun şaşkınlığını. Yine de geri adım atmaya niyeti yoktu. Sadece onun için alıyorsa her soluğu, o halde neden aralarındaki duvarları aşmaya çalışmıyordu ki?

Başını sevdiğinin omzuna koyup tıpkı onun gibi tavanı izlemeye başladı. Her gün parçalara bölünüyor, her günün akşamında kırıkları bizzat kendi toplayıp birleştiriyordu. Ve bunu bıkmaksızın, her seferinde tekrarlıyordu. "Onu sevmek kendini parçalara ayırmak, daha sonra yine parçalanacağını bilip tekrar toparlanmak," diye düşündü.

Bir süre boyunca odada yalnızca ikisinin aldıkları nefes sesleri vardı. Ecmel, gözlerini yummuş, başını daha çok yerleştirmişti Kara'nın omzuna. Aklına gelenlerle yüzünde engel olamadığı bir gülümseme peyda oldu. "Aklına gelir miydi Eflâh Asilsoy'la sırt sırta verip bir düşmanı alt etmeye çalışacağın," diye alayla mırıldandı. Saçlarının arasına yayılan sıcak nefesle nefesi kesildi bir an, gülüşü soldu. Bazen öyle şeyler yapıyordu ki ona, "Keşke," dedirtiyordu. İçine dünyayı sığdırabileceği bir keşke.

"Onun adını anma," diyen sesi saatler sonra ilk defa duymasıyla gülüşü tekrar dirildi. Vücudunu yan çevirip adamın bedenine iyice sokuldu. Başını kokusunun mabedine yaslarken ne kadar üşüdüğünü hissetti. Uykusu da vardı hem.

Kara'nın bedeninin kasılmasından şaşkınlığını anlamıştı. Umrunda değildi.

"Uyumak istiyorum, Kara," diye mırıldandı uykunun çoktan hüküm sürmeye başladığı sesiyle. "Çok yorgunum, yorgunuz." İkisinin arasında kalan kolunu kaldırıp adamın göğsüne yasladı. Avucunun altında atan kalbi hissedince "Çok seviyorum," diye fısıldadı yalnızca kendisinin duyabileceği bir sesle. "Sen de yorgunsun, uyuyalım. Olur mu?"

Cevap vermesini beklemiyordu elbette. Fakat ona kollarını dolamasını da bekliyor değildi. Sevinçle daha çok sokuldu. Artık üşümüyordu.

Sol gözünden boynuna kadar süzülen bir damla gözyaşına engel olmadı.

Yanında olmasına rağmen iliklerine kadar hissettiği hasreti bir gün dinecek miydi? İnancını yitirmek üzereydi. Bunun bir önemi de yoktu aslında. Onu yanındayken bile özlemeyi seviyordu. Ya hiç yanında olmasaydı?

"Daha 'ölü' bir ölü olurdum," diye cevapladı kendini içinden.

Daha "ölü" bir ölü.

***

Ciğerilerimi havayla doldurup gözlerimi kıstım. Neredeyse günlerdir uykusuz olmama rağmen kendimi tuhaf bir şekilde dinç hissediyordum. Bunun hissettiğim heyecanla bir ilgisi olduğunu düşünüyordum. Heyecanım beni diri tutuyordu. Elim benden bağımsız bir şekilde saçıma ulaşıp serbest bıraktı. Sol yanağımda hissettiğim karıncalanmayla gözlerim yeşilleri buldu. Benim aksime sakin görünüyordu ama bunun yalnızca görüntüden ibaret olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordum onu. En az benim kadar gergindi o da.

Harelerim tekrar bulunduğumuz karanlık sokağa dönünce bile bana baktığını hissedebiliyordum. "Nerelere bakacağız?" diye sordum saçma sessizliği bozmak adına.

Kısık sesli gülüşünü duyunca istemsizce tekrar ona döndüm. "Bir planın varmış gibi konuşuyordun oysaki," dedi kaşlarını alayla kaldırıp. Uzun zamandır bu şekilde konuşmamıştı benimle. Mazi canımı yakıyordu.

Gözlerimi tekrar ön cama diktim.

"Gerçekten kameraları bozmuş mudur ki?" diye sordum bir umut. Aslında bu sorunun cevabı netti. Bir şekilde fabrikaya girebilmiş ve yangın çıkarmıştı bu adam. Elbetteki işini garantiye almış olmalıydı. Oflayıp başımı koltuğa yasladım.

"Bu sorunun cevabını sen de iyi biliyorsun," dedi benim gibi yaslanarak. Hâlâ bana bakıyordu.

"Aklım almıyor, Eflâh. Elini kolunu sallayarak içeri girmeleri imkansız. Hadi girdiler diyelim, nasıl farkedilmezler? Hepsini geçtim, güvenlik kameralarının bulunduğu oda çok iyi korunuyor. Babam bu konuda çok titiz biridir. İki kişi dışında hiç kimse giremez o odaya. Sadece babamın ve güvendiği bir adamın bildiği şifreyle korunuyor o oda." Bakışlarım onu bulduğunda kaşlarının çatık olduğunu gördüm. "Bu imkansız, Eflâh."

Bir müddet yeşilleri yüzümde, akabinde salık saçlarımda gezindi. Aklına gelenler her neyse canını sıktığı kesindi. "O bahsettiğin adamı tanıyor musun?"

"Evet," dedim kaşların onun gibi çatılırken. "Eflâh, babam zor güvenen bir insandır ve o adama gerçekten güveniyordu. Hatta birkaç defa bizimle akşam yemeği yemişliği de var. O olamaz."

"Adını biliyor musun?" diye sordu saydıklarımı duymazdan gelip. Bıkınca gözlerimi devirdim. "Sami Çelik," dedim aynı tavırla. "Ondan şüphelenmek tam bir vakit kaybı, Eflâh."

"Az önce kendin de söyledin, o güvenlik odasına ulaşmak imkansız diye. Baban silmiş olmayacağına göre, geriye başka bir seçenek kalmıyor," dedi net bir tavırla. Bu saatten sonra ne söylersem söyleyeyim durmayacaktı, bunu biliyordum.

"Peki ne yapacağız?"

Yeşilleri fabrikaya döndü. "Adamı bulup ağzını arayacağız."

"Bunun bize bir yararının dokunacağını sanmıyorum," dedim omuz silkerek. "Sonuçta Mengene'yi tanımıyordur muhtemelen."

"Bir yerden başlamak gerekiyor diyen sendin," dedi alayla. Gözlerimi devirsem de hak veriyordum.

"Aklıma takılan başka bir şey daha var." Sessizce gözlerime bakmaya başladı. Dudaklarımı dilimle ıslatıp olduğum yerde gergince kıpırdandım. "Neden Kara'dan yardım istemiyoruz? Hani ortak düşmanımızdı bu Mengene denen herif?"

Kara ismini andığım için alev alan gözleri cümlemin sonuna doğru alayla parıldadı. "Çünkü biz onu hapse tıkacağız. Kara itinin cezalandırma anlayışı farklı," diye açıkladı şaşırdığım bir sakinlikle.

"Onun birisini öldürmesi bizi ilgilendirmez ki, neden bu kadar sıkıntıya girmeyi tercih ediyorsun?" Elbetteki kim olursa olsun insan öldürmekten yana değildim. Herkes cezasını kanunlarca çekmeliydi. Aksi taktirde herkes kafasına göre bir yasa uydurup onu uygulardı. Düzeni koruyabilmek adına kanunlara uymak önemliydi. Hoş, bazı ceza kanunları kimisine ödüldü ama sabretmemiz gerekiyordu. Eflâh'ın vereceği cevabı merak ediyordum.

"Güvenmiyorum çünkü," diye sorumu yanıtladı hiç teklemeden. Tekrar ifadesizliği bir zırh gibi kuşanan yeşilleri artık beni korkutmuyordu. Sanırım buna alışmıştım. "Üzerimize kalma ihtimalini gözardı edemem." O her ne kadar güvenmediği için olduğunu öne sürse de içimden bir ses sebebinin çok başka olduğunu söylüyordu.

"Öyle olsun bakalım," diye mırıldandım inanmadığımı belli ederek. Her şey o kadar ani, o kadar fazla gelmişti ki patlamam yakındı. Kara'yla olan düşmanlığı sindirememişken bir de Mengene diye bir sıkıntı çıkmıştı başımıza. Üstelik tek sindiremediğim bu değildi, beni ve ailesini terk eden adam yıllar sonra tekrar dönmüştü. Gerektiğinden daha sakindi tepkilerim ve bunun şaşkınlık ve hayretten olduğunun bilincindeydim. Tek temennim kalbimin fazla hasar almamasıydı. Çünkü hiçbir şey olmamış gibi davranmak göründüğü kadar kolay değildi. Beni düşünen bir ailem vardı. Kendim için olmasa bile onlar için iyi olmalıydım. Ya da öyleymiş gibi davranmalıydım.

Her hangi bir tepki vermeksizin arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. İçimde bastıramadığım bir ses bana sürekli onunla aynı arabada baş başa olduğumuzu hatırlatıp duruyordu. Geçen zaman öyle çok inanadırdı ki beni bunun imkansızlığına, böyle basit bir şeyde bile afallıyordum istemsizce. Daha sonrasında da Eflâh'ı yok etmeye çalışan tarafımın öfkesine göğüs germek durumunda kalıyordum. En çetin savaşım kendimle olanıydı, şüphesiz.

Sessizliği misket gibi dağıtan melodiyle gözlerim ekranı buldu. Gördüğüm isimle kalbime milyonlarca iğne girmiş gibi hissettim. Başımı cama doğru çevirip cevaplamasını bekledim. Ama yapmadı. Onu görmesem de yeşillerinin üzerimde gezindiğini biliyordum. Neden açmamıştı ki? Yoksa varlığım onu rahatsız mı etti? Benim yanımda konuşamayacağı kadar özel birisiydi belli ki.

Eva...

Neden nefes almak zulümmüş gibi hissediyordum? Belli ki bazı şeyleri hâlâ içinde yaşatan sadece bendim. Onda benim zerrem bile kalmamıştı. Zaten aksi olsaydı beni öldürmek pahasına gider miydi? Gitmişti çünkü onda zaten her şey bitmişti. Ya da belkide hiç başlamamıştı.

Uyumalıydım. Gözlerimi yumdum. Bu sefer gerçekten uyumalıydım çünkü başka türlü nasıl bu duyguya kayıtsız kalınır bilmiyordum. Gerçi bunun da pek bir işe yaradığı söylenemezdi. "Ben seni uykumda bile özlüyordum ki," diye fısıldadım sadece kendimin duyabileceği bir sesle.

Bir gün hasretimi bilecek diye ödüm kopuyordu.

Hiç bilemeyecek olması da en büyük korkumdu.

Onu sevmek kendimle çelişmekti, bunu kendime hep hatırlatıyordum. En çetin savaşım kendimle olanı demiştim. Onu sevmek kendimle savaşmaktı.

***

Zemheri...

Vücudumu sarıp sarmalayan, beni bağrına basan zemheri değilse bile onun kadar soğuk ama onun kadar da güvenliydi. Güven sıcaklığındaydı.

Uykuyla uyanıklık arasında sıkışıp kalmış olan bilincim sarmalanmış bedenimi uykulu gözlerle seyrediyordu. Aynı zamanda da bu kavuşma hissinin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.

Aşağı doğru salınan saçlarımın açığa bıraktığı boynumda sıcak bir nefesin dolaştığını hissettiğimde kaşlarım belli belirsiz çatıldı. Anlamsız mırıltılar huysuzca dudaklarımın arasından firar etti. Ne dediğimi de kime dediğimi de bilmiyordum.

"Uyu," diyen boğuk sesin sahibi başıma baskı uygulayıp özlem duyduğum kokunun yoğun olduğu bir yere sığınmamı sağladı.

"Eflâh," diye fısıldadım manasızca. Neden durup dururken bu isim firar etmişti ki ağzımdan? Belli ki ben her ne kadar onu tanımamakta ısrar etsem de, kalbim dile gelip onu anmaktan asla vazgeçmeyecekti. Dilim ansa adını dilim yanıyordu, kalbim ansa... O zaten hep yanıyordu.

Kısa bir zaman sonra vücudumun soğuk kumaşla temas etmesiyle zemheri kollar bedenimden çekildi. Bununla birlikte sebebini bilmediğim bir sancı girdi kalbime. Gidecek miydi? Gitmeliydi de zaten. Özlemini her şekilde haykıran kalbim ve vücudum bile farkındaydı, o gitmeliydi. Kırgındım, çok kırgındım çünkü.

Bilimcim artık tamamen uykunun kollarına kendini teslim etmenin eşiğindeyken, "Git," diye fısıldadım. Görmesem de saçlarımın yörüngesinde olan elinin donakaldığını hissettim.

"Uyu."

***

"İnanamıyorum size ya! Resmen beni postalayıp kendinizi tehlikeye atmışsınız," diye çemkiren arkadaşımla zaten çatlayan başıma daha keskin sancılar girdi. Yüzümü buruşturup şakaklarımı ovaladım.

"Kendimizi tehlikeye atmadık, Gül," diye homurdandım.

"Ama bu atmayacağınız anlamına gelmiyor!" Telefonu bir kez daha kendimden uzaklaştırarak yattığım yerden doğruldum. "Adamı bulup sorgulamaktan bahsediyorsunuz! Kafayı mı sıyırdınız?

"Bu o çok zeki ağabeyinin fikriydi yalnız. Yani 'siz' demezsen çok sevinirim," dedim ciddiyetle sanki tek takılmam gereken şey buymuşçasına. Gözlerini devirdiğinden adımın Âhenk olduğu kadar emindim.

"Hiçbir şey demiyorum. En azından bana anlattın, bu da bir şey."

Kısa bir sessizlikten sonra benim de hâlâ kavrayamadığım o soruyu sordu.

"Neden Kara'dan gizli adamı konuşturmak istediğini henüz anlamadım."

Ayak tabanlarım pekte soğuk olmayan zemine değince gözlerimi karşımda duran pencereye diktim. Gün çoktan ağarmıştı. Ne kadar uyuduğumu bilmesem de, içimde ki burukluğu haricinde kendimi dinç hissediyordum.

"Bilmiyorum, Gülsima," dedim sıkıntıyla nefes vererek. "Ben de sordum ona bu soruyu. Kara'nın kendi yöntemleriyle Mengene'nin cezasını kesmesini istemiyormuş, bir de ona güvenmiyormuş."

Kısa bir sessizlikten sonra konuştu. "İnanmamışsın."

Dudaklarım alayla kıvrıldı. "Sen inandın mı?"

Bu konuyu daha fazla irdelemek istemediğimizden başka konulardan konuştuk. Teyzemin bir şeylerden şüphelendiğini düşünüyordu. Bunu zaten farketmiştik ama şu an için sessiz kalması bizim açımızdan iyiydi. Daha sonrasında ona Onur'u sordum, tahmin ettiğim gibi sus pus olurken dudaklarım muzipçe kıvrıldı. Telefonu yanağım ve omzum arasında sıkıştırıp aynı anda da yatağımı toparlıyordum.

"Onun yüzünden geceden beri uyku girmedi gözüme, anma şunun adını," diye homurdanmasıyla dudaklarımın kıvrımı daha da belirginleşti. "Gece otururken bir anda telefonu çaldı. Ben sizsinizdir sanmıştım."

Söylediği şeyle dudaklarımda tebessüm yavaş yavaş kaybolurken bir elim ben farkında olmadan çoktan kalbimi bulmuştu bile. Gülsima ağzından çıkan her kelimesin kalbimi nasıl yaktığını bilmeksizin hararetle konuşmaya devam etti. "Ekranda 'Eva' yazıyordu, Âhenk!" Usulca yatağa oturduğumda boş bakışlarım yerdeki parkedeydi. "Benim yanımda konuştular. İngilizce derslerini ektiğim o günlerden nefret ediyorum," diye hayıflandı. Demek yabancıydı. "Zaten benim İngilizcemin olmadığını bildiği için yanımda konuştu kesin, çatlayayım diye. Kıskanacağımı falan mı sandı o?"

Kıskançlık.

Bütün hücrelerimde gezinen o his kıskançlık değildi. Bu çok manasız olurdu.

"Âhenk? Neden sustun bir anda?" Gülsima'nın sesiyle irkildim. Artık daha fazla bu konuyu düşünüp sanki yeterince yokmuşçasına kendime acı yüklemek istemiyordum. Öyle ya da böyle, bir şekilde bana acı veriyordu ve ben daha fazlasını taşıyamayacak kadar doluydum.

Odamın kapısının birden aralanmasıyla bakışlarım orayı buldu. Durgun olduğunu düşündüğüm gözlerim onun zehir yeşillerini bulduğunda bedeninin kasıldığını hissettim. Gözlerim sanırım ona düşündüğüm gibi bakmıyordu. Öyleki grilerimi görür görmez vücudunda oluşan gerginlik bariz belliydi.

"Âhenk? Beni duyuyor musun?"

Harelerimi onunkilerden ayırmadan cevap verdin Gül'e. "Duyuyorum, iyiyim," dedim olağan bir sesle.

"Kızım neden susuyorsun o zaman? Ben de bir şey oldu sandım."

"Bir şey yok, sadece dalmışım," diye mırıldandım hâlâ gözlerine bakarken. Sadece dağılmışım.

"Ben kapatıyorum o zaman. Süheyla anne çağırdı beni," dedi hâlâ sinirini koruyan sesiyle.

"Tamam, görüşürüz," diye mırıldandım.

"Görüşürüz."

Dinç uyandığım bir sabaha tek bir ismi duymamla böylesine kötü hissetmem saçmaydı.

Eflâh'ın ağzından çıkan kelimeler aramızda ağırladığımız sessizliğin katili olana dek o şekilde birbirimizin gözlerine bakmaya devam ettik. "Siyah Gül'le mi konuşuyordun?" Cevabını zaten bildiği bir soruyu sormasındaki amaç yalnızca tuhaf havayı bozmak içindi. Onaylamak için sessizce başımı salladım.

"Kalk mutfağa geç. Pizza sipariş etmiştim, onları yiyeceğiz," diye konuştu buyurgan bir tonla.

"Sabah sabah pizza mı sipariş ettin?"

Kollarını birbirine kavuşturup kapının pervazına yaslandı. "Beğenmediysen kalkıp bir şeyler hazırlasaydın," demesiyle gözlerim ondan kopup parkeyi buldu. Kendimi öyle çok durgun hissediyordum ki içimden bana laf atmasına karşılık vermek dahi gelmiyordu. Avucumda sıktığım telefonu parmaklarımı gevşeterek yatağın üstüne bıraktım. Bacaklarıma komut verip ayaklanırken yeşillerinin hareketlerimi takip ettiğini biliyordum.

Girişi işgal eden bedeni yüzünden odadan çıkamıyordum. Olası bir teması engellemek adına içgüdüsel olarak başım eğik, çekilmesini beklerken çok gergin hissediyordum kendimi. Hâlâ neyi bekliyordu çekilmek için? Kaşlarım çatılmaya başladı. "Çekilsene," dedim kısık ama baskılı bir sesle. Saç diplerimde hissettiğim sıcak nefesle sertçe yutkundum. Reflekse başımı biraz daha eğdim. Görülmez bir el halatı boynuma dolamış, sanki kendi infazımı gerçekleştirmemi bekliyordu. O ipi kendim geçirmediğim sürece bundan sonra ayaklarımı yerden kessem dahi bu bir intihar olmazdı. "Çekil," derken sesim yakarır gibiydi. Bedeninin gerilediğini hissettim bir an. Daha sonrasında dediğimi yaparak bir adım geri gitti. Nefesimi tutup hızlı adımlarla yanından geçtim.

Banyoda yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa geçtim. O da oradaydı. Oturmuş, kısık gözlerle masaya bakıyordu. Pizzasına henüz dokunmadığını farkettiğimde bir an duraksadım. Beni beklemiş olmalıydı. Daha fazla gözlerimin onun üzerinde durmasını istemediğimden masaya doğru adımladım. Tam karşısına yerleşirken yeşillerinin yüzümde gezindiğini farkındaydım. En son ne zaman baş başa bu şekilde yemek yemiştik? Hatırlamıyordum. Seneler geçmişti üzerinden.

Ama üzerinden seneler geçmesine rağmen benimle yemek yemekten kaçındığı o günü hiç unutamamıştım. Pizzamı yemeye başlarken gözlerim çoktan anıların mahzenine geçmişti bile.

YILLAR ÖNCE

Bir keresinde annemin babama "İnsan o tasasız dertsiz düzeni bir anda tepetaklak oluncaya dek bilmiyor huzurun ne demek olduğunu," dediğini anımsıyordum. Ne demek istediğini anladığım söylenemezdi. Okumayı ve yazmayı yeni öğrenmiştim ve annemin söylediği o kelimeleri bir çok kez tekrarlayıp aynı zamanda da kağıta yazmaya çalışıyordum.

Artık anlıyordum.

Hiçbir zaman canına diken batmasın isterdi elbette insan. Fakat bunun imkansız olduğunun da bilincindeydi. Bunu o gün, ilk defa bana bir kere bile bakmadığında anlamıştım. O gün öğrenmiştim kalbin acımasının ne demek olduğunu. İlk defa o gün bana kısa, soğuk cevaplar vermeye başladığında tanışmıştım boğazda oluşan yumruyla.

Ben onu kapıda çocuksu bir heyecanla karşılarken bana duygusuz gözlerle baktığında, kollarımı sıkıca bedenine sarmama rağmen dudaklarının saçlarıma değmediğinde hissetmiştim aslında onun benden çoktan gittiğini. O günden sonra zaman ilerledikçe o benden daha çok gidiyordu sanki. Heyecanla koşarak geçtiğim yollardan tereddüt ede ede yürümeyi öğrendiğimde kilometrelerce uzaklaşmıştı kalbi benden belkide.

Yine köşkte olduğum ama artık gülümsemelerimi yitirdiğim bir günde teyzem benden onu çağırmamı istemişti. O da farketmişti aramızdaki mesafeyi belkide kendince aramızı yapmaya çalışıyordu. İlk defa onunla konuşacak olmam beni korkutmuştu. Ben ona giden adımları büyük bir aşkla atardım, artık ayaklarıma bağlı prangalar vardı. Bu halini annesinin ölüm yıldönümünün yaklaşmasına yormuştum, bundandı başlarda kırılan kalbime rağmen soru sormamam.

Kısık bir sesle teyzemin onu yemeğe çağırdığını söylediğimde bir süre artık çizgilerinde benim olmadığım gözleriyle gözlerime baktı. Akabinde sessizce yanımdan geçip gitmişti yemek odasına. Arkasından bir müddet bakakaldım. Gözlerindeki boşluğun, aramıza giren acımasız mesafenin sebebini sormak istiyordum, korkuyordum. Ben değil, kalbim cevabını çoktan biliyor gibiydi çünkü.

Babalarının her zamanki gibi mesaiye kaldığı bir akşam yemeğiydi. Gülsima yetiştirmesi gereken bir ödevi olduğu için o akşam erkenden yiyip odasına çekilmişti. Büyük sofrada yalnızca üç kişi oturuyorduk ve tek konuşan teyzemdi.

"Önümüzdeki günlerin hep yağmurlu olacağını söylüyorlar," dedi teyzem havadan sudan konuşmasını sürdürerek. "Kızım, senin uykusuz gecelerin başlayacak desene," demesiyle bakışlarımı kısa bir an tabağımdan ayırıp bana bakan teyzeme tebessümle karşılık verdim. Şimşek çakmasından korktuğumu bilmeyen yoktu. Teyzem bilmese de ben uzun zamandır bu sebepten dolayı uykusuz kalmıyordum. Eflâh o gecelerde yanımda nöbet tutarak beklerdi. İlk defa şimşekten korkarak uyuyacağım ama Eflâh'ın yanımda olmayacağı o gece çok uzakta değildi, bunu o masada oturanlardan tek bilmeyense bendim. Eflâh biliyordu.

Bir kaç dakika sonra teyzem bir arkadaşını araması gerektiğini söyleyip sofradan kalkmıştı. Bunu baş başa kalmamız için yaptığını anlamak zor değildi. İçten içe teyzemin beyhude olduğunu bildiğim çabasına sessizce iç çektim. Bir gün konuşacaktık fakat o gün bugün değildi. Zaten o da daha fazla tahammül edememişti benimle aynı sofraya oturmaya. Teyzemin gidişinden birkaç dakika sonraysa o kalkıp gitmişti. Yüzüme bile bakmak istemeyeceği ne tür bir sebebi vardı ki?

Canımı yakan derin bir nefesi ciğerlerime çektiğimde eş zamanlı olarak gözümden bir damla usulca aktı. Hıçkırıklarım boğazıma dizilmişti. Zübeyde teyze omzuma dokunup beni battığım okyanustan çekene kadar gözlerim bir an bile ayrılmamıştı kalktığı sandalyeden.

Ben en çok o akşam kalbimin haklı çıkmasından ölesiye korktum.

Ağzımdaki lokmayı zar zor yutup sandalyemi sessizce geriye doğru ittim ve ayaklandım. Mutfaktan usul adımlarla çıktım. Geçmiş önüme geldikçe ben nasıl yaşamaya devam edecektim, bilmiyordum. Çünkü benim geçmişim oydu. Benim geçmişim acılarımda.

O benim acılarımdı.

 

 

 

Loading...
0%