@kalanlarinardindan
|
Bölüm Şarkısı: Sezen Aksu | Vazgeçtim
"O beni bitirirken, ben ona neden tek bir darbe indiremiyordum?"
Her kapattığımda gözlerimi, tekrar açamamayı ummaktan yorulmuştum. Birbirine kenetlenmiş kirpiklerimin ayrılmak için verdiği çabalar, gözlerimin sızlamasına yol açıyordu. Nihayet ayrıldıklarında, bembeyaz bir tavan karşıladı beni. Anılar teker teker beynime nüksettiğinde, kalbim acıyla kasıldı. Belkide rüyaydı... Belkide ben yanlış görmüştüm... Düşüncelerimin rahatsızlığıyla kıpırdanınca, karnımın üzerinde ki ağırlık, bakışlarımı oraya yöneltmemi sağladı. Bu bir eldi. Sahibini arayan gözlerim, odağına sağ tarafımda yüzü bana dönük olan Gülsima'yı aldı. Gözleri kapalıydı. Yorgunluktan uyumuştu büyük ihtimalle. Yaş olan yanağını silmek adına sol kolumu kaldırmaya çalıştım. Fakat hafif bir sızı hissedince, kafamı o yöne doğru çevirdim. Sol koluma serum takılmıştı. İlk önce, onu çıkarmayı düşünsemde, daha sonrasında bundan vazgeçip, ağrıyan eklem yerlerime aldırmadan dirseklerimin yardımıyla doğrulmaya çalıştım. Yönümü Gülsima'ya doğru dönüp, sağ elimi yavaşça yüzüne yaklaştırdım. Ağladığını gösteren ıslaklığı yüzünden silip, saçlarının arasına bir öpücük bıraktım. Üç yıl boyunca birbirimize sıkı sıkı kenetlenmiştik. En zor anlarımızda birbirimizin yanında olmuştuk. Gerçi, ben ruhsal olarak ondan daha güçlüydüm. Ve muhakkak ki yaşadıklarımız karşılaştırılamazdı bile. Kafamın içinde, bir filmin sahneleri gibi anılar görüntülenince, gözlerimi acıyla yumup, başımı çift kişilik yatağın başlığına yasladım. Seneler önce kendi kendime cevabını aradığım soruyu yine tekrarladım, "Neden?". Karnımda duran elimin üzerine düşen yaşla irkildim. Gözyaşlarım ne zamandır benden izinsiz akmaya başlamışlardı, bilmiyordum. Bu kadar mı hissiz olmuştum? Daha sonra bir şey oldu. Yıllar önce meftunu olduğum koku doldu burnuma. Ciğerlerime sinen bu koku, beynimin bana oynadığı bir oyun olmalıydı. O, burada olamazdı. Başım önüme eğik, gözlerimse karnımın üstünde duran ellerime odaklıydı. Büyük yatağın sağ tarafında kalan pencerenin yanında bir karartı vardı. Fakat başımı kaldırmaya, o yöne doğru bakmaya cesaretim yoktu. Uyandığımdan beri burada mıydı? Beni mi izliyordu? Peki... Neden gelmişti? Neden gitmişti? Sonra kendime kızdım. Hâlâ onun için delicesine atan, arsız kalbime kızdım. Ama yinede bakmadım o tarafa. Zehir yeşilli gözlerin ağırlığını üzerimde hissediyordum. Her hareketimi incelediğini biliyordum. Dikkatle baktığı için kısılan gözlerini, kısıldıkları için gözlerinin kenarlarında oluşan o kırışıklıkları, çatılan kaşlarının ortasında oluşan çizgiyi, biliyordum. Ben onu biliyordum. Ama bakmadım. Hışımla doğrulup, ayaklarımı yataktan sarkıttım. Kolumun sızlamasına aldanmadan, serumu hızla çektim. Ayaklarımın üzerine bastığımda, tabanlarımın sızlamasını yok sayıp, kapıya doğru hızlı ama sendeleyen adımlarla yürümeye başladım. Kendimi misafir odasından dışarı aceleyle attım. Hayır, ağlamayacaktım. O giderken beni umursamamıştı, bende aynı şekilde umursamayacaktım. Merdivenlerden inerken, bakışlarım bunalıklaşmıştı. Kalbim acıyla kasılıyordu. Neden yapmıştı bana bunu? Madem, giderken acımasız elleriyle etrafa dağıttığı küllerimi umursamıyordu, o halde neden yeşil gözlerinin zehrini ruhuma akıtıyordu? Bilmiyor muydu ki, ruhumun zaten öldüğünü? Hislerimin ağırlığıyla tam düşecekken, iki güçlü kol tarafından kurtarıldım. Gözlerimi hızla açarken, gördüğüm yüz karşısında afallamayla karışık bir sevinç yaşadım. Evet, az önce ardımda bıraktığım celladıma rağmen... "Hey, nereye gidiyorsun şeker kız?" Karşımda, bütün sıcakkanlığı ve samimiyetiyle gülümseyen Onur'u görünce, yüzümde şaşkın bir gülümseme oluştu. Hızla kollarımı boynuna dolayınca, o da kahkaha atarak güçlü kollarını belime sardı. "Onur? Aman Allah'ım! Çok özlemişim seni..." Ayrıldığımızda bir kolunu omzumun üstüne atıp, merdivenlerden aşağı inmeye başlamıştık. Yanağımdan makas alıp, güldü. "Bende özledim seni şeker kız. Ama halini hiç beğenmedim," Burnunu kıvırıp, bedenimi baştan aşağı süzüp devam etti, "Çok çirkin olmuşsun." Yüzümde oluşan buruk gülümsemeyle karşılık vermekle yetindim. Şaka yaptığını biliyordum, ama bir yerde de haksız sayılmazdı. Çok zayıflamıştım. Gözlerimde eski neşemin parıltıları yoktu artık. Onur ise hiç değişmemişti. Hâlâ aynı yakışıklılığı vardı. Hafif alnına düşen kumral saçları, biçimli kaşları vardı. Dışarıdan gören birisinin sert sanabileceği bir adamdı o. Bunun sebebi, gülümsemediği zaman yüzünde oluşan sertlikti. Onur'u da, en son onu gördüğümde görmüştüm. Bilmiyordum, belki de birlikte gitmişlerdi. O günden sonra Onur'dan da haber alamamıştım. "Sen nereye gidiyordun bu halde? Arkadan atlı süvari kovalıyor sandım bir an..." Nihayet oturma odasına geldiğimizde, koltuklara yana yana oturduk. Bana yönelttiği soruyla birlikte, yüzümde ki buruk tebessümde kaybolmuştu. Gözlerimi ısrarcı kahvelerinden kaçırıp, ellerimle saçlarımı topladım. Daha sonra tokamın bileğimde olmadığını farkedince, tekrar serbest bıraktım. "Gidiyordum." Tam bana cevap vermek için ağzını açacaktı ki, karşı koltuğa rahat bir şekilde oturan bedeni görünce duraksadı. Gri gözlerim onun zehir yeşilleriyle çarpışınca, kalbim darmadağın oldu. Kuruyan boğazımı rahatlatmak adına yutkunup, başımı tekrar Onur'dan tarafa çevirdim. Bu şekilde, ifadesiz bakan harelerden kurtarmıştım kendiminkileri. Aslında Onur anlamıştı her şeyi. Herkesin anladığı gibi... Muzip bakışlarla ayaklarımı işaret etti. "Aklın nerelerdeydi de, giderken ayakkabılarını giymeyi bile unuttun?" İma ettiği şeyle yanaklarım ısındı. Başımı mahçupça eğip, "Unutmuşum," diye mırıldandım. Bir kediden farksız çıkan sesimle Onur, kocaman bir kahkaha patlattı. "Ulan hâlâ en ufak şeyde utanıyor bu. Görüyor musun Eflah?" Onur'un ona yönelttiği soruyla, gözlerim tekrar onu buldu. Hâlâ ifadesizdi özlediğim yüzü. Yıllar önce ki soğukluk olduğu gibi duruyordu. Ama bana bakarken gözünde oluşan ışığın esamesi yoktu şimdilerde. 'Belkide o da yalandı?' dedi içimde ki ses. Daha fazla kolları birbirine bağlı olarak koltuğa yaslanan bedene bakamadım. Cevap vermeyeceğini anladığında, Onur evin çalışanlarından birini çağırıp, misafir odasından ayakkabılarımı getirmesini istedi. Nihayet ayakkabılarım geldiğinde, yavaşça gitmek için ayaklandım. Benimle aynı anda Onur'da ayaklanınca, yürümeden önce ona döndüm. Hızla kollarımı boynuna sardım. "Gelmene çok sevindim Onur. Umarım en yakın zamanda tekrar görüşürüz." Ondan tekrar ayrıldığımda ellerini saçlarıma atıp, karıştırdı. Bu hareketi bana eskiyi hatırlatınca, durgunlaşmıştım istemsizce. "Çek lan ellerini Âhenk'in saçından! İt herif!" Eflah'ın sert sesiyle, Onur korkmak yerine ona inat yaparcasına parmaklarıyla bozduğu saçlarımı düzeltti. Fakat bu işlem fazla uzun sürmemişti. Çünkü Eflah hızla onun üzerine atılınca, Onur kahkahalar eşliğinde ondan kaçmıştı. Gözlerimi dolduran anılarla, başımı hafifçe iki yana salladım. Yüzümde zoraki bir şekilde oluşturduğum gülümsemeyle Onur'a baktım. "Ben... Ben buraya her gün geliyorum. Yani, Gülsima için." Yüzünde oluşan büyük gülümsemesiyle cevap verdi bana. "Yani yarın yine geleceksin. Bu çok iyi... Bende buralardayım bir süre." Başımı onaylamak için, bir kere aşağı yukarı salladım. Gözlerimin radarına tekrar o takıldı. Direkt olarak gözlerimin içine bakıyordu. Ne arıyordu ki orada? Ne bıraktığını sanıyordu ki? Ne ondan bana, ne de benden bana bir şey kalmış mıydı ki? Kalmamıştı... Daha sonra, sinirle yumruk haline gelmiş ellerine kaydı bakışlarım. Kalbimin kasılmalarını gidermek için oradan uzaklaşmam gerekiyordu. Sanki onun yokluğunda kasılmıyormuş gibi... Ve bu sefer onu ardında bırakan ben oldum. Ne gözlerine yenildim, ne de ona tek bir kelime söyledim. Peki ben kazandıysam, içim neden ağlıyordu? Kapıdan çıkmamı fırsat bilen arsız gözyaşlarım, neden ıslatıyordu yanaklarımı? Onun kokusunu soluyan ciğerlerim, neden ferahlamamıştı? O beni bitirirken, ben neden ona tek bir darbe indiremiyordum? Neden? |
0% |