@kalanlarinardindan
|
Bölüm Şarkısı: İndila | Mini World
"Pourquoi j'ai froid? Est-ce que c'est ça mourrir?"
(Neden üşüyorum? Yoksa ölmek böyle mi oluyor?)
İndila Sanki, benliğim içinde bulunduğu soğuk bedeni sevmemiş gibiydi. Öyle ki, onu terkedip gökyüzüne uçuyordu. Nitekim, uzun uzun ayrı kalamıyordu içi boş, fakat ızdırap çeken, et ve kemikten oluşan o bedenden. Tam anlamıyla böyle hissediyordum. Ara ara etrafımda boğuk ve telaşlı sesler duyuyordum. Fakat bu seslerin sahiplerinin kimliğini bilmiyordum, ne söylediklerini idrak edemiyordum. Üşüyordum. Hatta, çok üşüyordum. Bazen kendimden tamamen soyutlandığımı düşünüyordum, ki ara ara üşüdüğümü bile unutmam bu yüzdendi, kuvvetle muhtemel. Beynimin içinde sürekli bir isim yankılanıyordu. Benim sesimden, şimdiye kadar söylediğim her tonda tekrar tekrar duyuyordum. Mutluyken, umutluyken, korkarken, canım yanarken, terk edilirken. Ve... ölürken. "Eflah!" *** "Ne zaman kendine gelecek yavrum?" Uzaklardan gelen yıpranmış sesle, yavaş yavaş aydınlığa kavuştuğumu seziyordum. "Süheyla teyze, o iyi. İki gündür yıprattın kendini," diyen bir başka erkek sesi tanıdık gelmişti. Kirpiklerim açılmamak için irademle büyük bir savaş içerisindeydiler. "Onur doğru söylüyor Süheyla anne," bu sefer sesler daha net gelmişti. Soğuk elime değen sıcak parmaklarla, kendimi daha fazla zorladım. "Sadece yağmurdan dolayı ateşi çıktığını söyledi doktor, sende duydun. Vücudu bitkin olduğu için uyuyor bu kadar." Sonunda göz kapaklarımı kaldırdığımda beyaz bir tavanla karşı karşıya geldim. Kirpiklerimi kırpıştırıp kendime gelmeye çalıştım. Bütün uzuvlarım ağrıyordu. Yanan boğazımdan kısık bir inleme çıktı. Sesimi duyan teyzem, hemen başucumda bitmişti. Elini saçlarımda gezdirip alnımdan öptü. "İyi misin Âhenk?" Gülsima'ın sesiyle ona doğru döndüm. Kahve gözlerinden okunuyordu telaşı. Sıcak eli buz tutmuş parmaklarımı ısıtıyordu. Yüzümü dikkatle inceliyordu. Farkettiğim gerçekle ifadem yüzümde dondu. Beni getirdikleri bu yer, benim odamdı. Boğazımda oluşan yumruyla yutkunmak istedim. Fakat kuru olduğu için yapamadım. Çatlamış dudaklarımı güçlükle birbirinden ayırıp, zor bulduğum sesimle konuştum. "Su." Çok geçmeden Onur elinde bir bardakla yanıma geldi. Uzatılan sudan kana kana içtim. Eklem yerlerime iğneler batırılıyor gibiydi. "Ah be kızım, ne vardı yağmur altında bu kadar kalacak? Çocuk musun sen?" Teyzemin yakınmasıyla yüzüme samimi olduğunu düşündüğüm bir gülümseme yerleştirdim. "Yağmur bensiz yapamıyorsa demek," diye mırıldandım kısık bir sesle. Söylediğimle burukça gülümsedi. Aklıma gelenle telaşla doğruldum. "Ben ne zamandır buradayım? Annem! Ah, çok telaşlanmış olmalı!" Teyzem telaşlı halimi görünce iki omzuma ellerini yerleştirdi. "Dur Âhenk, ablamın haberi yok." Anlamazca gözlerine baktım. "Kafanı toplamak istediğin için bir kaç günlüğüne gittiğini söyledik," diye açıkladı kendini. Daha önceden de başıma geldiği için annem bu yalana inanmış olmalıydı. Düşününce, şu son bir kaç gündür olanlardan sonra bunu zaten bekliyor olmalıydı. Öyle zamanlarda herkesle olan iletişimimi keser, kafamı dinlemek için dağ evine giderdim. Rahat bir nefes verip, sırtımı yatağın başlığına dayadım. Gözlerimi etrafta gezdirmemek için büyük bir çaba sarfediyordum. Aslında, içten içe beni buraya taşıdıkları için Gülsima ve teyzeme kızıyordum. Bu odadan uzak durduğumu biliyorlardı. "Neden buradayım ben?" Teyzem konuşmazken, Gülsima gözlerimin içine özür diler gibi bakıyordu. "Şeker kız, ben sana buraya gel demiştim. Hastalıkla gel dememiştim," diyen Onur'un amacı ortamda ki huzursuzluğu dağıtmaktı. Konuyu değiştirdiği için ona kötü kötü baktım. Daha sonra bunu benim iyiliğim için yaptığını hatırlayıp, başlattığı küçük oyunu devam ettirdim. "Ne yani Onur efendi? Benimle birlikte gelende senin başın gözün üstüne değil mi?" Tek kaşımı kaldırıp vereceği cevabı bekledim. Ciddi ifadesinden ödün vermeden, duraksamadan "Hayır," demesini elbette ki beklemiyordum. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken, yanımda rastgele elime geçen yastığı koltukta oturan bedenine attım. "Ulan ben size diyeyim, bu kız hasta falan değil," diye homurdanan Onur'la güldüm. "O nasıl güç lan öyle? Yastık bile taş oluyor sanki." Kafamı iki yana sallayıp, bakışlarımı yatağın kenarında oturan Gülsima'ya çevirdim. Yüzünde suçluluk ifadesi vardı. Kaşlarımı çattım. O neden kendini suçlu hissediyordu ki? Abisinin yaptıklarından kendini mesul tutması çok saçmaydı. Onun o gün neden ağladığını anlamıştım. O günden sonra konuşma şansımız olmamıştı. Hiçbir sorunun olmadığını göstermek adına elini okşadım. Bana buruk bir gülümseme bahşetti. "İki gündür uyuyorsun, şeker kız." Onur'un söylediğiyle gözlerim irice açıldı. "Ne? İki gün mü?" Ayağa kalkıp, ellerini pantolonun ceplerine soktu. Rahat bir tavırla omuzlarını silkip, konuştu. "Aslında ara ara uyandın. Ama ateşin olduğu için hatırlamıyorsun yüksek ihtimalle." Söyledikleriyle bakışlarım kucağıma düştü. Evet, hatırlamıyordum. Ama kapının önünde yarı baygın olduğum zaman ciğerlerime sirayet eden kokuyu hatırlıyordum. O kokuyu hangi şartlarda olursa olsun, hep hatırlardım zaten. O'nun her şeyi gibi, kokusuda ezberimdeydi. Bu da demek oluyordu ki, beni buraya o taşımıştı. Bu düşünceyle vücudumdan anlık bir ürperti geçti. Peki, şimdi neredeydi? Ne hissetmişti, üzülmüş müydü acaba? Kendi düşüncelerime alayla güldüm. Beni bir enkaza çevireceğini bilip ama umursamadan gitmişti o giderken. Ne üzülmesinden bahsediyordum ki ben? *** Koltukta bağdaş kurmuş, sıcak kahvemden yudumluyordum. Geniş salonun camına vuran yağmur, içimi huzurla dolduruyordu. Uyandığım günün üzerinden iki gün geçmişti. Üzerimde hafif bir kırgınlık vardı, ama kendimi daha iyi hissediyordum. O odada fazla kalmak istemediğim için kendimi salona atmıştım. Teyzem, annemin yanına gitmişti. Gülsima odasındaydı, yorgun olduğunu söyleyip gitmişti. Evde ki sessizlik canımı fazlasıyla sıkıyordu. Bu nedenden dolayı, akrabalarının düğününe gidecek olan Zübeyde teyze ve Seyit amcaya torunları Narin'e bakabileceğimi söylemiştim. İlk başta her ne kadar kabul etmeselerde, yoğun ısrarlarıma dayanamayıp kabul etmişlerdi. Şimdiyse, küçük arkadaşımın gelmesini bekliyordum. Çalan kapıyla, evde kimse olmadığı için fincanı sehpaya bırakıp ayaklandım. Evin kapısına ulaştığımda küçüğümün şen sesi kulaklarımı çoktan doldurmuştu. Kapıyı araladığımda korumanın kucağında olan Narin girdi görüş alanıma. Yüzünde hiçbir ifade okunmayan adamın bıyıklarıyla oynayıp, kendi kendine bir şeyler anlatıyordu. "Bak bunları güzel kesmemişsin. Şey olmamış bunlar..." Bir parmağını düşünür gibi çenesinin altına koydu. "Ne demişti öğretmenim? Hah, buldum," diye şakıdı bir anda. Elleriyle tekrar adamın bıyıklarıyla oynadı. "Simetrik olmamış," dedi bilmiş bir sesle. Korumanın işler acısı haline kıkırdamadan edemedim. Gülüşümü duyan adam, öldürücü bakışlarını bana çevirdi. Boğazımı temizleyip yüzüme ciddi bir ifade oturtturdum. "Aaa, Âhenk abla!" Kollarını açıp bana gelmek isteyen miniğimi korkutucu şekilde bakan korumadan kendi kucağıma aldım. Baş selamı verip arkasına döndü. Bende çok fazla kapını eşiğinde beklememek için içeri girdim. "Nasılsın miniğim?" Kocaman gülümseyince kızarık yanaklarından öptüm. "Çok iyiyim! Anneannem seninle vakit geçireceğimi söyleyince çok mutlu oldum." Kucağımdan indirip üzerinde ki şişme montu çıkardım. Saçlarını okşarken cevap verdim. "Bende çok mutlu oldum miniğim." Güzel gözleri hâlâ dumanı tüten kahveme değdi. Aklından geçenleri bildiğim için güldüm. Tamda tahmin ettiğim gibi, nazlı nazlı sallanmaya başladı. "Âhenk ablacığım..." diye sordu tatlı bir sesle. "Efendim güzelim?" Baş parmağı ve işaret parmağını birleştirdikten sonra gözümün önüne getirip, "Şu kadarcık kahve içebilir miyim," dedi. Onun bu tatlı haline gülüp, uzattığı minik parmaklarına öpücükler kondurdum. "Olmaz öyle şey, küçük hanım," deyince yanaklarını şişirip ofladı. "Ama eğer istersen birlikte süt içebiliriz," dedim. İkna olmuşa benzemiyordu. Üzerine doğru eğilip, sır verecekmiş gibi konuştum. "Hemde anneannen limonlu kurabiyelerden yapmış. Birlikte onları yeriz diye düşünmüştüm." Kocaman gülümseyip, ışıldayan gözlerle bana baktı. Başını hevesle salladı. Küçük burnuna bir fiske vurdum.Küçük kollarını boynuma sarınca, minik bedenini kucaklayıp mutfağa doğru adımladım. *** "Herkes aynı şekilde gitmez Narin'ciğim." Salonda kucağımda küçük Narin'le oturuyordum. Güzel kokulu kıvırcık saçlarını karıştırırken, o da başını göğsüme yaslamış, bir parmağıyla saçımla oynuyordu. Söylediğimle başını kaldırmadan kaşlarını çatarak sordu. "Nasıl yani Âhenk abla?" Derin bir nefes alıp anlatacaklarım için en makul kelimeleri seçip, süzgecimden geçirdim. "Bazıları bu dünyadan başka dünyaya gider. Ama istedikleri için değil, bu doğal bir döngü." "Annem ve babam gibi mi, abla?" diye meraklı sesiyle sordu. Bu sefer başını göğsümden kaldırmış, vereceğim cevabı beklediğini belli eder bir şekilde yüzüme bakıyordu. Cevap vermeden önce başının üzerine dudaklarımı bastırdım. Onun bu masumluğu içimi ısıtıyordu. "Evet bebeğim, annen ve baban gibi. Onlar seni görürler. Çünkü cennete gittiler. Bu yüzden senin üzülmene asla dayanamazlar," diye yanıtladım sorusunu. Yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. Kısa bir süre bakışlarını yere indirdikten sonra birden bire aydınlanmış bir yüzle başını kaldırdı. "O zaman ben onları hiç üzmeyeyim, değil mi?" dedi beklentiyle yüzümü incelerken. Onun bu haline burukça tebessüm edip, onayladım. "Evet, bir tanem." Aldığı cevaptan memnun olmuşçasına kocaman gülümseyip, başını tekrar göğsüme yasladı. Çenemi başının üzerine koyup, sağ elimle hâlâ saçlarıyla oynuyordum. Bir müddet sonra sessizliği Narin'in sesi bıçak gibi kesti. "Abla?" "Efendim Narin'im?" Başını biraz oynatıp, yanağını aşağı yukarı sürttü. "Az önce 'herkes aynı şekilde gitmez' dedin. Başka nasıl gidilir ki?" Sağ yanağımda hissettiğim uyuşuklukla bakış açıma salonun kapısını aldım. Oradaydı. O'da gidenlerdendi. Zehir yeşili gözlerinde yine kendimi bulamamıştım. Senden gidenlerin gözlerinde kendini bulamazdın zaten. Söyleyeceklerim henüz ağzımdan çıkmadan bütün bedenime acı salmıştı. Ama Narin'i, Eflâh'ın gözlerinin en derinine inip yanıtlayacaktım. Evet, kendimi göremediğim gözlerinin derinlerine dalacaktım. Yutkundum. "Eğer başka bir dünyaya göçmemişse, seni yaşarken onsuz bırakmışsa, gitmiş demektir," diye sesimde ki sükût-u hayâlle cevap verdim. Sesimi anlamış mıydı? Ben bu kelimelerin altında ezilirken, onun neden tek bir hücresi bile tarumar olmuyordu? O kadar mı yoktum onda? "Nasıl yani? İstedikleri için sevdiklerini bırakıp çok uzaklara mı gidiyorlar?" diye soran minik Narin, farketmeden kalbimde ki hançeri oynatmıştı. Eflâh'a hiç uğramayan acı, benim tüm benliğimi tarumar etmişti. Dudaklarım titreyerek birbirinden ayrıldı. Eş zamanlı olarak, ilk intiharı gerçekleştiren sağ gözümü terkeden gözyaşım olmuştu. "Evet, istedikleri için sevdiğini bırakıp çok uzaklara gidiyorlar. Yani senden gidiyorlar." Sesim titremiş miydi? Pek önemli değildi. Hâlâ yüzsüzce gözlerime bakabiliyordu duyduklarından sonra. Bilemiyordum, belkide söylediklerimi inkar etmesini dilemiştim içten içe. Ama onun her saniye yaramı daha da dağlayan sessizliği, gözlerimde ki umut parıltılarının boynuna halat bağlayıp, darağacına götürüyordu. O yutkunmakta yetiniyordu yalnızca. O' nun söylemedikleri, benim umutlarımın celladıydı. "Yaa..." diye bir mırıltı çıkardı Narin. "Ama merak etme, gerçekten seven gitmez," dedim bu sefer daha kararlı bir sesle. Umutlarımdan başka kaybedecek hiçbir şeyimin olmadığını kanıtlamak istiyordum o zehir yeşili gözlerin sahibine. 'Beni bir kere mahvettin ve ben büyüdüm' demekti bu. "O zaman sen benden hiç gitmeyeceksin değil mi Âhenk abla? Çünkü sen beni çok seviyorsun." Nihayet gözlerimi ait olduğu harelerden kanatırcasına koparıp, kollarımın arasında uyuya kalmak üzere olan miniği daha sıkı sardım. "Evet bir tanem," diye fısıldadım saçlarının arasından.
|
0% |