@kalanlarinardindan
|
Bölüm Şarkısı : Kıraç | Herkes Gibisin
"Büsbütün unuttum seni; eminim!" Nâzım Hikmet Ran
Çok sancılı bir gece geçirmiştim. Ağladım ilk önce, daha sonra kendimi kalbimin vecasına emanet ettim. Bakmıştım. Gözlerinin en içine bakmıştım. Eskiden sadece bana ayna olan o gözler, şimdilerde ele bakar gibiydi. Üstelik, bunu hâlâ umursadığım için kendimden nefret ediyordum. Zira ben değil, o terk etmişti. Öyle habersizce, sessizce, sebepsizce, aşksızca... Gitmişti. Hâlâ acı veriyordu bu oda. Ama hâlâ kalmakta ısrarcıydım. Ben canıma ilk bu oda da kıymıştım. Onun yüzünden. Zübeyde teyze gelip çağırmıştı beni kahvaltıya. Ama ben, onunla hiçbir şey olmamış gibi oturup aynı sofrada nasıl yemek yerdim ki? Dışarda usulca yağan yağmuru izliyordum. Kapının aniden açılmasıyla korkuyla arkama döndüm. "Teyze?" Teyzem sinirli bir yüzle bana bakıyordu. Bakışlarım yanında kolundan tuttuğu Gülsima'ya kaydı. Onunda gözlerinde afallamışlık vardı. "Teyze ya, teyze," diye sinirli sinirli homurdandı. Çatık kaşlarıyla ikimizinde yüzünü süzdü. Derin bir nefes aldı. "Ne demek kahvaltıya gelmemek?" Neden sinirlendiğini şimdi anlamıştım. Derin bir soluk verip, parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. "Neden olduğunu biliyorsun," dedim düz bir sesle. "Ben onunla aynı sofrada yemek yemek istemiyorum." Teyzem kaşlarıyla koltuğu gösterdi. Oraya oturmamı istiyordu. Omuzlarımı pes etmişlikle çökertip oraya yerleştim. Gülsima'da yanıma kurulduğunda bize tepeden bakan teyzeme çevirdik bakışlarımızı. "O hatalı. Çok hatalı," derken sesi titremişti. Bakışlarımı kucağımda birleştirdiğim ellerime indirdim. "Allah biliyor ya, öz oğlum gibi sevdim onu. Yaptığı affedilir gibi değil. Affetmedim de," derken sonlara doğru sesi sertleşmişti. "Ama güzel kızlarım," diye yumuşak bir sesle devam ettiğinde başımı kaldırdım. "O birinizin ağabeyi," dediğinde Gülsima'ya bakmıştı. "Diğerinizinde-" diye sözünü tamamlayacakken durdurdu kendini. Tamamlayamazdı çünkü. Ona acıyla gülümsedim. Eş zamanla gözümden bir damla firar etti. Bu sefer başımı parmaklarıma bakmak için değil, bileklerimde ki izlere bakmak için eğdim. Onun izlerine bakmak için. "Biz bir aileyiz. İsterseniz ömrünüz boyunca affetmeyin onu. Ama o masaya oturmayarak kendine ceza verecek olan siz değilsiniz. O sanki yokmuş gibi davranın!" Bilmiyordu teyzem, benim kanımın ona doğru aktığını. Olsundu. "Sanki umurunda olacakmış gibi," diye mırıldandı Gülsima. En sonunda alt kata inmiştik. Kalbim göğsümde sıkışıyordu sanki. Nihayet yemek odasına vardığımızda gördüm onu. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi usulca kahvaltısını ediyordu. Geldiğimizi hissetmişti. Bunu elini duraksamasıyla anlamıştım. Gözlerimin onun üzerinde daha fazla oyalanmasına müsade etmeden ayaklanmış olan Onur'a çevirdim. Yüzümde oluşan samimi gülümsemeye engel olamadım. Kollarını açıp ona gelmemi bekledi. Hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm. Kollarımı boynuna doladığım da, o da belimi sardı. "Duydum ki buralarda bir Şeker Kız varmış. Beni de epeyce özlemiş," dediğinde sesinde ki yaramazlık beni güldürmüştü. Geri çekildiğimde sahte bir kızgınlıkla kaşlarımı çatıp omzuna bir yumruk attım. "İki gündür geldiğin yok yanıma," diye sitemle söylendiğimde o hâlâ omzunu tutuyordu. "Acıdı lan. İkinizde aynısınız. Al birini vur öt-" diye başladığı cümlesini teyzemin sert öksürüğüyle yarıda bıraktı. Hiçbir şey olmamış gibi masanın etrafından dolandım. Her zaman ki yerimin aksine, teyzemin sağ çaprazına oturdum. Ona ne kadar uzak olursam o kadar iyi olacaktım çünkü. En azından öyle olmasını umuyordum. Yemek çok sessizdi. Hiçkimse tek bir kelime etmiyordu. Ta ki Gülsima bu sessizliği bıçak gibi kesene kadar. "Ee Âhenk? Geçenlerde sana çıkma teklifi eden çocuk ne oldu?" Söylediğiyle kaşlarımı anlamazca çattım. Neyden bahsettiğini elbette biliyordum fakat böyle bir şeyi herkesin içinde konuşmazdım ve o da bunu biliyordu. Amacını anlayamamıştım. "Hatta, dur... Adı neydi?" derken düşünür gibi yaptı. "Levent'i mi diyorsun?" "Yuh! Başkası da mı var?" diye bağıran Onur'du. Kaşlarını çatmış ikimize bakıyordu. Masaya sertçe konulan bıçak sesiyle irkildim. Bakışlarım refleks olarak Eflâh'a kaydı. Alev alev yanan yeşil gözleriyle çakıştı şaşkın harelerim. Neden sinirlenmişti? Onu ilgilendiren bir durum söz konusu değildi. Bakışlarımı ondan koparırcasına çektim. Gülsima'ya tekrar baktığımda yüzünde ki zafer kazanmış ifadeyi gördüğümde ne yapmaya çalıştığını anladım. Ona kızgınca baksamda aldırmadı. Keyifle kahvaltısını etmeye devam etti. Oluşan gergin havayı bir nebzede olsa dağıtan teyzem olmuştu. "Âhenk'im. Yavrum, ablam seni sorup duruyor. Arada bir böyle kaybolduğunu o da biliyor ama işte, ana yüreği." Başımı onaylarcasına salladım. "Haklısın teyzem. Ben artık eve geçip annemi göreyim. İçi rahat etsin."
İKİ GÜN SONRA
Evin kapısının önüne vardığımda elim zile gitti fakat nedensizce bundan vazgeçtim. Titrek parmaklarım çantamın içerisini karıştırırken anahtarı bulmayı umuyordum. Sol göğsümü döven kalbim, bana girmemem için yalvarıyordu sanki. Onu görmek istemiyordum, ama bu eve gelmek mecburiyetindeydim. Bundan kaçamazdım asla. Üstelik, gelmediğimi farkederse eğer onun için olduğunu anlardı ve ben onu hâlâ umursadığımı düşünmesini istemiyordum. Evet, bileklerimde ki izlere rağmen... Kapıyı nihayet açtığımda derin bir nefes alıp içeriye girdim. Ses çıkarmamaya çalışıyordum ve bu halim gerçekten gülünesiydi. Kafamı iki yana salladım. Sanki ne olacaktı ses yapmayınca? O, varlığımı mı hissetmeyecekti? Sanki çok umrundaymışım gibi... Omzumda ki çantamı ayakkabılığın üzerine bırakırken etrafıma bakıyordum. Hiç kimse yoktu görünürlerde. Gelirken ne teyzeme, ne de Gülsima'ya haber vermemiştim. Evde olup olmadıklarını bilmiyordum. Abisini görmek istemediği için odasından pek fazla çıkmadığını biliyordum. Teyzemde aynı şekilde, ya dernek toplantılarına giderdi ya da odasına kapanırdı. Adımlarım beni ilk önce oturma odasına götürdü. Tepeden sıkıca bağladığım at kuyruğumu çözüp saçlarımı elimle gelişigüzel dağıttım. Dışarıda yağan yağmur yüzünden ıslanmışlardı fakat şikayetçi değildim. Üzerimde ki montu çıkarıp girdiğim salonun tekli koltuğuna koydum. Gözlerimi etrafımda gezdirdiğimde, gördüğümle kalbime sağlam bir darbe yedim sanki. Dudaklarım aralandı. Kirpiklerim titredi. Nefesim kesildi. O buradaydı. Sebep olduğu o kadar şeyden sonra hâlâ nasıl bu kadar masum durabiliyordu? Uykusunda bu kadar masum duran bir adamın, aslında ruhumun katili olduğuna kim inanırdı ki? Ama o yapabilmişti. Beni acımasızca diri diri ateşlere atıp, kül oluşumu zevkle izlemişti. Üstelik, geride benden küllerimin bile kalmayacağını bilmiyordu. En çokta bu koyuyordu. Belkide biliyordu ama bana yaşattıklarından zevk alıyordu. Her şeye rağmen bozulan kalp ritmimin sebebi olabiliyordu. Gözümden akan yaşların sebebi olabiliyordu. Bana kendinden nefret ettirip, ama bir o kadar da aşık ettirebiliyordu. Ama şimdi sus kalbim. Aşkını haykırma değil, gömme vakti. Sen onun kokusunu unutmuştun bir zamanlar. Şimdi sıra sevdasında. Hem onun gözleri sana artık yabancı. Çünkü o da artık herkes gibi... Yüreğimde ki kargaşanın sesinden ona doğru ne ara çekildiğimi farkedemedim. Ayaklarım benden izinsiz bedenimi ona doğru sürüklemişti. Kalbim mi? O ondan gitmeye uzun zamandır meyilliydi. Ruhum... o zaten toprağın altındaydı. Her şey iradem dışı gelişiyordu. Önce dizlerim çöktü yere. Sonra gözyaşlarım ihanet etti bana. Güldüm alayla. Güya akmayacaklardı. Hani bu sondu? Elimin tersiyle sildim yanaklarımı. Son değilmiş. Olmayacaktı belli ki... Sağ elimin titreyerek havaya kalktığını gördüm. Bugün uzuvlarıma neler oluyordu böyle? Hepsi ona kavuşmak için deliriyordu. Ağzımdan firar edecek olan hıçkırığı engellemek için dişlerimi sertçe dudağıma sapladım. Elim nihayet hasret kaldığı sıcak yanağa kavuşunca, içimden büyük bir akıntı geçti. Benliğim sarsılmıştı. Üstelik, hıçkırmamayı da becerememiştim. Elim yanağına değer değmez meftunu olduğum yüzü masumluğunu yitirmişti. Kaşları çatılmıştı. Ondan nefret ediyordum. Ona aşıktım.
Dört yıl önce: ten can'andan henüz kopmamışken...
Kadın elinde ki kalın ciltli kitabı sehpaya bırakırken derin bir iç çekti. Nâzım Hikmet'in şiirlerinin derlendiği bir kitaptı bu. Eflâh'ın hayatına getirdiği en büyük güzelliklerinden biriydi o şair. Çünkü onun sevdiği her şeyi sevmeyi seviyordu Âhenk. "Onsuz ben nasıl olurdum?" Diye hiç düşünmemişti şimdiye kadar. Düşünmekten kaçınmıştı daha doğrusu. Çünkü "nasıl olurdum" değil "olur muydum" sorusunu daha doğru buluyordu. Evet. Âhenk sadece Eflâh'a âhenkti. Ötesi yoktu. Saçları bir el tarafından karıştırıldığında ağzından ufak bir çığlık kaçtı. Genç kadın hunharca gülen arkadaşının omzuna yumruk attı. "Ah! Acıdı kızım," diye homurdanan Onur, hâlâ gülmeye devam ediyordu. Âhenk, Onur'a her ne kadar gülmek istesede, yüzünü kızgın bir ifadeye büründürüp ona ters ters baktı. "Acısın! Oh oldu sana!" Onur yüz ifadesini toparlayıp hızla dikleşti. Boğazını temizleyip etrafına bakmaya başladı. Kimsenin olmadığına kanaat getirince, bir sır verecekmişçesine Âhenk'e doğru eğildi. Âhenk ne olduğunu anlamaksızın Onur'un garip hallerine şaşkınlıkla bakıyordu. "Bizim oğlana söylemezsin, değil mi?" Âhenk Onur'un ne demek istediğini anlamamıştı. Genç adam arkadaşının anlamadığını görünce kaşlarıyla kızın saçlarını gösterdi. Olayı idrak eden Âhenk, yüzünde keyifli bir gülümsemeyle geriye doğru yaslandı. Tırnaklarını inceliyor gibi yaparken konuşmaya başladı. "Bilemem artık. Sonuçta benim ondan gizlim saklım yok," derken gözünün ucuyla onu izleyen Onur'a baktı. "Ha sen diyorsun ki müstakbel kocamdan, beyimden hiçbir şey saklamam," derken bu sefer keyifle sırıtan Onur'du. Utançtan yüzü kızaran ise, Âhenk'ten başkası değildi. Onun pancara dönmüş yüz ifadesiyle, keyfi Kaf dağına ulaşan Onur, konuşmaya devam etti. "Eh, tabii sende haklısın. Yakında evleneceksiniz. Sonra çocuklarınız olaca-" Genç adamın sözünü ağzına konulan el kesti. "Sussana be! Ne saçmalıyorsun sen!" Âhenk'in yanakları utançtan kıpkırmızı olmuştu. "Tamam tamam, söylemeyeceğim Eflâh'a bir şey," diye hızlıca konuştu. Ellerini kendine çekip, yüzünü kapattı. Bu haline kahkaha attı Onur. "Susar mısın artık," diye hayıflandı Âhenk. Dakikalardır gülüyordu. Onur aklına gelen hinlikle yüzünü en masum şekle sokmaya çalıştı. "Ama sende benim canımı yaktın. Sende de ne güç varmış be kızım, çürüttün omzumu lan," derken sahte bir acı katmıştı sesine. Âhenk kollarını bağlamış, ona bakmıyordu. Onur'un acıyla inlemesini duyunca yüzü yumuşadı, içi pişmanlıkla doldu. Yavaşça genç adama doğru döndü. "Çok mu acıyor," diye sorarken sesi gerçekten üzgün çıkmıştı. Onur, bir an ona yalan söylediği için kendini kötü hissetsede, oyununu devam ettirdi. "Evet acıyor," derken sol yanağını gösterdi. Âhenk sorgularcasına kaşlarını çattı. "İyide ben omzuna vurmamış mıydım?" Başını yana doğru eğerken adamın yanağına bakıyordu. "Nasıl oldu da yanağın acıyor?" Onur, sahte bir şaşkınlıkla gözlerini belertti. "Şeker kız, sen bence iyi değilsin," derken sesinin canlı çıktığını farketti. Yüzünü tekrardan buruşturup elini yanağına koydu. "Daha nereye vurduğunu bilmiyorsun. Acıyor lan," dedi. "Yaa," diye mırıldandı Âhenk pişmanlıkla. "Ya ya, öyle işte. Acıyor. Ama öpersen geçer, Şeker Kız," dedi. Ona saflıkla bakan kıza içten içe gülüyordu. O, onun hiç olmayan kız kardeşiydi. Onu bir ağabey gibi her zaman kanatlarının altına almıştı. Tabii "Eflâh" denen kıskanç olmasaydı daha iyi olabilirdi ona göre. Birde Gülsima vardı. Ne arkadaşı, ne de kardeşi olarak gördüğü... "Ama Eflâh seni döver, söylemedi deme bak," dedi Onur'un oyununu nihayet anlayan Âhenk. Onur omuzlarını kaldırıp, diklendi. "Ondan korkan kimmiş Şeker kız? Döveceği varsa dövüleceğide var." Söylediğiyle yüzü hızla buruştu. Âhenk ona gülerken hızla yanağına ufak bir buse kondurdu. Bu sefer ikiside gülüyordu. Ta ki Onur ensesinden tutulup kaldırılıncaya dek. Âhenk daha da gülmeye başlayınca Onur ona kınayıcı bakışlar attı. "Hain Şeker Kız seni," diyerek üç kere cıkladı. Ensesine yediği tokatla acıyla inledi. "Ulan ne istiyorsunuz benden! Al birini, vur ötekine," deyip iki aşığa öldürücü bakışlarını attı. "Vurun anasını satıyım. Gavura vurur gibi vurun. İmansızlar! Şiddet eğimcileri sizi! Tam birbirinizi bulmuşsunuz." "Sus lan. Ben sana demedim mi ona dokunma diye," derken kaşları çatık, arkadaşını izliyordu Eflâh. "Küstüm lan ben, oynamıyorum!" Diyip kollarını birbirine bağladı Onur. Daha sonra hâlâ ensesinde duran el aklına gelince hızla odadan çıkmak için koşmaya başladı. Arkasından gülerek bakan kadın, adamın onun gülüşüne dalıp gittiğini farketmemişti henüz. Kadının yanına oturdu usulca. Sehpanın üzerinde duran kitabı görünce yüzüne bir tebessüm yayıldı. O hiç gülmezdi. Gülmek ona haram kılınmıştı sanki. Ama Âhenk buna sebep olan tek varlıktı yeryüzünde. Yüzünde hissettiği sıcak ellerle bakışlarını tekrar kadının güzel gözlerine dikmişti. Adam için her şeyiyle kusursuzdu o. Yeryüzünde ki en güzel varlıktı ona göre. "Gülüşün ruhuma baharı getiriyor Eflâh," diye fısıldadı kadın. Adam, kadının ellerini tutup, avuçlarına dudaklarını bastırdı. Onu kendisine çekip, başını göğsüne yasladı. Güçlü kollarıyla da huzurla gözlerini yuman kadını sıkıca sardı. Âhenk, Eflâh başının üzerine çenesini koyarken, adamın güzel kokusunu içine çekiyordu. Karşıda ki pencereye dikti gri harelerini. Hiç olmadığı kadar huzurlu hissediyordu. Çok geçmeden, bu huzuru adamın tok sesiyle hat safaya ulaşmıştı. " Ben senden önce ölmek isterim. Gidenin arkasından gelen gideni bulacak mı zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu. İyisi mi, beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun. Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin... Fedakârlığımı anlıyorsun : vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan senin yanında kalabilmek için. Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin. Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin. Ve orda beraber yaşarız külümün içinde külün, ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar... "* (*Nâzım Hikmet Ran)
Dört yıl sonra: zehir gözlü adam, kadının ölümünün bizzat sebebi olmuştu.
"Hani benden önce ölmek istiyordun sen?" diye fısıldadım bütün yıkılmışlığımla. "Bak; beni sen öldürdün." Yanağında ki elimi biraz daha bastırdım uyanma ihtimalini umursamaksızın. Her zerresini ilmek ilmek kalbime işlediğim yüzünü köşe bucak taradı yaşlı gözlerim. Sessiz hıçkırıklarım bana küsüp, yerini derin iç çekişlere bıraktı. "GözIerim gözünde aşkı seçmiyor. OnIardan kaIbime sevda geçmiyor. Ben yordum ruhumu, biraz da sen yor, Çünkü bence şimdi herkes gibisin...
YoIunu bekIerken daha dün gece, Kaçıyorum bugün senden gizIice. KaIbime baktım da işte iyice, AnIadım ki sen de herkes gibisin...
Büsbütün unuttum seni, eminim. Maziye karıştı şimdi yeminim. KaIbimde senin için yok biIe kinim. Bence sen de şimdi herkes gibisin..." (Nâzım Hikmet Ran *) Elimi yanağından çektim. Çok ağır geliyordu bana ondan nefret etmek. Sanki ben dünyaya sadece onu sevmek için gelmiştim. Bana hiç öğretmemişti ondan nasıl nefret edilir... Ama artık o da herkes gibiydi benim için. Kaşları hâlâ çatıktı. Islak saçlarımın yüzünün iki yanına dağılmasına aldırmadan üzerine doğru eğildim. Titreyen dudaklarımı sıcak alnına bastırdım. Hemen çekemedim onları. Her bir hücremi zehirleyen o hissin adı özlem miydi? Gözlerimi yumdum sıkıca. İnsanın kaderi alnında yazılırmış. Gözyaşlarımla yıkadım kaderini. Geri çekilmeden önce bir kez daha fısıldadım ölümümü. "Bence sende şimdi herkes gibisin Eflâh..."
|
0% |