@kalanlarinardindan
|
"Ne zaman öğreneceksiniz bilmiyorum ki evlerin yalnız eşyalardan yapılmadığını." Şükrü Erbaş
Bölüm Şarkısı: Firar | Özge ÖZ
Çocukluğum yeryüzündeki cehennemin dört duvarı arasında sıkışıp kalmıştı. Sadece tuğladan, betondan oluşan bir yer nasıl cehennemim olabilirdi, bunu çoğu zaman ben de anlayamıyordum. Dakikalardır arabamdan izlediğim o cehennemin kapısının tam önündeydim şimdi. Naz benimle gelmek için ısrar etmişti fakat şiddetle reddetmiştim. Annem ve babamın ona karşı olan tutumlarının farkında olduğum halde bu riske giremezdim. Endişem Naz'ın kırılması yönünde değildi çünkü onların arkadaşım için söyleyecekleri onu kırmazdı. Umrunda bile olmazdı. Fakat söz konusu ben olunca nasıl kendinden geçtiğine birçok kez şahit olmuştum. Olmadıklarımı düşünmek dahi istemiyordum. Ciğerlerimi havayla doldurup zile bastım. "Hoş geldin cehennemine," diye homurdandım ağzımın içinden. Kapının aralanmasıyla beklediğim gibi yardımcılardan birini gördüm. "Hoşgeldiniz," dedi resmî bir gülümsemeyle. "Ya, ne demezsin." "Afedersiniz, anlayamadım," diye sorunca 'boşver' anlamında elimi salladım. "Annem ve babam evdeler mi?" "Anneniz oturma odasında. Babanızdan haberim yok," dedi. Sıkıntıyla boynumu ovaladım. "Peki, teşekkür ederim." Cevap verip işine devam ettiğinde annemin yanına uğramadan direkt odama girip girmemem gerektiğini düşünüyordum. Eğer yanına uğramazsam daha çok uğraşmak zorunda kalacaktım. Buna hiç gerek yoktu. Tamamı antika eşyalardan oluşan oturma odasına vardığımda annemi kitap okurken buldum. Geldiğimi farketmişti ama okuduğu sayfanın sonuna gelmeden gözlerini yazılardan ayırmadı. Bu esnada bomboş gözlerle onu izliyordum. Yaşına rağmen hâlâ çok güzel bir kadındı. Dışarıdan gören herhangi biri onun mükemmel bir insan olduğunu düşünebilirdi, ki öyle sanılıyordu gerçekten de. Ama ben onun dış güzelliğinin ardındaki çirkinliği yıllardır görüyordum. "Ne demişler? Dış görünüşe önem verme zirâ tuz da şekere benzer," diye mırıldandım sessizce. Bu söylediğime sesli gülecektim neredeyse. "Anlamadım?" diye sordu otoriter bir sesle. O an kitabını çoktan kapattığını farkettim. Gözlerimi devirmemek için büyük bir çabaya girdim. Galip gelmiştim. En azından şimdilik. Omuzlarımı silktim. "Önemi yok." "Ama umuyorum ki aramalarıma cevap vermemenin önemli sebepleri vardır," dedi ifadesizce. "Yok," dedim. "Telefonum sessizdeydi ve geri dönüş yapma gereksimi duymadım." İfadesinde zerre bir şaşkınlık belirtisi yoktu. Zuhal Karakurt buna alışıktı ne de olsa. "Sana böyle saygısız olmayı o başı boş kız mı öğretiyor?" Naz hakkında yaptığı saçma yorum kanıma dokunuyordu her defasında. Her şeye bağışıklık kazanabiliyordum ama buna asla. Elimden bir kaza çıkmaması için hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp kapıya doğru hızla yürümeye başladım. "Baban seni çalışma odasına bekliyor," diye arkamdan seslenince sinirden etrafı yakıp yıkmamak için çok zor duruyordum. Sinir her hücremdeydi. Öyle anlar geliyordu ki bazen kalbim kan yerine öfke pompalıyordu sanki. Bu durumları nadiren yaşardım, karakterime zıttı. Kafamın içindeki sesin beni esir almasına izin vermeden kendi kendime bir şarkı mırıldanmaya başladım. Şu an beni sakinleştirebilecek tek şey bu olabilirdi. Odama çıkmak için merdivenlerin oraya kadar hızlı adımlarla yürüdüm. Gözlerim yeraltındaki kata inen merdivenlere takıldı her zamanki gibi. Adımlarım duraksadı. Sertçe yutkundum. Akel Mir gittikten sonra bir daha oraya gitmeye cesaret edememiştim. Kim bilir? Belkide değişmişti. Bu düşünceme alayla güldüm. Eski bir yatak ve gardıroptan başka ne vardı ki o soğuk odada? En fazla ne kadar değişebilirdi? Daldığım düşüncelerden sıyrılıp kendi odama çıktım. Kıyafetlerimi yanıma alıp ebeveyn banyosuna girdim. Hızlı bir duşun ardından kıyafetlerimi hızlıca üzerime geçirdim. Yüksek bel pileli siyah bir etekle siyah bol gömlek giydim. Eteğin boyu diz kapağımdan birkaç parmak üzerinde bitiyordu. Odamdaki boy aynasının karşısına geçip yüzümü izledim bir süre. Saçlarımdan süzülüp yere damlayan su damlalarını seyrettim sonra. Saçlarımı kurutmayı sevmezdim. Naz olsaydı kızardı muhtemelen. Aklıma gelenle dudaklarım kıvrıldı. Çocukken bunun için bana kızan biri daha vardı. Makyaj masasının üzerindeki tarağı alıp saçlarımı taradım. O esnada Naz'ı arayıp telefonu hoparlöre almıştım. Onu merak içinde bıraktığım her an için canıma okuyacağını biliyordum. "Telefon etmek, ya da tek bir mesaj yazmak neden bu kadar uzun sürüyor lan!" Yüksek çıkan sesiyle yüzümü buruşturdum. "Sana da selam canım arkadaşım," diye homurdandım. Telefonun diğer ucundan gelen derin nefes alma sesiyle öfkesini dizginlemeye çalıştığını anlamak için dahi olmama gerek yoktu. "Sana da, selamına da," diye başlayan cümlesine gözlerim iri iri açıldı. "Küfür yok!" diye bağırdım aniden. "Ettirme o zaman!" Gözlerimi devirdim. Elimdeki tarağı tekrar yerine yerleştirip telefonu elime aldım. Kısa bir süre sonra sakinleşmiş sesiyle, "Ne dediler?" diye sordu. Yanaklarımı havayla doldurdum. Odanın içinde voltalar atarken aynı zamanda da boynumu ovalıyordum. "Henüz sadece İclal Karakurt'u gördüm," diye mırıldandım. "Babanın seninle konuşacakları varmış dedi. Birazdan odasına gideceğim." "Eve gelmemenle mi ilgili sence?" diye sorarken görmesem de kaşlarının çatık olduğuna emindim. "Hayır, sanmam." Penceremin önüne doğru adımladım. "İkisi de aynı şey için azarlamazlar asla." Gözlerimi kısıp dediklerimi bir kere daha düşündüm. "Yani genelde," diye ekledim. "Tamam. Beni habersiz bırakma sakın, Giz." "Tamam," diye soluklandım. "Görüşürüz süper kahramanım," dedim muzipçe. Bir şeyler homurdanıp telefonu yüzüme kapatınca dudaklarımdaki gülümseme daha da büyüdü. Onu çok seviyordum. *** Bazen mutluluğumu ve huzurumu başka bir göğün altında aramam gerektiğini düşündüğüm zamanlar olurdu. Çocuk aklımla o göğe ulaşmayı düşünmüşlüğüm de olmuştu. Ölümün ne demek olduğunu bilmiyordum ama başka bir göğe süzülebilmek için o kapıdan geçmek gerektiğinin bilincindeydim. Çünkü o gök ne karşımda oturan adamın karanlık gözlerindeydi, ne de annemin saçlarının kokusundaydı. Annemin saçlarının kokusunu bile bilmiyordum ki ben. "Üzülme," dedi korku dolu gözlerle babama bakan küçüklüğüm. O henüz benim kadar nefret etmiyordu babamdan. "Bizim annemiz babamız yok," dedi ve sustu. Haklıydı. Benim hiçbir zaman annem ve babam olmamıştı. İfadesizdim. O, tiksindiğim merhametiyle gözlerime bakarken ifadesizdim. Eğer küçük Giz benim yerimde olsaydı ona söyleyecek bir şeyleri olabilirdi belki. Ondan nefret ettiğini haykırabilirdi, gözlerindeki sevgiden nefret ettiğini söyleyebilirdi. O, bir caninin sevgisini istemediğini babasının yüzüne doğru bağıra bağıra anlatabilirdi. Ben yapmazdım bunları. Çünkü benim nefretim daha büyüktü. Hiçliği kendine zırh bellemiş gözlerim yüzünde gezindi. Yaşına rağmen sadece tek tük beyaz tellerin bulunduğu saçlarını buldu sonra. Alper Karakurt o kadar ben ve ağabeyim gibiydi ki... Bu beni rahatsız etmiyordu. Ağabeyime benziyor olmam beni mutlu ederdi yalnızca. Ama o... Acaba elinden hayatını çalan adama benzemek onu üzüyor muydu? Eğer bir gün bana sarılırsa ona "Üzülme Mir'im, sana benzediğim için ben çok mutluyum," diyecektim. Bana sarılırsa. "Seninle konuşmak istediğim şeyi merak ediyor musun?" diye sordu cani, yüzündeki gülümsemeyle. Bomboş bakan gözlerim bir an için o gülümsemeye düşünce kalbime karlar yağdı sanki. Şefkatli bir kar insanın içine kışı getirebilir miydi? Cevap vermedim ve o bunu yadırgamadı, alışıktı bu halime. "Pekâla," derken parmaklarını birbirine geçirip güldüğü için kısılan gözleriyle hızlıca yüzümü süzdü. Bu anlamadığım bir şekilde karnıma ağrı girmesine sebep oldu. Yüzümü buruşturmamak için direndim. "Sanırım düşündüğüm kadar da meraklı değilsin, hım?" Neden yapıyordu bunu? Neden bana o iğrenç sevgisiyle yaklaşıyordu? Bir cani sevebilir miydi? "Güzel kızım," dedi. Bu sefer bakışlarımı ondan hiddetle uzaklaştırdım. Onun kızı olmak başlı başına bir işkenceyken bunu her fırsatta yüzüme mi vurması gerekiyordu? Küçük Giz tam karşıma oturdu. "Mir'imin bizden nefret etmesine şaşmamalı," dedi dudakları üzülürken. Bileklerini bana gösterip başını omzuna yatırdı. "Baksana, damarımızda iki caninin kanı akıyor." Yumruklarımı sıkıp derin bir nefes aldım. Siyahlarım tekrar babama dönerken yüzündeki ifadeden onun için büyük önem taşıyan bir şey söyleyeceğini anladım. Hemen sonra söze girdi. "Annen de, ben de artık yaşlandık." Aklımdan endişelenmemesi gerektiğini, yaptıklarının cezasını çekmeden ölmelerine izin vermeyeceğimi söylemek geçti bir an. Buna neredeyse gülecektim. "Artık yavaş yavaş işlerin başına geçmen gerektiğini düşünüyoruz." Kaşlarım hızla çatıldı. Aslında bir gün mutlaka bu sebepten dolayı çağırılacağımı düşünmüştüm fakat bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Asla kabul etmezdim. "Okulunu da bitirdin. Artık bu büyük sorumluluğu yüklenmeni bekliyoruz senden." Dudaklarımı konuşmak için araladığım anda sözümü kesti. "Cevabının ne olduğunu biliyorum," dedi yüzündeki ciddi ifadeyle. "O halde kararımdan şaşmayacağımı da biliyorsun," dedim sertçe. Sinirlenmesini, bana sesini yükseltmesini istiyordum. Neden hâlâ sakin kalıyordu karşımda? İfadesinden ödün vermeyip aynı ciddiyetle yüzüme bakmaya devam etti. Hırsla ayağa kalktım. "Söyleyeceğini söyledin, ben de cevabımı verdim. Asla değişmeyecek," dedikten sonra kapıya doğru adımladım. Kapı kulpunu kavrayan elimin sinirden ve gerginlikten titrediğini farkettim o an. Tam çıkmak üzereyken seslendi. "Giz." Derin bir soluğu ciğerlerime doldurdum. Omzumun üzerinden ona baktığımda düşünceli bir şekilde bana baktığını gördüm. "Son kararını bekliyor olacağım, kızım." "Değişmeyecek," dedikten sonra bir kez daha ona bakmaktan çekinip odadan çıktım. Değişmesini istediğim o kadar çok şey vardı ki... *** Bir evin ne anlama gelebileceğini biliyordum. Bunu düşünmek için çok zamanım olmuştu. Öyle ki sevdiğim bir şair "Ne zaman öğreneceksiniz bilmiyorum ki evlerin yalnız eşyalardan yapılmadığını" diyordu bir şiirinde. Şükrü Erbaş'ın bu sözlerine denk geldiğimde anlam bulmuştu "ev" kelimesi kafamın içinde. Gerçek ev nasıl olur bilmesem de onun bu sözüne gözüm kapalı itimat ettim. Ben bir yuva nasıl olur, bilmiyordum. Ama yuva olmayan, sadece duvardan ve eşyalardan ibaret olan bir ev nasıl olur, bunu çok iyi biliyordum. Şimdi yine o sadece duvardan ve eşyalardan oluşan o evdeydim. Üstelik anlamsız olması yetmiyormuş gibi, bir de hapishaneydi benim için. Çocukluğumun bilmediği bir şeyin bedelini ödediği yerdi burası. Beyaz tavanla olan bakışmamı kesip pencereden gökyüzüne baktım. Güneş güne veda etmek üzereydi. Ufuktaki gurubun kızıllığı bunu tescilliyordu. Saatlerce yatağımda uzanıyor, düşüncelerimin aklımı zehirlemesine izin veriyordum. Odadan çıkıp yine onlarla muhatap olmak istemiyordum. Bunca sene bu eve sabretmemin bir sebebi vardı. Çok yakında bu zulüm de bitecekti. Buna inancım tamdı. İşin doğrusu bu inancı yitirmemek için çok çabaladım çocukluğumdan beri. Ani bir kararla doğrulup komidine yakın bir şekilde oturdum. Başımın dönmesine aldırmadan çekmecenin içindeki kutuyu ellerimin arasına aldım. Titreyen parmaklarımı ahşap yüzeyinde gezdirirken sanki saatlerdir ağlamışım gibi iç çektim. Kutu epeydir ellemememe rağmen tozlu değildi. Gözüme hâlâ aralık duran çekmecem ilişti. Kutunun kilidini açacak olan anahtar oradaydı. Onu da aldığımda dakikalarca açıp açmamak konusunda tereddütte kaldım. Mir'imin asla geri dönmeyeceğini anladığım an ona küsüp kilitlemiştim bu kutuyu. Ben ona senelerce çocuk kalbiyle küsmüştüm, o bunu hiç bilemedi belkide. Mir hâlâ geri dönmemişti onu azarlamak için. Artık saçları kurumuştu Giz'in. İç çekişler eşliğinde uyandığında acıyan gözlerini tekrar kapatmıştı. Yattığı yerden doğruluğunda eli saçlarına gitti. Gece yatmadan önce bir kez daha ıslatmıştı saçlarını. Ense kısmındaki saçları hâlâ biraz nemliydi. Günlerdir dökülmekten asla vazgeçmeyen gözyaşları tekrar yanaklarında kendi yollarını çizmeye başlamışlardı. Bir haftadır belki onu azarlamak için geri döner umuduyla saçlarının kurumasına hiç fırsat vermemişti ve annesi bunu hiç farketmemişti. Ama bu gece nasıl olmuşsa kurumuşlardı. Giz'in minik eli sol tarafını buldu. Orada canını yakan bir şeyler vardı, ne olduğunu çözemiyordu. Bu, gece vakti yeraltı katına inerken kullandığı merdivenden düştüğündeki dizinin acısına benzemiyordu. Daha da kötüydü. Aslında aynı şeyi annesi veya babası ağabeyine kızdıklarında ya da ona zarar verdiklerinde de hissediyordu. Ama onlar hiç bu kadar uzun sürmemişti ki. Akel Mir'e sarıldığı zaman hemen geçerdi. Görüşünü bulanıklaştıran gözyaşlarını elinin tersiyle silip yattığı yerden ayaklandı. Hızla alt kattaki salona indi. Aynanın altındaki masanın çekmecesinde ne işe yaradığını bilmediği o kutuyu alıp tekrar odasına tırmandı. Artık onun ne işe yaradığını biliyordu. Eğer bir kutunun içine bir şey kilitleniyorsa, o şeyi görmek istemediğin için olması gerekirdi. Giz de her zerresinde taşıdığı küskünlüğünün büyük bir parçasını o kutuya kilitledi. Bilmiyordu küskünlüğünün çocukluğu olduğunu. Ya da biliyordu... Anahtarı avucumda sıkıp ayaklandım. Şarja taktığım telefonu da yanıma alıp kimsenin farketmesini umursamadan evden çıktım. Usul adımlarım durduğunda derin bir nefes alıp karşımda usul usul kıyıya çarpan dalgaları izledim. Evimiz zaten şehir dışında olduğu için etrafta hiç kimsenin olmamasını yadırgamadım. Bu sahili keşfedeli çok olmamıştı. Doğumumdan beri burada oturmama rağmen böylesi huzur dolu bir yeri geç farketmem de benim aptallığımdı tamamen. Hâlâ sıkı sıkı tuttuğum ahşap kutu karnıma baskı yapıyordu. Onu açmaya cesaretim yoktu. Sağ avucumda da anahtar vardı. Öyle çok sıkıyorum ki dişleri batıyordu. Muhtemelen yara olmuştu fakat bunu önemseyecek durumda değildim. Ruhumun bedenimden çıktığı ve bir cesetten hiçbir farkı olmayan bana baktığı o anlardan birindeydim. Kendimi boşlukta hissediyordum. Bir elimde çocukluğum, diğerinde onun anahtarı vardı. Sırtımdaki yük belimi büküyor, sol yanımdaki acıysa nefesimi kesiyordu. Gözlerimi yumup ciğerlerimi yakan bir nefesi içime çektim. Rüzgârın burnuma getirdiği kokuyla kaşlarım çatıldı. Hemen sonra yanımda bir bedenin varlığını hissettim. Burada daha önce hiç kimseye rastlamamıştım. Gözlerimi hızla aralayıp sağ tarafıma döndüm. Ne korku, ne de endişe vardı içimde. Yalnızca büyük bir şaşkınlık bir de tükenmek bilmeyen acım. Bana değil, çılgınca dans eden dalgalara bakıyordu. Yüzünün sol tarafını görebiliyordum yalnızca. Burada ne işi vardı? Şaşkın harelerimin üzerinde gezindiğinin farkındaydı, yine de hiç istifini bozmadan denizi izlemeye devam ediyordu. Zaten dağınık olan saçları rüzgarın etkisiyle daha da dağılıyordu. Ama bu asla kötü bir görüntü çizmiyordu, aksine, bu fazla güzeldi. Boğazımın kuruduğunu hissettim. "Yok artık," diye mırıldandım, nihayet şaşkınlığımı biraz olsun üzerimden savdıktan sonra. Bu sefer koyu kahvelerinin hedefinde siyahlarım vardı. Benden en az yirmi santim uzun olan boyu yüzünden kafamı biraz kaldırmak zorunda kalmıştım. Yüzündeki ifadeden hiçbir şey okunmuyordu. "Efendim?" diye sordu bir süre sonra tok sesiyle, Esmer Adam. Üşüdüğümü hissedince sol elimde tuttuğum kutuyu karnıma daha çok bastırdım. Bunu o da farketmiş olacaktı ki gözleri bir an oraya kaydı akabinde tekrar sorgulayan harelerimi buldu. "Etrafta kimse yok," derken çenemle çevremizi işaret ettim. Gerçekten de inin cinin top oynadığı bir yerdi burası. "Farkında mısın?" "Yani?" "Yoldan geçerken tesadüf etmiş olamazsın," dedim gözlerimi kısarken. Bir an için kollarımın boşta olmadığını unutup onları birbirine bağlamak istedim. "Beni takip etmiş olmayasın sakın?" "Belki." Kısa cevabıyla gözlerimi devirmeden edemedim. Neden burada olduğunu deli gibi merak etsem de daha fazla irdelemeden bu sefer ben siyahlarımı denize çevirdim. Aklımda bir sürü soru vardı. Belli ki beni takip etmişti. Ağabeyimle ilgili bir gelişme olabilir miydi? Dayanamayıp aniden ona döndüm. Onun zaten dikkatle bana bakıyor olduğunu gördüğümde bocaladım. Hemen sonra kendimi toparladım. "Neden takip ettin beni? Bir gelişme mi oldu?" Meraklı sesim karşısında sağ dudağı kıvrılır gibi olmuştu. Koyu gözleri tekrar ahşap kutuya değdi. "Hava soğuk," dedi alakasızca. Kaşlarım çatıldı. "Arabamda konuşalım," dedi ve vereceğim cevabı beklemeden ileride park halinde duran aracına doğru ilerledi. Şaşkınlığıma şaşkınlık ekleniyordu. Arabanın sesini duyamayacak kadar mı dalmıştım? Ayaklarım benim vereceğim komutu beklemeden çoktan harekete geçmişlerdi. Ben de buna boyun eğip Esmer Adamı takip ettim. Aylarca ağabeyimi izlerken birçok defa gördüğüm, artık tanıdığım aracın yolcu koltuğuna otururken garip bir his sardı içimi. Arabanın sıcağına kavuşan bedenimle o ana kadar üşüdüğümü bile farketmemiştim. Hem bu araba onun gibi kokuyordu. Düşüncelerimin saçmalığıyla kendi kendime homurdandım. Bazen çok saçmalayabiliyorlardı. Ben değil, düşüncelerim. Artık sormam gereken sorular ve almam gerek cevapların olduğunun bilincinde olarak aniden ona döndüm. Onun zaten bana bakıyor olduğunu görmek bir kez daha duraksamama sebep oldu. "Ne zamandan beri takip ediyorsun beni?" diye sordum kısık bir sesle. "Evinden çıktığın andan beri," diye cevapladı sorumu büyük bir umursamazlıkla. Gamsızlığı karşısında dilim tutulacaktı neredeyse. "Evin adresini nereden biliyorsun diye sormayacağım," diye mırıldandım. Bu sefer dudakları cidden kıvrılmıştı. Nedense bunu biraz daha izlemekten kaçınıp bakışlarımı kucağımdaki kutuya diktim. Bu adam sayesinde neredeyse beni bir bilinmezliğe sürükleyen kutunun varlığını unutacaktım. Neredeyse. "Ne var o kutuda?" Meraktan uzak, öylesine bir şey söylüyormuş gibi dökülen kelimelerinin aksine kahve gözlerindeki merak ışığı nedensizce heyecanlanmama sebep oldu. Gözlerimi ondan kaçırırken, "Bir emanet," dedim yalnızca. Çocukluğum, diye de ekledim içimden. Bir emanetten fazlası olduğunu bildiğini gözlerinden görmüştüm. Ama daha fazla bununla ilgili yorumda bulunmadı. Ki bulunması da gerekmezdi. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra artık neden burada olduğunu öğrenmemin zamanı geldiğine kanaat getirdim. Derin bir nefes aldıktan sonra ona döndüm. Sessizce dakikalardır benim de yaptığım gibi durgun denizi izliyordu. "Mir'imle ilgili bir gelişme mi var? Neden beni takip ettin?" Bir ressamın efsunlu ellerinden çıkmış gibi duran kaşları çatıldı. Başını sağ omzuna yaslarken bana kıstığı gözleriyle bakıyordu. "Ona neden Mir diyorsun?" diye sordu alakasızca. Bıkkın bir nefesi dışarı verdim. "Ağabey de diyorum," dedim. Bakışlarım tekrardan denizi bulunca dalgın dalgın konuşmaya devam ettim. "Gerçi, artık kızacak belli ki öyle seslenmeme. Küçüklükten kalma bir alışkanlık sadece," diyerek omuz silktim. Bu sefer beni dumura uğratacak başka bir şey sordu. "Onun adı Mir mi?" Bakışlarım omzumun üzerinden hızla onu buldu. Pürdikkat beni dinlediğini gördüm. Nasıl yani? Adının Akel Mir olduğunu bilmiyor muydu? Benimle dalga mı geçiyordu bu adam? "Ne?" Cevap vermeden hâlâ aynı ifadeyle bakmaya devam ediyordu. "Ciddi misin sen? Adının Akel Mir olduğunu bilmiyor muydun gerçekten?" Şu durumda ne onun ne de benim yalan söyleyecek halimiz yoktu. Aylarca onları, bilhassa ağabeyimi izlemiştim. Asla ne konuştuklarını duyacak kadar yakınlarında olamamıştım. Ama Mir'imin onlara verdiği değeri ve güveni anlamak için buna hiç gerek yoktu. Onlara kendini yalnızca Akel olarak tanıtmış olması beni şaşırtmıştı. Hemen sonra aklıma gelen ihtimalle gözlerim buğulandı, dudaklarımda alaylı bir gülüş peyda oldu. Bu alay bir başkasına değil, bizzat kendimeydi. "Belkide ben ona öyle sesleniyordum diye bu isimden tiksiniyordur," diye mırıldandım kısık bir sesle. Yanımda oturan yabancı adam bana teselli edici hiçbir kelime söylemedi. Çünkü o da tanıyordu en yakın arkadaşını ve haklı olduğumu biliyordu. "Bahse girerim ki bir kız kardeşi olduğundan bile hiç bahsetmemiştir," dedim dudaklarımdaki gülüş biraz daha büyürken. Hiçbir şey söylemeden düz bir ifadeyle yüzümdeki alaylı ifadeye bakıyordu. Ben cevabımı o sükutun içerisinden yakalamıştım bile. Bir şey söylemesine gerek yoktu. "Neyse ne. Artık beni neden takip ettiğini söyleyecek misin?" "Sen bizi neden takip etmiştin?" diye soruma soruyla karşılık verdi düz bir sesle. "Açıkçası bunu bu kadar erken farketmenizi beklemiyordum. Şaşırttı," dedim kaşlarım alay ve hayret karışımı bir duyguyla kalktığında. "Öğrenemeyeceğimizi sandın?" Başımı bir sır vermek istiyormuş gibi ona yaklaştırırken boş gözlerle beni izlemeye devam ediyordu. "Yanlışın var. Zaten ben öğrenilmesinde bir sakınca görmediğim için öğrendiniz," dedim iddialı bir sesle. Ve bu iddianın altı boş değildi. Gerçekten de başından beri yaptığım planın gizliliğini Mir'imle karşılaşana kadar sürmesini hesaplamıştım. O da bana engel olmaya kalkmasın diyeydi. "Ama şimdi hakkınızı yemeyeyim, o gizli geçit hanginizin fikriyse fena değildi. Bara nereden girdiğinizi anlayana kadar neler çektim!" "Bunu senden başka kim biliyor?" "Naz ve ben hariç hiç kimse," dedim alayla. "Ben düşmanınız değilim. Hatta Mir'im izin verirse çalışanınız bile olacağım." "Onu ikna etmeye çalışacağım," dediğinde dudaklarımdaki gülüş soldu. Kaşlarım çatılırken duyduklarımın doğruluğunu teğet etmek istercesine Esmer Adamın yüzünün her ayrıntısını inceledim. "Dün de sordum, bugün de soruyorum. Neden böyle bir iyilik yapasın ki?" Bir anda değişen tavırlarımın karşısında belli etmese de şaşırdığını hissediyordum. Ani duygu değişikliliğim karşısında benim kaçığın teki olduğumu düşünüyordu muhtemelen. Eh, bir yerde haksız da sayılmazdı. "Akel benim kardeşim. Bu yeterli bir sebep mi?" Sertçe yutkunup başımı salladım. Haklıydı, ağabeyim için de öyleydi. Yanımdaki Esmer Adam, diğer sarı saçlı adam ve o kız... Üçü de onun için çok kıymetliydi. Bunu bana asla bakmadığı şekilde onlara bakmasından anlamıştım. Benden gerçekten de nefret ediyordu. "Bir kız kardeşi olduğunu bile şimdi öğrendin. Olayın ne olduğunu bilmeden gözün kapalı bu işe girecek misin gerçekten?" diye sordum zaten cevabını bildiğim soruyu. Sağ dudağı hafifçe kıvrılırken bu sefer o bana alayla bakıyordu. "Kardeş olmak bunu gerektirir. Detaylarını bilmesem de meselenin kimlerle ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil." Haklıydı. Bu sefer söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Kardeş olmak bunu gerektirir. Ben de aslında kardeşlik görevimi yerine getirmiyor muydum? O her ne kadar kabul etmek istemese de bu gerçek bizim ensemizde nefes alıp vermeye devam edecekti. "Ya kabul etmezse?" diye sordu bu sefer. Neyden bahsettiğini anladığımda bakışlarım tekrardan içerisine çocukluğumu hapsettiğim kutuyu buldu. "Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Ben sadece onun için uğraşmıyorum," dedim ciddiyetin zırhını kuşanan bir sesle. Ellerimin üşüdüğünü hissettim. "Bir çiçeği solduran o insanların bedel ödemeleri için uğraşıyorum." Yanımdaki bedenin kasılmasıyla ilk defa şaşkınlığını gizleyemediğini farkettim. Sanırım artık daha fazla bilgi edinmişti ve bu kadarını tahmin etmiyordu. "Sen..." dedi kısık bir sesle ve sustu. Aradan dakikalar geçti ve arabadaki tek ses düzenli nefes seslerimiz ve benim kutunun yüzeyine damlayan gözyaşımın sesiydi. Şaşkınlığını sindirmesi kolay olmuştu. Halbuki ben bunları öğrendiğimde haftalarca kendime gelememiştim. Hâlâ konunun bütününe hakim değildi ama anladığı kadarı bile çok sarsıcıydı. Aniden kutunun üzerine bıraktığı şeyle kaşlarım hayretle kaktı. Bu benim en sevdiğim çikolataydı. Ondan böyle bir hareket beklemediğim için sorgularcasına yüzüne baktım. Denizi izliyordu "Açılay sevdiği için hep yanımda bir tane taşırım," derken umursamazca omuz silkti. Göz ucuyla bana bakıp tekrar denize döndü. "Onu mutlu ediyormuş," dedi sanki dünyanın en saçma şeyiymiş ve buna anlam veremiyormuş gibi. Bu beni gülümsetti. Böyle ince bir düşünceyi erkekler yalnızca en çok değer verdikleri kadınlar için yaparlardı. "Sevgilin mutlu oluyordur," deyiverdim, sanki üstüme çok vazifeymiş gibi. Anında yüzüme tırmanan sıcaklığı hissedince başımı eğdim. Neden yorum yapıyorsun, Giz?! Yüzüne bakamayacak kadar utandığım ve bunu belli edemeyecek kadar da gururlu olduğum için sanki hiçbir şey söylemişim gibi bana verdiği çikolatayı afiyetle yemeye başladım. Yüzündeki ifadeyi çok merak etsem de inanılması güç bir şekilde utanmıştım, yüzüne bakamazdım bir müddet. "Teşekkürler," diye mırıldandım. Daha sonra bir şey söylemesinden korkarak konuyu değiştirdim. "Madem buraya kadar zahmet ettin, beni hemen evin önüne bırakıverirsin," dedim. Birkaç saniye boyunca bana bakmaya devam ettikten sonra hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırdı. Az önce devirdiğim çam hakkında yorum yapmadığı için şanslıydım. Nihayet ezbere bildiğim hapishanemin bulunduğu sokağa girdiğimizde küçük bir iç çektim. Bazen, ömrüm boyunca dönüp dolaşıp geleceğim yer burasıymış gibi gelirdi bana. Ama biliyordum, birgün mutlaka ruhum prangalarından kurtulacaktı. Bakışlarım yanımdaki adamı bulduğunda onun hapishaneme garip bir şekilde baktığını gördüm. Buna hafifçe tebessüm ettim. "Bıraktığın için teşekkür ederim," dediğimde nihayet koyu gözleri siyahlarıma döndü. Anahtarı diğer elime alıp sağ elimi ona uzattım. Bakışları kısa bir an ona uzattığım elimde oyalanıp tekrar harelerimi buldu. "Bunu söylemek için biraz geç oldu ama, tanıştığıma memnun oldum. Ben Giz Karakurt." Birkaç saniye boyunca boş boş gözlerime bakmaya devam ettiğinde elimi ona uzatmaya devam ettim. İnatçı olduğumu söylemiş miydim? En sonunda elime değen soğuk eliyle vücudumda oluşan garip hissi gözardı etmeye karar verdim. Bugün düşüncelerim ve vücudum çok saçmalıyordular. "Kayra Arıkan," dedi tok sesiyle. Kayra Arıkan, diye tekrarladı zihnim. Hislerimdeki gariplik beni yabancısı olduğum diyarlara savurduğunu farkedince dudaklarımdaki tebessüm yavaş yavaş canlılığını yitirmeye başlamıştı. Bana neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kayra... Başımı bir kere eğerek kutuyu sıkıca kavrayarak elimi kapı kulpuna attım. Bir an evvel arabadan inmem gerekiyordu aksi taktirde beynime oksijen gitmeyecekti. Bir ayağımı tam dışarı atmışken tekrardan onun sesini duydum. Kayra'nın sesini. Söyledikleriyse utançtan haftalarca beni odama tıkmak için yeterliydi. "Benim sevgilim yok, Giz."
|
0% |