50. Bölüm

“Kahraman”

Kalopsia
kalopsia

 

 

36. Bölüm

 

“Kahraman”

 

 

Yedi av.

Dokuz avcı.

Ve milyonlarca can.

“Birazdan, Başkan’ım.” diyen gence donuk bir suratla bakakaldı Aybüke. Gözlerini sökmek üzere olan şafağa çevirdi. Kimsenin haberi yoktu, bu şafak sökmeyecekti. Gündüzü kara dumanlar kaplayacak, bazıları son nefesini verecekti. Bugün, İstanbul’da şafak sökmeyecekti.

“Şüphelilerin arkalarında bıraktığı izler bugün sabah saatlerini gösteriyor.”

“Emin misiniz? Sabah en kalabalık olan saat değil-“ Durdu Aybüke. “Sktr.”

Odadan koşarak ayrıldığında Çağatay da ona yetişmeye çalışıyor, arkasından koşuyordu. Teknik odaya geldiklerinde telsizi eline aldı Aybüke:

“Herkes beni dinlesin. Saldırı çalışan, orta yaş grubunun en çok dışarıda olduğu saatte gerçekleşecek. Amaçları öylesine bir kesimi yok etmek değil, çalışan ve bakıma muhtaç olmayan kesimin sayısını azaltmak. Herkes gözünü dört açsın ve konuştuğumuz üzere yerlerine gitsin!” Telsizi yeniden masaya bıraktığında saç diplerini sıktı. Korktu. Analizler sonucunda ortaya çıkan senaryo İstanbul’un yıkımına eş değerdi. Bu ülkenin başkenti Ankara’ydı fakat kalbi İstanbul’da atıyordu.

Yeniden telsize uzandı:

“Ankara için bir ipucuna rastlanmadı fakat oradaki korumaları da arttıralım.”

 

Hayaleti avlamak.

Yedi hayaleti avlamak…

 

Kendi görev yeri olan noktalardan birinde, bir parkta dolaşıyordu Oğuz. Hakan da aynı konumda, farklı bir noktadaydı. Etrafta dikkat çeken hiçbir unsur veya kişi yoktu. İnsanlar fark etmeden hepsinin mimiklerini izledi. Çalan telefonuna uzandı:

“Fındık? Uçakta değil misin sen?” diye sordu merakla. İstanbul’u bekleyen felaket önlenmezse diye Yansı’yı İzmir’e göndermişti.

 

“Değilim.”

“Ne demek değilim!” Sinirlenmişti Oğuz. “Yansı! Ah Yansı, ah! Anlatmadım mı sana tehlikeyi!” diye sessizce bağırdı.

“Anlattın! İşte bu yüzden kaldım! Onca insanın ölme tehlikesi varken ben kocamdan dolayı bilip kaçayım mı? Ben bunu kendime yedirebilir miyim sanıyorsun sen? Hangi insan yedirebilir bunu?”

“Nerdesin sen?”

“Hastanedeyim. Acile geçtim. Kimsenin bir şeyden haberi yok elbette ama ben çaktırmadan travma cerrahisini hazırlattım. Allah muhtaç etmesin.”

“Amin, güzelim. Amin. Çıkma sakın hastaneden. Tuhaf bir şey gördüğün anda da beni ara!”

“Tamam.”

“Yansı!

“Tamam, Uyuz! Ta-mam! Kapatıyorum, hastama bakmam gerek.”

 

“Dikkat et-“ Diyordu ki kabanı ile yürüyen bir kadına dikkat kesildi. Tam o anda Hakan ve Oğuz göz göze geldi.

“Sktir!”

Biri ağaçların siperinde, diğeri ise günlük hayatın maskesinin altında kadını takip etti. Kadın tuhaf tuhaf etrafına bakınıyor, bir elini cebinde tutuyordu. Oğuz ona doğru koşarken durdu, şayet kadın montunun önünü açmıştı.

 

Boynuna ulaşan kablolar vardı.

Ve yapacak bir şey yoktu.

Belindeli silahı çıkardı, kadının kumanda tutan elini hedef aldı.

İlk kurşun Oğuz’dan çıkmıştı.

Çevredeki insanlar sağır edecek bir şekilde çığlık atıyor, oradan orada kaçışıyordu. Oğuz ve Hakan profesyonel bir şekilde insanları tahliye etmekle uğraşıyordu lakin bu pek kolay değildi. Oğuz, kadının yanına ulaştığında üstündeki bomba düzeneğini gördü.

Çalışmıyordu.

Başını, çöktüğü yerden kaldırdı. İleride duran adamı gördü. Aynı saniyede, “HAKAN!” diye bağırması bir olmuştu. Adam, havaya kaldırdığı kumandaya bastı.

Oğuz’un ileriye doğru atmaya yeltendiği bir adım onlarca adım geriye sürüklenmesine dönüştü.

İlk bomba patlamıştı.

 

 

♥️⚔️♥️

 

 

Kaderi seçimlerimizle biz mi yazarız? Yoksa yazılmış olan kaderimizi yaşarken özgür olduğumuzu mu sanırız?

Yazılmış olan kaderi yaşar insan. Ve ben, kâh üzülür kâh sevinirim. Şayet bilirim, her bir ‘of!’dan sonra başka bir imtihan yazılmıştır.

İmtihanlarımdan en büyüğünü belki de şimdi yaşıyordum. Acile tam yirmi ağır yaralı sevk edilmişti. Bazıları başka hastanelere gönderilmiş, bazıları acil ameliyata alınmıştı. Hastaneyi ve İstanbul’u esir alan vahşet haberlerdeydi. Bütün kanallar yayınları bölmüş, neler olduğunu anlatıyordu.

Peki ne oluyordu?

Televizyona göre çok kalabalık bir parkta bonba patlaması olmuştu. Bizlerin bildiğine göre ise daha patlamayı bekleyen altı bomba vardı.

Aslında hepsi aynı anda patlatılmak üzere planlanmıştı lakin Elmas’ın aklında nasıl bir kurnazlık varsa birini önceden patlatmıştı. Tüm istihbarat teyakkuzdaydı. Biz doktorlar da öyle.

“Hocam! Elimizde yalnızca iki ünite kan kaldı!” diye bağırdı bir hemşire. Benimle beraber hastalara koşan travma cerrahı arkadaşıma döndüm. Aynı korku onun gözlerinde de yer etmişti. Hem de diğer bombaları bilmeden.

Aldığım hasta on yaşlarına bir erkek çocuğuydu. Bacağı çok ağır hasarlıydı ve kaybettiği kanın haddi hesabı yoktu.

“Hemen çevre hastanelere ve halka haber geçilsin! Bağışlanacak bütün kanlar bir can bizim için!” dedi arkadaşım. O da göremediğim birine kalp masajı yapıyordu. Çocuk hastamı ameliyata alamazdım. Dört ameliyathane vardı ve hepsi doluydu.

“Allah’ım sen yardım et.”

Ellerim ivedilikle hastamla ilgileniyordu fakat aklımı delip geçen bir başka kişi ise Oğuz’du. Konuşmuş ve sesini hızlıca duymuştum fakat gerçekten nasıldı öğrenecek vaktim olmamıştı.

Yaralı mıydı?

Bir yeri acıyor muydu?

Ya Hakan? O nasıldı?

Erkek çocuk hastamı acil durumundan kurtardıktan sonra göz ucuyla az ötemde duran ekibe baktım. Kalp masajını durdurmuştu. Hasta ölmüştü. Cerrah, hastanın önünden çekildiğinde vefat eden kişinin bir kadın olduğunu gördüm.

Üzerine soğuk, beyaz bir örtü çektiler. Cerrah, gözünde görebildiğim ancak kalbinde yalnızca hissedebildiğim acısıyla bir başka yaralıya koştu.

Bir şey hissedecek halim bile kalmamıştı artık. Düşünmeden, yalnızca hayat kurtarmaya çalıştım.

 

 

 

⚔️⚔️⚔️

 

Ayaklarım beni oradan oraya kaç saat koşturdu bilmiyorum. En son mavi kodda bir hastanın kalmadığını hatırlıyorum. Ya vefat etmişlerdi, ya da hayata tutunmuşlardı. Ama mavi kodda hasta kalmamıştı.

Müdahalesini bitirdiğim bir hastanın yanından ayrılırken acilin kapısında gömleği kan içinde kalmış, soluk soluğa etrafa bakınan adamı gördüm.

Oğuz.

Benim Uyuz’um.

Ona koşmak istesem de ayaklarımı hissedemiyordum. Başım çok uzun süre koşuşturmaktan olsa dönerken ona doğru adımlamaya başladım.

“Oğuz.” dedim bir kere. Duymadı.

“Oğuz!” dedim. Duymadı. Beynim benimle yine dalga geçiyor olmalıydı. Bağırdığımı sanarken susuyor muydum yoksa ben?

Ormanları anımsatan gözleri en sonunda bana değdiğinde beni baştan aşağı süzdü. Bana doğru koştu.

“Yansı’m!” Bana o kadar sıkı ve güzel sarıldı ki bir an mutlu oldum. Sızlayan kalbim acısını unutur gibi oldu. Ayaklarım yeniden yere değdiğinde acımla varoldum yeniden. Gerçeklerin kanlı yüzüne ayak bastım.

“İyi misin? Bir şey yok değil mi? İyisin.” dedi Oğuz her bir yanımı dikkatle incelerken. Önlüğümdeki kan lekesinden tuttu:

“Bu-“

“Benim ka/nım değil. Hastamın.” dedim uzamış sakallarında parmaklarımı dolaştırırken. Birbirimize sarılırken acildeki hastalar bir yandan iki farklı yere taşınmaya başlamıştı: Morg ya da oda.

İlk müdahale ettiğim minik erkek çocuk kendine gelmişti. Benim yanımdan gelip geçen sedyedeki kadına aynı anda, beraber baktık. İkimiz de acımızı yaşadık.

 

Fakat onunki benim anlayamayacağım türdendi.

“Anne! Anne! Gitme! Anne!”

 

Götürülen kadının ardından bakakaldım. Baktığım çocuk kendi yatağından tek ayağı üstünde zıplayarak, kendini atarak kalktığında götürülen yatağa kendi ağırlığını bıraktı. Tutunamıyordu, daha denge bile kuramıyordu.

Annesinin burnunu burnuna sürterken, “Uyansana anne! Uyanacak annem, değil mi?” diye hünkür hünkür ağlıyordu.

 

Aklıma bir an düştü.

 

Annemle beraber alışverişe gittiğimiz bir gün annem bir mont almak için beni kafede bırakıp mağazaya gitmişti. Çok küçüktüm daha. Telefon ise hayalden öte bir şeydi. Korkmam demiştim anneme ama camdan gelip geçen insanları seyrettikçe çok zaman geçtiğini anlayıp ağlamamı tutmaya çalışadak garsona gitmiştim. “Annemi arayabilir miyim?” diye sormuştum. Annem beni bıraktı diye çok korkmuştum. Eninde sonunda dönmüştü.

Peki ya şimdi?

O çocuğun annesi bir daha dönmeyecekti. Kaybolmanın acısı bile küçük bir çocuğun kalbini paramparça ediyorken o nasıldı?

Yüreğim parçalandı.

“Anne!” diye yakaran çocuğa sakinleştirici yapan hemşireleri izledim. Kollarına sığındığım adama biraz daha sokuldum. Ağladım. Çünkü elimden başka hiçbir şey gelmiyordu.

“Şimdi gitmem gerek.” dedi Oğuz bir anda, “Hiçbir şey daha bitmedi.” dedi. Yavaşça başımı salladım. Ellerimle saçlarını okşadım:

“Bana dönmeyi unutma, tamam mı Uyuz?” O kadar çok kırılmıştı ki kalbim sesim çocukluğuma dönmüş gibiydi.

“Allah’a emanet ol, Fındık’ım.”

Arkasını dönüş giden adamı seyrettim.

“Allahaısmarladık!” dedim gözüm yaşlı. Olduğu yerde durdu, döndü:

“Allahaısmarladık, sevgilim.” dedi. Ve Oğuz Karaca’nın bu sabah gözünden düşecek olan ilk yaş işte bu an düştü.

 

 

 

 

🫀🖤⚔️

 

Yedi tepeli şehrin her bir köşesinde avdaydı Teşkilat mensupları. Hayaleti kapana kıstırmak için bütün ışıkları kapatmayı göze almışlardı. Bombalardan biri göz dağı için patlatılmıştı.

“Ne durumdayız?” diye sordu Aybüke elindeki dosyalarla kontrol odasına girerken. Bilişim ekibi ve Aylin‘in dışında yalnızca Aybüke vardı sahaya inmeyen. Operasyonun tamamını merkezden kontrol eden beyin oydu.

“Başkan’ım, yediliden biri zaten…gitti. Diğer iki tanesinin izine ulaştılar. Diğerleri hâlâ arıyor fakat yakındır. İstanbul’da Teşkilat’tan saklanabilecekleri hiçbir yer yok! Ayrıca, şehir kameralarının bazılarında bulunan sensörlerin ayarlarına sızmaya başladık. Sensörler, yüksek radyasyona maruz kalırsa bozulur ya da aksar. Bombaların içinde kullandıklarına artık emin olduğumuz kimyasal ilaç da radyasyon bombasından başka bir şey değil.”

“Harikasınız, Aylin.” dedi Aybüke ekrana bakmaya devam ederken. “Yaralıların durumu nedir?”

“Hastane verileri ancak düşüyor, Başkan’ım. Vefat eden sayısı maalesef fazla.”

Yutkundu Aybüke. “Çağatay, sen-“

Aybüke, çalan telefonu ile duraksadı. Bilinmeyen bir numara arıyordu.

İngiltere kodu ile.

Açtı, kulağına götürdü:

Başkan’ım.” dedi o ses. Elmas… Konuşmadı Aybüke. Anın şoku ile açılan dudakları, elinden düşen belgeler ile boşluğa bakakaldı. “Ne o? Dilini yutmuş gibisin Dilruba- Ah! Pardon, Aybüke!”

 

Tuttuğu nefes sanki boğazında kaldı. Elleri öfkeyle titrerken telefonu hoparlöre aldı. Suskunluğu devam ederıen dinlemeye devam etti:

“Ben yenilmem, Aybüke Coleman. Arkama taktığın birlikleri bence şehrine yolla. Çünkü birazdan taş üstünde taş kalmayınca, ölenleri temizlemek için çok insana ihtiyacın olacak.”

Çağatay bir yandan konuşmayı elleri titreyerek dinlerken bir yandan numaranın adresini araştırıyordu. Öfke, onun bile kalbini köreltmişti. Elinde bir ok olsa, Elmas’ın kömürden kalbine saplardı.

 

“Ama şaşırma Aybüke! Oğlumla evlendiğini bulduğum gibi gerçek kimliğini de elbet bulacaktım.”

Ve odadaki şaşkın bakışlar Aybüke'yi buldu. Hem Aylin’in hem de Çağatay’ın klavyedeki elleri durdu. Ayakta duran kadına bakakaldılar.

 

Evlilik mi demişti o?

 

“Aybüke?..” diye gözlerinde yaşlarla fısıldadı Aylin. Karşısındaki kadının çektiği acılar günden güne aklında bir puzzle gibi birleşiyor, birleştikçe anlam kazanıyor ve anlam kazandıkça daha çok can yakıyordu.

 

“O zaman şunu da öğrenmişsindir…” dedi Aybüke en kararlı sesiyle, “Beni, ben kendimi tanıtmadan tanıyan kaç kişi var dünyada?” Sesindeki karanlık insanı titretecek kadar soğuktu.

Sessizliğin ardından bir cevap yükseldi, “Bir. O da benim.” Evet, Elmas bu sorunun cevabını da bulmuştu.

Aybüke Akman başlı başına bir sırdı.

Ve Aybüke Akman, bu sırrı yanlışlıkla öğrenen herkesi ait olduğu yere göndermişti.

 

“Ve o bir de sıfıra düşecek.” dedi Aybüke. Gözleri öfke ile kararmış, parmak boğumları telefonu sıkmaktan beyazlaşmıştı. Çağatay’ın ona uzattığı kağıttaki adrese baktı.

“Demek patlatacağın şehre gelecek kadar aptalsın.” dedi Aybüke adrese bakarken. Biraz daha baktığında adresin ne denli tanıdık geldiğini fark etti.

Olamaz.” diye geçirdi aklından. “Burası olamaz…”

“Ecelini bekle, Tanju.” dedi Aybüke, telefonu kapattı. Hışımla odadan ayrılacakken Aylin ayaklandı:

“Gidemezsin!”

“Neden?”

“Sahadaki onca ekibi aynı anda kim kontrol edip liderlik edecek! Sen bize lazımsın!”

“Haklısın ama başka bir seçeneğim mi var? O şerefsizi bir daha kaçıramayız! Gidecek yeterli donanımda kimse yok şu an!”

“Aybüke…Gidemezsin. Bak, içimde kötü bir his var. Ben gidey-“

“Sakın!” diye böldü Aybüke, “Sen gebesin! Sakın, Aylin!”

Birkaç adımda aralarındaki mesafeyi kapattı:

“Bana bak!” dedi elleri ile kadının yüzünü tutarken. Hamilelikle beraber yanakları daha da tombullaşmıştı:

“Beni iyi dinle. Benim ya da bir başkasının sahada şehit düştüğünü dahi duysan bu binadan çıkmayacaksın! Duydun mu beni? Çıkmayacaksın!”

“Aybüke…” diye ağladı Aylin.

“Aylin!” Gözyaşları Aybüke’nin kırgın gözlerine de bulaştığında kız kardeşim dediği kadına sıkı sıkı sarıldı. Sıcaklığından aniden ayrıldıktan sonra silahlandı ve adrsin yolunu tuttu. Direktife gerek yoktu, şayet yollar istemeyeceği kadar tanıdıktı.

 

 

🖤⚔️🖤

 

Geldiği binaya bir bakış attı. Her şey anormal şekilde normal görünüyordu. Sanki kapının önündeki siyah araba gerçekten buraya aitmiş gibiydi.

Fakat karşı komşu ne bilirdi ölümün yan dairede durduğunu? Elmas, Aybüke ve Atlas’ın evindeydi. Aşina olduğu merdivenleri atlayarak tırmandı. Kapı aralıktı. İçeri girdiğinde silahı elinde, tetikteydi. Perdenin önünde duran adamı gördü.

“Erkencisin. Bunu, yolların tanıdık olmasına veriyorum.” dedi Elmas yüzünü ajana doğru dönerken. Salonun köşesindeki tekli koltuğa yavaşça kuruldu:

“Otur lütfen.” dedi sırıtırken. Eli ile karşı koltuğu gösterdi.

Elindeki silahı bırakmadan yavaşça adamın karşısına doğru ilerledi. Oturmadı. Elmas’ın oturduğu koltupun kolçalarını iki eliyle sıkı sıkı kavradı. Burnundan solurken Elmas’ın yeşil gözlerinin içine öfkeyle baktı:

“Burası benim evim, pu*t.”

“Sevgili Aybüke, kayınbabanı böyle mi karşılıyorsun-”
Saniyeler içerisinde yüzüne çekilmiş silahla bakıştı. “Sakın.” dedi Aybüke derin sesiyle, “Ne haltlar çeviriyorsan anlat. Yoksa bir dakika daha dayanmam, seni öldürürüm.”

“Kocana çekmişsin. Sabırsızsın. Nereden biliyorsun diye sorma. Annene ya da babana çekmişsin diyemeyeceğime göre… Zavallı Aybüke. Küçücük bir çocukken evinden kaçmışsın. Evlenmemek için kaçtığın evini hiç özlüyor musun bari?”

“Ant olsun gebertirim seni.” Silahının tetiğini çekti, adamın alnına dayadı.

“Peki o zaman, hadi eğlenceli şeylerden bahsedelim. Mesela patlayan bomba. Nasıl hastalar? Kaçı hayatta?”

“İstemeyeceğin kadar fazlası hayata tutundu, it.”

“Ya, demek öyle…” dedi Elmas sırıtırken, “O zaman ben de sana bir sır vereyim. O bombanın içindeki madde var ya…Herkesi zehirledi. Hayatta kalmayanları başarmış olsalar dahi çok kısa bir süre içinde belirtileri gösterecekler. Sevgili Aybüke, ben bütün halkını zehirliyorum.”

“Devam et.” dedi Aybüke nefret dolu sesiyle, “Anlatmaya devam et, skt*ğimin puştu!”

“Patlayacak her bomba kademeli. Her biri birbirinden daha büyük etkide. Ve sen, hiçbirini zamanında bulamayacaksın.”

“Neden bu denli hızlı bir karar aldın! Neden hemen işe koyuldun! Kapana kıstırıldığın için, değil mi? Seni her yerden kovaladığım için?”

“Çabana haksızlık edemem, güzel gelinim. Ama ben kaçmam… Günün sonunda tahminimden önce öleceksem, arkamda iz bırakmadan gitmem. Ben Elmas’ım, planlarımı yarım bırakmam.”

“Kartlar… Kartlar ne ayak? Kart verdiğin insanlarla ne yapacaksın?” Cevap alamayınca silahı şah damarının üstüne bastırdı. Yakasından tutup kendine doğru biraz daha kaldırdı.

“Yapma, Aybüke. Senin o küçük, zeki beyninin çoktan bunu çözdüğünü biliyorum.”

Doğruydu. Kartların ne anlama geldiğini fark etmişti. Kart verilen kim varsa bu plan uğrunda hiç sayılann kimselerdi. Planın bir parçası olan fakat bundan haberi olmayan kimseler…

Yıllar evvel, Atlas çocukken ona verilmiş olan Maça Ası kartı böylece anlam kazanmıştı. Atlas, çocukken babasının verdiği bu kartı bir türlü anlamlandıramamıştı. Gençliğinde ise kartı sevgilisine hediye etmişti. Kart, bu yüzden Aybüke’deydi. Yıllar sonra anlam kazanmıştı.

“Seni…” dedi çenesi öfkeyle seğirirken, “Öyle çok eziyete maruz bırakacağım ki ayaklarıma kapanıp ölmeyi dileteceğim sana. Eduardo’nun da binlerce masum canın da hesabını seni seninle bırakarak soracağım. O duvarlara kafanı vurup kendini öldürmek isteyeceksin. O yüzden o duvarlara da yerlere de yumuşak yastık döşeyeceğim.”

 

Dibinde duran ve öfkeden gözü dönmüş kadını dinlerken sırtıyordu Tanju. “Ve…” diye devam etti Aybüke. İnsanı korkudan delirtecek bir sesle Tanju’nun kulağına doğru konuştu, “Kocamın intikamını ayrı soracağım senden. Mahvolan o otuz yılı var ya…Seni otuz kere farklı ölümden döndüreceğim Elmas. Her kurtulduğunu sandığında ayaklarına kapanacaksın oğlunun. Sen kendi ecelinle öleceksin, ama ben seni her yaşadığın gün ayrı ayrı öldüreceğim.”

 

Aybüke yavaşça geri çekildiğinde gözlerinde vahşetin tatlı cazibesi vardı. Tanju, uzaklaşan kadına bakarken ilk defa gülmüyordu. Ölümü yüzüne gülerek yansıtan kişi bu sefer Aybüke’ydi.

Işıklar hâlâ kapalı olduğundan ötürü her türlü ışık dikkat çekiyordu. Aybüke’nin önünde durduğu duvarda bir kırmızı nokta belirdiğinde Tanju’nun gözleri o noktaya değdi. Bir nokta ikiye, dörde katlandığında Aybüke de Elmas’ın baktığı yere döndü. Noktaları o da fark ettiğinde durdu, izledi. Kırmızı noktalar sırayla, bir düzen içerisinde dizilmeye başladığında Aybüke ne olduğunu anlamıştı. Tüm süreç boyunca kulaklığı açıktı.

 

“Hani sen oğlunla bana yalnızsın deyip durmuştun ya, yalnızlığımızı güçsüzlüğümüz sanıp yüzümüze vurup durdun…” Sırtını yeniden duvara döndü. Artık katran karası olan gözlerini adama dikti. Ellerini yavaşça iki yana açtı, duvarda sniper ışıklarıyla çizilmiş Maça sembolünün önünde durdu:

 

“Biz başlı başımıza kocaman bir orduyuz, sevgili Tanju.”

 

Evin kapısı şiddetle açıldığında silahlı ekipler içeri girmiş, her bir yanı kapatmıştı. Tanju ivedilikle tutulurken gözlerinde anlamsız bir merak yer etmişti. Aybüke’ye döndüğünde ona cevabını anında vermişti kadın:

“Ev ve çevre sokaklardaki bütün adamların ve engellerin kaldırıldı. Her biri imha edildi.” Özel harekat askerlerinin tuttuğu adama doğru yanaştı, “Sana haksızlık etmeyeceğim, sevgili Elmas. İyi bir oyuncuydun, fakat hiç fark etmediğin bir hatayı çok kez yaptın. Beni çok hafife aldın.” Çenesini yavaşça yukarı doğru kaldırdı, “Ben kazandım, Elmas. Oyunu da burada bitiriyorum.”

 

Tanju’nun ceketinin iç cebine uzanarak kartları aldı. Tanju’yu temsil eden kartı yırttı. Kendi kartını, Maça Ası’nı ise ceketin artık boş olan kısmına koyduktan sonra evden ayrıldı. Tanju ise önce kadının arkasından, sonra da masada oğlu ve karısının nikah günlerinde çekildikleri fotoğrafa bakakaldı.

 

 

⚔⚔⚔

 

 

Binanın önüne kendini ancak atabilmiş, nefes nefese kalmıştı. Elini koruyucu yeleğin üstünden kalbine bastırdı. Çok hızlı adımlarla sokaktan çıkıp Atlas’ın görev yerine gitmek istiyordu. Buraya çok yakın bir park alanıydı. Lakin ivedi adımları duyduğu ses ile durdu:

“Anka!”

Bir an için duraksamış, ardını dönememişti. Onun aksine ona seslenen adam ona doğru yaklaşmış, kolundan zarifçe kavrayarak onu kendine çevirmişti. Dibinde biten adamın kokusu ile kendine geldiğini hissetti. “Anka’m.” dedi bu sefer kısık bir sesle Atlas.

Başını kaldırarak gözlerini gözleriyle buluşturdu. Siyah koruyucu kıyafetler içerisinde ayrı bir çekici görünen kocasına sımsıkı sarıldı. Elleri saçlarını okşarken yanaklarından öptü. Atlas ise hasret kaldığı boyundan öptü, kokusunu içine çekti.

“Seni kendimden bile çok seviyorum.” diye fısıldadı Aybüke. İkisi birbirlerinden ayrılsa da gözleri bir an olsun ayrılmamıştı.

“Hadi… Bitirelim artık bu savaşı.” dedi Atlas yanağından okşarken.

“Bitirelim.”

 

 

 

⚔⚔⚔

 

Bir duvar büyüklüğündeki ekrandan herkesin kamerasına bakınıyordu Aylin. Bir eli karnında, yavrusunu severken bir eli kalem kağıttaydı. Aybüke ona güvenerek kontrolü ona bırakmış, desteğe gitmişti.

“Çaça, başka iz bulan yok mu?”

“Tugay komutanım ve ekibi iz buldular, Patron.”

Derin derin nefes almaya devam etti. Şu an için izlemekten başka çareleri yoktu. Sıra sahadakilerdeydi. Stresli bir durumun içerisine batmış gidiyorlardı. Bu, bebeğini etkilemesin diye ne kadar çabalasa da zordu. Ayrıca yine bayılmak gibi bir lüksü de olamazdı.

“A-Aylin?” dedi Çağatay önündeki bilgisayar ekranına adeta vahşetle bakarken.

“Ne oldu?” diye döndü Aylin fakat genç adamın yüzünün buz kestiğini görmesiyle yanına koştu. “Ne oldu!?”

“Şuna bir baksana…”

Ekranda açık olan kamera görüntülerine döndü, “Ne bu?”

“İzle.”

Görüntülerde bir adam vardı. Gayet normal görünüyordu. Bakımlı ve özenliydi. İlk görüntüde kalabalık bir meydanda yürüyor, mağaza vitrinlerine bakıp geçiyordu. Her şey olması gerektiği gibi gözüküyor olsa da ikinci görüntü Çağatay’ın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Adam, yer altı çarşılarından sokaklara; mağazalardan dükkanlara pek çok yere girip çıkıyordu. Buna rağmen elinde hiçbir poşet yoktu. Kaçak sigara satan bir dükkana girmiş olmasına rağmen yine oradan da eli boş ayrılmıştı.

“Ne yapıyor lan bu?”

“Son dört saattir şehir kameralarına bakıyorum. Ama bu adam ayrı. Beş bin kere izledim görüntüleri, ancak birleşti hepsi! Nereye gidiyor bu puşt bilmiyorum ama aşırı kıllandım. Bir insan neden dört farklı taksi değiştirir ki! Biniyor, duruyor, durduğu yerden başkasını çeviriyor… Ve seni çağırmama sebep olan şeyi de söyleyeyim mi?” dedi Çağatay ve başka bir görüntüye tıkladı. “Bu yarım saat öncenin görüntüsü. Bak!”

Adam, bir kameranın yakınında bir başkasıyla konuşurken gözlerini kameraya çevirmiş, bir süre bakıyordu.

“Bu ne lan…”

“Psikopatlık seviyesi?”

“Tıpkı Elmas’ın adamı olacak kadar yüksek.” diye tamamladı Aylin.

“N’apacağız? Kesin bu da planın parçası! Gittiği yerlere adam göndersek? Birini de adamın peşine takarız?”

“Olmaz. Çok fazla yere gitmiş gelmiş. Özellikle ne çevirdiğini anlamayalım diye, belli. O kadar yere aynı anda girip araştıramayacağımızı bilen biri bu adam. Yoksa toplumun dikkatini aşırı çekeriz. Herkes panik olur. Çünkü toplum, tekdüze hayatının içinde en küçük harekete bile muhtaç. En küçük bir şeyden neler çıkarılabilir Allah bilir.”

“E, napıyoruz o zaman?”

“Bu adam şu an nerede?”

“En son yine taksiyle bir yere gidiyordu. Hemen oraya dönüyorum, bir dakika…”

“Tamam, sen bulana kadar ben de-“

“Buldum.”

Yanındaki genç adama hayretle baktı Aylin, “Helal lan, Çaça.”

Görüntü açıldığında izledikleri kayıt artık canlıydı. Adam, bir sokakta taksiden iniyordu. Üstünü düzeltip bir yöne doğru yürümeye başladığında Aylin da diğer ekrandan bu konumu araştırıyordu.

“Neresiymiş bakalım burası…” Kendi ekranında açılan sokak krokisine bakındı. Alelade bir sokağa benziyordu.

“Adam nereye gidiyor iyi izle.” Adamın gittiği yolu kendi krokisinden takip ettiğinde ilerideki bir bina dikkatini çekti.

“Hayır.” dedi inkar edercesine, “Hayır, burası olmasın.”

“Aylin?” diye meraklandı Çağatay. Ve işte o an aklına dank etmişti Aylin’in.

“Kahretsin!”

“N’oluyor!” diye bağırdı Çağatay. Ekrana baktığında o da en sonunda Aylin’in baktığı yeri fark etmişti.

“Yok, burası değildir.”

“Aslında çok mantıklı.” dedi Aylin vokta atarken. “Burayı da bu ibne patlatacak.”

“Burayı neden patlatsın! Buradaki bütün kayıtlar online sisteme aktarılmadı mı?”

“Hepsi değil. En azından daha değil. Aktardıkları online sistemin güvenlik duvarı daha yeni yapıldı. Hani senin destek verdiğin bir şey vardı ya geçen ay, işte o arşivindi.”

“Hassktr.”

“Devletin arşivlerinden birini patlatıp imha etmek istiyorlar. Çünkü en çok online sisteme geçmemiş kayıt bu binada.”

“Patlatırsa n’olur?”

“Ne olmaz…Ne olmaz ki! Devletin arşivi bu!” Ellerini saçlarına geçirdi. “Burası patlar ve onca kayıt yok olursa siyasi problemler ardı ardına gelir. Olmaz!”

“Oraya ekip göndersek hemen?”

“Sahada olmayan ekip yok! Kahretsin! En yakın ekipler İstanbul sınırından gelebilir. Çok zaman alır.”

Kendi kendisiyle savaş içerisindeyken aynadaki aksine baktı. Artık az da olsa kendini belli eden minik göbeğindeki yavrusuna sarıldı.

 

“Ben gideceğim.” dedi en sonunda. “Başka çaremiz yok. En yakın benim şu an.”

“Olmaz!” dedi Çağatay hışımla. “SAÇMALAMA!” Koştu, odanın kapısını kapatarak iki kolunu da açtı, kapının önünde bariyer oldu. “Buradan çıkman için beni ezmen gerek, o da biraz zor haliyle.”

“Çağatay!” dedi Aylin. Hıçkırarak ağlamaya başladığında Çağatay bile afallamıştı. “Başka şansımız mı var? Durumun ciddiyetinin farkındasın!”

“Ben gideyim.”

“Çağatay.” dedi ağlamaya devam ederken. Kapıya siper olmuş genç adamın tombul yanaklarından tuttu:

“Senin saha deneyimin de eğitimin de yok. Senin sahan burası! Ayrıca sen bu operasyonda Aybüke’den sonra en işe yarayan kişisin. Bak! Şu ekrandaki kameralara bak! Ondan fazla ekibin aynı anda kontrolü sende. Hepsi sana sesleniyor yardım için. Sen gidersen biter operasyon, biter! Sen olmasan ne konum bulurlar anında ne bir şey! Çağatay, sen çok önemlisin.”

“Ama sen de çok önemlisin, Patron.” dedi Çağatay. Artık o da ağlıyordu. Aylin, karşısındaki adama sarıldı.

“Biz bu yola baş koyarken kendimizden vazgeçtik, Çaça. Keşke başka bir seçeneğim olsaydı ama…yok. Ben gidene kadar başka ekipleri de yola çıkar. Belki benden önce varabilirlerse ben hemen dönerim. Ama varamazlarsa…Vazgeçmeyi göze alıyorum.” dedi gözyaşlarının arasından. Kapıya yeniden yöneldiğinde seslendi Çağatay:

“Patron! Aylin! Gitme!”

Ve Aylin, iki seçenek arasında sıkışıp kalmıştı. O binadaki kayıtlar bu denli önemli olmasa, yavrusunu böyle bir tehlikeye asla atmazdı. Ve Çağatay’ın oraya ayak bastığı an öldürüleceğini bilmese belki onu bile gönderirdi. Ama kaderi, onu tek seçenekten ibaret olan bu yola getirmişti. Silahlandı ve binanın yolunu tuttu.

 

 

🤍🖤🤍

 

 

“Görünürde bir şey var mı?”

“Bakıyoruz, komutanım.” dedi mikrofondan bir başka asker. Ethem, sivil bir halde bir parkta dolaşıyor, insanları pür dikkat izlerken bir yandan ona verilmiş resimdeki adamı arıyordu. Dışarıdan bakıldığında kimsenin ruhunun duyamayacağı kadar profesyonellikle yürütüyordu. İnsanlar oradan oraya yürüyüp koşuştururken gözüne bir simitçi takıldı. Türk halkının efsanelerinden biri olan MİT’çi simitçiler aklına düştüğünde hafifçe gülümsedi.

Evet, gerekirse simitçi rolüne de bürünebilirlerdi.

Gözüne kırmızı mantolu bir kadın takıldı. Kadını göz hapsine aldığında şapkasının altından etrafı kolaçan ederek yürüdüğünü fark etti. “Kırmızı mantolu kadın. İki kişi benimle takibe alsın, diğerleri görev yerinde kalıyor.”

“Emredersiniz.”

Ellerini ceketinin cebine sokarak ilerlemeye koyuldu. Kadını farklı bir yoldan takip ediyordu. Tek bir hareketinde onu durdurmaya hazırlandı.

“Ethem ağabey, Ethem ağabey duyuyor musun!” diye bağırdı mikrofonun ardındaki Çağatay. Özel hatta gmryi bile gerek görmemişti.

“Duyuyorum, Çağatay. Ne bağırıyorsun?” diye mırıldandı.

“Ağabey İstanbul Avrupa yakasındaki devlet arşiv binasına biri dadandı. Patlatacak orayı.”

“Ne diyorsun lan? Ekip gönderdiniz mi?”

“Gönderecek ekip kalmadı! Herkes sahada! En yakın ekip iki saat uzaklıkta bir görevde! Daha kötüsü Aylin Patron sahaya indi ağabey!”

“NE?!” diye hafif yüksek sesle bağırmasıyla kadına döndü. Kadın onu duymuştu. Göz göze geldiklerinde birkaç saniye bakıştılar, ve kadın hızla koşmaya başladı.

“Kahretsin!”

“Ne dedin ne dedin?” diye sordu telsizden Aybüke. Ortak hat kullandığı için herkes her şeyi duyuyordu.

“Bizde, komutanım! Takipteyiz.” dedi Ethem’in ekibinden bir asker.

“Çağatay, orada mısın? Hemen bana konumu at. Hemen!”

“Aslında Oğuz ağabey daha yakın.” dedi Çağatay.

“Olumsuz.” dedi Oğuz kurşunlardan kaçmaya çalışırken. “Çatışmadayım. Adamı bulduk, en güçlü bomba bunda.”

“Em güçlüsünün o olduğunu nereden anladın?” diye sordu Ethem bir yandan koşarken.

“Üstünde kocaman yedi yazıyor.”

“Mantıklı.”

“Ethem ağabey, ilettim konumu.”

“Eyvallah koçum.”

Adrese doğru koşmaya başladı. Arabasına atlayıp ara sokaklardan geçerek trafiği geçmeye çalıştı. “Ah, Aylin. Ah!”

O sırada Oğuz ve Hakan kendi hedefleri olan adamı bulmuş, amansız bir kovalamacaya girmişlerdi. En sonunda adam bindiği metrodan kaçıp metro tünellerinin boşluğunda koşmaya başlamıştı. Çağatay, merkezden metro kontrol merkezine ulaşmış ve oradaki seferlerin durmasını sağlamıştı. Şimdi Oğuz bir duvarın ardında, Hakan başka bir yerin arkasında kurşunlardan kaçıyorlardı. Adamın tünelde onu bekleyen arkadaşlarının olduğunu zor yolla öğrenmişlerdi.

“Lan, Hakan!”

“Ne var?” dedi Hakan bir kurşun daha sıkarken. Nefes nefese kalmasına rağmen güldü Oğuz:

“Bana bak, göt lalesi. Önemli bir şey diyeceğim.”

“Ne var?!” Gözlerini az ötesinde silahı ile duran adama çevirdi, gülümsüyordu:

“Eğer burada şehit düşersem, anam ve Yansı’m size emanet. Eğer ölürsem Yansı’ma ondan binlerce kez özür dilediğimi söyle.”

“Ne diyorsun lan sen! Ölmek falan yok! Salak salak konuşma, gerizekalı.”

“Söz ver.”

“Vermem.”

“Hakan…Söz ver.” dedi başı duvara yaslıyken. İlerisinde duran adama gizlemeye çalıştığı bir hüzünle baktı Hakan.

“Senin bir yuvan, bakacağın karın var. Daha yapacak çocuğun var, it. Ben varken sen nereye?”

“Söz. Ver.”

“Söz ulan, söz! Söz, it.”

Eyvallah dercesine başını salladı Oğuz. Ve tam o saniye saklandığı yerden çıkarak, kurşunların geldiği yöne doğru saklana saklana koşmaya başladı.

“OĞUZ! DNA’sına sçtığımın piçi dur!”

 

 

🖤⚔️🖤

 

“Kaçma lan!” diye bağırdı Atlas. Aybüke ile beraber kendi adamlarını bulmuşlardı. Şimdi ise bombayla beraber dar sokaklarda yakalamaç oynuyorlardı.

Aybüke, elindeki silahla adamın ayağına ateş etmişti fakat bütün ekibin fark ettiği bir şey vardı ki bu adamlar ya eski askerdi ya da donanımlı paralı adamlar. Kesinlikle alelade insanlar değillerdi.

Atlas, aniden yan sokağa saptı. Aybüke adamın peşinde kovalamaya devam ederken Atlas girdiği sokağa bakındı. Tahmin ettiği gibi eski binaların birinde çatıya kadar uzanan yangın merdiveni vardı. Hızlıca tırmandı. Aybüke sayesinde tanıştığı ‘Çete’den öğrendiği bir şey varsa o da bu adamın bir süre sonra çatılardan kaçmaya çalışacağıydı. Çatıya çıkıp kendini meydana doğru atacak, bombyı da patlatmış olacaktı.

 

Yemezlerdi.

 

Atlas, çıktığı çatıdan etrafına bakındı. Meydanın tam ortasına bakan yüksekliklere doğru ilerledi.

 

“Nerdesin?” diye sordu kulaklığından Aybüke, “Çatılara doğru çıkıyor bu puşt.”

Güldü Atlas.

Adam, ilerideki çatılardan birinde göründüğünde hemen arkasında Aybüke vardı. Adam, karşı binadaki adamı görmesiyle duraksadı. Arkasında Aybüke, önünde ise Atlas’ın ona doğrulttuğu namlular arasında sıkışmıştı. Gözleri boşluğu bulduğunda zafer kazanmış gibi gülümsedi. O sırada Aybüke onu ivedilikle kavradı, vücudundaki bonbanın üstüne bir şey yapıştırıp adamı kağıt misali boşluktan bıraktı.

Atlas, elleri cebinde sınıra yürüdü. “Eyvallah.” dedi asker selamı vererek. Aynı selamı aşağıdakilerden de aldığında gülümsedi.

 

Ne mi olmuştu?

 

Atlas, adamın planını çözer çözmez civar konumdaki adamlara talimat verip meydana geçmelerini emretmişti. Tuhaf olan kısım ise şuydu; ellerinde metrelerce uzunlukta bir kumaşla beklemelerini istemiş, adamın atlayacağını belirtmişti. Aybüke’nin bonbanın üzerine yerleştirdiği cisimcik ise Teşkilat mühendisleri tarafından hazırlanmış yeni nesil bir deaktifkeştiriciydi. Otomatik sistemlerde çalışıp onu etkisiz hale getiren minik bir yazılım cihazıydı. Adam yumuşak bir zemine düştüğü için de bir şey olmamıştı.

Meydandaki kalabalık ise bunun basit bir intihrdan ibaret olduğunu sanıyordu. Aşağıda kumaşı tutanlar itfaiye kılığına girmişti. Herkese bunun bir intihr olduğunu belirtmişlerdi.

 

“Başkan’ım, tebrik ediyorum.” dedi Atlas elini uzatırken. Nefes nefese kalmış olan Aybüke ise uzanan ele yorgun bir gülümsemeyle baktı, “Eyvallah.”

 

Geri dönmeye yeltenmişken Atlas’ın çığlığı ile arkasını döndü. Atlas, köşede dururken dengesini kaybetmişti.

“ATLAS!” Düşen adamın ardından donakaldı. Her şey o kadar ani olmuştu ki beyin hücreleri fonksiyonlarını yitirmiş gibi hissediyordu. Tüm hücreleri titrerken yavaşça köşeye doğru ilerledi. Kumaşın kapanmamış olmasını diledi. “Atlas-“

 

Aşağı baktığında ona sırıtarak bakan bir adam görmeyi beklemiyordu. Adamı atarken kumaşa bakmamıştı. Sonrasında da aşağı bakma ihtiyacı duymadığı için basıp gidecekti. Fakat Atlas, kollarını açmış ve gülümseyen bir halde üstünde yazı yazan bir kumaşta yatıyordu.

 

“BENİMLE EVLENİR MİSİN, DÜNYANIN EN GÜZEL KADINI?” diye bağırdı Atlas aşağıdan. Yattığı yerde yazan şey de buydu:

“Benimle evlenir misin, dünyanın en güzel ve en güçlü kadını?”

Kalabalıktan alkış tufanı yükselirken Aybüke donmuş gibiydi. Olduğu yerde çökerken ağlamaya başladı.

“Boşuyorum lan seni!” diye bağırdı hıçkırıklarının arasından. Elleri ile yüzünü kapatırken derin derin nefes almaya başladı.

“Boşa.” dedi Atlas kulaklığından, “Yine evlenirim. Sen her olasılıkta benimsin, Zümrüdüanka.”

 

Aybüke yeniden aşağı baktığında bu sefer ağlarken gülüyordu. “EVLENİRİM!” diye bağırdı. Ve ardından gelenleri yalnızca kulaklığa fısıldadı:

“Evet, adi herif... Her olasılıkta evlenirim seninle.”

En büyük aşklar savaşlardan ibaretti. Ve Aybüke ile Atlas, bu savaşı ikinci kere kazanmışlardı.

Her şeye, herkese ve tüm olasılıklara rağmen…

 

 

⚔️🖤⚔️

 

Arabadan adeta kendini attı Ethem. Konumun onu getirdiği binaya bakındı. Etrafta kuş uçmuyordu. Ta ki sokağın başında koşan kadını görene kadar.

“Aylin?” diye fısıldadı adeta. O olduğunu anladığında ise bağırdı, “Aylin!”

Gözleri gözlerine değdiğinde Aylin’in gözlerini parlatan yaşlarını gördü. “Ethem.” dedi Aylin kendini inandırmak istercesine. Ona doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Aylin koşamıyordu, bu yüzden Ethem daha hızlı koştu. Buluştuklarında sıkıca sarılmış, sevdiğini her bir yanından sarmalamıştı.

“Efulim? İyi misin kurban olduğum? He? Söyle.”

“İyiyim.” dedi Aylin toparlanmaya çalışırken. “Adam binanın içinde.”

“Tamam, tamam ben giriyorum ve sen sakın içeriye adım atmıyorsun. Arabam orada, hadi git oraya hemen. Hadi!”

Aylin son kez Ethem’in yanağından öperek arabaya doğru ilerledi. Özel bir araçtı, kolay kolay zarar almayacak şekilde tasarlanmıştı.

Ethem, belindeki silahı kavrayarak binadan içeri girdi. Bu bina önemine rağmen korunaklı bir yer değildi. Basit bir güvenlik tarafından izleniyordu sadece. Buradaki güçlü önlemler şifrelerden ve kasalardan ibaretti. Karanlık koridorlara dikkatlice bakındı. Yukarı doğru çıktığında koridordaki gölgenin peşine takıldı. Adamı bulmuştu. “Gel lan buraya!”

Adamın elindeki silahı tek hamleyle yere fırlattı. Kurşunlar yerine yumruklar devreye girmişti. Ethem, hızlı bir bakıştan sonra bonbanın adamın üstünde olmadığını anlamıştı. Çoktan bir yere yerleştirmiş olmalıydı.

Adamı yakasından tutup duvara yapıştırdığında şah damarından da tutarak boynunu sıktı:

“Bonba nerede? KONUŞ İT, NEREDE?”

“S-söylemem.”

“Gramlık aldığın nefesi de keserim. Söyle!” dedi ve adamın kafasını duvara vurdu. Artık orada, adamın kafasının büyüklüğünde açılan bir boşluk vardı.

“P-patlayacak.”

 

Kulaklık açıktı. Konuşulanları Aylin de duyuyordu. Yeleğinde bir şeyler arandı. “Ethem! Sende deaktive edici cihaz var mı?”

“Yok!”

“Benden alman lazım!”

“Bekle, ben geleceğim. Sen arabadan ayrılma-Ah!”

 

Duyduğu yakarış ile dondu Aylin. “Ethem? Ethem ses ver? Ethem!”

 

Yan binanın penceresinde duran keskin nişancıyı görmesiyle gözleri fal taşı gibi açıldı. “ETHEM!” diye yakarmıştı. Arabadan kendini nasıl attığını anlamadı. Saklanarak binaya koştu. Önce bombayı bulması gerekliydi. Arşivin saklandığı yere gittiğinde her bir yana baktı. Gözyaşları tek eşlikçisi iken kolayca bulduğu düzeneğe cihazı yapıştırdı. Odadan çıkar çıkmaz Ethem’in girdiği üst katlara doğru koştu. Takip ettikleri adam bir odadan çıkar çıkmaz alnından vurdu Aylin. Adamı ezerek çıktığı odaya girdi. Yerde yatan müstakbel eşine baktı. Karşı binadaki nişancı yok olmuştu.

“Ethem! Çağatay ambulans!”

“Hallettim bile.” dedi Çağatay gözü yaşlı. Koca kontrol odasında timden bir tek o vardı. Gözlerinden hüzün yaşları akarken ekip arkadaşlarının kameralarından oldukları durumlara baktı. Oğuz ve Hakan yaralanmıştı ve kurşunlardan kaçmaya çalışıyorlardı. Ethem yerde baygın yatıyordu. Gece ve Yansı’nın bulunduğu acil yaralı kaynıyordu. Ateş’in kovaladığı bir başka adam vardı…

“Ethem!” diye yanına koştu Aylin, “Ethem? Duyuyor musun beni? Ethem?”

Ethem’in gözleri yavaşça açıldı. “Allah’ım!” diye yakardı Aylin. Kurşun, yeleğe denk gelmiş olmalıydı. “Allah’ım çok şükür!” Kurşun geçirmez yeleğin üstündeki kıyafeti yırttı Aylin. Hızla gelen kurşunun etkisiyle bayılmıştı Ethem, hafif yaralıydı fakat ölümcül bir durum yoktu. Yelek hasar almıştı yalnızca.

“Bo-bon-“ demeye çalıştı Ethem lakin başı dönüyordu.

“Hallettim. Hallettim ben. Hadi kalk.” Kolunun altına girerek Ethem’i kaldırmaya çalıştı.

“Dur, dur.” dedi Ethem kendini toparlamaya çalışırken. “Sen hamilesin, dur.”

“İyiyim ben, hadi sevgilim.”

Duvardan da destek alarak binanın çıkışına doğru ilerlediler. Arabaya ulaştıklarında Ethem’i yan koltuğa oturttu. Sürücü koltuğuna geçmek üzereyken duyduğu, “Kahretsin!” nidasıyla adama döndü.

“N’oldu?”

“Senin cebime koyduğun cihaz düşmüş. Gidip almam lazım.”

“Dur! Dur, daha önünü göremiyorsun. Ben alırım.”

“Olmaz. Sen dur-“

“Ayakta bile duramıyorsun, Ethem. Düşerken çarpmanın etkisiyle beyninde ne oluyor bilmiyoruz! Ayık kal, ben geliyorum.”

Cihazı geride bırakamazlardı şayet Teşkilat’ın gizli bir projesiydi o çipler. Daha lisansı alınmamış, sunulmamıştı. Birinin eline geçmesi ile kopyalanabilir, kötüye kullanılabilirdi.

Aylin hızlı adımlarla odaya döndüğünde yerdeki minik cihazı aldı. Geri dönerken duyduğu bir ses ile durdu. Sesin geldiği yöne ilerledi.

Başka bir bomba daha vardı. Elindeki cihazı ona koşarak yapıştırmak istedi ama çok geçti.

Bomba patladı.

 

 

⚔️⚔️⚔️

 

Kaderin kendi planları vardır. Ve herkes, yazılmış olanı yaşar. İnsanoğlu değiştiremeyeceğini bildiği kaderine bile yakınmayı bilir. Ders çıkarmaz, bağırır. Anlamaz, yakınır. “Şöyle olsaydı olmazdı! Böyle olsaydı şöyle olurdu!” diye anlatmaya da öğüt vermeye de bayılır. En çok bilmediği, görmediği ve yaşamadığı hayatlar hakkında yorum yapmayı görev bilir. Yardım etmez, gücüne rağmen yardım edenleri tebrik etmekle yetinir. Anlamaya çalışmaz, sadece eleştirir. İnsanoğlu, en çok -miş leri sever, en çok bilmediklerine kudurur. Bildiklerini bir yana savurur, aklıyla kendi doğrusunu yazar.

 

Aylin’in bu seçimi yapması bir zorunluluktu. Ama Aylin’in bir seçeneği olduğunu söyleyenler olacaktı. “Ne seçeneğiymiş?” diye sorulduğunda ise susup kalacaklardı.

 

Aybüke ve Atlas koşarak Aylin’in olduğu arşiv binasına gelmişlerdi. Sokağı döndükleri anda ne olduğunu anlamadan kendilerini geriye savrulmuş bulmuşlardı. Başını tuttu Aybüke, ayaklanmaya çalışırken ne olduğunu anlamaya çalıştı.

Binadan yükselen kara dumana bakması kâfiydi. İstanbul’da şafak sanki sökmemişti. Gökyüzü karaya bulanırken arabadan kendini yere atarak çıkmaya çalışan adamın yakarışlarını işitti:

“Aylin! Aylin!”

Ethem’in beyni adeta çalkalansa da kendini yerde sürükleyerek patlayan binaya ulaşmaya çalışıyordu. Ayaklandı Aybüke, korkuyla yıkılan binaya baktı. Arabadan yere dökülen kağıtlar dikkatini çekti. Bunlar, bina patlamadan önce Aylin’in kurtardığı arşiv dosyalarıydı. Her ihtimale karşı Aylin bunları almıştı.

Harabeye döndü, koşarak dumanın içine girdi.

“Aybüke! Aybüke, girme!” diye bağırdı Atlas. “Al!” diye bağırdığında kadına kendi cebinden bir maske fırlattı. Aybüke ilerlemeye devam ederken Atlas, Ethem’i kaldırdı.

“Aylin!” Az ileride, yıkıntının arasından çıkmış kanlı bir el gördü Aybüke. “Aylin!” Koştu. Elin üstündeki taşları ne kadar ağır olursa olsun kaldırdı. Nefes nefese kaldığında gövdenin de ortaya çıktığını gördü. Büyük olan taşları gövdesinden güç alarak itekledi. Elleriyle minik olanları kazdı.

Aylin’in bedeni en sonunda ortaya çıktığında hemen kucağına çekti Aybüke. “Aylin, Aylin bak bana güzelim. Aylin.” Başı kucağında duran kadına gözyaşları eşliğinde baktı. “Kardeşim, bak bana. Aç hadi gözlerini. Hadi, Aylin.”

 

Vücudu kanla kaplanmıştı. Nabzı varla yok arasındaydı. Aybüke’nin boğazındaki yumru nefesini kesmişti sanki. “Aylin? Aylin…”

 

Aylin’in dudakları aralandı. “V-“

“Buradayım.” dedi Aybüke Aylin’in kana bulanmış saçlarını okşarken.

 

“Af-affedin beni…V-Vatan sağolsun.” dedi Aylin Bayer sona kalan nefesiyle.

 

“A-aylin?” dedi Aybüke ağlarken. Sessizce ağladı, kalbi sanki gerçekten kırıldı. Diğer eline baktı Aybüke. Aylin, bacaklarını cenin pozisyonuna geçmiş, diğer elini karnına koymuştu. Bebeğini korumaya çalışmıştı. Elini bir kere daha şah damarına götürdü.

 

Artık nabız yoktu.

 

“Kardeşim?” diye fısıladı.

Başkan’ım!” diyen neşeli sesi bir daha duymadı.

 

Duman etrafı sarmışken Aybüke Akman, kucağında kardeşim dediği kadın ile kalakaldı. Telsizinden yükselen seslere kulak verdi:

“Bomba 2 imha edilmiştir.”

“Bomba 3 imha edilmiştir.”

“Bomba 4 ve 5 imha edilmiştir.”

“Bomba 6 imha edildi.”

“Bomba 7 imha edilmiştir.”

Kucağındaki kadının saçlarını okşamaya devam ettikçe eli kana bulandı. Aylin’in cebindeki telsize uzandı. Açtı. Gözyaşları bütün yüzünü ıslatmışken tam üç yıl sonra söyledi:

 

“Elmas Operasyonu tamamlanmıştır.”

 

 

Bölüm : 06.12.2025 23:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kalopsia / Viraha / “Kahraman”
Kalopsia
Viraha

25.48k Okunma

1.37k Oy

0 Takip
52
Bölümlü Kitap
Viraha’ya Hoş Geldiniz“Cesur Tutsak”“Başucumuza Konmuş Hayaller”“Kaybolan Yansı’ma”“Çürük Zambak”“Hayaletle Dans Eden Kayıp Ruhlar”“İpin Ucunda İki Cambaz”“Zincire Vurulmuş Özgür Ruhlar”“Bazı Kadınlar Makyajını Ağlayarak Temizler”“Akıl ile Kalp”“Gölgeler”“Bunun Adı Şehadet Şerbeti”“Kibrit”“Sona Kalan Tek Kurşun” 1.Kısım“Sona Kalan Tek Kurşun 2. Kısım”“Sona Kalan Tek Kurşun 3. Kısım, Son Part”“Yalanlar ve Mahkumları” 1. Kısım"Yalanlar ve Mahkumları" 2. Kısım, Günümüz“Yalanlar ve Mahkumları” 3. Kısım“Tan Vaktine Beş Kala” 1. Kısım“Tan Vaktine Beş Kala” 2. Kısım“Sıfır Noktası” 1. Kısım"Sıfır Noktası" 2. KısımDuyuru“Zehirli Sarmaşık” 1. Kısım“Zehirli Sarmaşık” 2. Kısım“Sessiz İhanetin Tohumları” 1. Kısım“Sessiz İhanetin Tohumları” 2. Kısım“Kış Ateşi, Sıcak Şarap ve Sessiz Bir Tango”“Şah’ın Hamlesi”"Külkedisi Maskeyi Düşürdüğünde"Karakter Kartları (Resimli Bölüm)“Vedalar Her Daim Acıtır, Sevgilim” Sezon FinaliÇok Yakında…⚓️🪢VİRAHA II“Kuyuya Atılan Taş ve Delisi”“Bir Gün Gelir, Belki Kendimizi Aşkta Kaybederiz”"Sonsuza Dek Evet"“Cennetten Kovulanlar”"Kraliçenin İnfazı"“Deli Kral”“Aşk Delilerin İşidir”“Sabah Olmasını Dilemediğimiz Geceler”“Körebe”“Küllerinden Doğan Ateşe Aittir”“Onurlu Bir Adamın Cenazesi”“Tekrarı Yok, Yaşayabildiğimiz Kadarız”Karakter Kartları (Çift Kartları)“Sona Kalan Yedi Nefes”“Kahraman”Gelecek Bölümler Hk. AçıklamaGüncelleme
Hikayeyi Paylaş
Loading...