44. Bölüm

“Körebe”

Kalopsia
kalopsia


Bölümdeki hatalar sonradan düzeltilecektir.

 

MERHABA BALLARIM CANLARIM, NASILSINIZ??

İyi olun🙏🏻🩷

 

Yeni bölümle geldik. Öhöm öhöm…

Gece ve Ateş fanları… vuslata mı eriyoruz sonunda, ne?

 

Tamam tamam… Daha fazla spoiler olmadan İYİ OKUMALAR DİLERİM🫶🏻♥️🙏🏻

 

 

 

 

Oy sınırımız 10, yorum sınırımız 4

 

 

 

Sevgili okurlarım, bu koşullar hiç gerçekleşmiyor. Gidip önceki bölümlerin oy ve yorum sayısına bakabilirsiniz. Buna rağmen Virahayı hevesle bekleyen birkaç kişiye kıyamıyor, atıyorum.

 

 

Emeğimin karşılığını vereceğinizi biliyorum🙏🏻♥️ Sizlere minnettarım. Gerçekten.

 

 

 

 

 

 

31. Bölüm

 

 

”Körebe”

 

 

“Çölü güzel yapan," dedi küçük prens, "bir yerlerde bir kuyuyu gizliyor olması..."

 

 

-Küçük Prens

 

 

 

 

 

Burası cehennemdi.

 

Yalnızca tek kelime dahi yeterliydi vahşeti anlatmaya.

 

Cehennem.

 

Canlar elimizden su misali akıp giderken sanki parmaklarımız kesilmiş gibiydi, kayıp giden hayatları tutacak hiçbir şeyimiz yoktu. İnsanlar böcek gibi teker teker ölüyordu. Sağıma baksam acı çığlıklar, soluma baksam ölü bedenler vardı. Anneler evlatlarını kurtarmamız için bize yalvarıyor, koca koca adamlar hastalığın karşısında diz çöküyordu. Aşiret ailelerinin parası da yeterli değildi illeti ikna etmeye. Şimdi, hangi zenginlik çözecekti bu sorunu?

 

Gözlerimi kapattım, kana bulanmış bir sedyenin yırtık kumaşına tutundum. Nefes al Yansı, nefes al.

 

Zar zor aldığım nefese dahi utanıyordum. Ağzım yüzüm maskelerle örtülü, ellerimde plastik kokan eldivenler var. Üstümde bana sarılı duran önlük boğazımı sıkıyor, sanki bir el tutunmuş orada, boğuyor beni.

Kendi nefesimde boğuluyorum.

 

Burada vahşet yaşanıyor. Ve sanki herkes daha önce hiç olmadığı kadar suskun.

 

Başımın döndüğünü, yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Etraftaki sesler havaya karıştı, çığlıklar varlığını sürdürdü fakat ben artık kim ne diyor anlamıyordum. Ama ne demek istedikleri artık ezberimdeydi: Lütfen bizi kurtarın.

 

Allah’a edilen dualar, yakarışlar bir yana doktorların da boğazları acıyordu. Buradaki çoğu doktor gönüllüydü. Bazıları arkadaşım, bazıları sadece meslektaşımdı. Nefes almaya çalışıyordum sedyenin köşesinde. Maskemi çıkaramazdım, virüsün nereden bulaştığı hâlâ muammaydı fakat sadece temas ile olmadığı kesindi.

 

Buraya birkaç gece önce gelmiştim. Yolculuk sonrası yatıp uyumak bir yana, dünden bugüne gözümü kırpmamıştım. Geldiğimde beni karşılayan biri de olmamıştı. Saat ne olursa olsun herkes koşuşturuyordu. Üstüme bir önlük verildiği gibi hastalara koşmuştum.

 

“Hocam! Hocam, iyi misiniz?” diyordu biri. İyiyik anlamında başımı salladım fakat görmüş müydü ki?

 

“Tansiyonum oynadı sanırım, iyiyim. Hadi sen dön.” dedim yere çömelmeye çalışırken. Anında bir başka sedyeye doğru koştu. Buradaki tek tük hastaneler doluydu. Ağır hastalar ve travma vakaları için kurulan çadır kentteydik. Başım inanılmaz bir hızla dönüyor, midem bulanıyordu. Tansiyonum düşmüştü ve ben, bayılmak üzereydim.

 

Kalk Yansı, kalk!

 

“Tamam, iyiyim…” demeye çalıştım kendi kendime. “Sadece biraz dinlenmem lazım…” Bilincimin nasıl ve ne zaman gittiğini fark etmemiştim bile. Gözlerimi açtığımda aynı yerimdeydim. Bu sefer karşımda tanımadığım ay yüzlü, al yanaklı ve sarı saçlı bir genç delikanlı vardı. Dünden bu yana su içmemiştim ve bana bir hurma ve su uzatıyordu.

 

“Hocam, iyi misiniz? Alın, tansiyonunuz düzelsin.”

 

Hurmanın tadı damağıma yayılırken sudan içim kana kana. Can suyu gibiydi tadı.

“Sağol.” dedim görüşümü netlemeye çalışırken. “Sen de kimsin?” diye sordum tanımadığım kahramanıma.

 

“Eren, hocam.”

“Eren…” dedim ismini anladığımı belirterek, gülümsedim. Dizinin üstüne, benim hizama çökmüştü. Gözlerine baktım, “İyi ki varsın, Eren.”

 

Eren Hemşire beni tutarak kaldırdığında kendimi daha iyi hissediyordum. Başımı sıvazlayarak bitmek bilmeyen kargaşanın içine daldım. Travma hastalarından birinin yanına koştum, bir çocuktu. Küçücük, bacak boyumda bir çocuk.

“Ateşi çok yüksek.” dedim ivedilikle hareket ederken. Annesi olduğunu sandığım genç kadın ise ağlıyordu hemen yanı başında.

“Doktor Hanım! Doktor Hanım kurtarın evladımı Allah rızası için!”

Benim dikkatim ise yalnızca çocuktaydı. Kol ve bacaklarında virüs hastalarında gördüğümüz izler vardı. Bunların yanında bazı spesifik yerlerde içten çürüme mevcuttu.

“Hocam, nabız durdu!”

Hemşirenin söylemi ile açılan yaralarla ilgilenmeyi bıraktım, kalp masajına başladım. “Masaja devam et!” diye bağırdıktan sonra arka taraftaki minicik raflara koştum. Enjekte edeceğim ilacın yeni bir kutusunu aramaya koyuldum ama…yoktu.

“İlaçlarımız bitiyor, kimde kullanacaksın doktor?” diye sordu yaşlı bir adam. Öfkeyle rafları karıştırmayı bıraktım, adama döndüm.

“Ne demek ilaç bitiyor? Hastalığa tedavi bulduk mu ki ilaç tedarik edilmiyor! O, acil hastalarda işe yarayan tek ilaç! Daha sabah ben buraya beş paket bıraktım.”

“Bitti.” dedi adam.

“Bana bak!” diye adeta kükredim. “Bitmediğini adımdan daha iyi biliyorum. Ne kadar para alarak ayırdıysan o ilaçları hemen sakladığın yerden çıkar! Acil ihtiyacım var diyorum sana!”

“Herkesin ihtiyacı var, doktor!”

“Benimle maytap mı geçiyorsun şu an…” diye adeta tısladım. Sakinleşmeye çalıştıkça sinir kafama kafama vurdu. Neden mi? Çünkü burada kimsenin beklemek gibi bir şansı yoktu. Adamın yakasına yapıştım.

 

Ne?

 

“O ilacın sadece bir tüpüne ihtiyacım var. Eğer şimdi vermezsen…” Tam o sırada mucizevi bir şekilde masada ilacın bir tüpünü gördüm.

Allah’ım, sana şükürler olsun.

Adamın yakasını anında bırakıp minik şişeye koştum. Az önce sedyede bıraktığım çocuğun yanına koşarken bir yandan cam şişenin kapağını kırmaya çalıştım. Kalabalığı delip geçtiğimde sedyeye ulaştım.

 

“Geldim!”

Hemşire bana bakıyordu. Hastaya değil, bana bakıyordu. Ve elleri kalbin üzerinde olması gerekirken iki yanındaydı.

“Hocam…”

Geç kalmıştım.

Sedyede usulca yatan minik kıza gözlerimden yaşlar damlarken baktım. Az önce fark etmediğim, giydiği toz toprak olmuş çiçekli elbiseyi ancak şimdi görebildim. Beyaz, pembe çiçekler hengamenin arasında toz olmuştu. Kısa kahkülleri de vardı. Onu hayatta tutmaya çalışırken güzel olduklarına emin olduğum gözlerinin rengini öğrenememiştim. Esmer teni gibi kahverengi olmalıydılar.

“Hocam! Hocam, kendinize gelin.” diye fısıldadı bir başka hemşire. Annesi yere çökerken tek tük toprak olmuş beyaz çarşafı kızın üzerine kapattım.

Avuç içimde sıktığım ilaç ile geri adımladım. Bir başka hastaya doğru yol aldım.

Ben bir cerrahtım. Ömrümü eğitimime adamış, pek çok şeyden feragat ederek bu mesleği elime almıştım. Pek çok ölüm görmüş, hasta kaybetmiştim. Doktor olanın alışacağı yönünde önermeler ortaya atılabilirdi.

Fakat hepsi yanlıştı, hepsi.

Kaç ölüm görmüş olursam olayım her biri hâlâ içimde amansız bir yaraya sebep oluyordu. Doktorlar ölüme alışmazdı. Acılarını yaşarlardı, yalnızca bunu akşam eve döndüklerinde yaparlardı. Hasta yakınlarının yanında değil.

“İlacım var.” dedim tanımadığım bir doktorun yanından geçerken. Umutsuzca hastasına baktığını görmüştüm. İlacı ona uzattım, “Kapağı yarım kırık.”

İlacı ona verdikten sonra sanki hiç duygun yokmuş gibi bir ifade ile çadıra getirilen bir askerin yanına koştum. Cerrahi müdahele gerektiği ortadaydı. Hayat devam ediyordu - bir şekilde. Sadece virüsten değil, vatanı koruyan askerlerimiz de hastanelere getiriliyordu.

“Bu asker neden burada? Hastaneye sevk olması lazım, çadırda olmaz ki!” diye haykırdım. Burası steril bir alan değildi.

“Hastanelerde hiç yer yok. Değiştirelecek durumda olan biri de bulunmadı. Buraya getirmek zorunda kaldık.”

Yarasına uzaktan bakarken bir yandan bütün maske ve önlüklerimi değiştirdim. Açık yarası vardı. “Hemen başka çadıra, boş çadıra!”

Sedye ile beraber koştum. “Durum nedir?” diye sordum. Bir yandan omuz ve abdomen bölgesindeki açık yaralara baktım.

“Bıçak ile yaralanma. Uzaktan getirildiği için çok kan kaybetmiş.”

“Kanımız kaldı mı ki?” diye sormak zorunda kaldım. Cevabımı ise üzgün ve çekingen bakışlardan almıştım.

“Çavuşun kanından elimizde bir torba kaldı sadece.”

Askerin künyesine bakmaya çalıştım, şansa bak ki benim kan grubumdandı. “Benden alın.”

“Hocam, olmaz!”

“Olmaz, Yansı Hocam.” dedi arkamdan bir ses. Bu, cerrah arkadaşlarımdan biriydi ve Amerika’dan buraya gönüllü gelmiş olan bir travma cerrahıydı. Yanıma geldiğinde o da hastayı inceliyordu. Bir yandan benimle konuştu:

“Size ihtiyacımız var. Kan değerleriniz zaten düşnüş olmalı, kan veremezsiniz. Ameliyata girmeniz gerek. Öncelikle halktan yardım alalım. Hemşire hanım, lütfen kan takviyesine başlayın.” dedi.

Açık alanda ameliyat yapmak tehlikeliydi fakat başka şansımız yoktu. Operasyonu ivedilik ve dikkatle tamamladıktan sonra çevre illerdeki hastaneleri arattırdım. Çavuşa uygun bir yatak bulunması şarttı. Burada kalamazdı, kalmamalıydı.

İsimsiz askerin ameliyatını yapmış, bir köşede eldiven ve önlüğümü değiltiriyordum. Durgun ve yorgundum. Buradaki hiçbir doktorun beş dakika aralıksız dinlenmediğine dair nutuk okuyabilirdim. Yorgunluğumuz hayatları kurtarsa feda olsun, biz kıyıyı görmeden yüzen afetzedelerdik.

“Durum kötüye gidiyor.” dedi yanıma yaklaşan travma cerrahı arkadaşım.

“Buradaki yönetim sinir bozucu. İlaç depomuz da azalıyor, başına güvenlik dikmek lazım.” dedim umutsuzca.

“Git, dinlen Yansı. Burada cerrahi müdahelelerde sana ihtiyaç oluyor.”

“İyiyim ben.” Yeni bir maske taktığımda sesim yine kalınlaşmıştı. “Sen yorgunsan senin yerini de alırım.”

“Ben bir travma cerrahıyım.” dedi aşk olsun dercesine. Ona baktım, kargaşalardan geliyordu ve şaka dahi yapabiliyordu. Fakat benim gözlerimdeki ışık artık yoktu.

“Görünüşe bakılırsa, artık ben de.” dedim yanından geçip giderken.

Güneş çoktan batmıştı fakat kalabalık bâkiydi. Karanlığın çökmesi ile ortama düşen hafif sessizlik bir an için beynimin dinlenmesini sağlamıştı. Önlüğümün cebinde titreşen telefonuma uzandım, uzun zaman sonra gülümsedim. Arazide boş bir yere geçip toprağa kendimi bıraktım.

“Oğuz.” dedim telefona doğru.

“Güzel karım.” dedi içtenlikle. Ne çok özlemiştim onu. Kokusunu, her daim boynuma gömdüğü yüzünü, beni sarıp sarmalayan ellerini…

“Çok özledim seni.” dedim.

“Benim kadar olamaz…” Derin bir iç çekti. “Sesin çok yorgun geliyor. Çok yoruldun, değil mi?”

Cevap olarak mırıldandım. “Şimdi yanımda olsaydın kollarına bırakırdım kendimi. Hemencecik ayağa kalkardım.” dedim gözlerim kapalıyken. Bulduğum ilk anda uykuya dalacaktı vücudum.

“Ah, benim güzel sevgilim… Söz veriyorum, en kısa sürede yanındayım.”

“Olmaz!” dedim anında, “Burası yangın yeri. Benden sana bir şey bulaşırsa dayanamam. Gelme, Oğuz.” İçim yana yana gelme dedim ama onu gördüğüm anda dudaklarına yapışmayı diliyordum.

Çok özlemiştim.

Arka plandan sesler yükseldiğinde onları dinledim, “Benim şimdi gitmem gerek güzelim. Ama en kısa sürede yanındayım.”

“İyi geceler, sevgilim. Rüyanda beni gör, tamam mı?” dedim telefonu kapatmadan önce.

“Uyanıkken dahi gözümün önünden gitmiyorsan onu ne yapacağız, Yansı Karaca?”

“Salak ya. Yerim seni.” dedim yorgun sesimle.

Telefonu kapattıktan sonra bana tahsis ettikleri arabaya doğru ilerledim. Orası güvenebileceğimiz tek kapalı alandı. Araca girdikten sonra önce derin bir nefes aldım, yine bana tahsis ettikleri bilgisayarı açtım. Oğuz bana güvenlik kilitlerini nasıl geçeceğimi öğretmişti. Dokuz adımlı güvenlik kilidinden sonra karşımda Başkan Aybüke vardı.

“Merhaba.” dedim. Ekrandaki kadının teni soluk, göz altları mordu. Buna rağmen siyah takım elbisesi içinde asil ve yapılı saçları ile ciddi duruyordu.

Saat gecenin bilmem kaçıydı.

Ona bayılıyordum.

“Yansı.” dedi gülümseyerek, “Nasılsın?”

 

“Burası soluksuz bir fırtına, Aybüke Başkan’ım. İnsana nefes aldırmıyor.”

“Siz hekimlerimizden Allah razı olsun. Ülkemizin aydınlık yüzleri. Sana iyi bir haberim var, labararuvar işlemlerini hızlandırmak adına ihtiyacım olan izin çıktı. Oradaki yiyecek ve içecek kaynaklarının hepsinin yenilenmesi de bu gece başlayacak.”

 

“İlaçlarımız bitti, Başkanım. Kan stoğumuz bitti, yemek bitti… Kalan ilaçları tanımadığım adamlar alıp birileri için rezerve ediyor. Sana gözlük kamera ile gönderdiğim fotoğraflardaki adamların aksine birkaç kişi daha gördüm. Tahmin ettiğimiz gibi burada Elmas’ın adamları var.”

 

“Tamamdır, Yansı. Sen gözlemlemeye devam et, en kısa sürede orayı o itlerden de kurtaracağız. Fakat ilaçların bitişini anlayamadım doğrusu. Daha dün benim imzam ile oraya bir kamyon ilaç teslimatı gerçekleşti.”

 

“Çalıyorlar mı?” diye sordum.

“Mümkün. Bunun hemen önüne geçmek gerek. Oraya bir ekip gönderecektim. Bunun için de birini görevlendiririz.”

 

Biraz daha konuştuk. Ben anlattım, o dinledi… Ama ne anlattım hatırlamıyorum. Oturduğum yerde başım dönüyordu. Bilgisayarı kapatıp gizli bölmeye yeniden koyduktan sonra başımı geri yasladım. Başım felaket bir biçimde dönüyordu, telefonumun ekranını dahi net göremiyordum.

 

Hafif yana dönerek ayaklarımı arabanın ön tarafına uzattım ve uyumaya çalıştım. Sabahlarım gecelerime karışırken yapabildiğim tek şey dua etmekti.

 

 

 

🫀🖤


 

Kimse öylesine kötü değildir aslında. Hikayelerin her daim bakılmamış, unutulmuş sayfaları vardır. Bu tozlu sayfalar destanların başını yazar. Bazısı ise geçmişini silip atar, tıpkı Tanju’nun bu sayfaları koparıp attığı gibi. Geçmişi önemli değildi, önemli olan be kadar yaralayıcı olmuş okduğuydu.

Ve o, intikam alacaktı.

 

Yaşama amacını bulmuştu o, intikam. Doktorlar bas bas bağırmıştı ona, “Senin aklın iyi değil!” Bir psikopattı belki, bilinmez. Hayattan hâlâ zevk alıyordu ne de olsa. Mesela şu an, Kolombiya’nın çetelerinin sardığı sokaklardan birinde yürüyor olmak ona zevk veriyordu. Yürüdüğü sokak, polis ve devletin dahi giremediği, tehlikenin diğer adı olan bir sokaktı. Bir elinde döndürüp durduğu kartı, diğer eli ise cebinde yüzünde kocaman bir sırıtış ile ilerliyordu eski sokaklarda. Karanlıktı, ve bu karanlık onun yalnızca gölgesi olabilecek kadar koyuydu.

 

Çaldığı ıslık etraftaki sarhoş ve mayhoşların ona bakmasını sağlıyor, aklı yerinde olan hayat kadınlarının ona yanaşmasını sağlıyordu. Sokak çeteye aitti, onlar ise çeteye.

Sokakta onu çekmeye çalışan flörtöz kadın ve erkeklere sadece sırıtıyor, emin adımlar ile istikametine doğru ilerliyordu. Favelanın sahibi Brezilyalı bir adamdı. Öldüğünün haberi ulaşır ulaşmaz Tanju, yeni ve ferah bir zihin arayışı için buraya gelmişti.

Oğlu.

Sokağın üst kısımlarında yıkık bir eve ulaştığında pek çok adam kendi dillerinde bağırmış, buranın yasak bölge olduğunu anlatmıştı. Bu uyarıları elbet dinlemiyordu Tanju, gülmeye devam ederken ondan beklenmedik bir şekilde onların dilinde tek bir şey söyledi:

“Çağırın.”

 

Evin karanlığından güneşe doğru genç ama ciddi gözükmeye çalışan bir çocuk çıktı. Yirmilerinde ya vardı ya yoktu.

“Seni tanıyorum.” dedi çocuk.

“Elbette.” diye sırıttı Tanju, “İçeri davet etmeyecek misin?”

“Neden buradasın?” diye sordu genç lider. Bozuk aksanı ile İngilizce konuşmaya başlamıştı.

“Sevgili, Eduardo. Merhum babanın ölümü için ne kadar üzüldüğümü bilemezsin. Bizzat ziyaret etmek istedim.” diye cevapladı Tanju.

“Taziyen için sağol. Şimdi, gidin.” dedi Eduardo. Yirmilerinde tecrübesiz fakat yontulmaya pek müsait bir akıldı.

“Beni içeri davet etmeyecek misin?” diye güldü Tanju, müsadeye gerek duymadan içer girmesiyle onun kadar uzun olan genç çocuğa baktı, “Tecrübesizliğine veriyorum.” diyerek içeri girdi.

 

İçerisi, favelanın geri kalanına benzer bir yapıdaydı. Eski püskü bir evdi fakat en büyüğü buydu. Bir krala layık değildi belki fakat oyunun en iyileri her daim en yüksekte olacak diye bir kural yoktu. Aksine. Bir şaklaban, kaleyi aptal görünerek dahi içten fethedebilecekken neden taca ihtiyaç duysundu ki? O, kralı elinde oynatmayı bile bilirdi. Asıl eğlence bundaydı. Oyundaki en büyük şaklaban Tanju’ydu. Ve şaklaban, Kral’ı, yani Kurul liderini dahi uyutmayı başarmıştı. Kral uyumuştu, gösterisi sırası şaklabandaydı.

 

İçeri geçtiğinde eski minderlerden birine oturdu. “Baban…zeki bir adamdı. Alçakgönüllüydü. Çok iyi yerlere gelebilirdi, reddetti. Şansa bak ki, sıra sana geçti.”

 

Evin matemli havası babanın ardından duyulan hasreti anlatır nitelikteydi. Ağır bir yas havası bütün kenti sarmıştı.

“Neden buradasın? Seni, babamın eve getirdiği fotoğraflardan görmüştüm. Çok anlatırdı seni, “Kayınçosunın minik, tırsak yaveri”… Tanju’ydu, değil mi?” dedi Eduardo.

 

Tanju’nun alaycı kahkahası yeniden matemli duvarlarda yankı buldu. “Sen… Ah, siz gerçekten potansiyele sahip insanlarsınız, değil mi?” Ayaklandı Tanju, “Lafı uzatmayacağım, Eduardo. Kurul’un en büyük madde ticareti ayağı sizsiniz.”

 

“Sonlandıracağım.” dedi hemen Eduardo. O da ayaklandı, genç yaşına tezat boyu Tanju’dan da uzundu. Masmavi, deniz gözleri vardı. “Babamın mirasını başka şekillerde koruyacağım. Fakat ben, sizin Kurul dediğiniz o boktan düzene ayak uydurmayacağım!”

 

Durdu Tanju, sindi. Yüz ifadesi aptal bir gülümsemeden yavaşça durgun bir hale dönüşmeye başladı. Güldüğünde ortaya çıkan kaz ayakları yok oldu, yüz ifadesi vahşetin durgun ifadesine büründü.

 

“Sana…” diye fısıldadı Tanju, genç adama doğru yavaş yavaş adımladı. Ta ki, fısıltısını net bir şekilde duyabileceği bir mesafeye dek, “Hak veriyorum, Eduardo. Hatta sandığından bile daha fazla.”

 

Konuşmaya devam etmeden önce gözleri odada gezindi. Mesajı alan Eduardo adamlarına çıkması için baş işareti yaptı. Boş odada şimdi sadece ikisi kalmıştı.

 

“Baban anlatmıştır sana Yusuf Alastan’ı. Merhum Yusuf Alastan…Bir dönemin parlayan kralı. Başlarda, her şey harikaydı. Kendisine pek hayrandım. Hata belki ben de onun ardından onun izini sürdürecek varis olurdum… Ama biliyor musun? Hayat bana farklı bir yol çizmemin emrini acı bir şekilde verdi. İntikamımı aşkla harmanladım. Şimdi, sadece onun için yaşıyorum. Senin de intikam almak istediğini biliyorum, Eduardo. Babanın gösterildiği gibi doğal yollarla ölmediğini de…”

 

Odanın köşesinde duran tahtadan oyulma satranç tahtasına ilerledi, “Sen baban ile tahtadaki iki attınız belki, ya da vezir ve şah. Herkes hep en güçlüyü idealize eder. Ben de böyle olabilirdim… İntikamım beni ilk sıraya ilerletti sevgili Eduardo.”

 

Tekrar Eduardo’ya döndüğünde karşısında onu ifadesizce fakat dikkatle dinleyen biri vardı, “Gel.” dedi Tanju, “Bana katıl. İzin ver, senin intikamını ben de alayım. Seni büyütmeme izin ver, Eduardo. Seni, Kral yapayım.”

 

“Kral? Kendinden bile önce mi?”

“Ben hiçbir zaman kral olmayı istemedim, sevgili çocuğum. Ben, her kralın vazgeçilmezi olan o adamım. İşin eğlencesine varamayacaksak güçlü olmanın ne iyi yanı kalır? Tahtında oturan somurtkan kral mı? Hiç benlik değil. Bak Kurul’un liderine. Sandalyesinde çürüdü. Yakındır ruhunun yaşlı bedeninden uçuşu.”

 

Son kez yeşil gözlerini Eduardo’nunkilere dikti, “Benim yolumdan gel, seni en büyük kralları bile yöneten bir soytarı yapayım. Tüm dünyayı da senin oyuncağın, Eduardo.”

 

Eduardo’nun kalbinde hâlâ babasının yası vardı. Aklındaki hesaplar çarşıya uymayacak gibi dursa da bir yola girmişti. Yol, onun için ilk kez ayrılmıştı. Şimdi hangi yolu seçmeliydi?”

 

 

Tanju, gözünde gözlükleri, üstünde jilet gibi takımı ile favelanın yıkık sokaklarında ilerledi Elmas. Aslında bu ismi seçmesinin sebebi netti: Kömür yüksek baskı ve basınç altında en değerli haline bürünürdü. Kimsenin yüzüne bakmadığı karanlık bir gün ışıl ışıl parlardı. Hayrandı bu doğa olayına Tanju.

 

Kimsenin onu anlamasını beklemiyordu. Kimsenin onun aklını anlamayacağını fark edeli uzun bir süre oluyordu. Kendi hikayesinin kötü kahramanı değil, delisiydi. Başkalarının hikayesinde kötü olup olmamak umursadığı şeyler arasına giremiyordu bile.

 

İntikam yolunu şevkle yaşayan, kendini seven ve aklını neredeyse kaybetmişt bir adamdı o. Pek çok kralı yıkmış, kırık bir soytarı. Elinde bir kart, kafasında bir taç vardı elbet ama bu taç onun kostümünün bir parçası olabilmişti ancak. Sıra, şaklabanın son oyunundaydı.

 

Bir kart hilesi.

 

O, faveladan izini bırakıp giderken geride kalan genç akıllar- Eduardo ve bir iki kişi- yaşananlar hakkında konuşuyordu.

 

“Bülent’in öldüğünü biliyor muydun?” diye sordu bir adam.

“Tanımıyorum. Tanımak da istemiyorum.”

 

“Sence buraya neden geldi?”

“Kendine oynatacak adam bulmak için elbet.”

“Senden iyisini bulamazdı. Onun gözünde kirlenmemiş, genç ve berrak bir zihinsin. Kirletmek ve istediği forma sokmak için paha biçilemez bir hamur.”

“Farkındayım.” dedi Eduardo. Ağzında gevelediği sigarayı, az önce Tanju’nun dokunduğu satranç tahtasında söndürdü. “Gitmeli miyim peşinden bu soytarının?”

 

Sorusuna hemen bir cevap alamadı. Bir soru daha yükseldi karanlığın içinden.

 

“Babanın ölümüne onun sebep olduğunu bildiğin halde söylemedin.” diye sordu bir adam. “Aklında ne var?”

 

Bir kibrit yaktı Eduardo, elindeki kibritin küçük ateşini izledi. Bu küçücük ateş, koca bir şömineyi yaktı. Yanan odunların ateşini yakından izledi Eduardo. “Hiçbir şey.”

 

“Adamın deli olduğunu duymuştum. Bana daha çok şizofren gibi geldi. Cani kelimesinin bile yetmediği işler ve planlar yapıyor. Seni kral yapmayı teklif etti. N’apacaksın?”

 

“Şu an için hiçbir şey. Ama biz hiçbir zaman kral olmak istemedik, Pablo. Eğer olsaydı, bugün bu gördüğün favelaların ailesi değil; kralı olurduk. Biz, onların kralı değil, ailesi olmayı seçtik.” diye kendini açıkladı Eduardo.

 

“Oğluna eziyet ettiği söyleniyor.” Eduador yaslandığı yıkık pencereden ayaklandı, konuşan adamına döndü.

“Anlamadım?” dedi.

“Oğlunun esir bir şekilde bir oyuna götürdüğü söylentileri var.”

“Atlas’ı mı?” diye sordu Eduardo.

“Tanıyor musun?”

Cevap vermedi Eduardo. Aklı, çeşitli düşüncelere dalarken bakışlarını aile dediği favelasına çevirdi.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye bir soru daha yükseldi arkadan.

“Hiçbir şey. Sadece, babamın yasını yaşayalım. Tanrı, babamın günahlarını affetsin. Sadece, onun mirasını yaşatalım.”

 

Önüne döndüğünde, gözlerinin gördüğü her yer derin bir yasın içindeydi. Baba, ölmüştü.

Baba, öldürülmüştü.

 

Kaderin ona biçtiği yollara iyice baktı Eduador. Aklı boştu şu an için belki fakat kalbi taşacak kadar doluydu. Ve diğer liderlerin aksine, babası kalp ile verilen kararları aşağılamamıştı. Kalbi ile karar verse de bilirdi, babasının ahı kalmayacaktı.

 

“Tanrım…Bana bir yol göster.”

 

 

 

 

🫀🖤🕯️

 

“Önüme attığınız kargaları bir doğan gibi parçalar, önünüze atarım. Zira, benim tabiatım bu.”

 

Diyordu Hürrem Sultan televizyondan. Aylin, ayaklarını uzatmış kasesinden dondurmasını kaşık kaşık yerken dinleniyordu. Akşam çökmüş, kendini Ethem’in koca L koltuğuna atmıştı.

“İkon kadın.” diyordu bir yandan Aylin. “Bok gönderirsin sen onu saraydan.” Kaşığına dondurma gelmediğinde göbeğinin üstüne yerleştirdiği kutuya hüzünle baktı.

Koltukta yatmaktan koltuğun şeklini almıştı. Yerinden zar zor kalktığında mutfağa doğru yol aldı. Açtı ve yemek yapmaya pek üşenmişti. Mutfakta çok iyi olduğu da söylenemezdi zaten.

Buzdolabını açtığında raflara baktı fakat eline gelen bir şey olmamıştı. Şimdi Hürrem gibi, “Açım ben. Yemek istiyor.” diye bağırmak vardı ama müstakbel kocası evde değildi.

“Ethem.” dedi çalan telefona doğru.

“Aşkım, söyle.” dedi Ethem telefondan.

“Evde hiçbir şey kalmamış. Açım ben, gelirken bize bir şeyler alsana.”

Hamilelik onu daha da çok acıktırıyor, ara sıra halsizleştiriyordu. Bazen de tam aksine, enerjisi bitmeyecekmiş gibi hiperaktifleşiyordu.

“Ne çekiyor canın, hemen alayım.”

“Bilmem, açım sadece. Ne istersen onu al. Çabuk gel ama tamam mı? Acıktık.”

“Tamam.”

Telefonu kapatıp tezgaha koyduğu saniye kapının çalmasını beklemiyordu. “Oha!” Kapıya koştu. Açtığında karşısında bekleyen kocası ve elindeki paketler içini eritmişti.

“Ethem.” dedi ağzı sulanırken. Bir yandan poşetlere bakıyor, bir yandan kapıda durup gülümseyen adama bakıyordu.

“Sen aramadan önce alışveriş yapmıştım zaten. Hadi gel, doyuralım karnını.” dedi içeri girerken. Ayağındaki botları çıkarmakla uğraşırken aynı anda sevdiğinin yanağına derin bir öpücük kondurdu. Aylin ise elindeki şoşetlere atlamış, koşa koşa mutfağa gitmişti.

“Ayy! Bakim neler aldın.” dedi heyecanla. Poşetlere daldı, Ethem ise sevdiceğine belinden sarıldı. Boynundan öptü.

Aylin’in hamileliği onu az da olsa değiştirmişti. Ciddiyeti hafif hafif yok olmuş, agresifliği artmamıştı fakat sinirli olduğu zamanlar etrafı yakıp geçebilirdi.

Poşetten çıkardığı dönerleri tepsilere koydu. Ağzı sulanmıştı. “Hadi yiyek.” diyerek salona doğru yol aldı Aylin.

“Üstümü değiştireceğim!” diye seslendi Ethem içeriden. Aylin ise yemeğe başlamıştı.

“Acıktın değil mi sen de?” diye sordu Aylin karnındaki bebeğine. Hâlâ inanmakta güçlük çekiyordu. Karnında, göğüs kafesinin hemen altında bir bebek büyüyordu.

O bir anne olacaktı.

İnanılmaz bir duyguydu. Hem korkuydu hem sevinç. Ansızın gelen bir mutluluktu. “Acaba cinsiyetin ne annem.”

Kendi başına kaldığı anlarda bebeği ile bağ kurmuştu. Son dakika klinikte vazgeçmesi bir şükür sebebiydi.

“Çok mu acıktınız, sevgilim.” dedi Ethem içeri girerken. Altına bir eşofman, üstüne ise beyaz bir tişört geçirmişti.

“Yok, çok değil.” dedi Aylin. İkisinin de gözleri anında yenmiş yemeğe döndü, “Azıcık…belki biraz yani.”

“Eve adamakıllı bir alışveriş yapmak lazım. Artık beslenmene daha da dikkat etmemiz lazım. Değil mi babam!?” diyerek Aylin’nin minik göbeğine bir öpücük kondurdu Ethem.

“Aşkım ya…Valla çok üşendim, şu tepsileri kaldırır mısın kalkarken?” dedi Aylin az önceki yerine kurulurken.

“Kaldırırım, sevgilim.” Ethem bulaşıkları yıkarken Aylin dizisine kaldığı yerden devam ediyordu. Hayat hep böyle sürseydi belki her şey daha farklı olabilirdi diye düşünmeden edemedi Aylin. Ethem elinde ince bir örtü ile salona döndüğünde Aylin’in yanına uzandı. “Hava serin esmeye başladı şu sıralar. Cıbıldak cıbıldak geziyorsun bir de dondurma yiyorsun. Üşütme.”

“Bebeğim dondu içeride ya! Nasıl bir anayım ben.”

“Donmaz donmaz.” dedi Ethem kahkaha atarken. Aynı anda Aylin’e sarılmıştı, bir elini ise hafiften kendini gösteren göbeğe yerleştirmişti.

“Yarın bebeğimizi öğreneceğiz Ethem! Çok heyecanlıyım, heyecandan kusacağım.”

O sırada Ethem koltuğun arkasına uzandı, bir kova çıkardı.

“Oha Ethem, yuh Ethem!”

“Hazırlıklı olmakta fayda var, fıstığım. Ne diyordun, sen devam et.”

“Heyecanımın içine sıçtın şu an, konuşmayacağım. Sus, dizim kaçıyor.”

Aylin dediğini yapmış ve tüm odağını ekrana vermişti. Ethem ise elini koyduğu minik göbeğe bakmaktan kendini alamıyordu. Bebeği vardı o küçük tepeciğin altında. Canının canı vardı.

Göbeğin üstündeki diğer el Aylin’e aitti. O belki farkında değildi ama Ethem, Aylin’in bir eli ile hep karnını okşadığının farkındaydı. Sanki elinin orada olması ile bebeğini daha iyi koruyabiliyordu.

“Aylin’im.” dedi Ethem sırnaştığı kadına. “Fıstığım, küstün mü sen?”

Cevap gelmedi.

“Özür dilerim.” dedi Ethem, yanağına derin bir öpücük kondurdu, “Küsme benimle. Sonra günün çok boktan geçiyor. Nasıl affettireyim kendimi, söyle.”

“Öpme. Küsüm şu an. Belki yarın barışırım.”

“Ama yarının garantisini kim veriyor? Küs girmeyelim aynı yatağa, hem bebekler hisseder böyle şeyleri. Üzülsün mü bebeğim?”

“Hisseder mi?” diyerek dikleşti Aylin.

“Hisseder tabii. Küs kalma, gel barış. Valla üzülür bak bebeğimiz. Küser bize.”

Birkaç saniye süren göz temasının ardından Ethem’in hiç beklemediği bir şey oldu ki bence, Aylin de bunu kendinden beklemiyordu.

Aylin ağlıyordu.

“Aylin?!”

“Sen niye şimdi böyle salak salak konuştun ki! Yok ölmek yok yarının garantisi! Bebeğim niye küssün annesine?!”

Ne yapacağını şaşırmıştı Ethem. Bir bebek daha rahme ilk düştüğü andan annesini nasıl bu denli değiştirebilirdi?

“Küsmesin. Küsmez! Ben yalan dedim onu.”

“Niye böyle bir yalan atıyorsun salak?! Ciddi sandım.”

“Yok, hissederlermiş zaten.”

“Hani yalandı!”

 

Kriz yaşanıyordu. Resmen bir krizin eşiğindeydiler. Bu işi buradan çevirmek Ethem’e kalmıştı.

“Hareket etmiyor? Hareket etmiyor, küstü mü?” diye endişelenmeye devam etti Aylin.

“Hayatım, çocuk bir fasulye tanesi kadar. Biraz büyümesi için zaman mı tanısak?”

“Yarın için randevu aldın değil mi?!”

“Evet hayatım.”

Aylin ayaklanmış odasına doğru giderken Ethem de peşinden gitmişti. “Sen nereye?” diye sordu Aylin.

“Yatağıma?”

“Senin yatağın orada.” dedi Aylin parmağı ile salondaki koltuğu işaret ediyordu, “Senin için ısıttım! Hadi, iyi geceler.”

 

“Ama ben daha evlenmeden çok ceza alıyorum.” diye mırıldandı Ethem koltuğa doğru adımlarken. Üstündeki tişörtü çıkarıp atmış, koltuğa sığmaya çalışmıştı.

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde uykusunu bölen şey üzerinde hissettiği hareketlilik olmuştu. Gözlerini açamamıştı yorgunluktan ama kokusundan tanımıştı sevdiğini. Kıyamamıştı, gecenin bir yarısı sırnaşmıştı koynuna.

 

“Yatağımız varken neden göt kadar koltuğa sıkışıyoruz anlamış değilim ama…” diye mırıldanarak gülmüştü Ethem. Aylin ise sabah kalktığında kendini sıcak yataklarında, Ethem’e sarılırken bulacaktı. Ethem, Aylin uykuya daldığında canım dediği kadını ve canının canını taşıyacaktı.

 

Bebekleri ile beraber büyüyecekti Aylin ve Ethem. Aynı çatının altında mutlu bir aile kuracaklardı. Allah izin verdikçe kalpleri her daim birbirleri ve çocukları için atacaktı. Kim, nerede olursa olsun.

 

 

 

 

🫀👶

 

Hayaletle körebe oynamak gibiydi Elmas Operasyonu. Ebe kimdi bilinmez, oyunun seyri an be an değişiyordu. Kendi aklına sahip bir nehirde boğulmamak çok zordu.

 

Gece, günlerdir başka bir karanlıktaydı. Hayata isyan etmek basit seçenekti. Bağırıp çağırmak, yaşananlardan sadece şikayetçi olmak kolay ve de işe yaramayan yoldu. Akşam saatleriydi. Hapishanenin üzerine bir sessizlik hakimdi.

 

Elindeki bardakla oynamaya devam ederken yatağından kalkıp giden kadına göz ucuyla baktı. Bir gölgenin sessizliğinde ranzasından indi. Çoğu kişi uyuyor ya da radyo dinliyordu.

“Yeni düzene ayak uydurmayan kim varsa gebertir.” diyordu bir kadın. Orta yaşlarda, yüzünde kocaman bir yanık izi olan biriydi. Kimseye görünmeden, kabinlerden birine girdi Gece. Ardından tuvalete giren kadınlar konuşmaya devam etti:

“Bülent’i öldüren kadın da burada. Benim bölümde kalıyor.”

“Duydum ama inanmadım, o karıdan bir cellat çıkmaz. Pek naif, pek suskun.”

“Gerizekalı. Bülent’i öldürmesinin hesabını sormak lazım.”

“Ne o?” demeye devam etti kadınlardan biri, “Seni buraya attıran adamlardan biriyle evlenme hayalin mi vardı?”

 

“O değil de… Bizim kendimizi garanti altına almamız lazım. Eskiden nettik, işimizde gücünüzdeydik. Şimdi, emin olamıyorum bu ihtiyarlardan.”

“Ben Bülent’in bebeğine hamileyken işimiz kuruydu.”

 

Peçeteye giden eli havada kaldı Gece’nin. Burada olduğu süreç boyunca bazı kişilerin onu pür dikkat izlediğini fark etmişti.

“Sus Allah aşkına.”

 

“Dikkat çekiyoruz. Gidiyorum” dedi diğeri. Gece ise tam o sırada sakin bir ifade ile kabinden çıktı. Durgun ifadesi ile musluklara doğru ilerledi. Hiçbir şey yokmuşçasına davranmasına rağmen gözlerin onun üstünde olduğuna emindi. Tuvalette tek bir kadın kalmıştı. Gece’ye sataşmak istedikleri belliydi ama bir amaçları vardı. Kalan son kadın lavabodan çıkarken omzunu Gece’ye çarptı.

 

“Dikkat etsene!” diye yükseldi kadın sanki kabahat onda değişmiş gibi. Gece ise ellerinden damlayan suyu yavaşça kadının üstündeki tişörte sildi.

 

Kadın o kadar şaşırmıştı ki bir an için tepki veremedi. Öfke dolu gözleri Gece’nin sakin ifadesini buldu.

“Lan!” diye yükseldi, Gece’nin saçlarına yapışmak adına bir hamle yaptı. Fakat bu hamle yersizdi, kadın saniyeler içerisinde ters dönmüş, kolundan tutulmuştu. Yüzü duvara yapıştırıldığında Gece onu tutuyordu.

 

“Sakin ol.” dedi Gece gizli bir öfkeyle. “Şimdi anlat, onlar hakkında ne biliyorsan dökül.”

“Kim-“

“Am*na koydurtma kadın!” dedi Gece, kadının biraz daha bastırarak, “Ne biliyorsan anlatacaksın o şerefsizler hakkında.”

 

“Bırak beni!” Debelenmeye devam etti kadın, yersizdi.

 

O an kadının saç diplerine yapıştı Gece, bu kadının daha önceden hapishanede çocuklu bir kadını dövüdüğünü görmüştü. Saç diplerinden tutarak bir kabine doğru yürüttü. “Senin o hamile kaldığın sevgilin beni böyle sürükledi işte. N’oldu? Aşkından kal mı geldi de sesin kesildi!”

 

Kadın hamle yapmaya çalıştıkça Gece onları tek tek savurdu. “Anlat! Anlat ne planı yapıyorlar, anlat! Anlat, seni bu boklu suyla boğarım.”

 

Bağırmıyordu Gece, aksine; sesi derin, öfkeli ve korkutucuydu. Gücünü bağırarak değil, sessizliği ile gösteriyordu.

 

“Ben bir şey bilmiyorum manyak karı! Seni yaşatmayacağım, it! Sen öldürdün, değil mi? Geber inşallah!”

“Kes lan!” dedi Gece, kadının kafasını klozete doğru indirdi, klozet kapağı ile sıkıştırdı yüzünü. “Şimdi, konuşuyor musun? Ya da sabaha dek burada mı kalalım, ne de olsa ikimizin de vakti bol burada.”

 

“Tamam- tamam. Ben bir klüpte eskortluk yaptım-“

“Bana yalan söyleme.” dedi Gece kapağı biraz daha bastırarak.

“Yalan değil-“

“Doğruları anlat. Vaktimin bol olması sabırlı bir insan olduğum anlamına gelmez.”

 

“Ben bir şey bilmiyorum.”

“Beni neden takip ediyorsunuz kaç gündür? Ne yapsam izliyorsunuz. Gizli soktuğunuz telefonlardan kime ne bildiriyorsunuz anlat!”

 

“Dur- dur tamam, anlatacağım. Dur, canım yanıyor!”

“Benim canım daha fazla yandı, ama benim çığlıklarıma yetişen kimse olmamıştı.” diye tamamladı kendini Gece.

 

“Şimdi, dökül.”

 

 

 

 

🖤🫀🔥

 

 

Parmak boğumlarında az da olsa yer etmiş kuru kan vardı. Saçlarını örmüş, parmaklarını temizlemişti Gece. Şimdi ise gecenin bir köründe kendine çay koyuyordu. Burada kaldığı müddetçe artık çok daha dikkatli olması gerekiyordu.

Oysa kaderin onun için farklı planları vardı.

“Gece Yaman!” dedi kapıdaki gardiyan, “Şanslı kadınsın. Çıkma vakti.” Demir kapı sonuna kadar açıldı.

“Nasıl?” dedi fakat bir yandan yatağının kenarındaki çantayı aldı. Hazırlanmaya başladı. Dışarıdaki yağmurun sesi duvarlara vurdukça yankı buldu. Hızlı adımlarla gardiyanlar eşliğinde çıkışa doğru yol aldı. Günler oluyordu bu karanlıkta kalalı. Şimdi, gerçekten çıkma vakti miydi?

Ne olmuştu?

Nasıl bir mucizeydi?

Son kapıya ulaştığında kafasını karanlık çökmüş semaya kaldırdı. Her bir yanı ıslanırken yağmur ilk defa ona umut getirdi. Son kapı aralandı, uzakta onu bir aracın yanında bekleyen bir kadın vardı.

Arabanın ışıkları tıpkı terk edildiği geceki gibiydi. Rahatsız edici, gözleri kıstıran… Yağmur o geceden daha da şiddetliydi.

“Gece!” diye ayaklandı Haziran uzaktan. Hapishanenin kapısına adımlamış kadına doğru koştu. “Gece!”

Gece’nin adeta üstüne atladı. “Çok şükür.”

“N-nasıl oldu? Nasıl çıktım ben?” diye sordu Gece. Saçlarının örgüsü ıslandıkça açılmıştı.

“N’oldu sana?!” diye sordu Haziran. “Kavgaya mı karıştın?!”

“Sen önce benim sorumu cevapla, Haz.”

Gülümsedi kızıl saçlı kadın. Onun elinde şemsiye vardı, Gece’ye de tuttu. “Ateş…” dedi Haziran, “Ben civar evlere araştırma için gittiğimde herkes susturulmuştu. O gece etraftan duyduğun silah seslerini kanıtlamamız için civar evlerdeki insanların ifadesine ihtiyacımız vardı. Ateş hepsine bok gibi para döktü konuşsunlar diye. En az on aile ifade vermeye gitti. Ben de ifadeleri hemen mahkeme heyetine sundum. Üçüncü şahıs şüphesi netleşti. Tanıdıklar falan derken çıkarabildik seni.”

Haziran sevincini yaşarken Gece duyduklarını sindirmekle uğraşıyordu.

Ateş.

Aklı susmuştu. Yağmuru dahi bastıran tek bir ses vardı kulaklarında: Kalbinin sesi.

 

“Buraya gelmekten asla vazgeçmeyeceksin...” dedi Gece başını iki yana sallarken. Ateş yine ne yapıp edip özel izin almıştı. Hasret kaldığı yeşillere gitmemek imkansızdı.

“Evet.” dedi net bir şekilde Ateş, “Ama bir daha gelmeme gerek kalmayacak. Hatta, belki sen bana gelirsin bu sefer. Çıkacaksın buradan.”

Konuşmadı Gece, yeşilleri de teni gibi solmuştu. Masanın üzerine doğru hafifçe eğildi Ateş, gözlerini gözlerinin tam hizasına getirdi.

“Gece…Umudunu yitirme.”

“Umut? Bir şeyleri umut edemeyecek kadar yorgunum. Gücüm kalmadı gibi hissediyorum.”

“Gücün kalmadı mı?” dedi Ateş. “Allah şahidim, sen benim şu ana dek gördüğüm en güçlü kadınsın. Daha kim bilir nelere göğüs gerdin sen.”

Gözlerini karşısındaki kehribarlara dikti kadın. Tam olarak geçmişini bilmiyordu, anlatmamıştı. Buna rağmen inanıyordu ona. Biri, karşılıksız inanmayı seçmişti. Gece konuşmadı ama Ateş konuşmaya devam etti:

“Sen küllerinden doğdun, Gece Yaman. Gerekirse yeniden bir köşede bekler, zamanın gelince geri dönersin.” Bir elini kadının yanağına doğru uzattı. Kıyamadı dokunmaya, parmak uçları ancak değebildi beyaz yanaklara, “Sen küllerinden doğdun, Gece Yaman. Ve küllerinden doğan, ateşe aittir.”

 

Gökyüzüne bir kere daha baktı. Sokak lambasının etkisiyle üzerine yağan damlaları izledi. Yağmur yağdı gözlerine. Seneler sonra bir yağmurun altında daha aktı gözyaşı, bu sefer daha önce hiç tatmadığı bir duygudan.

Aşktan.

Aşk yağdı kalbinin üstüne. “Haziran…” dedi Gece, “Senden bir adres isteyeceğim.”

Kapısı kapalı kafeslerin içinde büyüyen çocuklar büyüdüklerinde kapağı açık cehennemden kaçamayabilir. Bu kafes bazen zihne ekilmiş bir tohumdur, bazen tene değmiş bir acı. Kurtulanlar iyileşmeye ihtiyaç duyar. Zamana ihtiyaç duyar, sevgiye ihtiyaç duyar. Anlaşıldığını bilmeye ihtiyaç duyar.

Yaralıya kucak dolusu sevgi yığarsın, anlamaz. Korkar.

Saatlerce dinlersin yaralarını, seni anlıyorum dersin ve senin sağır olduğundan şüphe duyar.

Çünkü o, kurtulmuş olsa da hâlâ yaralıdır. İyileşmeye ihtiyaç duyar.

Ateş, Gece’ye aşık olmuştu. Aşkını yaşamak istediğinde çok engel vardı. Gece’nin kalbi aşk için fazla donuktu. Onu iyileştirebileceğine inanmıştı. Anlayamamıştı onu Gece, inanmamıştı. Şimdi, kalbindeki buzlar tamamen erimişti.

İyileşmemişti ama hasta, ilk defa iyileşebileceğine dair bir umuda tutunmuştu. Yorgundu, umut etmek için dahi yorgundu ama onu dinleyecekti.

“Yorulursan, bana gel.”

Gelmişti.

Taksiden indiğinde yağmurun daha da hız kazandığını fark etti Gece. İstanbul’un merkezinden uzak, kocaman bir eve getirmişti onu adres. Modern, şık, hayalleri süsleyen…

Elindeki çantanın kulpunu fark etmeden sıktı, evin kapısına uzanan merdivenleri teker teker çıkmaya başladı. Işıklarla süslenmiş evin devasa camları vardı. Ahşap ve siyah renklerinde Ateş’i yansıtıyordu.

Siyah kapıya ulaştığında baştan aşağı ıslanmıştı Gece. Kalbinin ilk defa bu kadar hızlı attığına şahit oluyordu. Kapıyı çalmak için uzandı, eli açılan kapı ile havada kaldı.

Buradaydı.

Ateş, giyinmiş bir şekilde evden çıkmak üzereydi. Gözleri, gözlerini bulduğunda inanamadı.

“Gece?”

Ateş evin içinde, Gece ise kapıdaydı. Yağmur üstüne yapmaya devam etti. “Yoruldum.” dedi Gece bir süre sonra. İkisinin de göğüs kafesi yerinden çıkacak gibiydi. Ateş konuşamadı, donmuş bir şekilde karşısındaki kadına bakıyordu.

Uyuya mı kalmıştı?

“Yoruldum…”

Bir süre için çıkan tek ses yağmura aitti. “Geldin.” dedi Ateş.

“Geldim.” Ateş’in gözleri karşısındaki kadının al dudaklarına kaydı, “Bu sefer ben sana geldim.”

Ne olduysa o an oldu. Bir şimşek çaktı, uzakta bir yerde umuda dair yanan kibrit alev aldı. Gece, karşısındaki adamın dudaklarına yapıştı. Öptü, delicesine öptü. Göğsüne sığmayan duygular dudaklarından çıktı. Ateş’in kapıda asılı kalan eli bir süre sonra Gece’nin saçlarını buldu. Donakalmıştı, kadını geri öpememişti.

Kendine geldiğinde dudaklarına yapışan kadının farkına vardı. Kafasından tutarak sanki mümkünmüşçesine onu kendine daha da bastırdı. Gece’yi sertçe duvara çarparken ayağı ile açık kalan kapıyı kapattı.

İkisi de hoyrattı. Dudakları birbirini öpmüyor, taşan ediyordu. Önce Ateş’in elindeki kask düştü, Gece’nin elleri Ateş’in ceketini sıyırdı. Yeri boylayan ceketin sesine yere düşen çanta eşlik etti. Sessizdi etraf, duvarlar yalnızca aşkın seslerine şahitlik etti.

Sarhoştu ikisi de. Dünya durmuştu. Ateş’in elleri kadının kalçalarına ulaştı, kucağına aldı. Duvardan ayırdı fakat dudakları nefes almak için dahi ayrılmadı. Odaya gidemeyecek kadar tutuşmuşlardı. Ateş, onu salondaki koltuğa kadar götürdü. Gece’nin ıslak sırtı koltuğa değdi.

Öpüşleri derinleşti. Gece’nin kalbi Ateş’in kalbine aktı. Ateş, yaktı. Ama ikisi de yandı. Ateş’in elleri kadının bacaklarında dolaştı. Belini buldu, saçlarını okşadı. Dakikalar sonra sadece nefes almak için ayrıldı dudakları.

Bakmaya dahi doyamadığı kırmızı dudakların şiştiğini gördü Ateş. Yandığını hissetti. Alnını, alnına yasladı. İkisinin delicesine inip çıkan göğüsleri birbirinden ayrılamadı. Gece’nin elleri Ateş’i tuttu. Nefes aldıkça gözleri dudaklarından ayrılmadı.

“Seni seviyorum.” dedi Ateş fakat nefesinden mütevellit duyulduğundan emin değildi. Ama Gece net bir şekilde anlamıştı ne dediğini.

“Seni çok seviyorum.” dedi yeniden Ateş. Nefeslenmeye devam ederken Gece’nin yüzünün her bir yanını öptü.

 

“Seni…” diye başladı Gece. Daha önce kimseye seviyorum dememişti. Zordu fakat ilk defa hem aklı hem kalbi aynı şeyi dillendiriyordu. “Seni seviyorum.” Yeniden dudaklarına yapıştı. Bu gece vuslattı. Bu gece devrimdi.

Bu gece, Gece Yaman’ın miladıydı. Kül olmuştu fakat küllerinden doğacaktı.

Ve küllerinden doğan, her daim Ateş’e aitti.

 

 

 

bir sonraki bölüme buradan, Ateş ve Gece ile devam edeceğiz… Korkmayın, kesmeyeceğim kaksjsjs

🖤🔥 Emojilerinizi göreyim!!!

 

bir sonraki bölüme dek, sağlıcakla…🙏🏻


 

SİZİN EN SEVDİĞİNİZ KARAKTER VE ÇİFT KİM??? ÇOK MERAK EDİYORUM🔥🫶🏻

 

 

Sonraki bölüm adı: “Küllerinden Doğan, Ateş’e Aittir.”

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 22.08.2025 19:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kalopsia / Viraha / “Körebe”
Kalopsia
Viraha

25.48k Okunma

1.37k Oy

0 Takip
52
Bölümlü Kitap
Viraha’ya Hoş Geldiniz“Cesur Tutsak”“Başucumuza Konmuş Hayaller”“Kaybolan Yansı’ma”“Çürük Zambak”“Hayaletle Dans Eden Kayıp Ruhlar”“İpin Ucunda İki Cambaz”“Zincire Vurulmuş Özgür Ruhlar”“Bazı Kadınlar Makyajını Ağlayarak Temizler”“Akıl ile Kalp”“Gölgeler”“Bunun Adı Şehadet Şerbeti”“Kibrit”“Sona Kalan Tek Kurşun” 1.Kısım“Sona Kalan Tek Kurşun 2. Kısım”“Sona Kalan Tek Kurşun 3. Kısım, Son Part”“Yalanlar ve Mahkumları” 1. Kısım"Yalanlar ve Mahkumları" 2. Kısım, Günümüz“Yalanlar ve Mahkumları” 3. Kısım“Tan Vaktine Beş Kala” 1. Kısım“Tan Vaktine Beş Kala” 2. Kısım“Sıfır Noktası” 1. Kısım"Sıfır Noktası" 2. KısımDuyuru“Zehirli Sarmaşık” 1. Kısım“Zehirli Sarmaşık” 2. Kısım“Sessiz İhanetin Tohumları” 1. Kısım“Sessiz İhanetin Tohumları” 2. Kısım“Kış Ateşi, Sıcak Şarap ve Sessiz Bir Tango”“Şah’ın Hamlesi”"Külkedisi Maskeyi Düşürdüğünde"Karakter Kartları (Resimli Bölüm)“Vedalar Her Daim Acıtır, Sevgilim” Sezon FinaliÇok Yakında…⚓️🪢VİRAHA II“Kuyuya Atılan Taş ve Delisi”“Bir Gün Gelir, Belki Kendimizi Aşkta Kaybederiz”"Sonsuza Dek Evet"“Cennetten Kovulanlar”"Kraliçenin İnfazı"“Deli Kral”“Aşk Delilerin İşidir”“Sabah Olmasını Dilemediğimiz Geceler”“Körebe”“Küllerinden Doğan Ateşe Aittir”“Onurlu Bir Adamın Cenazesi”“Tekrarı Yok, Yaşayabildiğimiz Kadarız”Karakter Kartları (Çift Kartları)“Sona Kalan Yedi Nefes”“Kahraman”Gelecek Bölümler Hk. AçıklamaGüncelleme
Hikayeyi Paylaş
Loading...