
Vatan, kanını toprağa akıtan siz şehitlere; terini bu toprakları korumak için akıtan mehmetçiğe minnettar. Rabbim sizleri korusun, yüreğinize ve bedeninize güç kuvvet versin. Pençe-Kilit operasyonunda can veren şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum. Mekanınız cennet olsun. Rabbim ailelerine güç versin. Vatan size minnettar.
Vatan sağolsun.
...
27.Bölüm
“KRALİÇENİN İNFAZI”
“Şeytan en çok tövbe etmiş insanla uğraşır. Çünkü, kaybettiği bir askerini tekrar kazanmak ister…”
-Suç ve Ceza
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre bir yere ait olma duygusu piramidin üçüncü basamağında yer alır.
Ben üçüncü basamaktan direkt dörde atlıyorum.
Elimde valiz sırtımda çanta dünyayı gezegenlerden olsaydım boşlukta süzülme hissi bu kadaracıtmazdı canımı. Maalesef bu değildi yaşadığım. Bir yere ait değildim; bir evim, bir iş yerim, oturmuş bir düzenim yoktu. Her şeyden habersiz, dünyadan ve geçmişimden uzak yaşamıştım. Şimdi yeniden burada, doğup büyüdüğüm topraklardaydım.
Geleli bir veya iki gün olmuş, Gece’nin yanına gitmiştim. Öğrenmiştim ki ben gittikten sonra o da otel ve Teşkilat’ta kalmış, kendine ait bir düzen kurmamıştı. Yine beraber, üniversiteye daha yeni başlamışken gezdiğimiz gibi oradan oraya geziyor, evimizi bulmaya çalışıyorduk.
“Salon Batı tarafında, rezidans sakinlerimizin burayı seçmelerindeki en önemli etkenlerden biri de gün batımıdır.”
Satış danışmanı konuşuyordu ama bütün duyularım kapanmış gibiydi. Yalnızca evin her bir köşesine bakıyor, aklımda almak istediğimiz mobilyaları ölçüp tartıyordum.
“Burası güzel gibi.” dedi Gece bir odadan çıkarken. Beraber salona girdiğimizde ayaklarımızın altına serilen deniz manzarasına baktık.
Son yaşadıklarımızdan sonra kenarda köşede biriktirdiğimiz parayı güvenli ve güzel bir yuva için harcamaya karar vermiştik. İstanbul’un güvenlik önlemi en sağlam rezidanslarının bir dosyası Oğuz tarafından hazırlanmış, bize verilmişti.
“Tutsak mı burayı?” dedi Gece.
“Ben de sevdim. Çok geniş, ferah.” Bakışlarımı yeşillerine çevirdim, “Güvenli.”
Artık sokak arasında herhangi bir binada yaşama lüksümüz yoktu.
“Ben belgeleri tamamlar, sizleri ofise davet ederim.” dedi satış elemanı. Rezidanstan ayrıldığımızda Gece’nin arabasına atladık, birkaç gündür bizimle vakit geçiren Eleanor’un evine -daha doğrusu Bülent Bey’in evine- doğru sürmeye başladık.
Gece’nin yaşadıklarına dair hâlâ tam bilgim yoktu fakat Bülent diye birinin varlığını öğrenmiştim.
“Gece.” dedim yanıma dönerek, “Bu Bülent işi ne? Hâlâ tam anlatmadın.”
Derin bir nefes aldı, gözlerini yoldan ayırmadan konuşmaya başladı. Son zamanlarda tonu söylediklerine tezat sakindi. Kelimeler ağzından çıktıkça ben daha çok kaygılanıyordum.
Yeşil bakışlarını bana çevirdi, “Burada olmaz.” diyordu gözleri. Haklıydı. Yerin kulağı, insanların beş gözü falan vardı. Artık buna inanıyordum.
“Ama konuşmamız lazım.” dedi Gece, telefonuna uzandı. “Alo? Dilruba? Müsait misin? Evet, evet, ofise geliyoruz Yansı ile.”
Telefonu kapattı. “Dilruba?” diye sordum.
“Konuşma vaktimiz geldi.” demekle yetindi ve direksiyonu gittiğimizin tersi yönünde çevirdi. Teşkilata gidiyorduk.
♠️
En son beş ay önce gördüğüm bu koridorlar soğukluğunu korumuştu, içeride hapsolmuş ağır hava beni hala boğmaya devam ediyordu.
Gece nereye gittiğini bilir bir şekilde yanımda ilerlerken ben ise bir o kadar meraklı bir şekilde onun adımlarını izlemekle meşguldum. Aybüke’nin odasına geldiğimizde önce kapıyı üç kez tıklattı, o kapıy yeltenmeden önce kapıyı aralayan kişi bizzat Aybüke olmuştu. Kömür karası bakışları kehribarlarımı bulduğunda, gözlerindeki karanlıkta bir mutluluk kırıntısı gördüm. Fakat bunun yanında o mutluluk bir hüzün denizinde boğuluyordu. Üzgün, yorgun ve bitkindi. İngiltere’de gördüğümden daha kötüydü. Bütün bunlara rağmen derin bir gülümseme ile baktı bize, “Hoş geldiniz, geçin lütfen.” Onun davetlileri olarak buradaydık yoksa bu binanın önünde beş dakikadan fazla dikilmemize izin vermeyeceklerine emindim.
Odası koyu renk mobilyalarla döşenmiş, duvarlar acı kahve tonunda panellerle dekore edilmişti. Koltuklar deri, perdeler dahi siyahtı. İç karartan, ruhu yaşlı bir odaydı. Aybüke masa başına geçtiğinde biz de masanın hemen önünde duran koltuklara oturduk. Masasına oturacağını düşündüğüm Aybüke tam aksine defterlerini kapatıp bizim yanımıza, diğer üçlü koltuğa oturmuş; bir bacağını ev misali kalçasının altına sıkıştırmıştı.
“Nasılsınız?” diye sordu. Olan bunca şeye rağmen belki de öylece hâl hatırdan konuşmak zordu ama nasıl olduğumuz manidar bir başlangıçtı.
“Yuvarlanıp gidiyoruz demek isterdim ama dağ direk üstüme çöktü gibi hissediyorum.” dedim gülümsemeye çalışırken. Aslında bu odada hiçbirimiz yabancı değildik fakat aramızda kırık köprülerle bezeli uzun uçurumlar vardı.
“Bu arada bir şey ikram etmeyi unuttum ben, ne içer yersiniz?” dedi telefona uzanırken. Başımı hayır manasında salladım, Gece de aynı cevabı vermişti. Aybüke telefondan kahve söylerken şaşkın bakışlarım karşımda oturan ay tenli kadını buldu, oturuşu rahat ve davranışları buraya çok aşina gibiydi. Ben ise ellerim ve çantam kucağımda bağdaş iken sırtımı bile yaslayamamıştım deri koltuğa.
“Biz, Gece’nin bana anlatacağı bazı şeyler olduğu için geldik. Burada konuşmak en güvenlisi.” dedim.
Aybüke ise verdiğim bu yanıta baş sallamış, bakışlarını Gece’ye çevirmişti.
“Sen gittikten sonra olan zamandan başlayamam, yanlış olur. Sen hâlâ buradayken -Oğuz yeni yeni İstanbul’a gelmişti- ben yıllardır aradığım bir hasta dosyası için hastane arşivine başvurdum.” diyerek anlatmaya başladı Gece. Bütün dikkatim ondaydı.
“Ama belgeye asla ulaşım sağlanamıyordu, VIP bir belge diyordu ama hasta VIP hasta değildi. Tanıyordum onu…” Yeşillerini gözlerimi buldu, “Kardeşimin belgesini arıyordum, Yansı.”
Konuşmadım veyahut onu bölmedim, yalnızca onu dinlediğime dair mırıldandım.
“Belgeye ulaşmak için bir dilekçe yazdım hastane yönetimine, bu dilekçe bir güvenlik şirketinin CEO’suna gitmiş haliyle. Haziran’ın ülkeye döndüğü akşam bizi restorana davet ettiğini hatırlıyor musun? Hani sen gelememiştin?”
Evet manasında başımı salladım. O geceyi net olarak hatırlıyordum.
“İşte o akşam bana o adamdan -Bülent’ten bir mesaj geldi. Bir başka mekana gittim ve onunla buluştum. Dosya için konuşmaya başladık ama cürretkâr ve sevimsizdi. Dosya için benimle birlikte olma teklifi sunacağını sanmıştım fakat bambaşka bir teklifle geldi.”
Nefesim genzimde takılı kalmış, meraktan göz kırpmayı dahi es geçmiştim. Bütün bu bilinmezliğe dair ilk örtüyü bugün bu odada kaldırıyorduk. Odanın kapısı çalındığında kahveler gelmiş, asistan ivedilikle odadan ayrılmıştı. Dikkatimi yeniden Gece’ye verdiğimde gözlerinde anlamlandıramadığım bir yorgunluk, hatta belki de pişmanlık vardı.
“O gece bana düşünmem için şu teklifi sundu; Yusuf Alastan’ın emri ile onlara çalışan bir doktor olacaktım, ya da belgeye asla ulaşamayıp işim baltalanacaktı. Beni hastaneden duyduklarını, namımın ismimden önce duyulduğuna dair bir şeyler geveledi. O akşam oradan bir cevap vermeden ayrıldım. Eve gittim, sen yoktun. Nöbetin vardı. Telefonumu bilinmez bir numara aradı, konuşan kişinin sesi adeta bir robota aitti. Oynanmıştı fakat ses kaydı değildi; İstihbarattan aranıyordum. Uzun bir konuşmadan sonra kendilerini kanıtlamış ve onlar da bana bir teklif sunmuştu. Bülent’in teklifini kabul edecek ve Alastan’ın içine sızan bir muhbir olacaktım. Kardeşimin dosyasını da bana bizzat İstihbarat verecekti. Teklif buydu ve ben İstihbaratın teklifini kabul ettim. Yusuf Alastan’ın malikanesine geceleri özel araçla gittim geldim, sana nöbetim ya da acil ameliyatım olduğunu söylemek zorundaydım. Yusuf Alastan bana estetik operasyonlar yaptırdı başta. Her ziyaretimden sonra Teşkilat’a rapor geçiyordum. Fakat bir süre sonra…”
Aralıksız anlatan oydu fakat nefessiz kalan bendim. Ben…Ben bu denli ağır mı yummuştum gözlerimi? Gece’nin bahsettiği zamanlarda hayat benim için aydınlıktı. Kalopsia! Dedi içimdeki ses, kitapta okuduk hani, kalopsia! Her şeyi olduğundan daha iyi görme yanılgısı…
“Fakat bir süre sonra beni illegal işlerine bulaştırdılar. Ölmek üzere olan insanları kurtarmak yerine ya-“ Konuşamadı. Masadaki sudan içti, “Neyse işte. Mafyatik operasyonlara soktular zorla, ilk defa o zaman ettiğim yemin kulaklarımda yankılandı. Oysa mezun olurken bozmam imkansız sanırdım.” dedi. Tek kelam etmemiş, sükunetle onu dinlemiştim. Devam etti;
“O günden sonra artık onların içine girdiğim için adamları beni uzaktan izlemeye başladı. Tek bir hareketimde önce sevdiğim tek insanı- seni, sonra da beni öldürürlerdi. Teşkilat’ı arayıp onlara bir şart koştum. Ya muhbirliği bırakacaktım ya da seni koruyacaklardı. Sen koruma programına alındın ama benim korunacak bir tarafım yok gibiydi artık. Günler geçti, ellerim geçmek bilmeyen bir kan lekesine bulandı. Beyaz önlüğümde kara bir leke var artık, giyemiyorum… Yusuf bir şekilde ortadan kayboldu. Benim de bilmediğim onca operasyon ve olaydan sonra sen gittin. Burada bir başıma kaldım. Sonra… Sonra ajan olduğunu öğrendiğim bir adam beni Bülent’ten uzaklaştırmak için boktan bir plan yaptı. Uzun bir süre elime işimi alamadım.”
“Kim bu? Neden böyle bir şey yaptı ben anlamadım?” diye sordum. Kim kimdi şu an için bilmiyordum ama her şeyi öğrenme niyetindeydim. Gece ağzını zar zor açarken beni cevaplayan kişi Aybüke oldu;
“Bülent’in psikolojik birçok rahatsızlığı var. Gece ise onun bir takıntısı olmuş durumda. O adam…Gece’yi kıskanarak fevri bir karar vererek hata yaptı. Ben de hata yaptım, ona insiyatif vererek…” dedi.
Gece’ye baktığımda o da benim duyduklarımı yeni yeni hazmetmeye çalışıyor gibiydi. Birisi onu kıskanmıştı ve ben kardeşim dediğim kadının aşk hayatında neler döndüğüne dair fikir bile yürütemeyecek seviyede bilgisizdim.
Eskilerdeydim, hem de çok fazla.
“Neyse ne işte. Bülent’in takıntısından faydalanarak onun sevgilisi rolü yapmaya başladım bu sefer de. Elmas başka biri çıkınca Teşkilat benden bu sefer bunu istedi. Bu yüzden yemin ettim. Teşkilat mensubu ‘oldum’. Eğitimlere girdim aylarca. Ama en önemlisi, Teşkilat bana verdiği sözü tuttu. Kardeşimin dosyasını değil ama bana bizzat kardeşimi getirdi.”
Fazlaydı. Bunları bir anda duymak fazlaydı. Peki ya yaşaması nasıldır diye düşünmeden edemedim. Gece bunları yaşarken ona bir kez dahi sarılacak şansa sahip olamamıştım, bir kere sırtını sıvazlamamıştım. Fakat hâlâ yanında bulunma yüzüne sahiptim. Suçlu hissediyordum. Ve kardeşim dediğin insana duyduğun bu suçluluk, taşıması ağır olan yüklerdendi. Sanki bir anda koltukta kambur kalmıştım.
“Kar-kardeşin mi? O, ölmedi mi Gece?” Gözleri ilk defa ışıldadı. Yeşilleri buğulanırken kafasını hayır anlamında iki yana salladı:
“Eleanor…Benim kardeşim, Yansı. Yaşıyormuş.”
Ağzımın beş karış açıldığını ancak bir sinek beni rahatsız ettiğinde anladım. ‘Nasıl yani!’ bile diyemedim. Neredeydi benim doktorluktan gelen soğuk kanlılığım? Beş ayda unutmuştum belki de.
“Güneş’in yaşadığını sen gittikten sonra öğrendim, Bülent ya da herhangi biri onu öldürmesin ya da faydalanmasın diye yanına girmeyi kabul ettim. Tek şansım, ona giden tek yolum Bülent’ti. Mecbur kaldım ama Bülent bana bu beş ayda dokunamadı bile. Ama kendime dahi itirsf edemeyeceğim şeyler yapmasına da izin vermek zorunda kaldım. Odalarda bana bağırması, bileklerimdeki morluklar, kolumdan sıkması…Onu öldürmemek için dizginledim kendimi ve bu benim en büyük imtihanlarımdandı.
Kelimeleri bitmişti ama ben de bitmiştim. Çektiği acıya inanmak istemiyordu bir yanım; bir yanım ise daha dün akşam gördüğüm kızın görüntüsünü gözümün önüne getiriyordu. Beş ayda benim için hayat donmuştu ama burada süratle akmış, geride kalanlara ve vazgeçtiklerimize zarar vermişti.
“Gözlerinin bu denli parladığına ilk defa şahit oldum. Merak ediyordum sebebini. Kardeşinmiş…” dedim. Gülümsedim, içtenlikle kıvrıldı dudaklarım. Tırnakları ile oynayan ellerine uzandım, sarılmayı sevmediğini bile bile sıkıca sardım kollarımı. Kim ne derse dersin, sarılmaktan haz etmeyen insanların da sarılmaya ihtiyacı vardı. İnsanın dost dediğinin ihtiyacını anlaması için her zaman kelimelere ihtiyacı yoktu.
“Kıskandım.” dedi bir ses, Aybüke’ydi. “Hayatta yalnız kalmamak güzel bir şey. Her şeye rağmen, şanslısınız.” dedi yorgun sesi. O da benim bir diğer dostumdu. Başka bir isimle de olsa bizim yollarımız operasyondan yıllar evvel kesişmişti. Ben onun dostluğuna yürekten inanıyordum. Kolundan sıkıca kavradım, çenesini dayadığı eli sendelerken sıkıca sarıldım. En ihtiyaç duyduğum anlarda bana sarılan biri olmamıştı ama ben onlara sarılmaktan asla geri durmayacaktım. Aybüke’nin dalgalı, uçları karamel saçlarını sevdim, vücudu yapılı ve sertti. Sarıldıkça gevşediğini hissediyordum. Onun yanına oturdum, “Ben bir şeyler duydum Atlas ile ilgili.” dedim. Gözlerindeki keder adeta parladı.
“Beş aydır o da yok.” dedi Aybüke. “Bulamadım onu.” Gülümsemeye çalışıyordu ama dudaklarının titrediğinin farkında değildi. Bir başkan mı yoksa bir başkası mı vardı karşımda emin değildim, farklı bakıyor ve ismini bir farklı telaffuz ediyordu. “Ama bulacağım.”
Sırtını sıvazlarken acı bir tebessümle değil- saf ve içten bir gülücükle baktım ona. İnsanlar birini kaybettiğinde başsağlığı dilemenin yolu keder dolu gülümsemelerden değil, inanç ve umut dolu gerçek gülüşlerden geçiyordu. Ben buna hakimdim!
“Ülke durumu gittikçe karışıyor.”
“Öyle.” dedi Aybüke, “Ama umutsuzluğa ya da paniğe gerek yok. Bütün ekip ve personel vatanın dört bir yanını koruyor. Türkiye Cumhuriyeti’ni kimse bölemez. Silahları ister salgın olsun ister kurşun, ya kan dökülen bu topraklarda kalırız; ya da bu toprağın altında yatarız.”
İşte bu konuşan kişi Başkan Aybüke Akman’dı. Dilinden dökülen kelimeler ise bütün Türk halkından söylenmiş gibiydi.
Aybüke’nin masasının hemen ardından duran mavi gözlü adamın dev fotoğrafına baktım; gözleri deniz, saçları güneş, elleri toprak, yüreği koskoca bir vatan…Fakülteye girişte duran, “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!” yazısının önünden geçerken duyduğum o haz yeniden bulmuştu beni. Mesleğimi ve vatanımı özlemiştim ve özlem kelimesi benim için yetersiz kalıyordu. Belki de hasret demeliydim.
“Zor olacak.” dedi Aybüke. “Bundan sonrası herkes iin çok zor olacak. Yokuşun tepesine yaklaştık, inişin sonu ise ağır olacak.” dedi baktığım portreye bakarken. Hiçbirimizin süslü kelimeleri yoktu artık; yalnızca yüreğimizdeki duygular ve omzumuza yüklenmiş sorumluluklarımız vardı. Karanlık oda daha da kararırken karşımda duran gözler gökyüzü misali parlamaya devam etti. Umut, dileyen herkes için hep vardı.
💙🩵
Gece ile Teşkilat binasından ayrıldığımız gibi yeni tuttuğumuz eve gelmiş, boş salonumuzda ilk yemeğimizi yemiştik. Ev bomboştu fakat salonun manzarası inanılmazdı. Sadece salon değil, bütün odalar başka bir güzelliğe bakıyordu- tuvaletin minik penceresi bile.
Salonun ortasına koca bir şişme yatak almış, bir de yastık koymuştuk. Sıcaktı İstanbul, battaniye görmek dahi istemiyordu insan. Yalnızca çarşaflarımız vardı ve bu, evimize aldığımız ilk şeydi.
“Pişt.” dedim yanımda uzanmış telefonuna bakan kadına. “Pişt.”
“Efendim, Yansı; efendim!”
Sırtımı duvara yaslayıp yanına sırnaştım, telefonunda sıkıcı belgelere bakmakla meşguldu ama aklı ne ile meşguldu bilemezdik.
“Anlat bakalım, buzlar kraliçesi. Kim bu seni ‘kıskanan’ ajan?”
Yeşilleri sanan inanamıyorum dercesine bana döndü, “Of ne diyorsun Yansı Allah aşkına?”
“Şişt, kardeşe of olmaz. Anlat hadi. Bak, ben beş aydır yoktum zaten. Çok özledim. Başka bir şey anlat bari de-“ Konuşmam hatırladıklarım ile aniden kesildi. Bu ani duraksamayı Gece de fark etmiş olacaktı ki beni izliyordu. Ben ise karşımdaki cama bakarak sayısal zekamı konuşturarak bir zihin haritası çizmekle meşguldum.
“Yansı? Ne yapıyorsun?” diye bezginlikle sordu Gece, boş boş önüme bakıyordum ama bulmuştum. Bulmuştum işte, bulmuştum!
“Aha buldum! Vallaha buldum!” Yer yatağında zıpladım ve yeninden sırnaştım, “Bu ajan şu şef olan değil-“
Eli şak diye ağzıma kapanmamış olsaydı lafıma devam edebilirdim. “Yansı! Sus!”
Konuşamıyordum ama başımı da hınzır bir şekilde iki yana sallamadan edemedim. Mutluluğun numarasını yapmakta artık üstüme yoktu. Ağzıma kapanan eline dilimin ucu ile dokundum, “Iy! Yansı!”
“Şef ajan mıymış?” dedim kendi kendime. “Gerçi şaşırmamak lazım, eli kolu uzun. Hatta bayağı bayağı uzun.”
“Neyse ne. Nereden geldi senin aklına gece gece! Yat uyu, başımı ağrıttın.” O yatma pozisyonuna geçmiş ve poposunu bana dönmüş olsa da ben hala bağdaş kurmuş düşünüyordum: Sesli bir şekilde.
“Havalimanında görmüştüm yanında, şimdi hatırladım. Kıskanmış seni demek? Oha. OHA GECE!” Gece’nin üstünde tepindim. Kız kardeş olmak bunu gerektirirdi.
“Keşke haberleşebilseydik bunca zaman. Belki o kadar…” Yalnız olmazdım. “Gerçi sen yine bana bir şey anlatmazdın da, neyse.” Sesli düşünmeye devam ediyor, bile isteye Gece’yi rahatsız ediyordum.
“Yakışıklı adam vesselam. Maşallah. Boyu kaç bunun? Bir doksan yedi…Adamın eğitim aldığı yerlere bak. Dünyanın en iyi okulları.” Telefonumdan Ateş Karal’ı stalklamaya devam ederken gördüklerimi sesli dile getirmekten hiç gocunmuyordum.
“Ünlü Şef Ateş Karal dün gece saatlerinde ünlü model-“
“Yansı!” diye adeta hırladı Gece yattığı yerden. “Uyumaya çalışıyorum!”
Onu kaale alacak mıydım? Düşüneyim…Hayır.
“Ayıp etmiş müstakbel enişte. Fıstık gibi kadın gerçi. Şuna bak, bununkiler bacaksa benimkiler pimapen boru.”
“Yansı!”
“Sana eğitim veren de bu muydu?” diye sordum hevesle. Arkadaşımın mutlu olmasına ihtiyacım vardı ve Gece’nin adı aşk ile yan yana durmayı bırak, aynı şeridi kullanmamışlardı.
“Of! diye yükselmiş, üstündeki çarşafı bana savurmuştu. Sinirle kalkmış, bana bakıyordu. Bir soru daha patlattım;
“Ben yokken aranızda bir şey oldu mu? Flörtleştiniz mi?”
“Ben seninle bir flörtleşeceğim şimdi, ömrün billah tövbe edeceksin aşka!”
“Bu sinir ne?” diye sordum kinaye ile, “Hayır yani ne var sohbet ediyoruz sakin sakin.”
“Başka konu aç.”
Telefonuma bakarken eski bir habere denk düştüm. Fotoğrafa tıkladım, “Ay bu gece ben de oradaydım!” Telefonu Geceçye doğru çevirdim. “Ateş’in maskesi çıkıktı ama dans ettiği kadının yüzü neredeyse tamamen kapalıydı. Kızım bir dans etmişler…Bir tango yapmışlar ama nasıl! Yanımda Oğuz olmasına rağmen ağzımın suyu akıyordu. Kadını daha önce görmüş gibiydim, sana bile benzettim bir an için ama sen evdeydin. Mesaj atmıştın.”
Ben konuştukça donuk gözlerle fotoğrafa bakıyordu, “Gece?”
“Yansı, bu kadın benim.”
Güm! diye bir ses yankılandı arka planda.
“Yalan söylüyorsun.” Telefona bir kere daha baktım, bir fotoğrafa bir de Gece’ye bakıyor ve duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. “Hayır ya…” Telefon ekranını Gece’nin yüzünün yanına yanaştırdım, bir de öyle baktım. “Bu… Ama… Onlar çok ateşli dans etmişlerdi. Madem sensin ve bu adamla işin yok nasıl bu kadar ‘şehvetli’ dans edebildiniz!”
“Ne şehveti be?”
“Gözümle gördüm Gece’m. Baya baya birbirinizin ağzına-“
“Yok öyle bir şey, abartma. Bülent de vardı orada o yüzden, numaraydı. Bülent beni tanımasın diye çekti kendine doğru.”
“Sen bu haberleri okudun mu?” diye yükseldim şayet böyle konuşması eski manşetlerden haberinin olmadığını gösteriyordu.
“Hayır.” dedi yavaş yavaş dikleşirken. Elimdeki telefona bakmaya başlamıştı ama tersen bakıyordu, yorumlardan bazılarını sesli okudum:
“Kim bu seksi kadın? Yanındaki adam Ateş Karal mı? Öyle deniyor!” Bir diğer yoruma geçtim, “Kadının teni çizilmiş gibi, Yin-Yang gibi kadın. Adamın bacağını kavrayı-“
“Yeterli bence!” diyerek susturdu beni Gece.
“Vay vay vay, heyt be.”
“Sen biraz Oğuz’u anlat asıl? Ne oldu aranızda? Nasıl gidiyor? Bırak şimdi şefi falan.”
Konuyu değiştirmesi hoşuma gitmemişti ama konunun Oğuz’a gelmesi çok hoşuma gitmişti. Gülümsemem ani bir şaşkınlığa evrildi, “Ben sana ne söylemeyi unuttum!”
Yerimden ani sıçrayışımla irkilen Gece beni inceliyor, ne yaptığını izliyordu. Haklıydı şayet ben de beni görsem deli bu karı derdim. Çantamdaki yüzük kutusunu çıkardım:
“Evlenme teklifi mi ediyorsun? Cevabım hayır.”
“Gece!” dedim kahkaha atarken. Elimdeki kutuyu açtım, yüzüğümü parmağıma geri taktım. Ülkeye girerken ne olur ne olmaz çıkarmıştım.
“Evleniyorum!” Parmağımdaki kafam kadar yüzüğü ona gösterirken bütün duyguları aynı anda yaşıyordum. Yüzünde kocaman bir tebessümle bakıyordu bana. Kollarını kocaman açtı, beni kendine çekerek sıkı sıkı sarıldı.
“Yansı.” dedi ı harfini uzatarak. Artık mavi olan saçlarıma öpücükler kondurdu. “Hep mutlu ol, hep gül.”
“Artık sen de mutlu ol.” dedim.
“Mutluyum.” dedi.
“Yalancı.”
Ondan ayrıldığımda gözlerinde hâlâ mutluluk kırıntıları vardı. “Ne zaman? Hiç konuştunuz mu?”
“Sanırım çok yakında Gece, kamplara gitmeden önce olmak durumunda şayet güvenliğimin sağlanması için evleniyoruz.”
“Ne kampı?” dedi kaşlarını çatarak.
“Doğuda kurulan araştırma ve sağlık çadırlarına gönüllü olarak gidip bu şerefsizlerin neler yaptığını araştıracağım. Yani oradan bilgi sızmıyor biliyorsun ayrıca hâlâ ne nedir ne değildir belli değil, oraya gideceğim. Muhbirlik amaçlı.”
“Saçmalama!” dedi, bağırmıştı, “Ne kadar tehlikeli sen farkında mısın? Can pazarı!”
“Vatanım için hizmet etmek istiyorum Gece, var olan bir potansiyelim varsa da bunu işe yarayan şekilde kullanmak istiyorum. Bunun nesi yanlış?”
“Yanlış değil belki ama çok tehlikeli ve sen bunun gayet farkındasın. Başka kampa gönüllü git ama kaynağı belirlenmemiş olanlara gitme.”
“Sen de canını kardeşin için tehlikeye atmadın mı? Be farkı var! Gideceğim. Ölmeyi ben de istemiyorum elbet ama insanların da ölüp durmasını istemiyorum. Günden güne kaç kişi eriyor?! Zaten o kadar uzun istesem de kalamam. Doktorlar hep değişiyor.”
“Of Yansı sınavsın yemin ediyorum. Of!”
“Kardeşe oflanmaz! Taş olursun taş.”
“Of!”
Götünü devirmiş yatarken elimdeki yüzüğe yeniden baktım, yatakta çarşafın altına girip yüzsüzce Gece’ye sırnaştım.
“Uzaklaş.” dedi fakat arsız ve yüzsüzdüm. Camlardan yansıyan ay bu gece daha parlaktı. Her şeyi özlemiştim; yapmak için heveslendiğim şeyleri düşünerek uykuya daldım.
🩺
“Bu gazeteler çok sıkıcı olmaya başladı.” diye hayıflandı Ilgaz odanın bir köşesinden.
“Bu devirde hâlâ gazetede eğlence umacak kadar eskisin.” dedi İzel. Diğerlerinin değimi ile çete, bazılarının değimi ile örgüt; kendi değimleri ile aile’nin lider üyeleri oturuyorlardı. Herkes kendi işinde iken Aybüke girmişti içeri. Bakışlar ona dönmüştü fakat yek bir kelam etmemiş, postallarını önündeki sehpaya uzatarak silahını temizlemeye koyulmuştu.
“Hiç haber var mı?” dedi Pamir Aybüke’ye.
“Yok.”
“Bu kart…” dedi Ilgaz elindeki maça asını incelerken. “Ne olay şimdi?”
“Bilmem.” dedi Aybüke. Elindeki bez ile özenle temizliyordu toz tanelerini.
“Bizim senin şu afili ekibindekiler gibi mükemmel zekada olduğumuzu düşünüyorsan vay haline.” dedi Pamir bir yandan.
“Eksik istihbarat vermiyorum. Doğrusu bu, ben de bilmiyorum. Yıllar evvel Atlas vermişti bana, ona da Tanju vermiş saklasın diye. Bir anlamı olmalı illaki.”
“İyi midir acaba?” diye sessizce sordu İzel. Aybüke’nin silahından kopmayan bakışları alttan alttan İzel’i buldu:
“Sanmam.” dedi soğuk sesi. “Ama yaşıyor.”
“Buna dair eline nasıl bir kanıt geçti?” diye sordu Pamir ciddiyetle. Aybüke’nin keskin bakışları bu sefer Pamir’i buldu:
“Hiç.”
“Hiç?”
“Hiç. Ama ölseydi, bilirdim.” Bu cevaba karşılık herkes susmuştu. Mazi duvarlarda yankılan bir çığlık gibiydi. Sessiz bir fırtına esiyordu odada. Karanlık ve lekeli.
Aslı, Aybüke’nin yanındaki koltuğa çökerken tedirgin fakat özlem doluydu. “Başkan.” Güldü, “Demek artık gerçekten başkan oldun ha? Aramızdaki en iyi kariyer yükselişini sen yaptın.” Aslı’nın sesinde acı bir alay ve gözden kaçmayan bir keder vardı.
Çekmedi gözlerini silahından Aybüke, “Büyümüşsün, Aslı.” demekle yetindi.
“Büyüdüm. Büyüdük.” Kelimeler ikisinin de ağzından çıkmakta zorlanıyor, belki de birbirlerinin sesleri dahi canlarını acıtıyordu. Zaman, onları iyileştirirken güzel anılarını onlardan söke söke almıştı.
“Buraya döneceğini hiç düşünmezdim. Sen gittikten sonra geçen bir yıl boyunca beklemiştim ama…Üçüncü yıla girdiğimiz gün hiç umudum kalmamıştı. Şaşırttın beni Aybüke. Atlas’a olan aşkının bu denli büyüdüğünü görmek şaşırtıcı.”
“Büyüdüğünü görmek?” diye sordu Aybüke.
“Seni buraya döndürecek kadar büyük.”
“Buraya dönmedim. Dönemem.”
“Sen artık bir devlet kadınısın. Elbette çeteye dönemezsin.” dedi Aslı, Aybüke’nin derin bakışları onun mavilerini bulmuştu, “Ama belki ailene bir merhaba demeyi çok görmezsin. Nereden geldiğini unutmuş olamazsın, değil mi Başkan?” Aslı’nın söylemlerinde iğneleyen ve battığı yeri kanatan imalar vardı. Gözlerini yumdu Aybüke, elindeki mendili istemsizce sıktı. Aslı, yanından kalkarken odadaki herkesin onları dinlediğinin farkındaydı. Çıt çıkmayan odada fırtınalar kopuyordu. Gazisi çoktu.
Buz kesmiş havayı uzaklaştırmak amacıyla sıkıntılı bir nefes verdi Ilgaz. “Saçma salak haberler yapmışlar, bu ne be? Of.” Ilgaz’ın fırlattığı gazete Aybüke’nin ayaklarının dibine uçmuş, ikinci sayfası açık bırakılmıştı. Yerden eğilip de almamıştı gazeteyi, Ilgaz ise bu sefer televizyona sarılmıştı. Bir an için silahından kopan bakışları gazeteye yöneldi, başlık dikkatini çekmişti:
“MODA SAHTEYE İNANMAZ.” Bakışlarını alttaki köşe yazısına çevirdi. Bazı cümleler bir ok misali beynine saplanmıştı. “Üstüne giydiğiniz kumaş deri gibidir, sizin ruhunuzdan parçalar taşır. Ucuz kumaşlar, sahte çanta ve ayakkabılara insanlarlar inanabilir lakin moda sahteye inanmaz… Ünlü modacı Dilruba A. son dönemlerde giyimi ile konuşulan Sevim Alastan’ı magazine anlattı…’Kartlarını zekice oynuyor’ cevabını vermişti Sevim Alastan… Moda için yeni rüzgarlar mı esiyor? Kapıda İngiliz rüzgarı mı var?… Eskiler yeni gelen rüzgarla kayıp mı oluyor?… Her şeye rağmen iyi dikilmiş bir terzi işi, kaybolanı bulur.”
Okuduklarına boş gözlerle baktı Aybüke. Neydi şimdi bu?
“Modaya ilgili misin?” diye sordu İzel, hemen arkasında neye dikkat kesildiğini inceliyordu. “Yoksa ajan Aybüke devreye mi girdi?”
Bu neydi gram fikri yoktu şayet Dilruba kendisiydi ve magazine konuşmayı bırak atölyesine uzun zamandır adım atmamıştı. Bu haber ise Sevim’in ondan intikam almasını bile sağlayabilirdi.
“Siktr.” dedi Aybüke gazeteye bakmaya devam ederken. Biri Dilruba’nın gerçek kimliğini bulmuş olabilir miydi?
“Bu gazetenin dün ve önceki sayıları var mı sende?” diyerek hışımla Ilgaz’a koştu.
“B-bilmem, vardı galiba.”
“Var.” dedi İzel, odadan çıktı ve kısa bir süre sonra elinde bir kutu ile döndü, “Burada. Ne oldu? Ne gördün gazetede?”
Aybüke’nin tuttuğu gazeteye İzel uzanırken Aybüke ise kutudaki bütün gazeteleri ayırmakla meşguldu. Aybüke’nin aksine İzel işe yarar tek bir kelime dahi görememişti.
“Bunları alıyorum.” dedi kutuyu kucaklayarak. “O kartı da alayım elinde harap olmadan.” dedi ve Ilgaz’ın elinde tuttuğu maça asını aldı. Hışımla odadan çıkarken ardında bıraktığı insanların sorgulayıcı bakışlarını görmemişti bile. Fakat bu normaldi, onlar Aybüke’nin ani gidişlerine çok hakimlerdi.
📰🗞️
Dünya enterasan bir yerdi. Aylin iyi bir ailede sakin bir hayat yaşamış, iyi okullarda eğitim almıştı. Ajanlık ise onun hayallerini süsleyen şey olmuştu. Bugün başarılı ve genç bir ajan olmayı başarmıştı. Hayal ettiği gibi onca göreve gitmiş, başarısına başarı katmıştı. Hayallerinin ötesinde bir aşka tutulmuş, evlenmeye karar vermişti. Buna hâlâ inanamıyordu. Fakat inanamadığı tek şey bu değildi.
“Gelun hanum, sekmen n’ola kaldı?”
Evin her bir yanında sekmen arıyordu Aylin. Dört dil biliyordu fakat kimse ona Karadenize dair bir dilin olduğunu belirtmemişti.
“Bulamıyorum nine hanım ben sekmen falan. Nerede acaba?”
“Deyda koymiştum sekmeni n’ettun Hanife?” diye hayıflandı nine. Ethem’in ailesinin bir kısmı Ordu’da yaşıyordu ve isteme için Rize’ye dönmüşlerdi. Bu demekti ki hem Rize hem de Ordu yöresine ait birçok kelimeye maruz kalacaktı Aylin.
“Deyda?” diye umutsuzlukla sordu Aylin. Ağlamak istiyordu. Oysa boş şeyler için ağlayan bir insan olmamıltı kendisi. Karakteri iki günde bozulmuştu! Hanife denen eltisi tabureyi balkona çıkartırken yattığı odaya döndü Aylin. Kendini yer yatağına umutsuzca bıraktı. Yüzü yastığa gömülü iken çığlık atmayı ihmal etmedi yoksa patlayacaktı. Ayrıca hava çok sıcaktı!
“Aylin’im?” dedi bir ses. Bakışları kapıya döndü, Ethem ona yüzünde tatlı bir gülümseme ile bakıyordu. Aylin’in yüzünde ise yalnızca vahşetin görüntüleri kalmıştı.
“Ethem.” dedi acılı sesi.
Ethem, şu an için boş olan odaya girmiş, Aylin’in yanına oturmuştu. “N’oldu ben yokken fıstığım?” dedi efulisinin saçlarını okşarken.
“Bir insan neden ‘meh’ler Allah aşkına?!”
Ethem’in kahkahası Aylin’in moralini yerine getirse de anlatmak üzere olduğu şey vahşetten başka bir şey değildi.
“Halan bana ninene vermem için su uzattı.” diye başladı Aylin.
“Ee?” dedi Ethem gülmeye devam ederken. Bir yandan sevdiğinin ellerini avuç içine almış, seviyordu.
“Sonra ben de verdim. Sonra boş bardağı yanındaki masaya koyup ‘Meh’ dedi.”
Ethem’in yüzü daha hikayenin sonuna ulaşamadan kıpkırmızı olmuştu.
“Aşkım, gülme bi ya! Ne bileyim ben meh demenin al demek olduğunu? Mal mal baktım ninen iki saat ‘meh’ledi resmen. İnsan al der al! Hem daha kısa iki harf!” Ağlamak istiyordu Aylin. Başını yeniden yastığa gömdü.
“Sevgilim.” dedi Ethem kahkahalarının arasında. Kahkahasına tezat o da bir hayli mutsuzdu. Aile eviydi; İstanbul’daki gibi aynı yatak değil, aynı odada dahi yatamıyorlardı. Özlemişti sevdiğinin kokusu ile uyumayı. Yanaktan öptüğünü gördüğünde dahi nenesi “Ben seni göndermeyecedum el yere, fışki yiyenin oğul!” bağırıyordu.
“Ben sana gelin gelmeyeceğim, vazgeçtim ben.” dedi ağlamaklı bir ses ile. Kendine hayret ediyordu. Neydi bu acınası hâl?
“Allah Allah? Yok öyle, bırakmam.” Sevdiğini saçlarından öptü. “Çok özledim.”
“Ben de. Ama evimi.” diyerek romantik anı böldü Aylin.
“Yenge-“ Kapının açılmasıyla bakakalmıştı Aylin, Ethem'in kollarında, sarılıyordu. Kapıda ise adeta dumur olmuş bir genç vardı. “Ay, bölmedim inşallah.” diye kıs kıs güldü. “Ethem ağabey, hoş geldun.” Diğerlerine nazaran Türkçe’si daha bir İstanbul Türkçe’siydi. Okuldan öğreniyor olmalıydı.
“Ayşen, bir şey mi oldu?” diye sordu Aylin. Ayşen, Ethem’in küçük kuzenlerinden biriydi yalnızca. Lisede okuyordu.
“Yenge, anam seni bucaklıkta- mutfakta bekliyor da.”
“Geliyorum.” dedi Aylin, Ethem’in kollarından ayrıldı.
“Maşallah gelin hanım.” dedi Ethem.
“Geç dalganı geç, ağzını kıracağım Ethem!” Aylin mutfağa girmiş, birkaç kadını tezgah başında bulmuştu. Geniş bir evdi, mutfak da bir hayli ferahtı.
“Buyrun, beni çağırmışsınız galiba?”
“Gelun hanum, terekten göcekleri uzat bi. Bi de kilerde gastil çuvali vardı ha, onu da getir da akşama yemek yapalum. Babam da geliyor.” dedi bir kadın. Kim kimin babasıydı anlamıyordu Aylin ama ondan önce, cümlede bilmediği bir çok kelime vardı. Bir şey istediğini anlamıştı ama ne istediği hakkında istihbarat eksikliği vardı. Sormalı mıydı?
“Gel yenge. Beraber alalım.” dedi Ayşen Aylin’in kolundan tutarak. Sessiz bir teşekkür ile önce terekten -raftan göcekleri, yani kapları uzatmış; ardından kilerdeki gastil çuvalını, yani patates çuvalını almıştı. Kalabalık bir ailede büyümemişti ama her şeye rağmen kalabalık bir aileyi deneyimlemek sandığı kadar korkunç değildi.
Mutfak duman altında kalmış, enfes kokular etrafı sarmıştı. Aylin -şaşırtıcı bir şekilde- saatlerdir mutfaktan çıkmamış, müstakbel eşinin ailesine yardım etmişti; tabii bu genelde getir götürden ibaretti. Yaptığı en iyi şey brownie’ydi. Yapmalı mıydı? Belki.
“Akşama tatlıyı ben yapabilirim. Salata için malzemeleri doğradım ben.” dedi mutfaktakilere. Çok mu teknik konuşuyordu bilmiyordu ama onu kaale alanların sayısı bir elin parmaklarını aşmıyordu.
“Hadi sen yap tatlıyı.” dedi Aylin’in eltilerinden biri. Konuşması ve giyiminden yola çıkarak İstanbul’lu olduğunu anlamıştı Aylin. Başını tamam anlamında salladı, içten içe dua etmeye koyuldu. Brownie bu denli geleneksel bir masaya farklı gelebilirdi ama güzeldi. Farklılıklar iyiydi, değil mi?
Brownie yapımına koyulmuşken mutfaktaki kişilerin azaldığını fark etmemişti bile. Çırpmaya devam ederken mutfakta yalnızca Ayşen, İstanbul’lu eltisi ve o kalmıştı. Bir an için belinde hissettiği ellerle irkildi:
“Ethem!”
Ethem, usulca yanaşmış, arkadan sarılmıştı Aylin’e. Boynuna derin bir öpücük kondurdu. “Kimse yok mutfakta. Ben gelince Ayşen sırıtarak kaçtı. En sevdiğim kuzenim.” dedi Aylin’i yanağından öperken.
“Ya Ethem bi dur, işim var. Bozma dikkatimi. Hadi git sen.”
“Fark ettim, gözlerim yaşardı sevgilim. Ne bu? Brownie?”
“Evet, dikkatimi bozma da güzel olsun.”
“Senin elin değerse zaten güzel olur.” demiş ve efulisini kulağının arkasından öpmüştü.
“Biri görecek sonra olan gelin hanıma olacak.” demişti Aylin ama sıcaklığına sokulduğu bu adamı da çok seviyordu.
“Sence bu nişan işini yemekte mi konuşuruz?”
“Öyle görünüyor, herkes gelmiş.” diye cevapladı onu Ethem. Çırptığı kaseyi bıraktı, sırtını yasladığı adama yüzünü döndü. “Ethem.”
“Aylin’im.”
Haftalardır, görevde olan sevgilisinin kokusuna sığınamamıştı. Apar topar Rize’ye gelmeleri ise işin tuzu biberi olmuştu.
“Sence sevdiler mi beni?” dedi bütün berraklığı ile. Çok şeyden korkmazdı Aylin, insanların onu sevmesini de gerek görmezdi ama Ethem’in ailesinin sevgisini kazanabilmek onun için kıymetliydi. Ethem, ailesine düşkündü.
“Sevdiler.” dedi Ethem gülümseyerek. “Ama en çok ben sevdim. Önce ben sevdim, hep de ben seveceğim.” dedi yanaklarına öpücükler kondururken.
“Ya, Ethem.”
“Ya, Aylin.”
“YAHU GELUN HANUM!”
…
Bahçenin çeyreğini kaplayan sofra hazırlanmış, herkes yerini almıştı. Ailenin gelinleri ve gençleri sofranın son eksiklerini tamamlıyordu. Aylin Bayer aslında bu tür eşitsizlik ve ‘sadece gelinler çalışır’ adetlerine karşıydı ama Aylin; bugün bunu isteyerek ve severek yapmış, üç borcam yaptığı tatlının ağzını kapatarak ortaya koymuştu.
Ethem’in yanına oturduğunda bu kocaman masadaki tek yabancı olduğu gerçeği onu korkutmuştu. Masa başında oturan yaşlı adamın- yani Ethem’in dedesinin başlaması ile herkes yemeğe başlamıştı. Aylin’in tabağını dolduran kişi ise Ethem olmuştu. Yengelerin bakışından anladığı kadarıyla bu sahne bir ay daha dedikodularda yer bulacaktı.
“Gelinimiz de pek hamarat çıktı.” dedi Aylin’in yeni eltilerinden biri. İyi ve kötü, beyaz ve siyah olarak iki takıma ayrılmıştı Aylin’in gözünde eltiler.
“Ne yaptu sanki.” diye huysuzlanmıştı bir başkası.
“Karımı saatlerdir alıkoydunuz, yenge. Ne yapmadı iki gündür sen söyle.” dedi Ethem masanın altından Aylin’in elini tutarken.
“Karım? Hayurdur koçari, evlendun de haberumuz mi olmadi?” dedi büyüklerden biri.
“Ağzımız alışsın, teyze.” diyerek kapattı konuyu Ethem.
“Sözü ne zaman yapıyoruz? Nişanla beraber mi olacak?” diye sormuştu bir başkası ama Aylin’in aklında tek bir soru vardı: Bunlar zaten aynı şey değil miydi?
“Bu hafta sonu yapalım. Herkesi çağırın, konakta yapacağız.” dedi nine.
“Bir organizasyon şirketiyle de anlaşmak lazım.” dedi İstanbullu gelin.
“Zaten nerede boş iş, orada sen.” dedi bir başka elti.
“Sus, Mahidevran.” demişti İstanbullu gelin ağzını oynatarak fakat Aylin elbet bunu da okumuştu.
Konuşmalar devam etmiş, yemekler yenmişti. Boş tabaklar taşındıktan sonra tatlı servisi yapılmıştı. Şu ana dek herkes beğenmiş, bazıları ikinci tabağı ister olmuştu. Büyüklere baktı Aylin, sorun yok gibiydi.
“Ellerine sağlık, Aylin’im.” dedi Ethem yârini kafasından şakağından öperken. Bu, öldürücü bir hamle olmuştu şayet bakışlar ‘gelun hanum’a çevrilmişti.
“Ha sen mi ettun bunu güzel kizum?” diye sordu Remziye- Aylin’in biricik kayınvalidesi. Evet manasında başını salladı, pek mütevaziydi.
“Ellerine sağlık, pek güzel olmuş. Tarifini alırım senden.” dedi gelinlerden biri.
“Eline sağluk yenge.” dedi erkeklerden biri. Aylin her birine baş sallayıp gülümsemekle yetiniyordu.
“Ben beğenmedum, pek tatlu. Karnum ağrıdı.” dedi nine, cevabını İstanbullu gelin vermişti.
“O iki tabağı da silip süpürdüğündendir anne.” Nine ise burnunu kırıştırmakla yetinmiş, diğer kadınlarla beraber masadan ayrılmıştı. Erkekler başta olmak üzere kalabalık bahçedeki çayın başına oturmuş sohbet ederken gelinler masayı toplamaya başlamıştı.
“Kız, sen dur biz yaparız. İki gündür annemler cılkını çıkardı. Valla gelin gelmeden kaçacaksın diye ödüm kopuyor.” dedi İstanbullu gelin.
“Yok canım, estağfurullah.”
“Hadi hadi, git sen müstakbel eşinin yanına. Muhabbet et milletle. Herkes senin için burada. Valla düne kadar Ethem’in evde kaldığına emindik, senin gibi güzeli iyi bulmuş.”
Gülmüştü Aylin, istemeyerek tabakları bırakmış, üstünü başını derleyip bahçede oturan kalabalığın yanına gitmişti. Gözünü efulisinden ayırmayan Ethem anında yanına sandalye çekmiş, oturtmuştu. Ellerinin üstüne öpücük kondurmuştu.
“Ee Aylin kızum; anlat hele bakayrum, nerelusun, ailen nerede?” diye sormuştu Remziye. Derin bir nefes aldı Aylin, adeta topluluk konuşması yapacaktı şayet önünde minik bir köy vardı.
“Babam Ankara’lı, annemler Selanik göçmeni. İstanbul’dalar onlar da. Nişan için gelecekler inşallah.”
“Senun evdekiler Ethem’u bilir mi?”
“Çok eskiden bir görüşmüşlerdi ama uzun zaman oldu tabii.” O görüşme ise Aylin Ethem’e küstüğünde gerçekleşmişti. Aylin’in aile evinin önünde aşağı inmesi için bağırmış, ateş bile yakmıştı manyak adam.
“Ne işle meşgul ailen?” diye sordu başka bir kadın.
“Babam bir kimya şirketinin kozmetik markasının CEO’su, annem ise aynı şirketin executive -üst düzey danışmanı. Yani, CEO ve yönetim kuruluna danışmanlık veriyor.”
Bir soru daha yükselmişti kalabalıktan fakat muhattabı Aylin değil gibiydi:
“CEO nedu da?” diye sormuştu nine.
“Yönetici demek, anne.” diye cevaplamıştı bir başkası.
Anlamsız bir şekilde utanıp sıkılıyordu Aylin. Söyleyeceği her bir kelimede utanmak ne ara adeti olmuştu? Bu terslikte bir iş vardı.
“Ee, nasıl tanıştınız Ethem’imizle?” diye sordu biri.
“Nasıl tanıştık…” Aylin’in bakışları Ethem’i buldu, “Sen anlatsana canım, sen iyi anlatıyorsun.” dedi ve gülmeye çalıştı. Buradan sıyrılmak için dua ediyordu.
“Ben…Ben anlatayım tabi. Birkaç yıl evvel bir operasyona gittim ben bizim tim ile…”
“Ben Aylin Bayer. Operasyonda sizinle çalışacak istihbarat ajanıyım. Bana ısınıp ısınmamanız umrumda değil, gizliniz saklınız olmasın; götünüz tutuşursa kurtarmam.”
“Operasyon zordu, bayağı bayağı zordu…”
“Adın ne senin?”
“Ethem. Neden?”
“Ethem…KAFANI EĞ ETHEM! Götünden vurulursan dikiş atmam. Bön bön bakmayı da kes.”
“Sen biraz fazla mı egoistsin ne? Hedefe bakıyorum ben.”
“Hedef ben miyim?”
“Hayır.” dedi Ethem ve Aylin’in doğrultusunda bulunan, arkasındaki adamı vurdu, “Ama listeme girdiğin doğru.”
“Döndüğümüzde kol ve bacağımda yaralar vardı. Hastaneye yatırıldım…”
“Götünden vurulmadın ama bu vurulduğun gerçeğini değiştirmez. Dikkatli olmanı söylemiştim. Gazdan da zehirlenebilirdin.”
“Uyandım ve ilk yaptığın şey azar çekmek mi? Başka bir şey söylemeyeceksen çık odamdan. İnsan bir yumuşar, yaralıyız burada.”
“Turp gibisin turp, yeme beni şimdi.”
Odaya baktı Ethem, yalnızca yeni kız vardı başında.
“Sen neden buradasın? Kimse yok, sen varsın?”
“Dinleniyor millet. Sen de yat, çok konuşma.”
“Sen?”
“Ben öyle çok kolay yorulmam, komutan. Bugüne kadar beni yoran daha hiç olmadı.”
Kapıyı çarpıp gitmişti.
“Tedavi gördüm, hastanedeki hemşirelerden biriydi Aylin. En güzeli…”
“Vay canına! Yine sen. Gelmeye devam edersen beni umursadığını falan düşüneceğim?”
“Hayır tabii ki.”
Konuşmalarını bölen şey Aylin’in hemşireye dikkat kesilmesi olmuştu şayet hız kesmeden Ethem’i bakışları ile yiyordu.
“Neyse ne işte.” diye geveledi ağzında Aylin. Hemşirenin yaptığı pansumana baktı; sesli konuştu, “Yorgan diker gibi dikmeyi bırak şimdi pansumanı kötü yapıyorsunuz. Bırak, bırak çık.”
Hemşire şaşırmıştı fakat Aylin’in çıkardığı hemşire kimliğini görmesi ile çıkmıştı. Somurtması kaçınılmaz olmuştu.
“Bir de pansumanımı yapmaya başladın? Bence sen beni gerçekten önemsemeye başladın asi kurt.”
“Elbette.” dedi Aylin yüzünü Ethem’e yanaştırırken, “Düşmana giden yolda kozumsun sen benim. Pamuklara sarıp bakacağım sana!” O sırada yaraya bastırmıştı.
“Ah! Zalımın kızı ah!”
“İyi baktu mu gelun kiz bari?” dedi biri.
“Pamuklara sardı, hala.” diye cevapladı Ethem. “Taburcu oldum, bir süre görüşmedik. Haldur huldur numarasını aradım her yerde. Nazlı güzel, ulaşılması zor…”
“Ajana ulaşmak ne zormuş arkadaş! Hay anasını.” Telefonuna denemek adına tam otuz dördüncü numarayı girdi Ethem. Çaldı çaldı çaldı…
“Alo?” Erkek sesi. Kapat.
Askeriyedeki odasında bir gece yarısı umutsuzca oturuyor, ajanın gözleri misali kara tavanı izliyordu.
“Ethem komutanım, kargonuz var.”
“Ne kargosu lan? Ver bakayım.” Kargoda isme dair bir şey yazmıyordu, kutuyu açmasıyla bir kremin yere düşmesi bir olmuştu. Üstünde yazan zımbırtıları anlamamıştı ama içinden aynı anda yere düşen minik notu okuduğunda her şey cam misali berraktı:
“Yorgan dikişlerine sür, izleri azaltır. Kafanda Frankenstein misali bir izle gezmek istemezsin. -ajan. “
Kargonun geldiği adrese baktı, bir kozmetik firmasıydı. Soyadı şirketin ismiydi, ajanın soyadı ile aynıydı. Ethem’in gideceği rota ayağına kadar gelmişti…
“Bir şekilde ulaştım sonra. Önce biraz nazlandı tabii…”
“Ethem misin dağ ayısı mısın neysen defol git yoksa kafana sıkarım!”
“Artık ben de burada çalışıyorum. Ben de ajanım, sindirmek sana kalmış asi kurt.”
“Asi kurt? Sakın.”
“Neyse, işim var. Gitmem gerek, muhabbetin çok hoştu.” İşi ise yalnızca ofisinde duvara bakmaktan ibaretti.
“TSK’yı bırakmış olamazsın?”
“Neden?”
“Asıl sana neden?”
“Bende cevabı hazır ama sen duymaya hazır mısın ondan emin değilim, asi kurt.” Göz kırpmış ve ardını dönmüştü Ethem.
“Salak!”
“Bir şekilde anlaştık. Çok nezih bir yerde buluştuk…”
“Ethem, bombayı imha et artık!”
“Oradan bakınca mezdeke dönüyormuş gibi mi görünüyorum Aylin?!”
“Sonra günden güne bağlandım. Peşini hiç bırakmadım. Bir gün düştü gardı. O gün bugün bana güvenerek uzattığı elini hiç bırakmadım.” Aylin’in elinin üstüne bir öpücük kondurdu. Sanki bahçedeki kalabalık bir anda yok olmuş, yalnızca ikisi kalmıştı bu tepede. Ethem’in gözlerinde kaybolmuştu Aylin, mazi aklından geçerken yaşadığı her şeye müteşekkirdi. Aşk hayatın en değerli nimeti, en kıymetli hediyesiydi. Sevgiyle büyütüp özenle bakmak gerekirdi aşka. İkisi de hoyrat fırtınaların içinde bu aşkı korumayı başarmıştı. İlkti, sondu.
“Seni seviyorum.” dedi Aylin dudaklarını oynatarak.
“Seni çok seviyorum.” dedi Ethem aynı şekilde dudaklarını oynatarak. Kalabalık o akşam ışıkların altında sohbet etti, çay içti. Hiçbir paranın alamayacağı bir şeydi sevgi; alışması zor, alıştıktan sonra ize vazgeçmesi zor.
Saat geceyi bulurken ayaklandı Aylin, telefonundan Aybüke’yi aradı.
“Alo? Aybüke? Kusura bakma, bu saate kaldı aramam.”
“Olsun canım, biliyorsun uyumuyorum zaten.”
“Hafta sonu nişan var, Cumartesi günü. Ekibi toplayıp gelir misin?”
“Tabii.”
“Aybüke… Yansı ve Gece’yi de davet eder misin? Bende numaraları yok.”
“Tabii ederim, zaten benden önce kavalyeleri davranacaktır.”
“Kavalye? Oğuz ve… Bir dakika, sen şaka yapıyorsun?”
“Öyle görünüyor. Kız tarafını bilmem ama ateş bacayı erkek tarafı için sarmış. Daha kendine bile itiraf edemedi ama salak.”
Telefonda duyduğu gülüşü dinledi Aylin, “Güldüğünü duymayı özlemişim, Aybüke.”
Cevap gelmedi ama kırık bir tebessüm etmişti Aybüke. Telefonu kapattığında Atlas’ın evinden aldığı tişörtü giyerek ofisindeki deri koltuğa uzandı. Bu gece de gözüne tek gram uyku girmeyecekti. Kanepede yatmayı yadırgamıyordu artık, bu genç yaşına tezat genç bir ihtiyar acı ile el ele oturuyordu Aybüke’nin yüreğinde.
Hayat, ne yaşanırsa yaşansın kimse için durmuyordu. Bir şekilde akıp gidiyordu zaman. Tam kalbinin paramparça olduğu yerde donup kalmak istiyordu genç ihtiyar, oysa dünya dönmeye devam ediyordu. Her şey geçiyordu. Zaman unutturarak iyileştiriyordu. İnsan beyni unutmak için vardı. Zaman da unutanların yanındaydı. Hatırlayanlardı hep canı yananlar.
Aybüke, o dönene dek gerekirse durmadan yarasını deşecek, Atlas’ı hiç ama hiç aklından çıkarmayacaktı.
🌲🌊
Açılmak üzere bekleyen yüzlerce pakete baktı Gece; salonun ortasında duruyor, artmaya da devam ediyordu. Yeni evleri için sipariş ettikleri mobilya ve eşyaların birçoğu gelmişti. Ustalar yavaş yavaş evi terk ederken paketinden kurtardıkları koltuklarını nereye koyacakları hakkında pek bir fikirleri yoktu.
“Şu duvarın önüne mi yaslasak yoksa cama doğru mu baksın?” diye sordu Yansı. Saçında bandana altında kapri spor şortu ile koltukta debeleniyordu. Gece, salon duvarını kaplayacak kitaplığın vidalarını monte etmekle meşguldu. Kapı çaldı:
“Ben bakarım!” diye yerinden fırladı Yansı, biliyordu kimin geldiğini.
“Uyuz!” Kapıda duran sevgilisini yanaklarından öptü, sarıldı. İçeri buyur etti.
“Açsınızdır, size yemek de getirdim.” dedi Oğuz elindeki poşeti Yansı’ya verirken.
“Eyvallah.” dedi Gece elinde matkapla kitaplığa bakmaya devam ederken.
“Aşkım, şu yatağı duvara yaslamama yardım eder misin?” diye bağırdı arka odadan Yansı. Oğuz ve Yansı arka odada iken kanepede duran telefon çaldı. Arayan ise Bülent’ten başkası değildi.
“Ne var?” dedi Gece bıkkınlıkla.
“Sevgilim. Döndüm ben, sen yoksun? Eve geçiyorum bir saate. Ne istersin gelirken?”
“Ben evinde değilim Bülent. Gelmeyeceğim de.”
“Özlettin kendini sevgilim. Kırıyorsun beni ama dikenlerin de güzel. Acısı ancak yaşadığını hatırlatır.”
O dikeni başka bir yerine sokmak vardı demek isterdi Gece, yalnızca nefes almakla yetindi.
“Geveleyecek başka bir şeyin kalmadıysa kapatıyorum.”
“Evimize gel, sana bir hediyem var.”
“Benden sana gelsin, kendin aç oyna. Kapatıyorum.”
“Dur! Seveceğin bir şey. Hem, bu gece Eleanor’u göndereceğim. Yanımda ol, almaya gelenler önemli iş arkadaşlarım.”
Kardeşinin isminin geçmesi ile derin bir nefes aldı Gece. “Nereye gidiyor? Ne iş adamı?”
“Evimizde bekliyorum, birtanem. Öptüm.” Telefon kapanmıştı.
“Kahretsin!” diyerek telefonu kanepeye doğru fırlattı. Matkap yeri boylarken ellerini sinirle saçlarına daldırdı. “Oğuz!” diye seslendi arka odaya. Saniyeler içinde hem Oğuz hem Yansı salona gelmiş, Gece’ye endişe ile bakıyorlardı.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu Oğuz merakla. Gözünden ise kanepeye fırlatılan telefon ve yere düşen matkap kaçmamıştı.
“Benim Bülent’in yanına gitmem gerek. Eleanor’u bu akşam birkaç iş adamı gelip alacakmış. Antikor için satmış olabilirler mi?!” Derin derin nefes almaya çalıştı ancak nafileydi, “Bir daha kaybedemem onu. Asla!”
“Gece, sakin ol! Sen yola çık, ben de bizimkilere haber vereceğim. Tamam mı? Ama sakin ol, bir şey çaktıramazsın.” anında telefonuna sarılmış, arka odaya geçerek birini aramıştı. Valizinden çıkardığı kıyafetleri giydiği gibi çantasını almış, çıkışa yönelmişti Gece.
“Gece!” diye seslenmişti Yansı arkasından, bakışlarında gözle görülür bir endişe vardı, “Dikkatli ol.”
Gece, rezidansın kapısına çıktığı gibi arabasına binmiş, Bülent’in evinin yolunu tutmuştu. Korkuyordu, hemde delicesine. Yıllar sonra bulduğu kardeşini yeniden kaybetme gibi bir lüksü yoktu. Acısı dinmek bilmemiş, yüreğindeki keder her an kendini hatırlatmıştı. Ölen birini hayatı boyunca çok özlemişti Gece, unutmanın aksine özlemi günden güne artmıştı.
Artık buradaydı, yaşıyordu. Gece, yıllar sonra ilk defa toprak yerine bizzat ona dokunmuş; çiçekleri toprağına ekmek yerine saçlarının arasına kondurmuştu. Kırk dakikaya yakın bir sürenin sonunda malikaneye ulaşmış, telaş ile evin kapısına ulaşmıştı. Etraftakiler bu telaşın Bülent özlemi ile ilintili olduğunu düşünüyordu ancak gerçek farklıydı. Bu telaş, kardeşine annelik yapmış bir ablanın telaşıydı.
“Bülent geldi mi?”
“Hayır, efendim.”
Duyduğu cevap ile koşar adım Güneş’in kaldığı odaya ulaşmış, kapıyı usulca aralamıştı. “Eleanor? Müsait misin?” Yatağında uzanmış oturan Eleanor Gece’nin gelmesi ile dikleşmiş, gülümsemişti. “Tabii, lütfen gel Gece abla.”
İvedilikle Eleanor’un yanına ulaştı Gece, makyaj aynasının pufunu yanına çekti. Fısıldayarak konuşabilecekleri bir mesafeye ulaştığında durdu:
“Gidiyormuşsun akşam.”
“Nereye?” diye sordu Eleanor. Gece’nin yüzünü şaşkın bir ifade ele geçirmişti.
“Gideceğini söylemedi mi kimse sana? Birileri gelip alacakmış seni akşam?”
“Bilmiyorum Gece abla, öyledir herhalde. Amcamlar mı yoksa?”
Gece, bu anlamsız durumun içinde kaybolmamaya çalışırken dışarıdan duyduğu araç sesi ile kendine geldi. Bülent gelmiş olmalıydı. Panikle cebine sakladığı tuşlu telefonu çıkardı, Eleanor’un eline tutuşturdu:
“Eleanor şimdi beni çok ama çok iyi dinle. Şu an aklında oluşacak hiçbir soruya cevap veremem ama yeniden döndüğünde her şeyi anlatacağım kardeşim. Bu telefonu sana veriyorum, herkesten saklayacaksın. Ailem dediklerinden dahi sakın bunu, sadece sen ve benim aramda bir iletişim aracı olarak kalacak, tamam mı? Ben veya biri seni bu telefondan aradığı zaman da açık hava bir alanda kimse görmeden aç bu telefonu.”
Eleanor’un yüzündeki karmaşa gittikçe meraka dönüşürken pür dikkat Gece’yi dinliyordu.
“Bu konuştuklarımız, her şey aramızda sır. Nereye gidersen git kendine sahip çık, kimseye güvenme ve duygularını kimseye belli etme. Nereye gidersen git bulacağım seni tamam mı? Sakın korkma.”
Eleanor endişe ve korku ile Gece’nin söylediklerine baş sallıyor, kendini toparlamaya çalışıyordu. Gece ablasından aldığı telefonu acele ile sütyenine saklamıştı şayet adım sesleri giderek artmıştı. Kapı çalınmadan açılmış, Bülent acınası yüzünü göstermişti. İki kıza baktı, “Sevgilim? Gelmişsin. Hoş geldin.” Cevap vermedi Gece. “Elenaor, amcanın tanıdıkları aşağıda. Seni bekliyorlar.”
“Ben…Ben gideceğimi bilmiyordum. Nereye gideceğim? Hazırlanamadım da doğrusu.”
“Eşyalarını hizmetliler hazırladı. Hadi, inelim.” diyerek kapıyı tamamen açmış, odayı dikkatle süzmeye başlamıştı. “Sen ne yapıyordun burada, sevgilim?” diye sesinde bir iğneleme ile sordu Bülent.
“Sen telefonda gideceğinden bahsedince vedalaşayım dedim.”
“Vedalaşmanız bittiyse arkadaşları daha fazla bekletmeyelim.” dedi ve eli ile odanın kapısını işaret etti. Eleanor, Gece’nin elini tutup kapıya doğru yöneldi. Adımları yavaş fakat güçlüydü. Yüzünde ise az önceki korku ya da telaşa dair hiçbir şey kalmamıştı.
O, Gece Yaman’ın kardeşiydi.
Kocaman merdivenlerden indikçe kapıda bekleyen takım elbiseli adamlar kızların görüş açısına girmiş, hem Gece’Nin hem de Güneş’in yüreğine korku tohumu ekmişti. Güneş’e alıcı gözü ile bakmaya başlayan adamlara cevap olarak Güneş, Gece’nin elini daha sıkı kavramıştı.
“Siz Eleanor’un amcasının nesisiniz tam olarak?” diye sordu Gece adamlara doğru. Adamlar tuhafsamış, cevap olarak Bülent’e bakmakla yetinmişti.
“Bizim için önemi var mı, sevgilim? Amcası tanıyor ki göndermiş.”
“Fakat Eleanor tanımıyor ve benim genç bir kızı elaleme vermeye hiç niyetim yok!”
“Ne elalemi be kadın!? Kız bizimle geliyor, amcasına gidecek işte.” diye cevapladı adamlardan biri. Her biri sert bakışlı, mafya filmlerinden fırlama kıro tiplerdi. Evin bahçesinde ise en az altı araç vardı. Güneş’in elini sıkıca kavradı, bir adım arkasına çekti.
“Bülent! Tanımadığın insanlara mı emanet edeceksin gencecik kızı? Biz götürelim madem amcasına.”
“Sevgilim!” diye kükredi Bülent. Adamlara çakma bir gülümseme gönderdi, “Bir saniye izninizle beyler.” Gece’ye döndü, masumca kolundan tutuyormuş gibi gözükse de kolu moraracaktı.
“Bizi ilgilendirmez. Kimse kim, bana gelen haber bu. Şimdi sus ve bırak gitsin.” Cevap beklemeden Eleanor’un elini kavradı, hızlıca bahçeye çıkarıp arabaya doğru ilerletti. Bülent’in hemen ardından adamlar da evden çıkmış, en son Gece çaresizce kapıya çıkmıştı. Güneş, attığı her adımda Gece’ye bakıyordu. Korkusunu gösteremezdi Gece, güçlü kalmak zorundaydı. Gülümsedi, başını karşısındakine güven verecek bir biçimde salladı. “Korkma.” diyordu gözleri, “Korkma.”
Arabaya binmesi ile görüş açısından çıkmıştı Güneş. Bahçeyi sırayla terk eden siyah araçlara baktı, en az ikisinin plakasını hafızasına kazıdı. O bir cerrahtı, ezberi yıllar içinde gelişmiş; hatta kendine göre taktikler bile bulmuştu. Sayı ve harfleri kelimelerle kodladı, buradan çıktığında ilk işi bu plakaları istihabarata bildirmek olacaktı. Bülent, hışımla dönmüş ve kadını kolundan kavramıştı. “Herkes çıksın!” diye bağırdı evin içinde. Saniyeler içerisinde bütün eleman ve personel evi terk etmişti. Gece’yi sürükleyerek kapıyı kapattı. Kadını sertçe duvara yaslamış, beklenmedik bir şekilde boynundan öpmeye başlamıştı.
“Dur!” diye bağırmış ve geri itmişti adamı Gece, “Öldürürüm seni!” Sesi, kendini dahi korkutacak şekilde kalın çıkıyordu. “Bana dokunursan ellerini kırarım.”
Bülent, kadının ellerini tutmaya çalışmış, bir diğer elini ise olmayacak yerlere değdirmeye çalışmıştı. Gece ise buna izin vermemiş, en sonunda tekme atmıştı.
“Dokunma bana!” Bir tekme daha atmıştı. Sinirlenmişti Bülent fakat kadının öfkesi çok daha fazlaydı. Adamın savurduğu küfürlere sağır olmuştu. Saf nefrete bulanmıştı yeşilleri. Açık yeşil gözleri koyu bir orman olmuştu.
“İçmişsin sen.” dedi Gece kendini uzak tutmaya devam ederken. Bülent, elini kadının kömür karası, uzun saçlarına dolamış; acı dolu çığlıkları önemsemeden onu salona doğru çekmeye başlamıştı. Acıdan dizlerinin üstüne düşmüştü Gece. Vücudunu ondan korumuştu ancak şu an saçını kesebileceği bir makası yoktu. Tekmeleri ise elini gevşetmeye yetmeyecekti. Acı ile daha çok çekmişti saçını.
Kimse kadının duvarları inleten feryatlarını duymadı. Herkes kendini çok düşündüğü için kesmişti kulaklarını. Gözlerinde siyah bir bant, ağızlarında acı bir dikiş, kan kokusunu duyamayacak kadar yaralı burun… Bencilce yaşamak adına vazgeçmişlerdi insanlıklarından.
“Dur!” diye bağırdı Gece. Dayak yediği en son tarih yıllar önceydi. Yetimhaneden kaçtığından bu yana hiçbir elin kalkmasına izin vermemişti. O gün yetimhanedeki onca dayağı Güneş için yemişti. Bugün otuz yaşındaydı, bu acıyı yine Güneş için çekiyordu.
“Dur, artık dur!” Öfkeyle bağırdı. Kinini kustu. O kadar çok bağırıyordu ki ses telleri o fark etmese de zarar görmüştü. Artık acıyı duymuyordu, saç dipleri uyuşmuştu. Yalnızca nefret ve öfkeden bağırıyordu. Salondaki koltuklardan birine attı kendini, yan masada duran vazoyu tekme yardımıyla yere fırlattı. Parçalanan seramiğin sivri parçasını eline aldı, Bülent’in erişebildiği yerlerine çizikler atmaya başladı.
Bülent, adamlarına seslendiğinde Gece’nin elindeki seramik alınmıştı. Bülent’in gücü Gece’ye yetmemişti ancak adamların Gece’nin kol ve ayaklarını tutması ile yüzüne bir tokat yemesi saniyeler içinde gerçekleşmişti. “Götün yiyorsa tek başına vursana.” dedi Gece histerik bir kahkaha atarken. Kendini savunması adına ne eli ne de ayağını kullanabiliyordu. Yalnızca yüreği kalmıştı. O kadar çok yumruk ve tokada maruz kalmıştı ki ağzından kan akarken dahi gülüyordu. Kanın kokusuna hakimdi ve artık, tadını da çok iyi biliyordu.
“Sen korkak- acınası bir ibneden ibaretsin.” dedi Gece gülmeye devam ederken. Başı ağrıyor, algısını yitiriyordu. Fakat kendini asla bırakamazdı. Topladığı son güç ile ayaklarını adamlardan kurtardı, iki ayağı ile Bülent’e teke attı. Bülent yere düşerken o, tıpkı Ateş’in ona gösterdiği gibi ters takla ile kollarını kurtarmış; adamlardan birinin silahına davranmıştı.
“Yaklaşma!” diye bağırdı Gece. Gözleri kanlanmıştı lakin bulanık da olsa figürleri seçebiliyordu, “Sakın yaklaşma gebertirim!” Silahı Bülent’in kafasına dayamış, karşısındaki adamlara bakıyordu. Bu, yalnızca bir blöften ibaretti. Vurmayı öğrenmişti fakat birini vuramazdı Gece. Bu, çoktan üstünden geçtiği doktor yeminine işlediği kara bir günah olurdu. Bir daha o önlüğü giymeye yüzü olur muydu? Hiç sanmıyordu.
“Yaklaşma.” Her şey saniyeler içerisinde gerçekleşmişti. Her yer karanlığa bulanmıştı. Silah sesleri dört bir yandaydı. Evin içinde değil fakat bahçesindeydi. Silah seslerinin susması ile jeneratör çalışmış, ışıklar geri gelmişti. Görmeye başladığı ilk an yeniden kararmıştı Gece’nin görüşü. Ayakta kalacak gücü kalmamıştı. Ne yere düşüp bayıldığını fark etmişti, ne de elektriklerin geri geldiğini.
Başında büyük bir ağrı ile uyandı Gece, bakışları hala buğuluydu. Beyaz bir halının üzerinde, az önce dövüştüğü salonun bir köşesinde yatıyordu. Kollarından akan kan onun muydu?
Beyaz halıda kırmızı lekelerin tam ortasında yatıyordu. Başındaki acı dayanılmayacak derecedendi. Ayaklanmaya çalıştı, vücudunun bilmediği bir yerinden kan damlamaya devam ediyordu beyaz halıya. Görüşünü netleştirmek istese de bu imkansızdı. Göz kapakları kapanmak için direniyordu. Kalkmaya yeltendi, eli ile halıdan destek alacağı sırada elinde duran silahla karşılaştı. Bu, az önce adamdan aldığı silah olmalıydı. Elinden akmış kan silaha yapışmıştı. Bırakmadı silahı, zar zor ayağa kalktığında yerlere baktı. Geldiği yere kadar gelen kanlı ayak izleri vardı. Biri, bir kan gölüne basıp Gece’nin olduğu yere yürümüş olmalıydı. İlerleyeceği sırada hemen yanında yatan bedeni fark etti. Sendeleyerek bedene ulaştı. O andan sonra hayatının kararacağından bir haber çevirdi adamı: Bülent’in cansız bedeniydi bu.
Nefesi genzinde takılı kalırken yattığı yere ve bir adım uzağında duran cansız bedene baktı. Gözleri elindeki silahı buldu. Kanlı ayak izlerinin geldiği yöne baktığında az önce onu tutan adamların cansız bedeni ile karşılaştı. Onlar ne kendilerini ne de liderlerini vurmuş olamazlardı. Ayağını kaldırmak istediğinde yere yapışmış ayağına baktı Gece, ayak altları kurumuş kandan dolayı kıpkırmızıydı. Artık kan kırmızısı olan bakışları yeniden Bülent’i ve elindeki silahı buldu.
“Gece!” Biri haykırdı uzaktan. “Gece!” Bir adam.
Kapı yüksek bir gürültü ile açılmış, koşuşturma sesi duvarlarda yankılanmıştı. Duymuyordu Gece, gözleri se elindeki silahta takılı kalmıştı. Gelen kişinin adımları bıçak misali kesilmişti. O da her bir yanı kana bulanmış salona bakıyor, ayakta durmaya çalışan fakat bütün algısı kapanmış kadına bakıyordu. Gece’yi fark etmesi ile yanına koştu Ateş, ellerini kadının kana bulanmış kollarına yerleştirdi. İsmini sayıklıyor, saçlarını yüzünden çekiyor; onu kendine getirmeye çalışıyordu. Donmuştu Gece, kar beyazı teninin renginin bir ölüden farkı yoktu artık.
“Gece! Kendine gel-” Ateş’in bakışları Gece’nin eline kaymış, silahı görmüştü. Ateş, inanamayan gözlerle baktı etrafa. Ne olduğunu bilmiyordu. Oğuz’un telefonu ile motorla alelacele buraya gelmişti fakat geç kalmıştı. Elindeki eldiven ile Gece’nin bırakamadığı silahı yere bırakmasını sağladı. Tam o an, Bülent’in bedeninin üstünde duran bir karta dikkat kesildi. Elindeki eldiven sayesinde eğildi, kartı eline aldı. Bülent’in üstünde duran kart bir iskambil kağıdıydı; Kraliçe. Beyaz kart kana bulanmıştı.
Başka bir ipucu için etrafa bakınan Ateş’in gözleri bu sefer Gece’nin diğer eline kaymıştı; tıpkı silahı tutan eli gibi bu eli de kapalıydı. “Güzelim, aç elini.” Gece’nin onu duymadığını biliyordu ama konuşmaktan geri durmadı. Gece’nin elini narince açtı, gördüğü şey inanılmazdı.
Bir başka kart.
Zaman akıp geçerken Gece Yaman’ın dudaklarından yalnızca üç kelimelik bir cümle dökülmüştü:
“Ne yaptım ben..”
Maça Onlusu kartı, artık Gece Yaman’daydı.
...
BAM BAM BAMM! Bölüm sonu.
Oyumuzu verdik, yorumumuzu attık mı canlarım??
Neler oluyor neler...Hayat, Gece'yi nasıl bir çukura terk ediyor? Bundan sonraki bölümler için spoiler olsun, mahkeme sahneleri okuyacağız. Sevgili avukatımız Haziran Gece için gelecek...
Atlas yaşıyor mu? Hiç ses soluk çıkmıyor. Her yer sessiz...Aybüke artık paranoya mı oldu yoksa gazetelerde bir şeyler mi var?
Elmas nasıl bir oyun oynuyor?
Diğer bölüme dek sağlıcakla kalın...
(buraya da maça onlusunun kitapta kullandığım anlamına dair bir dipnot bırakıyorum. anlamlar tamamen internet araştırmasıdır ve netlik taşımaz. birçok farklı alanda farklı anlama sahip olabilir. Bu anlam benim kitabı yazarken referans aldığım anlam)
MAÇA ONLUSUNUN ANLAMI (Sembolizm açısından):
Maça: Güç, mücadele, mantık ve karanlıkla ilişkilendirilir.
On (10): dönüşüm veya bir döngünün sonu
Maça Onlusu bu yüzden bazen şu temaları temsil eder:
-Güçlü bir sınavın sonu
-Zorlu bir kararın eşiği
-Sabrın sınandığı bir dönem
-Gizli kalmış gerçeklerin açığa çıkışı
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.48k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |