
“Düzenlenecektir.
Bu bölüm biraz sakin, geçiş bölümü oldu. Keyifli okumalar dilerim. Metindeki hatalar düzeltilecektir.
32. Bölüm
“Küllerinden Doğan Ateşe Aittir”
“Yoruldum...Ve sana geldim.”
Bir süre için çıkan tek ses yağmura aitti. “Geldin.” dedi Ateş.
“Geldim.” Ateş’in gözleri karşısındaki kadının al dudaklarına kaydı, “Bu sefer ben sana geldim.”
Ne olduysa o an oldu. Bir şimşek çaktı, uzakta bir yerde umuda dair yanan kibrit alev aldı. Gece, karşısındaki adamın dudaklarına yapıştı. Öptü, delicesine öptü. Göğsüne sığmayan duygular dudaklarından çıktı. Ateş’in kapıda asılı kalan eli bir süre sonra Gece’nin saçlarını buldu. Donakalmıştı, kadını geri öpememişti.
Kendine geldiğinde dudaklarına yapışan kadının farkına vardı. Kafasından tutarak sanki mümkünmüşçesine onu kendine daha da bastırdı. Gece’yi sertçe duvara çarparken ayağı ile açık kalan kapıyı kapattı.
İkisi de hoyrattı. Dudakları birbirini öpmüyor, talan ediyordu. Önce Ateş’in elindeki kask düştü, Gece’nin elleri Ateş’in ceketini sıyırdı. Yeri boylayan ceketin sesine yere düşen çanta eşlik etti. Sessizdi etraf, duvarlar yalnızca aşkın seslerine şahitlik etti.
Sarhoştu ikisi de. Dünya durmuştu. Ateş’in elleri kadının kalçalarına ulaştı, kucağına aldı. Duvardan ayırdı fakat dudakları nefes almak için dahi ayrılmadı. Odaya gidemeyecek kadar tutuşmuşlardı. Ateş, onu salondaki koltuğa kadar götürdü. Gece’nin ıslak sırtı koltuğa değdi.
Öpüşleri derinleşti. Gece’nin kalbi Ateş’in kalbine aktı. Ateş, yaktı. Ama ikisi de yandı. Elleri kadının bacaklarında dolaştı. Belini buldu, saçlarını okşadı. Dakikalar sonra sadece nefes almak için ayrıldı dudakları.
Bakmaya dahi doyamadığı kırmızı dudakların şiştiğini gördü Ateş. Yandığını hissetti. Alnını, alnına yasladı. İkisinin delicesine inip çıkan göğüsleri birbirinden ayrılamadı. Gece’nin elleri Ateş’i tuttu. Nefes aldıkça gözleri dudaklarından ayrılmadı.
“Seni seviyorum.” dedi Ateş fakat nefesinden mütevellit duyulduğundan emin değildi. Ama Gece net bir şekilde anlamıştı ne dediğini.
“Seni çok seviyorum.” dedi yeniden Ateş. Nefeslenmeye devam ederken Gece’nin yüzünün her bir yanını öptü.
“Seni...” diye başladı Gece. Daha önce kimseye seviyorum dememişti. Zordu fakat ilk defa hem aklı hem kalbi aynı şeyi dillendiriyordu. “Seni seviyorum.” Yeniden dudaklarına yapıştı. Bu gece vuslattı. Bu gece devrimdi.
Bacakları Ateş’in beline sarıldığında ve üstündeki kazağın hafifçe kaldırıldığını hissetti. Üstündeki adamın geniş omuzları ve sırtında gezindi elleri, savaş veriyordu sanki aklı ve kalbi. Daha diyordu kalbi, daha fazla...
Ateş’in dudakları al dudaklardan ayrıldı, çenesine değdi. Gece’nin pürüzsüz bedeninde değen dudaklarının alev aldığını hissediyordu. Yanıyordu sanki, aynı şekilde yaktığından bi haberdi. Süt beyazı gerdanı buldu, dudaklarını dokunmaya dahi kıyamadığı tene yasladı. Ayırmadı, nefes almadı.
Bu kadın nefesini kesmişti.
“Ah, Gece, ah...” diye nefeslenmekten alıkoyamadı kendini. Gece ise gözlerini hazzın verdiği his ile kısmış, Ateş’in okyanus misali derin gözlerinde yaşattığı aşka bakıyordu. Hafifçe belini büktü, kalçasını Ateş’in kasıklarına doğru yükseltti. Adamın derinden gelen inlemesi yangına körükle gitmek gibiydi. İstemsizce ikisinin de dudakları şevkle aralanmış, elleri arsızca birbirlerinin bedeninde dolaşmaya başlamıştı. Bastırılan bütün duygular koca bir yangınla patlıyordu sanki. Havai fişekler hem akılda hem kalpte patlıyordu.
Gece, Ateş’in üzerine doğru doğruldu. Onu koltuğa oturttuktan sonra kucağına yerleşti. Üstündeki ıslak kazağı yavaşça çıkardı. Yangındı bu, söndürülemeyecek bir alev fırtınası. Aylarca bastırılmış duyguların ruh kafesinden kaçışı...
Kucağında hareket eden kadına hayranlıkla bakakaldı Ateş, dekoratif şömineden yükselen alevin ışığı tenine vuruyordu. Yer yer minik kasları, ışıkla beraber kendini gösteriyordu.
Ateş’in elleri kucağındaki kadının kıvrımlı beline yerleşti. Baş parmağı pürüzsüz teni okşadı. Belinde ve karnında küçük benler vardı. Önce göğsünün altındaki beni öptü, oradan siyah sütyenin üstünden kaydı dudakları.
“Öldürecek misin sen beni?” diye inledi Ateş Gece kucağına baskı yaparken.
Umursamamış gibiydi Gece, kadınsı bir gülüşün ardından ellerini Ateş’in ensesine yerleştirdi. Dudakları dudaklarını buldu. Ateş’in boynuna doğru yol aldığında Ateş, hissettiği hazzın karşısında yalnızca başını geri atabilmişti.
“Öldüreceksin...”
Gece’nim beline kadar uzanan saçlarını okşadı. İkisinin de aklına o gece düştü -tango yaptıkları gece. Bedenleri dans etmişti o gece. Şimdi ise ruhları girmişti işin içine. Hem ruhları hem bedenleri şevkle işleniyordu birbirlerinin tenine.
Gece, öptüğü adamın kokusunun etkisi altında kalmış, boğulmuş gibiydi. Nefesi genzinde takılı kalmış, almayı unutmuştu. Sadece Ateş vardı, her bir yanı alev sarmıştı. Bir küçük kıvılcımdı Gece’nin içine doğan, aylar sonunda koca yangın olmuştu.
Anlık bir hareket ile kendini havada buldu Gece, kalçalarına sarılan eller onu sıkı sıkıya tutmuş, kaldırmıştı. Ateş ilerlemeye devam ediyordu fakat dudakları dudaklarını aynı şekilde talan etmeye devam ediyordu.
“Yaman...” diye mırıldanmak zorunda kaldı Ateş şayet dudakları öyle yerlere değiyordu ki adım atamaz hale gelmişti. Savaşırken titremeyen bacakları da elleri de bu kadının karşısında sabit kalamaz olmuştu.
Merdivene ulaşınca çıkmaya başladı fakat adımları yavaştı. Şevk ikisini de sardığında Gece, kalçasının merdivene değdiğini hissetti. Ateş, onu üst basamağa oturtmuştu.
Ateş’in üstündeki kazağın eteklerini tuttu, çıkarması için yukarı çekiştirmeye başladı. Anında çıkardığı kazağı merdivenlerin herhangi bir basamağına doğru fırlattı. Şimdi ikisinin de teni birbirine değer olmuştu.
“Karal...”
Belindeki bacakları merdivene doğru nazikçe uzatmasını sağladı Ateş.
“Eğer durmamı istersen-“
Ensesinden tutarak kendine hışımla çekti Gece, “Durursan, seni gebertirim. İşte asıl o zaman seni gebertirim.” dedi nefes nefese.
Kadının eşofmanına uzandı, yanlarından tuttuğunda Gece’nin yeşillerine bakarak yavaşça indirdi. Şimdi, her daim hastası olduğu bacaklar gözlerinin önündeydi. Dudakları Gece’nin dizine değdi, dizlerinin üstünden baldırlarına doğru yol aldı.
“Ateş!”
Kehribarları alttan alttan aşık olduğu yeşillere bakıyor, dudakları gittikçe Gece’nin kadınlığına yaklaşıyordu. Eli, belinde geziyor, baş parmağı tenini okşuyordu. Dudakları bacağının iç kısmına değdiğinde yüksek bir sesle inlemişti Gece. Buna rağmen durmamış, kadınlığının üstüne bir öpücük kondurmuştu Ateş. Bakışları alttan yeniden yeşilleri bulduğunda bir cevap arıyordu.
Buradan sonrasını yaşamak istiyor muydu?
Şayet Ateş, yanıyordu.
“Doktor...bundan sonrasını sen söyle.” dedi alnını alnına yaslarken. Alt merdivenden bir iki adım artı, bedenini Gece’nin bedenine yasladı.
“Ateş...” dedi Gece nefes misali, cevabı gözlerindeydi. Saf aşk, şehvet ve istek.
Gece’ye sarıldığı gibi kucakladı, yatak odasına girdiğinde sevdiği kadını yatağına bıraktı. Fırtına bu gece dışarıda değil, iki beden arasında kopuyordu. Bastırarak kaçabileceklerini sandıkları aşk şimdi en saf haliyle bedenlerini sarmıştı.
Bedenini altındaki bedene sürttü Ateş, pantolonunun ön kısmına değen parmaklar boğazından derin bir sesin çıkmasına sebep olmuştu.
“Dur.” dedi Ateş, “Yoksa kendimi tutamam.”
“Durmanı isteyen kim?”
“Yaman..” dedi Ateş soru sorarcasına.
“Karal.” Gözlerini gözlerine dikti.
“Kendimi tutamayıp canını acıtırsam kafama sıkarım.”
Güldü Gece, güldükçe yükselen göğsü Ateş’in bedenine çarptı. “Bana bırak, senin için ben hallederim...Ayrıca, ne çok konuşuyorsun.” Yeniden dudaklarına kapandığında elleri Ateş’in kasıklarında, pantolonunun kemerindeydi.
Ateş’in eli arka cebine ulaşmaya çalıştığında Gece elini cebine soktu, aradığı kumandaya ulaştı. Ateş’in yapmak istediği şekilde otomatik perdeleri kapatmak için kumandadaki tuşa bastı.
Ateş, minik kumandayı odasındaki koltuğa fırlattı, Gece’nin boşta kalan elini tuttu, yatağa doğru bastırdı. Şevk ve istek akıllarını sarhoş ederken komodininden bir paket çıkardı Ateş. Kehribarlarını yeşil yeşil bakan gözlere dikti. Ellerini bastırırken Gece’nin kadınlığına Ateş’in benliği değdi.
“Ateş..”
“Gece...İstediğinde beni durdurmazsan eğer seni bu odadan çıkarmak gibi planlarım yok.”
Gülümsedi Gece, dibindeki yanağa derin bir öpücük kondurdu. İşte o an, sadece tenleri bir değildi. Artık ruhları da tamamen bir olmuştu.
Karanlığın içinde aylar önce yanan kibrit alev aldı. Hayata karşı nefret dolu bir kadın yine yağmurlu gecede bir adama rastladı. O andan beri dudaklarına hasretti Ateş, şimdi ise onca ayın öcünü almak istercesine öpüyordu onu. Nazik ama durmaksızın.
Vücudu gidip gelirken odanın duvarlarını ikisinin sesleri dolduruyordu. Bastırılan iç sesler çığlık olarak çıkıyordu şimdi. Başlangıçta yavaştı Ateş, tutmuştu kendini, “Bekle, bekle...” Alnından dökülen terleri Gece avucu ile silmişti. Onun bedeni de farklı değildi, sanki yağmurun altında kalmışlardı.
Kuzgun siyahı saçlar simsiyah çarşaflara saçılmıştı. Süt beyazı ten siyah çarşafın içinde bir inci misali parlıyordu.
“Karal!”
Yağmur yağdı üstlerine, damlalar vücutlarında gezindi. Ateş, adeta bağımlısı olduğu tenden ayrılmadı. Tenini tenine işledi, her bir noktasını ezberine kazıdı. Vücudunda yer etmiş benlere tek tek öpücük kondurdu. Kızarık, kabuk bağlamış yaralarını öptü tekrar tekrar. Yok edemezdi ama Gece her onlara baktığında daha güzel şeyler düşünmesini sağlayabilirdi belki. Dakikalar saat oldu, hissettikleri bu şey uçurumdan atlamaya bedeldi.
“Gece...” diye fısıldadı nefesini toparlamaya çalışırken. Vücudunu Gece’nin yanına devirdi. Aynı şekilde nefes nefese kalmış sevdiğine alan tanıdı. Gece’nin gözleri onunkileri bulduğunda Ateş, kollarını Gece’nin bedenine sardı. Sarıldı, alnını alnına yasladı. Elleri ile üşüyen bedenini ısıttı. “Gece...” Her söyleyiş bir dua gibiydi. Şükürdü.
Gece’nin artık parlak bakan gözleri Ateş’i buldu.
Gece’nin alnına yapışmış saçlarını çekti Ateş, uzun saçlarında gezdirdi parmaklarını. Camdan süzülen ay ışığında parlayan tenini öptü. Omzuna öpücük kondurdu.
“Tenin mabedim olmuş, kokun efsunlamış beni. Deli gibi aşık oldum sana.” Sesi fısıltı gibiydi, derinliği hâlâ Gece’yi etkilemeye devam ediyordu. Bu, öylesine aşk dolu sözlerden ibaret değildi. Bu, bir itiraftı. Aylar öncesinden kalma, uzundur kalpte yaşayan gizli gerçekler.
“Saçının siyahı karanlığım, tenin aydınlığım, gözlerin vatanım... Kalbin kalbime eş olmuş sanki.” Parmakları vücudunda dolanıyor, nefesi nefesine karışıyordu. Alnı alnına eş, burunları birbirine sürtünüyordu.
“O gün, seni restoranda ilk gördüğüm gece de hava yağmurluydu. Başımı kaldırıp da sana baktığımda kalbim tekledi sanki. Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilirdi diye düşündüm. Hayatımda gördüğüm en güzel varlıktın, Gece. Elini uzattın ya bana, bırakmak dahi istemedim. O gün aşık oldum sana ama sana aşık olduğumu çok sonra kabullendim.”
Gece, sıcaklığına sokulduğu adamı şaşkınlık ve merakla dinliyordu. Gözlerine baktı, bir soru sordu, “Neden kabullenmek istemedin?” dedi gözleri.
Gülümsedi Ateş, “Eğer o gün kabullenmiş olsaydım bu benim felaketim olurdu, Gece. İnkar ettim, yaşamaya ve görevime devam edebilmek için. Yoksa sensizliğe nasıl katlanılır?”
Son cümle sessiz bir haykırış gibiydi.
Gece’nin kızarmış yanaklarından öptü, burnunu burnuna sürttüğünde içli bir nefes verdi, “Anlatamayacağım kadar çok seviyorum seni. Kalbime zarar olacak kadar çok...çok.”
Yutkundu Gece, sevilme hissini hayatında yalnızca tek tük tatmıştı. Ailesi sevmemişti onu, ailesinin onu terk ettiğini bilerek büyümüş bir çocuğu kolay kolay inandırabilir miydiniz aşka? Öyle kolay olmuyordu işte.
“Gece...” Gece’nin üstüne doğru hafifçe yükseldi, “Fark edemeden her şeyim olmuşsun. Nefretim sanarken aşkım olmuşsun, şimdi de benim ol ...Gecem ol, gündüzüm ol, her şeyim ol...Her şeyim ol sen benim, Gece Yaman.”
Nasıl baktığını bilmiyordu Gece fakat karşısındaki adamın gözleri bir ayna olsaydı yalnızca saf aşk görüyorum derdi. Aşk, sadece aşk.
“Gecem ol; sabahlarım ol, sevgilim ol, ailem ol, benim diğer yarım ol...Bu, ancak sen evet dersen gerçekleşir. Her şeyim ol, Gece. Ne olur benimle ol.”
Dudakları mühürlenmişti sanki. Gözünde bir yaş hissetti. Biri -ilk defa- bu denli sevmişti onu. Gerçek miydi?
Sahte olsaydı, kalbi yine böyle atar mıydı ki?
Peki ya Gece’nin aklındaki karanlık ses ne zaman susacaktı? Sonu var mıydı susmayan karanlığın?
“Bana...” diye başladı Gece, “Bana senin gibi sevmeyi öğretebilirsen denerim. Senin gibi sevmeyi denerim.” diye mırıldandı. Kelimeler sanki ona ait değilmiş gibiydi. Severim diyordu Gece, öğretirsen seni beni sevdiğin gibi severim. “Ama senin kadar güzel sevebilir miyim bilmiyorum...”
Yanaklarında dolaşan parmaklara öpücükler kondurdu Ateş. Çarşafına dağılmış siyah saçlarını okşadı. “Sadece yanımda dursan dahi yetinirim.” dedi Ateş. Gece’nin üzerinde yeniden yükseldi, dudaklarını dudaklarına mühürledi. İkisi de yeniden alevin ortasına düşmeye hazırdı. Baldırlarında gidip gelen eller yakıyordu sanki Gece’nin tenini. İstemsizce kalçalarını havalandırmasına sebep oluyordu içinde duyduğu his.
Dışarıdaki yağmur koca cama vurmaya devam etti. Bir duvar boydan boya camdı. Perdelerin arasından sızan ay ışığı tek aydınlıktı.
“Ateş...” Ağzından kaçan iniltiler duvarlarda yankı buldu. Ateş’in kolları sanki bir camı tutuyormuş gibi narince sarmalamıştı Gece’nin bedenini. Sabahın ilk ışıkları perdelerden süzülene dek ikisi de birbirinin teninde kaybolmuştu. Birbirlerinin teni, ruhlarının mabediydi artık.
🖤🔥
“Rest.” dedi adamın biri elindeki kartları ortaya atarken. Çiplerin takır tukur sesi bir makine gibi durmadan kulakları tırmalıyordu. İstanbul’daki Fransız kumarhanelerinden birine sızmıştı Aybüke. Bakışları donuktu, yüzündeki renk fondötenle geri gelmişti. Dışarıda amansızca yağan yağmur onun ruhuna yağıyordu. Aklı ve kalbi arasında ölümcül bir sel vardı. Elindeki kartları sırayla oynadı. En mutsuz hissettiği bu akşam kumardan yana şansı iyiydi. Aşkta kaybeden yine o olmuştu.
Üstündeki siyah kürkü çıkardı. Yazın aniden vurmuş ayaza rağmen terliyordu. Taktığı kırmızı renkli peruk ve giydiği ultra mini kıyafet buradaki ahmaklardan biri gibi görünmesine yetmişti. Azıcık para, biraz süs ve işte tamam...
Şu ana dek çetenin- ailenin...eski ailenin ona verdiği haberlere dair dedikodular yakalamıştı. Herkesin fısıltısında birkaç kelime yer etmişti; yeni düzen, elmaslar, kartlar ve poker...Bir de manyak.
Masasında özellikle oturmayı seçtiği yaşlı adam tam yirmi sekiz dakikadır yanındaki bir başka adamla bu konu hakkında konuşuyordu. Fısıldayabiliyordu elbet ama buruşuk dudakları Aybüke’nin onun dudaklarını okumasına engel değildi.
Atlas’a dair tek bir istihbarat yoktu.
Oyun bittiğinde masadan ayrıldı. Kumarhanenin yeryüzüne çıkan koridoruna doğru ilerledi. Karanlık koridora geldiğinde hiçbir şeyin görünmediği labirentte yürümeye koyuldu.
Bir ses duydu. Bir fısıltı.
Yere bakan kafasını kaldırdı, gözlerini yumdu. Fısıltının kaynağını hissetmeye çalışırken etrafındaki her bir sese kulak kesildi. İnlemeler, adım sesleri, su sesi...Fısıltılar.
İlerledi.
“Oğluna bunu yapan bize neler yapmaz...”
Birkaç adım daha...
“Zeki biri. Ben onu destekliyorum.”
Sigaranın keskin kokusu yakınlaştıkça arttı.
“Ölme ihtimali?”
“Sanmam. Görüldüğüne dair dedikodular var...”
İki adamdı konuşan. Sigarasını karanlık koridorda tüttürüyor, yer yer ıslanmış duvara yaslanmış konuşuyorlardı.
“Saklıyor. Herkesten...Vardır elbet aklında bir şey.”
“Oğluna neden bunu yapsın ki?”
“Karısını öldürdü. Bence çocuk başka bir adamdan.”
“Oha am-a koyayım. Bu mu geldi aklına?”
Adamını bulmuştu Aybüke.
“Bugün değilse yarın öldürür zaten. Bizene, boşver.”
Anında sindiği karanlıktan çıkmak, ağızlarındaki baklayı onlardan söke söke almak istedi Aybüke. Attığı adımı zor durdurdu.
“Geliyor. Sus, bize de bulaşmasın.” dedi adamlardan biri. Yaklaşan adım sesleri neticesinde ikisi de birine selam verdi. Dolduğunu dahi bilmediği gözlerini hışımla gelene çevirdi. Masasına oturduğu adamlardan biriydi.
Herhangi bir adamdı.
Oğlunu öldürmüş herhangi bir mafya.
Ne Elmas’tı ne Atlas...
Karanlıkta açmaya yüz tutan tohum o an can suyunda boğuldu. Bu kadar kolaydı işte boğulmak. Genzinde kalan umutla ölmek. Bu adamlar da boştu. Atlas’a dair bilgiler değildi bu konuşulanlar. Yeraltının bir başka boktan mafyasının dedikodusuydu yalnızca.
Kimseye görünmeden hızlı adımlarla tünelden çıktı. Boş bir sokağa çıktığında karanlığın içinde yürümeye başladı. Topuklular batıyordu ayaklarına. Çıkardı. Islak, çamurlu kaldırım taşlarına sert adımlarla bastı. Yağmur sahte saçlarını yıkadı. Gözyaşları yağmura karıştı. Aybüke, bir başka akşam yine Atlas için ağladı.
Ne biçim bir sınavdı bu? Ne ağır bir sınav! Yüreğinde yaşattığı aşk çürümek yerine canlanıyor, kurumuş kalbine hançer gibi saplanıyordu. Aşkı filizlendikçe kurumuş kalbi acıyordu.
Adımlarının hızının farkında değildi. Çıkmaz sokağın karanlık olduğundan da bi haberdi. Önünü görmeden, akan yaşlarının eşliğinde koşuyordu yalnızca. Arkasından seri adımlarla yetişmeye çalışan kişilerden de bihaberdi elbet. Ayağına bir cam battığında acı haykırışı ile omuzlarından kavranması bir olmuştu.
“Aybüke!”
Pamir, dizlerinin üzerine düşen kadını tutmaya çalışırken Aslı bitmişti diplerinde. “Aybüke.” diye konuştu yine Pamir. Durdurak bilmeden ağlayan kadını hafifçe sarstı. İçi kan ağlıyordu kadının. Güçsüzdü artık. Ayakta dikilmek için tutunduğu umut günden güne yok oluyordu.
“Aslı, arabayı al.” diyordu Pamir bir yandan ve Aybüke’nin bunları duymadığına emindi. “Hadi! Hızlı.”
Aybüke’yi korumak için gizlice Aslı ile kumarhaneye girmişti. Geçmiş ve gelecek ne yazmış olursa olsun Aybüke onu ailesinden bir parçaydı- tıpkı Atlas gibi. Geçmiş, onların kaderine çözülmeyecek bir gemici düğümü atmıştı bile. Geçmişte kalmış olsa da hâlâ oradaydı. Atlas’ın yokluğunda ise varlığını yeniden belli etmişti.
Aileydi onlar.
Bulduğun ailen, sen reddetsen dahi geçmişinden silinmezdi.
Yaşanmışlıklar bir kenara savrulmuştu. Aybüke, kendinin farkında olmadan hıçkırarak ağladı. Pamir, kız kardeşim dediği üyesine on yıl sonra yeniden sarıldı.
Geçmişin çatlakları, bugünün acılarıyla doldu.
“Yok!” diye haykırdı Aybüke. “Yok, Atlas yok! Bulamıyorum, Pamir! Bulamıyorum!” Çığlığı o denli acı yüklüydü ki yanağına bir yaş düştüğünü hissetti Pamir. Atlas onu kardeşiydi.
Aybüke’nin aksine Atlas, gizlice aile ile görüşmeye devam bile etmişti.
Aybüke kimsesizken bomboş sokaklarda tanışmıştı onlarla. Atlas ise kocaman bir kalabalığın ortasında kalmışken tanışmıştı... Kalabalığın içinde yalnızlığa giden yolda zamanında kırmızı saçları olan kadını izleyerek ulaşmıştı Aile’ye...
Atlas ve Aybüke.
Tarihin sınavını asla bitirmediği, her adımı gemici düğümü ile bağlanmış iki kader. Bir aşk, bir ruh, iki beden.
“Yok! Yok Pamir, yok!” Avuç içlerini kaldırıma vurdukça sıçrıyordu su. Çaresizdi. Beklemekten başka bir şansı yok gibiydi fakat çok beklerse onları zaman unutur muydu? Hayır, bekleyemezdi.
Bekleyemezdi.
“Aybüke..” demeye çalıştı Pamir ama ağlamaktan içi geçmiş kadına bakarken ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Arabanın farları gözüne çarptığında yarı baygın kadını hızla arabaya taşıdı.
“Hastaneye gidiyoruz.”
“N’apacağız?” diye sordu bir yandan Aslı sürücü koltuğundan. “Ya-“
“Hayır.” dedi Pamir. “Sakın.”
“Böyle bir durumda hayalperest olmaya gerek yok bence.” diye tamamladı Aslı kendini.
“Son bir ümit...Son bir şansımız kaldı, Aslı.”
“Ne?” diye sordu Aslı dikiz aynasından bakarken. “Ne şansı?”
“Sabah olsun...Anlatacağım. Daha doğrusu Aybüke kendisi görmüş olacak.”
“Ne diyorsun be? Açık ol. Dikkatimi dağıtıyorsun.”
“Bugün bana bir mektup ulaştı.”
“Kimden? Atlas mı?” diye merakla sordu Aslı.
“Hayır...” dedi Pamir, “Ama tutunacak yeni bir umudumuz var artık. Şimdi, daha hızlı sür.”
Yarı baygın kadına baktı, yapay sarı saçları çıkardı. O gün çıkmaz sokağın dibinde kartondan yaptığı yatakta yatan kız geldi gözlerinin önüne. Tam on bir yıl önce...
“Senin benden asla kullanmadığın o son dilek, Aybüke...Son dileğin de ilk dileğin gibi Atlas’ı kurtarmam... Sana söz, bulacağız. Sana borcum olan o son sözü tutacağım, kardeşim.”
💔❤️🩹
Aybüke, Sadece Aybüke
Sevgilim... Varlığını dahi seninle öğrendiğim kalbime doğan güneşim. Işığı saçlarına, vatanımın tüm yeşillerini gözlerine hapsetmiş adam...
Gençliğim.
Umduğum geleceğim.
İnatçı sevgilim.
Senden vazgeçtiğim o günü hatırlıyorum da şu an hissettiğim boşluk gibiydi her şey. Karanlık, belirsiz ve yalandan ibaret. Bana güzel kelimeleri öğreten adam...Ruhuma ektiğin çiçeklerin soluyor, sevgilim. Seni beklerken suladığım çiçekler senin sevgini özlüyor.
Sen yoksun, güneşim soluyor.
Sen yoksun, bu koridorlar her gün biraz daha kararıyor.
İstanbul rengini kaybediyor, sevgilim.
Seni beklerken izlediğim deniz artık mavi değil.
Beraber içtiğimiz saleplere artık alerjim var. Tenim kızarıyor, pul döküyor.
Senin okşamayı hiç bırakmadığın saçlarımda kırıklar var, sevgilim. Sen okşamadıkça her gün biraz daha dökülüyor.
Şu sıralar yine kalbimde bir sorun var, yârim. Seni görmedikçe canı atmak dahi istemiyor. Seni çalarken izlediğim piyanolarda bir bozukluk var, sevgilim. Evdeki piyanonun akorlarına üç kez baktırdım, sanki her birinde görünmez bir tizlik var. Kulaklarım acıyor.
Gözlerimde bir problem var, sevgilim. Artık hiç mutluluktan dolmaz oldular.
Dönsen ya artık.
Gelsen ya, ben seninle sadece rüyalarda konuşmasam. Sana sarıldığımı hissetmek için uyumak zorunda kalmasam.
Ruhumda bir pranga var, sevgilim. Sen gelmeyince açılmak bilmiyor paslı kilidi.
Gel...gel ve bana hiç bilmediğim aşk cümlelerini anlat, sevgilim. Çünkü benim sana söylemek istediğim daha çok şey var.
💔❤️🩹
Sabahın ilk ışıkları odaya doluyordu. Üşüdüğünü hissetti, üstündeki ince çarşafa biraz daha sarıldı. Acıyan gözlerini araladığında güneş tam gözlerine vurmuştu. Gözlerini tekrar yummak istediğinde algısı kendine gelmeye başladı. Çıplaktı. Üstünde ince, siyah bir çarşaf vardı fakat teninin pek çok yeri açıktaydı. Doğrulmaya çalıştığında dün gecenin- hatta sadece birkaç saat öncenin görüntüleri gözünün önüne geldiğinde yanaklarının alev aldığını hissetti Gece. Etrafa bakındığında yanının boş olduğunu fark etti.
“Ateş?”
Siyah çarşafı üstüne çekti, dün gece bakamadığı odayı incelemeye koyuldu. Bir duvar tamamen camdan ibaretti. Siyah perdelerle örtülmüştü. Odanın pek çok kısmı siyah ve koyu lacivert renkleri ile süslenmişti. Modern ve şıktı. Sadeliği Ateş’i yansıtıyordu.
Gözleri, tam karşısında duran aynayı bulduğunda kendi haline bakakalmadan edemedi. Saçları daha önce hiç olmadığı kadar dağınıktı. Teni daha canlı bir beyaza bürünmüş, yanakları pembeleşmişti. Yeşil gözleri bu sabah soluk değil, daha canlı bir yeşildi. Kendine bakarken ilk defa bu duyguyu yaşıyordu.
Sevmişti.
Böyle oluşunu sevmişti.
Ateş’in nerede olduğunu bilmiyordu. “Ateş?”
Gitmiş miydi?
Gidebilirdi. Gitme ihtimali vardı...
Gitmiş olabilir miydi?
“Ateş?”
Her şey çok güzeldi...İşte bu yüzden gitmiş olma ihtimali geziyordu aklında.
“Ate-“ Kapının açılması ile sustu Gece. Omzu ile kapıyı açan adama baktı, yüzünü döndüğünde kocaman bir gülümseme ile tuttuğu tepsiye baktı.
“Günaydın.” dedi Ateş ama her ne gördüyse gülümsemesi yavaşça yerini endişeye bıraktı. “Gece?” diye fısıldadı tepsiyi komodine bırakırken. Hızla kadının yanına tırmandı. Bir eli ile kızarmış yanağını tuttu, “Sen ağladın mı?”
“Hayır.” dedi Gece ama aynaya baktığında gözlerinin kanlandığını fark etti. “Ağlamadım.”
“Gözlerin dolmuş, Gece.” diye mırıldandı Ateş endişe ile bakarken. Ellerini beyaz yanaklara yasladı, “Yoksa...”
Gözleri ile Gece’nin bakındığı yerleri taradı. “Gittiğimi sanmış olamazsın?”
Cevap vermedi Gece, ne evet diyordu ifadesi ne hayır. Lakin Ateş anlamıştı onu. “Gece...” Sevdiğinin kızarmış yanaklarından öptü. “Özür dilerim. Sadece erkenden kalkıp sürpriz yapmak istedim. Dün gece aç olup olmadığını soramadım.”
“Hayır.” dedi Gece, “Yani hayır, özür dilenecek bir şey yok. Öyle sanmadım ki...Takma kafana.”
Güven problemleri çektiğini anlamak zor değildi. Her aşık adam anlardı sevdiğinin neler hissettiğini. Korkup korkmadığını, güvenip güvenmediğini, sevip sevmediğini... “Gece.” dedi Ateş aşkla bakmaya devam ederken.
“Hm?”
“Özür dilerim.”
Şaşırmıştı Gece, neden diye soruyordu gözleri.
“Bütün izlerini silemem belki ama bana izin verirsen...Denerim. Seni sevmeme izin ver, belki geçmişinin yaralarını silip atamam ama geleceğine beni de katarsan bir adım arkanda yürürüm.”
“Ateş...”
“Senin için kendimi feda ederim, Gece.” diye tamamladı sözünü. Keskin kahveleri kendinden emin bir şekilde baktı karşısındaki yeşillere, “Çünkü aklın alamayacağı kadar çok aşık oldum sana.”
Konuşmadı Gece, karşısındaki dudaklara yapışmayı tercih etti. Derin bir öpücük kondurduğu dudaklardan ancak ayrıldığında alnını alnına yasladı. “Aklım sana güvenmemem gerektiğini bas bas bağırıyor. Bir insanın bu kadar sevmesi mümkün değil; güvenme, kanma diyor aklım.” dediğinde Ateş’in gözlerinde paniğin ışıltıları yer etmişti.
“Ama...” diye devam etti Gece, “Kalbim senin yanındayken yaşadığımı hissettiriyor. Durmadan atıyor, bazen hiç durmak istemeden atıyor ilk defa. Heyecanla...Üstümdeki yorgunluğu taşıyabilecek misin Ateş? Ya yorulursan?”
“Yorulmam. Yorulmam, Gece. Hiç yorulmam. Başımın üstünde taşırım, yine de gıkım çıkmaz yemin olsun.” dedi Ateş kadının kollarından öpmeye devam ederken.
“Temas bağımlısı mısın acaba sen?” diye kıkırdadı Gece.
“Sana mı? Evet.” dedi Ateş Gece’yi boynundan öperken. “Tenine de bağımlı olduk...Yanımdan ayrılmamalısın artık ki yaşayabileyim.”
“Çok güzel kokuyor.” diye mırıldandı Gece, yüzünü boynuna gömmüş adamın saçlarını okşuyordu bir yandan. “Ne yaptın?”
Tepsiyi uzattığında gülümsedi Gece. Acıkmıştı.
“Eline sağlık. Sonraki öğünde ben de yardım ederim, söz.” dedi Gece yemek yerken. Ateş ayaklanmış, yerden aldığı bir tişörtü Gece’ye giydiriyordu.
“Hava serin, üşürsün.”
“Şu kahvenin çekirdeğinin nereden geldiğini söylemedin hâlâ?” dedi Gece kahveden içerken. Güldü Ateş:
“Özel getirtiyorum ben onu.”
“Nereden?”
“Sır. Söylemem. Desene içmek için hep yanımda kalman gerekecek.” Saçlarını tişörtün içinden çıkardığında yanağına derin bir öpücük kondurdu.
Sesli bir kahkaha attı Gece, “Kalırsam hep yapacak mısın ki?”
“Yapmazsam şerefsizim.”
Daha da çok güldü Gece.
“İyi madem.” diye mırıldandıktan sonra kahvaltısını etmeye devam etti. Hayat hiç olmadığı kadar aydınlıktı bu sabah. Kara bulutlar bugün ilk defa Gece’nin üstünde değildi. Bunun da bir rüya olmaması için içinden durdurak bilmeden dua ediyordu.
Bir başkasının yanında ilk defa bu kadar kırılgan, bu kadar korumasızdı.
Geleceğin ne getireceğinden bihaberdi fakat şu an sadece bu an’da takılı kalmak istedi. Çok uzun zaman sonra kendi için bencilce davrandı ve aklında savaşan her şeyi durdurdu.
🖤🔥
Bir şefin mutfağını bir sanat atölyesi gibi kullanıyor olması hayran olunacak bir durumdu. Karşısında bütün dikkati ile çalışan adamı izlerken her bir detaya dikkatle bakıyordu. Kirli sakalları, dağınık saçları, çıplak omzuna attığı havlu ve durdurak bilmeden çalışan elleri... Yardım da ediyordu, kısmen.
Ateş’in evine geleli saatler oluyordu. Sabahın köründen bu yana neredeyse evin birçok yerinde öpüşmüş, izlerini bırakmışlardı. Aralarında onları bağlayan görünmez düğüm iki uçurumu bağlayacak kadar kuvvetliydi. Birbirlerinin tenine ve dudaklarına karşı hissettikleri anlamsız haz akılları yerine duyguları ile davranmalarını sağlıyordu. Akla dair hiçbir şey yoktu bu duvarların ardında.
“Herhangi bir baharata alerjin var mı?” diye sordu Ateş ocakta bir şeyler yapmaya devam ederken. Gece ise ortadaki tezgahın üstüne oturmuş, onu izliyordu.
“Hayır.”
Ateş’in çevirip durduğu tavaya bazı baharatları atmasını izledi. Ateş ona bakmıyordu fakat yandan bakıldığında yüzündeki gülümseme pek âlâ ortadaydı.
“En sevdiğin aroma?” diye sordu Ateş bu sefer.
“Tuzlu karamel sanırım.”
“En sevdiğin renk?”
“Bordo, kırmızı ve... ara sıra nar çiçeği.”
Ateş’in bakışları onu bulduğunda gülümsedi Gece, “Ne?” diye sordu Ateş’in yüzündeki şaşkın gülümsemeye ithafen.
“Siyah demememen sevindirdi.”
“Neden?”
“Bilmem...Öyle.”
“Öyle?” diye sırıttı Gece.
“Öyle.” diye yineledi Ateş, elindeki zeytin parçası ile tezgahtaki kadına döndü. Zeytini kadının hafif şişkin dudaklarına yerleştirdi. Gözleri loş ışığın altında bir saniye olsun ayrılmıyordu. Gece’nin elleri yer yer iz bıraktığı çıplak sırta yeniden dokundu. Üstündeki beyaz gömleğin altında hissettiği eller uyuşturuyordu aklını.
Tek gecede bütün dengesini alt üst etmişti Ateş Karal.
Ateş Karal’ın dengesi ise son birkaç aydır zaten bozuktu.
“Gece...” diye fısıldadı dudaklarına doğru.
“Hm?”
“Gitmek istediğini anlattın ya bana...Her şeyden ve herkesten uzak...“
“Evet?”
“Gidelim...Götüreyim seni buradan. Üç gün, mahkemene dek olan o üç günde yok olalım. Sen...ve ben.”
Sokulduğu tenden bir an için ayrıldı Gece. İnanmayan bakışlarını dibindeki adamın kestane rengi gözlerine dikti. “Ne?”
“Gidelim, Gece. Bu kargaşanın içinde bir an için olsun nefes alalım. Tabii, eğer istersen.”
“Her şeyden uzaklaşabilecek miyiz?”
“Her şeyden uzaklaşabiliriz...Evet dersen eğer, seni aklındaki uğultudan dahi kaçırırım.” Durdu Gece, bir an için olsun adamın gözlerine bakakaldı. Fırtına en gürültülü halindeyken çekip gitmek mümkün olur muydu? Nefes almak, güneşi görmek mümkün müydü?
“Gidelim.”
🪢🖤🔥
Kaç gün olmuştu?
Hatta belki de kaç ay?
Bu zincirlere bağlanalı kaç ay olmuştu?
Artık düşünemiyordu. Acı beynini uyuşturuyor, nefes almasına ancak izin veriyordu. Ciğerleri de tıkanmıştı, kalbi de. Neye benziyordu bihaberdi. Yaşıyor muydu?
Buna yaşamak denir miydi?
Bağlandığı zincirin izleri kanadıkça damlalar, yeri ıslatıyordu. Kan kokusu dört bir yanı sarmış, tütünün kokusunu dahi bastırmıştı.
Deponun kapıları tiz bir ses ile aralandığında gelene bakmaya gerek duymadı. Aynı adım sesleri, aynı küstah gülüş, aynı cilalı ayakkabı...
“Gerçekten oğlum olduğun için söylemiyorum, pek güçlü çıktın. Huylarının aksine dayanıklılıkta bana çekmişsin, Atlas.”
Ağzından akan kana rağmen tiz bir kahkaha saldı Atlas. Aşağılayıcı bakışları adamın üstünde gezindi.
“Senin oğlun? Sevim Alastan kaç kez aldatmıştı da öldürdün onu? Dur, hadi tahmin etme oyunu oynayalım. Ben başlıyorum...On bir!”
Sesi öksürükleriyle bölünüyordu fakat susmadı. “Ah...Yanlış oldu değil mi? Pardon. Hadi, bir daha. On beş?”
Susuyordu Tanju. Uzaktan sürükleyerek çektiği sandalyenin sesi doldurdu sükuneti. “Üzgünüm, baba. Şimdi hatırladım, karın tarafından evine soktuğun bütün adamlar tarafından aldatılmıştın değil mi? Pek sevgili Bülent de dahil olmak üzere...” Öksürdükçe kan tadı dolduruyordu ağzını.
“Nasıldı, Tanju Coleman? Karını güvendiğin adamların altında inlerken görmek, bunları öğrenmek...Cık cık cık cık...”
Konuşmadı Tanju, karşısında dik durmaya çalışan oğluna tepeden bakmaya devam etti.
“Şu haldeyken dahi baş kaldırman benim oğlum olduğunu kanıtlar nitelikte, Atlas.”
“Tanrım! Ne büyük bir onur!” diye güldü Atlas. İngilizcesi yer yer bozuktu. Çenesi pek çok kez yerinden oynamıştı.
İçli bir nefes vererek başını duvara yasladı Atlas. Sandalyesini dibine kadar çekmiş olan adamın gözlerine uzun uzun baktı.
“Öldür beni, Elmas. Hadi, öldürsene...”
“Ölümü hak etmiyorsun. Sana yıllar yılı sürecek cehennemi ben burada yaşatacağım.”
“Hiç DNA testi yaptırdın mı ya-“ diye konuştu Atlas. Öksürükleri ve kısık sesine rağmen kelimeleri bir mızrak gibi saplandı hedefine. “Merhum Bülent’in oğlu falan çıkmış olmayayım? Ya da bir başkasının? Hani şu senin İtalya’daki dostlarının falan.”
“Beni kışkırtma çabaların yersiz, Atlas.”
Güçsüz düşmüştü Atlas’ın bedeni. Açtı, susuzdu ve havaya muhtaçtı. Koca bir tabutun içindeydi.
“Sen benim oğlumsun. Benim kanımdansın. Ve biliyor musun?” Geri yaslandı, kendine bir sigara yaktı, “Bana çok benziyorsun.”
Esen rüzgarın ve titreyen florasanın sesini deldi acı doku bir kahkaha. “S**tir lan oradan!” Ağzındaki kanı cilalı ayakkabıya doğru tükürdü Atlas.
Elmas’ın gözleri ayakkabısını bulduğunda tuhaf bir sakinlikle cep mendilini aldı, yavaşça lekeyi sildi. Ayakkabı ta ki eski parlaklığına ulaştı, mendili yere attı.
“Öfken bile benden bir parça. Kahkahalarının ardına sakladığın öfken ben değil de ne, sevgili oğlum?”
Derin derin soluklandı Atlas, başını eğdiğinde yer yer bacağına damlayan kanları izledi. “Olsun be Elmas...Ne de olsa her insanın geçmişinden gelen kara lekesi vardır.”
“Ben senin hayatında olabilecek en parlak lekeyim.”
“Siktr lan oradan!” dedi gülerken.
“Seni gebertmedim, cehennemi de yaşatacağım. Ama sana bir teklifim var. Oğlum...Eğer Kurul’da kurmaya çalıştığım yeni düzende benim ajanım olursan cezanı hafifletirim.”
Atlas’ın artık kan çanağı olmuş yeşil gözleri yavaşça karşısındaki adamın yeşillerine tırmandı. Sesi kinayeli değildi, aksine sakin ve derindi. “Sen kimsin de bana ceza vereceksin, Elmas? Çok kabartma kürklerini, gelir o egon götüne girer. Demedi deme.”
“Şu haldeyken bile kendinden bir şey kaybetmiyorsun...Öyle olsun.”
Öyle ki aslında kendinden pek çok şey kaybetmişti Atlas. Oynadığı bu oyun onun maskesiydi. Karşısındaki adamın zihnini tanımak için en iyi vakit buydu. Buradan bir daha çıkar mıydı bilmiyordu, hatta buna imkan dahi vermiyordu fakat Tanju’nun yerine Elmas’ı ve onun düşünce biçimini tanımak için iyi bir şanstı.
Burada oturup günlerce zincirlere bağlı oturup beklemek hiç de İstihbarat mensubu Atlas’ın yapacağı bir şey değildi.
“Ne ifade ediyorum senin için?” diye sordu aniden Atlas. Islak ve kana bulanmış sarı saçlarını baş hareketleri ile geri iteledi. Saç sakal birbirine girmiş olmalıydı.
Soru üzerine tebessüm eden Tanju yüzünü Atlas’a doğru yaklaştırdı. “Pek çok şey.”
“Ya...” dedi Atlas aynı yakınlıktayken. Bu bir sevgi gösterisi değil, meydan okumaydı. “Ne kadar da tatlı. Peki bu pek çok şeyin arasındaki bir numara hangisi? Oğlun olduğum için korumak istediğin itibarın mı? Yoksa istihbaratın verdiği eğitimi sınamak mı? İstihbarattan ne koparsam kârdır mı diyor yoksa aklındaki tilkiler?”
Kısık bir kahkaha böldü konuşmalarını. “Beni burada tuttuğun sebebi on ikiden vurduğumda...o zaman öldürecek misin beni?” diye devam etti Atlas, “Kışkırtma beni, Tanju...Yaparım, bilirsin.”
“Beni manipüle edemezsin.”
“Manipüle etme amacında olsaydım götündeki donu sen fark dahi etmeden alırdım. Bilgin olsun, bir gün bakarsın götünde donsuz gezersin. Dikkat et.”
“Zekanın benden sana geçtiğini unutma. Sendeki akıl bende de var, oğlum.”
“Nasıl!?” diye yalandan şaşırdı Atlas, “Bu çok ağır oldu be Tanju! Bilseydim karşına aklımı bir kenara bırakır gelirdim. Götümle konuşsan anca üstünlük sağlarsın.”
“Atlas... Çocuklaşarak sana sinirlenip seni öldüreceğimi mi düşünüyorsun gerçekten? Yapma, bundan daha iyisindir diye ummuştum.”
“N’oldu?” diye ciddiyetle sordu Atlas, “Mükemmel gen aktarımın geçmemiş mi? Belki de senin oğlun olmadığımdandır. Bir baktır sen istersen, adamlarının tırnaklarına kanlarımın izleri işlendi ne de olsa.”
Deponun gıcırtılı kapısı bir kere daha açıldığında iki Coleman’ın da gözleri kapıyı buldu: “Bir misafiriniz var, efendim.” dedi adam.
Adamın arkasından yürüyen birkaç gölge belirdi. Uzaktan görünen karanlık silüet uzun ince bir adama aitti. Yaklaştıkça ışık yüzünü aydınlattı. Emin adımlarla, onay beklemeden deponun içine girdi. Gözlerini Atlas’tan bir saniye dahi olsun çekmeden yürüdü.
“Eduardo.” Ayaklandı Tanju. Genç adamın koyu kahve gözlerindeki tiksintiyi fark etmesi ile baktığı yere döndü.
Atlas’a bakıyordu.
“Eduardo...”
“Teklifini dinlemeye geldim. Madem yeni bir düzen için bu kadar heveslisin...”
“Bu harika bir haber. Lütfen, içeride konuşalım.” dedi adamı yönlendirmeye yeltenirken. Eduardo’nun eli havaya kalktı, durdurdu. Atlas’tan çektiği gözlerini Tanju’nun gözlerine kenetledi.
“Gözleriniz aynı yeşilmiş gerçekten.”
Bu sefer bocalayan Tanju’ydu. Dikkatle karşısındaki adamın her bir sözünü bekledi. “Merhum babamın bana vasiyetini senin adına kullanmadan önce bir şartım var. Bunu gerçekleştirmek için geldim.”
“Elbette. Ne olursa... Fakat bunları içeride, daha rahat bir ortamda içkilerimizi yudumlarken de konuşabiliriz. Senin rahatın için söylüyorum.”
Etrafındaki küflü duvarlara göz gezdirdi Eduardo, “Benim favelamın bütün duvarları böyledir. Çocuklarımız üstünü resimlerle kaplar. Bu tip duvarlar bizim yaptığımız boyayı daha iyi tutar, bilir misin Elmas?”
“Bilmiyordum. Teşekkürler.”
Bakışları bir an için yeniden yerde kan revan bir halde oturan Atlas’ı buldu.
“Biz çocuklarımızı bu duvarlarla kaplı odalara o odalar güzelleşsin diye sokarız. Sende bunca duvar varken boya değil de madde ticareti yapmak istemen…Görüşlerimiz pek farklı, Bay Elmas.”
“Farklı görüşler doğru yolu bulmak için önemlidir, sevgili Eduardo. Bana şartını söylersen, senin için gerçekleştirebilirim. Hem de hemen.”
“Vaktini ben belirlerim, Elmas. Sağol.” Onu çatık kaşlarıyla pür dikkat izleyen Atlas’a baktı Eduardo.
“Gözlerinde ona karşı beliren bu tiksintinin sebebi nedir çok merak ettim doğrusu.” dedi Elmas ikisinin arasındaki bakışmayı incelerken, “Ne düşünüyorsun, Eduardo? Beni zaman aktıkça daha çok heyecanlandırıyorsun. Aklının yapısı hoşuma gidiyor.”
“Karanlık yerleri seviyor olmalısın elbette. Zihnim gibi…”
“Nereden bildin?” diye şakaya vurdu Elmas. Eduardo ise durgun bir şekilde konuştu:
“Çünkü sen yalnızca karanlık çöktüğünde parladığını kanıtlayabilirsin. O yüzden aydınlık neresi varsa karartma eğiliminde değil misin?”
Kimse görmedi lakin Atlas’ın yüzündeki nefretin yanına bir sırıtış eklendi. Eduardo’nun katran karası kahve gözleri Elmas’ın yeşillerinden bir saniye olsun ayrılmadı.
“Vay canına...” dedi Elmas, “Acın seni ne de güçlü kılmış böyle. Fakat unutma, acın bittiğinde gücün tükenmemeli. Anlık güç kimsenin işine gelmez bizim dünyada.”
“Öğretirsin madem... Ne de olsa ben karanlığa alışığım. Ve karanlığın içinde parlamamayı tercih ediyorum. Senin aksine, ben gücü kamuflajda ararım. Umarım bu söylediğim tetiklememiştir seni...Şayet oğlun da usta bir kamuflajcıymış. Baksana, buraları karanlık yapmışsın ama yan yana durduğunuzda senden daha parlak duruyor.”
“Buraya oğlumu övmeye gelmiş olamazsın.”
“Haklısın. Övebileceğim biri olmak için fazla yabancı bana. Şartıma gelirsek...”
Atlas’a baktı. “Oğlunu ben öldüreceğim, tek bir kurşunla. Hem de yarın akşam.”
Elmas’ın şaşkınlık dolu bakışları önce Atlas’ı, sonra yeniden Eduardo’yu buldu.
“Onu bu denli kolay bir ölüme itekleme sebebin nedir? Şereften yoksun bir şekilde mi ölmesini diliyorsun?”
“Evet.” dedi Eduardo elinde bir mermiyi kaldırırken. “İşte bu mermi ile tekte gitsin istiyorum.”
Eduardo’nun havaya kaldırdığı mermiye dikkatlice baktı Elmas.
“Ben babamı tek bir kurşunla kaybettiysem, sen de birini kaybetmelisin. Ve ben senin elinden en büyük eğlenceni talep ediyorum. Yarın akşam, burada.”
Bir süre düşündü Elmas. Gözleri kısık bir biçimde karşısındaki adamı inceledi. Eduardo ise rlindeki kurşunu Atlas’ın avucuna zorla bıraktı. Geri kalktığında gitmeden hemen önce fısıldadı:
“Senin aksine, ben haber verme nezaketinde bulunuyorum.”
23:59:58...
“Her şeye rağmen karanlıkta kalmayı mı seçiyorsun, Eduardo?”
Arkasını döndü, cevapladı:
”Karanlığın soğuğunda insanlar can savaşı verirken elmasa ihtiyaç duymazlar. Madem her yeri karartmaya baş koydun, birimizin kömür olarak kalması gerekir.”
🔥⚔️
Savaş, açılmış bütün cephelerde soluksuz devam ederken ben kendi cephemin ağırlığında ezilmemek için sayıyordum.
Kurtulanları, yaralıları, vefat edenleri, şehitleri...
Sayıyordum. Unutmamak ve algımı yitirmemek için sayıyorum.
Kamplardaki erzaklar hızla tükeniyor, hastalık kol geziyor, panik hastalıktan da önce yayılıyordu. Artık yalnızca bedenler değil, zihinler de hastalanıyordu. Gönüllü doktor sayımız gün gittikçe azalmıştı. Salgın kaynağına dair örnekler iletmiştik fakat çözüme dair bir yol hâlâ görünmemişti. Kullandıkları madde her ne ise bilinen periyodik cetvelde bulunmadığına dair bir şey söylemişti Aybüke. Ne döndüğünden bihaberdim fakat fırtınanın tam da kalbinde bulunuyordum.
Yaralı bir adamın ameliyatındaydım. Anestezi uzmanı olan gönüllü iki gün önce gitmişti kamptan. Bir şekilde bizler bir yolunu bulmaya çalışıyor, imkanlarımızı zorluyorduk. Şans eseri hastanenin ameliyathanesinde boşluk oluşmuştu. Abdominal bölgedeki yaraları tek tek onarmaya çalışıyor, karın bölgesinde tahrip olmuş onca şeyi bir arada tutmaya çalışıyordum.
“Temizleyelim.” dedim bir yandan. Karın bölgesinde her ne olmuşsa açıldıkça daha da çok tahribat ortaya çıkıyordu. Dikkatle yarayı inceledim. Kurşun değildi, bıçak benzeriydi ama tam değildi...
“Ter.” deme ihtiyacı hissettim yanımdaki hemşireye. Alnımdaki ter silinirken elimdeki klipsin dokunduğu sert bir şeyi hissettim.
“Bakalım.” dedim ekrana bakarken. Değerler şu an için normaldi. Bir şey vardı...
“Normal bir organ yüzeyi mi, yoksa tümöral bir kitle mi?”
“Temizleyin.”
“Kaburga ya da kemik çıkığı? Taş? Kitle?”
“Hocam, değerler düşüyor.“
Ekrana baktığımda damarlardan birinde bir kesik olduğunu görmüştüm. Halledilebilecek bir şeydi.
“İğne.” dedim yanımda beni bütün ameliyat boyu asiste eden hemşireye.
Ve bana iğneyi uzattı.
İğneyi.
Ama bu, dikiş iğnesi değildi.
Donakaldım.
Almadım.
Maske altından, gözlerimi o ele diktim. Bekledim. Bekledim.
Hiç kıpırdamadım.
Dolu bir şırınga. Almam için havada bekleyen ele baktım, baktım, baktım... Tepki vermedim.
Veremezdim.
Karın bölgesinde hissettiğim sertliğe bir kere daha baktım, hem de gözlerim kapalıyken...
Sert doku, yer yer pürüzlü, kaymayan...
Klipsleri genişleterek elimi çok yavaş bir şekilde karna soktum. Milim hareketlerle dokuya ilerledim.
Soğuktu.
Maalesef, soğuktu.
“Hocam?” dedi diğer hemşire. Dokundurduğum parmağı milim oynatmadım.
Belli edemezdim.
Bana uzatılan şırıngayı aldım, hata yapmıştı.
Uzman bir hemşire- hele de bu denli yaşlı, böyle bir hata yapamazdı. Bu şırınga doluydu çünkü bana saplayacaktı. Fakat benim iğne dememle dikkati dağılmış, hata yapmıştı. Elim karın bölgesinde sertlikle temas etmeye devam ederken bakışlarımı yanı başımdaki hemşireye çevirdim.
Hemşire değildi.
Ve hissettiğim şey kemik değildi.
Parmak ucumda atan nabız, kanla değil, çelikle birleşiyordu.
Bombaydı.
Hasta açık yara ile getirilmişti...İçindeki teslimat ile ameliyathaneye sokulmasını sağlamışlardı. Amaçları yaşatmak değil, çoktan ölmüş bir adamı aracı olarak kullanmaktı.
Başarmışlardı. Paket içeride, tam parmağımın ucundaydı. Ve yanı başımda, hâlâ şırıngayı bana uzatan kişi hemşire değildi.
Artık tek soru vardı: Şimdi ne yapacaktım?
Uçurumun kenarındasın Yansı…Atlamalı mı?
🖤⚔️🔥❤️🩹
BAM BAM BAM! BÖLÜM SONUU
(Artık şaşıramıyorsunuz, aha kesin yine bir 💩 oluyor diyorsunuz içten içe değil mi asjsjsj)
Beğendiniz mi bölümü? Yorum ve oylarımızı attık mı???
Bölümü part part akşam saat 23 sonrası yazıyorum çünkü günde 8+6 on dört saat ders çalışıyorum. Çok emek var…Eğer minik de olsa bir okuyucu kitlemiz olmasaydı kitabı sekiz ay durdururdum ama yine de elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Viraha’yı sevdiğiniz için teşekkür ederim,
Viraha sizinle güzel
❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.48k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |