
(Bonba💣 kelimesi bilerek bonba diye yazılmıştır.)
İki bölümle geldim canlar! Birazdan okuyacağınız “Kahraman.” adlı bölümün sonunda gerçek anlamda tansiyonum düştü.
Çok yorum bekliyorum. 🥹
Ve sizi seviyorum. Ve okuyacağınız iki bölüm boyunca finalin de geleceğini unutmayın. Hayat bu, bitti sanılan daha neleri yeniden yazar bilemeyiz…
Keyifli okumalar dilerim,
35. Bölüm
“Sona Kalan Yedi Nefes”
“Atlas.”
“Anka’m.”
Sabahın ilk ışıkları odalarını aydınlatıyor, birbirlerinin sıcaklığı bedenlerini ısıtıyordu.
“Bazen keşke hep böyle kalsak diyorum. Tüm gün sana sarılsam, dertsiz tasasız yatsak.” diye mırıldandı Aybüke.
Kış aylarına yaklaşıyorlardı. Üstündeki ince atlet ısıtmıyordu onu fakat kocasının sıcaklığı her şeye bedeldi. Atlas ile yeniden yaşamaya başlayalı biraz oluyordu. Aldığı en iyi uykular ise geçen bu süreye dahildi. Artık gece kavramı onun için yeniden oluşmuştu.
“Başkan olmasaydım, sadece karın olsaydım…” diye sesli düşündü Aybüke. Daha yeni uyanmışlardı fakat yataktan ayrılmamıştı ikisi de. Birbirlerinin kokusuna sığınmışlardı. Atlas ise karısının kollarını okşuyor, saçlarından öpüyordu. Çok beklemişti böyle sabahlara uyanmayı. Çok savaşmıştı.
“Sadece benim karım olamayacak kadar harika bir kadınsın…Bu yüzden ihtiyaçları var sana. Benim gibi.”
“Eğer Mustafa beni bir silah olarak yetiştirmemiş olsaydı belki her şey daha farklı olabilirdi. Belki birbirimize bu kadar geç kalmazdık.” Başını kocasının göğsüne koymuş, kalp atışlarını dinliyordu.
Sessiz kaldı Atlas, karısını saçlarından öpmeyi tercih etti. “Aybüke’m.”
“Hm?”
“Buradan taşınır mıyız?”
Aybüke kestane rengi gözlerini Atlas’ın yeşillerine değdirdi. “Neden sordun?”
“Bilmem. Aklıma geldi öyle.”
“Taşınmak mı istiyorsun?”
Aybüke’nin onun göğsünde dikleşmesi ile düşen saçlarını kenara çekti. “Daha büyük bir yere taşınırız. Bugünkü ihtiyaçlarımıza göre dizeriz. Gerçekten bizim yuvamız olur. Burası çok acıyı taşıyor içinde. Burası güzel kalsın, biz kaldığımız yerden devam edelim.”
Gülümsedi Aybüke. Atlas’ın yanağına sıcacık bir öpücük kondurup başını yeniden boyun girintisine gömdü.
“Tamam.”
“Tamam mı? Sadece tamam mı?” dedi Atlas.
“Nasıl yani? Ne demeliyim?” diye güldü Aybüke. Aslında neyden bahsettiğini gayet iyi biliyordu. “Tamam, kocam.”
Kendi dediğine yüz ekşitti. “Hâlâ alışamıyorum.” dedi.
“Artık kalkmamız gerek, hadi.” dedi Atlas ama daha da yorgana gömülen kişi karısıydı.
“Hiç kalkasım yok, azıcık daha dur.” Atlas’ı yastık bilerek daha da sarıldı.
“Atlet şortla yatıyorsun, hasta olacaksın Aybüke’m.”
“Gece üstüme çullandığın için aksine, terliyorum.” dedi Aybüke ve bacağını da Atlas’ın bacaklarının üstüne atarak gözlerini yummaya devam etti.
“Kalkmayacaksın, değil mi?” diye sordu Atlas.
“Yok, hiç canım istemiyor.” Burnunu Atlas’ın yanağına sürttü. “Koskoca başkanız ama kendime izin verebildiğim halde bir gün izin yapamıyorum. Yazıklar olsun.”
“Mızmızlanma.” diye güldü Atlas, “Bu ışıltılı hayatı sen seçtin.”
Aybüke bugüne kadar yaptıklarının aksine uyumaya devam ederken yeniden konuştu Atlas:
“Başkan’ım siz kendinize izin verdiniz ama benim gitmem gerek.”
“Ben verdim izni. Uyumaya devam edebilirsin.” dedi boğuk sesiyle. Atlas kahkaha atarken yeniden konuştu Aybüke, “Bana sarılmaktan daha önemli bir işiniz yok şu an, Atlas Bey.”
Dediğini yapmış, sıkı sıkı sarılmıştı karısına. Böyle sabahlar için yıllarca kan ter içinde kalarak savaşmışlardı. Şimdi birbirlerine tutunmazlarsa bunca savaşın ne anlamı kalırdı?
♥️🥹♥️
“Allah’ım!” diyerek derin bir nefes verdi Aylin. Hamilelik her nasıl bir mucize ise bu soğukta dahi sıcak bastırıyor, ruhunu daraltıyordu. Önünde duran dosyalara bıkkın bir bakış attı, sandalyesinde en geriye yaslandı. Beyaz tavan önündeki kağıtlardan daha cazip görünüyordu.
Teşkilattaydı. Elmas’ın kaybolmasından bu yana o kadar çok bilgiye ulaşmışlardı ki… Elmas’ın dört bucak kaçıyor olması dahi keyfini kaçıramıyordu. Şayet elbet o da kapana kısılacaktı.
Duvardaki saate baktığında tek kaşı hem ima hem de merakla havalandı:
“Saat onu çeyrek geçiyor.” dedi imalı bir tonda. Odadaki diğer kişiler ise Çağatay ve Ali’ydi.
“Yani?” dercesine bakıyordu iki genç istihbaratçı.
“Allah aşkına, nasıl geçirdiler sizi mülakat sınavlarından?..” diye söylendi Aylin. “Aybüke Başkan gelmedi.” dedi.
“Ee yani-“ diyecek oldu Çağatay fakat onu susturan Ali’ydi.
“Atlas ağabey de yok. Aybüke Başkan’ın da tıpkı yıllardır olduğu gibi sabahın köründe burada olmuş olması gerekirdi…”
Sırıttı Aylin. Başını işten kaldırmış, ekip arkadaşlarına dönmüştü, “Ben bile hâlâ inanamıyorum söylenenlere. Hayır, cevap alacağımı bilsem gidip darlayacağım Aybüke’yi ama… Acil öğrenmem lazım.” Bir an için midesinin bulandığını hissetmiş, öne eğilmişti.
“Patron! İyi misin?” diye ayaklandı Ali ama onu oturttu Aylin, “Biliyorum annem, sen de meraktan çatladın.” Arada giren kramplardan biriydi. Doktor bunların hepsini anlatmış, riskleri konuşmuştu.
Bilgisayar ve teknoloji ile donatılmış tim odasına giren kişi Hakan idi. Kapıdan içeri her zamanki donuk ifadesi ve yorgun bakışlarıyla girmişti. Mutfak kısmından kahvesini alıp da koltuğa kendini attığında usulca yanına yanaştı Aylin:
“Hakan?”
Hakan’ın donuk bakışları Aylin’i bulduğunda yumuşadı, “Patron.”
“İyi misin?” diye sordu Aylin rutin bir şekilde. Koltuğun bir yanına tünediğinde silah arkadaşına gülümseyerek baktı. Başını olumlu anlamda salladı Hakan, “Asıl sen nasılsın? Hamilelik…Hâlâ inanamıyorum, orası ayrı ama nasıl gidiyor? Onu hissedebiliyor musun hiç?..”
Gülümsedi Aylin, ellerini az da olsa çıkmış karnına sarmaladı, “Yeğeninden bahsediyorsan evet, az da olsa hissediyorum.”
Hakan’ın melül melül karnına bakan bakışlarını izledi. Nasır tutmuş koca elini aldı, karnına yerleştirdi. “Belki o da amcasını hisseder.”
Buruk bir gülümseme konmuştu Hakan’ın dudaklarına.
“Vay anasını…” diye mırıldandı kendi kendine. Duygusaldı bu aralar Aylin. Eski fevriliği arada sırada ortaya çıksa da duygular çok daha ağır bastırıyordu.
“İzler ne alemde?” diye sordu Aylin bir süre sonra. “Var mı yeni bir şeyler?”
“Bayağı bir şey ip söküğü gibi çıktı zaten ortaya. O piç de acele ederken tek tük izler bırakmış arkasında. Yakında buluruz.”
“Senin neden moralin bu kadar bozuk?”
Başını iki yana salladı Hakan, nasır tutmuş koca elini kız kardeşinin karnından çekti. “İçimde bir his var.”
Aylin’in kaşları şaşkınlıkla havalandı, “Sen hislerle iş yapmazsın. N’oluyor?” diye sordu Aylin. Hakan’ın zeytin misali koyu gözleri Aylin’e döndü:
“Bir şey planlıyor. Ne olduğunu tam bilmiyorum ama…Bulacağım.”
“Nasıl bir his bu?”
“Bilmiyorum. Daha önce hiç hissetmedim. Ama sanki sırayla önüme düşen her şey bana bir şey anlatıyor. Ama ben anlamıyorum.”
“Bunu ve bulduklarını toplantıda bir de beraber ele alalım.” dedi Aylin. Elini Hakan’ın dizine yasladı.
Odanın kapısı yeniden açıldığında Aylin’in yüzü daha da gülmüştü.
“Ethem.” Ayaklanıp ona sarılmış, ve sonrasında geri çekilmişti.
“Fıstığım.” diye mırıldandı Ethem sevdiğini başından öperken. Herkes yavaş yavaş masa etrafında toplanmaya başlamıştı. Anka Timi’nin geri kalanları da da geldiğinde tek eksik lider, ve Atlas kalmıştı.
Toplantı saatinden beş dakika sonra önce Atlas, sonra ise bütün asilliği ile Başkan Aybüke içeri giriş yapmıştı. Gözler onların üzerindeyken herkesin dudaklarında peydah etmiş gizli bir gülücük vardı.
Aybüke ciddiyetle masa başındaki yerine geçmiş, ekip arkadaşlarına dönmüştü.
“Gecikme için özür dilerim.”
Cevap gülücük olarak dönmüştü.
“Çok uzun zaman sonra, belki de zaferden önce yaptığımız son toplantı.” dedi Aybüke gülümserken.
“Hiç bu kadar yakın olmamıştık.” dedi Ateş bir yandan. “Heyecanlanıyorum.”
“Başkan’ım, şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Ali.
“Şimdi, saldırıya geçiyoruz, Aliş.” dedi Aybüke yavaşça gülümsemesi büyürken.
“Kimyasal ilaca dair örnekler kamptaki hastalardan toplanmaya çalışıldı. Yansı’nın da teslim ettiği rapor ve dokular işlendi. Laboratuvarda uzun süren analizler sonucu yapay bir element olduğu keşfedildi. Bu detaylar burada yazılı. Burayı geçiyorum.”
“Başkan’ım.” dedi Hakan. Gözler ona dönmüştü.
“Buyur, Hakan.”
“Ben bir şey söylemek istiyorum. Benim içimde bu sefer saçma salak olsa da bir his var.”
Aybüke’nin bakışları daha da ciddileşmiş, bütün odağını Hakan’a vermişti. Çünkü o da biliyordu, hisler Hakan’ın işi değildi.
“Nasıl bir his?”
“Elmas piçine yaklaştıkça ve ipucu elde ettikçe bir şey planladığını anlamak zor olmadı. Ama bir türlü bunları birleştiremiyorum. İçimdeki his bu sefer gerçekten kötü bir şeyler geveliyor.”
Susmuştu herkes. Endişe dolu bakışlar odayı tararken düşünceliydi Aybüke.
“Onu bulmana ne kadar var sence?”
“İşte o bktan his burada başlıyor. Onu bulmakta değilmiş gibi duruyor mesele. Onu yakalasak da iş başka iş gibi artık…”
“Hakan.” dedi Oğuz endişe ile. “Sen sahada ne buldun?”
Derin bir nefes aldı Hakan. Aslında net bir şey bulmamıştı ne Ethem ne de o. Fakat her daim bu hissin sahibi Aybüke ya da Oğuz olurken piyango bu sefer neden ona vurmuştu?
“Net bir şey yok, aslında…”
Timi ile geldiği eski püskü eve bir bakış attı. Kapıyı sertçe tıklatmış olsa da cevap gelmemişti. İçeri girdiklerinde ise kullanıldığı bariz lakin şu an boş olan bir evle karşılaşmışlardı. Diğerlerine dışarıda kalmaları için işaret yapmış, büyük bir titizlikle odaları gezmeye başlamıştı. Her şey anormal bir şekilde normal görünüyordu. Evin çıkışına doğru ilerlerken gıcırdayan tahta hariç.
Altının boş olduğunu anladığı tahta parçasının üstündeki kilimi kaldırdı. Elleriyle kontrol ederek çıkan parçayı buldu. Karşılaştığı şey ise gizlenmiş, üç kilitle kilitlenmiş bir kutuydu. Evin odalarını aramaya devam ettikten sonra tek kişilik bir yatağa elleriyle bastırdı. Tahtadan olma başlığa dokunurken burada da sonradan eklenmiş bir parça fark etti. Yine bir kutu vardı fakat bu seferki kilitsiz, kapalı bir kutuydu. İçlerini açtıklarında kilitli olan kutuda tonlarca para; diğerinde ise bir telefon bulmuştu.
Telefon istihbarata gönderildiğinde telefonda hâlâ kullanılan bir numara olduğu tespit edilmişti. Numara sahibi ise İstanbul’un eski semtlerinden birinde, köhne bir apartman dairesinde oturuyordu.
Sivil gitmişti Hakan o adrese. Kulağında kulaklık, arkadında destek olmadan… Ayakta dururken dahi yıkılıyormuş gibi görünen gri binaya girdiğinde kapıyı üç kes sertçe çaldı. Kapı açılmadı fakat kapının ardında, delikten bakıyordu biri.
“Aç.”
Kapı açılmadı.
“İstesem açabileceğimi biliyorsun, aç!” dedi Hakan. En sonunda kapıyı hafifçe zorlamasıyla açmış, içeri girmişti. Karşısında bir örgt üyesi ya da bir adam beklerken gördükleri bunun tam tersiydi.
On beş yaşlarında bir genç kız.
Korku, kızın tüm vücudunu titretirken bir yandan yüzünü beyaza bulamıştı. Korku, gözlerinde bâkiydi.
Hakan geri durmuş, çok yavaş bir şekilde kapıyı biraz daha aralamıştı. Kız da o hareket ettikçe geri adım atıyordu.
“Git. Ben bir şey bilmiyorum.” dedi kız nefesi titrerken.
Korkutmak istemiyordu kızı Hakan. “Tamam.” dedi. “Sana zarar vermeyeceğim. Sadece konuşacağız.”
Kız korkudan bayılmak üzereyken en sonunda ikna olmuş, korkunun urgandan ipine sarılı da olsa konuşmuştu Hakan’la.
“Kızın babası mı amcası mı her neyse milyonlarca para almış. Karşılığında bir şey kabul etmiş ama kız da ne olduğunu bilmiyormuş.”
Toplantı odasındaki herkes kulak kesmişti Hakan’a. Anlattıkları basit şeyler değildi. Para uğruna kendinden feda edebilen bir insan çıkmışlardı ise yollarına başkaları da çıkabilirdi.
Kendini feda etmeye hazır kişiler.
Fakat ne için?
“Yeni bir ilaç için denek olmayı kabul etmiş olabilir mi? Söylediği meblağ çok yüksek. Ayrıca, elden temin edilmiş.” diye sesli düşündü Aylin.
“Elmas’ın arkasında bıraktığı bir izden çıktı bu adam. O zaman bu insanlar onun için değersizdir demek. Başka izlerden başkalarına ulaşabilirsek belki daha çok şey öğreniriz.” dedi Ali.
“Şimdi n’apacağız?” diye sordu Oğuz Aybüke’ye bakarken. “Belli ki bunlar Elmas’ın büyük planından.”
“Madem kişilerle ilerliyor, adam avlayacağız.” dedi Aybüke düşünceli bir sesle. Aklının duvarlarına çarpan onca düşünceden sebep en sonunda çaprazında duran adamın yüzüne baktı: Atlas.
Masaya donuk gözlerle bakıyor, sanki bir film şeridini izliyordu. Dışarıdan yalnızca düşünüyor gibi dursa da Aybüke nefesinin hızlandığını, göğsünün biraz daha hızlı inip kalktığını fark etmişti.
“Atlas?”
Atlas’ın gözleri hâlâ masadaydı lakin hiç olmadığı kadar soğuk bir sesle konuştu:
“Benim malikaneye dönmem gerek. Hemen.” Öfkeli bakan yeşilleri Aybüke’nin kahvelerini bulduğunda bir şeyler anlatıyordu. Diyordu ki;
“Ben bir şey hatırladım.”
🫀🔥
Artık kullanılmayan, duvarlarında ve süslü koridorlarında ölüm sessizliğinin yankılandığı malikane bütün görkemi ile ayaktaydı. Arabadan hışımla indi Atlas. Yer yer ağrıları kalmış olsa da ivedilikle hareket etti. Bu ivediliğinin nedeni biraz öfke, biraz pişmanlık ve aşırı stresti.
“Atlas!” diye sessizce mırıldandı Aybüke, “Yavaş ol.”
“İyiyim ben.” dedi adam. Oysa alnında boncuk boncuk terleri vardı döktüğü.
Malikane elbette ki terk edilmişti. Yalnızca birkaç hizmetçi ve tek tük güvenlik vardı. Bu evdi elli sene boyunca yeraltının krallarını ağırlayan.
Kapılar onlar için açıldığında Atlas seri adımlarla merdivenlere yöneldi. Aybüke de ona yetişmeye çalışıyor, endişe duyuyordu. Yol boyunca tek kelam etmemiş, yalnızca düşünmüştü.
Kendi odasının aksine karşıda bir başka kapıya yöneldi. Bu kapı merdivenlere açılmıştı.
“Nereye gidiyor burası?” diye sordu Aybüke.
“Malikanenin kulesine.”
“Orada ne var peki?”
“Çocukluk odam.”
Atlas’ın gözleri yukarı çıkan merdiven boşluğuna bakarken Aybüke şaşkın gözlerle ön çaprazında duran adamın çehresine bakıyordu. Gördüğü şey malikanenin dışarıdan görülen kulesine çıkan karanlık merdivenlerdi.
Atlas önden ilerlediğinde Aybüke de hemen ilerledi. En sonunda merdiven bitişine konmuş kapıya geldiklerinde Atlas duvardaki tuğlalara sırayla bastırdı. En sonunda hareket edeni bulmuş, arkasına saklanmış anahtarı alıp kapıyı açmıştı. İçerisi karanlıktı. Yüzü güneşi hatırlatan bir adamın çocukluğu burada mı geçmişti?
Önden Atlas girmiş, bir şeyler aramaya koyulmuştu. Aybüke de başını eğerek girdiği karanlık odada bir ışık arıyordu. En sonunda açtığında şaşkınlığına hakim olamamıştı.
Tavan boyu epey alçak, iki camı olan bir odaydı. Bir çocuk yatağı, oyuncaklar ve bir çalışma masası vardı. Duvarda posterler, yerde tek tük sandıklar… Bir çocuğun hayalinden çıkmış gibiydi. Bir çocuk girmeyince de karanlık bir çatı katına dönüşmüştü. Hafif eğik durmaya devam ederken çerçevelerde yer etmiş fotoğraflara bakındı. Çoğunda sapsarı bir çocuk vardı.
O sırada Atlas bir şeyler aramaya devam ediyordu. Yere çökmüş, tahta sandığı kenara iteklemiş, parkelerde bir şey arıyordu.
“Sevgilim… Ne arıyorsun?”
Cevap vermedi Atlas, en sonunda duvardaki kırık bir tuğlaya dokunduğunda eli buz kesti.
Bulmuştu.
Nefesini tuttu Aybüke, duvara sakladığı bir kutuyu çıkarmıştı Atlas. Yeşil gözleri Aybüke’yi bulduğunda ikisinin de kanına amansız bir merak nüfus etmişti. Yere, Atlas’ın yanına çöktü Aybüke. Kilitli bir başka kutu açıldığında içinden iki adet defter çıktı.
“Nedir bu?” diye sordu Aybüke defterlere bakarken.
“Günlüğüm.” dedi Atlas net bir sesle. Bakışları karısına döndü:
“Bir şey hatırladım, Anka. Hakan anlatınca bir şeyler düştü zihnime…Babamın bana anlattıkları.”
Şaşkınlıkla dinledi Aybüke. Atlas, defterlerden birini karıştırırken tüm kelimelere göz gezdirdi. Aradığı spesifik bir yer ve kelime grubu vardı. Suskundu Aybüke, ınu bölmedi. Bütün dikkatini işine vermişti Atlas.
“Buldum.”
Muntazam bir yazı ve dil ile yazılmış ingilizce metni okudu:
13 Aralık, 2006
Babam soğuğun bana değil, benim soğuğa hükmetmem gerektiğini söylüyor. Onun gözünde hâlâ ezik bir oğlanım. Bazen anneme kapılar ardından bir hata olduğumu bağırıyor. Ve annem, bana her zaman bir hataya bakıyormuş gibi bakıyor.
Ben bir hata mıyım?
Yazım arada yine bozuluyor. Mükemmel olması lazım. Ama elimin soğuktan titremesine karşı gelemiyorum. Babam beni yine cezalandırdı. Tanrı’ya şükür montumun cebine saklamıştım günlüğümü. Evin kapısının önü karla kaplı ve ben üşümemeyi öğrenene dek burada oturacağım. Umarım bunu hızlı öğrenirim.
Bugün bana duyguların bir insanın sınırlarını nasıl yok ettiğini anlattı. Babamın gözlerinde kocaman bir nefreti görüyorum. Nefretin bana iyi olduğunu anlatıp duruyor. Belki de haklıdır.
Yusuf Dayım kapılar ardından babama bağırmaya devam ediyor. Bugün babam bana hiç unutmayacağım bir söz verdi. Unutmayacaktım çünkü elini başıma ilk defa sevgiyle koymuştu.
Nefretini yok edecekmiş. Nasıl olduğunu söylemedi. Bunu yaparsa onunla gurur duyardım.
Annemin yaktığı tenceredeki külleri eline alıp bana uzatırken de bir şey söyledi, bu hayattan istediği kadar büyük bir iz bırakmadan gitmeyecekmiş.
Ben de bu hayattan istediğimi almadan gitmeyeceğim ve çok iyi bir asker olacağım. Belki bir gün babam da bana neyi başarmak istediğini anlatır.
1 Nisan 2007
Babam herkesi öldürmek istiyor.
2 Şubat 2008
İstanbul’dan nefret ediyormuş babam, telefonda biriyle konuşurken duydum. İçindeki insan nefretini hâlâ hissedebiliyorum. Büyüdükçe daha da çok batıyor gözüme. Nefret dolu, ne için nefret dolu olduğunu bilmesem de bu nefreti bazen gözümü korkutuyor.
14 Şubat 2008
Tanju Coleman, babam, az önce bir nükleer bomba felaketinin belgeselini kahkahalar eşliğinde izledi.
21 Ağustos, 2008
Babam yine bugün bana ceza verdi. Hava sıcak olduğu için beni önce dağ evine giden otobanda yalnız bıraktı. Gram su içmeden, şehre kadar yürüdüm. Eve dönmeyi başardığımda da on beş dakika boyunca soğuk depoya kilitledi. Ayaklarımı hissetmiyorum.
31 Aralık 2008
Benim babam bütün Türkleri öldürmek isteyen bir canavar. Ve ben bir zamanlar kahraman bildiğim babamdan artık utanıyorum.
16 Ağustos 2009
Bugün babamın çalışma odasının şifresini kırdım. Hızlıca bunları yazmam lazım çünkü beni bulduğunda bana ne yapacağını çok iyi biliyorum.
Babamın üzerinde çalıştığı bir patlayıcı var. Çizimler, yapısı ve her şey odasında bir dosyada saklanıyor. Daha önce okulda periyodik cetvelde görmediğim bir elementin sembolü de yazıyordu. Unutma bunları, Atlas! Günlüğünü iyi sakla ki bunlar da hafızan gibi yok olmasın!
Baban beni bulduğunda yine o soğuk depoya götürüp yer cücesi doktorla beraber anılarının bir kısmını silecek. O doktor tıptan men edilmiş bir manyak fakat baban fikirlerine hayran.
Unutma Atlas, unutma!
Unutmadı. Geç de olsa, hatırladı.
Aybüke okudukları şeyler karşısında adeta donakalmışken Atlas da sayfalara soğuk gözlerle bakıyordu. Kırgınlık bâkiydi yeşillerinde. Büyüyüp de küçülmüş bir kişinin cümleleriydi. Düzenli yazısı en son yazdığı sayfada bir doktor yazısı oluvermişti. Acele içinde yazdığı her halinden belliydi. Bir gözyaşı gizlice Aybüke’nin kucağına düşerken Atlas kaldırmadı bakışlarını defterden.
“Tanju… Bir yeri bombalayacak, Aybüke. Tanju’nun planı bu.”
Kadının gözleri endişe ile parlarken karşısındaki adamın gözleri artık öfkesine bürünmüş koyu yeşillerden ibaretti.
Hatırlamıştı. Günlüklerini, bir zamanlar her daim her şeyi not ettiği ve büyüdüğünde kullanmak üzere sakladığı günlükleri.
Aybüke’nin telefonu titremiş, aralarındaki soğuk sessizliği delip geçmişti:
“Başkan’ım.”
“Söyle, Çaça.”
“İki adama daha ulaştık. Yani, biri kadın. İkisi de kırklarında. Aynı şekilde onlar da tonlarca para almış. Şehir kameralarına yansımış ama parayı kim vermiş görünmüyor. Simsiyah bir araç, siyah eldivenli bir adam…Hepsi aynı yere çıkıyor.”
“Tamam, Çaça. Siz devam edin.”
Telefon kapandığında yanına çömeldiği kocasına döndü:
“Peki ya bu insanlar?”
“Onları daha çözmedim.”
Düşündü Aybüke. Atlas ayaklanırken karısının da destek alması adına elini uzattı. İkisi de araçlarına dönerken hâlâ düşünüyordu Aybüke. En sonunda düşüncelerinin labirentinde kaybolduğunda olduğu yerde durmuştu. Atlas, karısının gelmediğini fark ettiğinde ardını dönmüş, ona bakmıştı.
“Aybüke?”
Uzaktan duyulan bir motor sesi gittikçe yakınlaştı. Dinledi Lider, dinledi, dinledi… Motor tam önlerinden geçtiğinde göz ucuyla fişek gibi giden motora baktı.
Ve aklına düşen kurt uludu: “Başkanım, hareket halindeyken menzili tutturmam için bana biraz zaman vermeniz gerekir!”
Yeniden cebindeki telefon titredi;
“Başkan’ım, daha yeni birini bulamadık ama şans eseri olamayacak kadar ilginç bir şey buldum.”
“Söyle.”
“Son bir haftadır bütün şüpheliler hep miting, meydan gibi kalabalık ortamlarda bulunmuşlar. Yalnız kaldıkları tek bir an olmamış.”
“Saklanıyorlar.” diye sesli tamamladı onu Aybüke.
Motorun sesi artık uzaktaydı.
Aybüke’nin gözleri farkındalıkla büyüdü, az ilerisinde onu izleyen adama döndü:
“Saklanıyorlar.” Artık hissettikleri endişeden de öteydi, “Ya da…İzliyorlar. Gözlemliyorlar!”
“Kimi, sevgilim?..” diye yavaşça ona doğru ilerledi Atlas. Aybüke’nin şu an nasıl bir düşünce seline kapıldığını tahmin edebiliyordu. Her şey gözünün önünden akıp giderken çevresine karşı kapanmış gibiydi. Fark ettiği ip doğru söküğe aitti…
“Kimi değil, nereyi?.. İstanbul’u gözlemliyorlar. Hiçbir şüpheli İstanbullu değil. Alışık değiller…Sabahtan akşama kadar buranın sistemini izliyorlar.”
“Çünkü?”
“Çünkü İstanbul çok mekanik bir şehir. Her gün ulaşım aynı saatte kalabalıklaşır aynı saatte yavaşlar. Her yaşanan olayda benzer senaryolar yaşanır. İş saatleri aynıdır. Gündüz geceyi, geceyi gündüze çevirmiş kesimler bellidir. Bakmayı bilene sistemini kolay açar.” Oradan oraya adımladı Aybüke.
“Teşkilata gidiyoruz.” dedi Atlas onu elinden kavrarken. Son sürat binaya sürmüş, Aybüke’nin odasına hışımla girmişlerdi.
Atlas aceleyle üstü örtüyle örtülmüş panoyu açarken Aybüke hâlâ düşüncelerinin esirindeydi. Yeni şüphelilerle güncellenmiş panoya uzaktan baktıklarında büyük resmin parçası tam karşılarında duruyordu.
“Tanju şehri bombalayacak.” dedi Atlas.
“Ve bunu bulmamamız için bombaları sabit bir yere yerleştirmedi.” dedi Aybüke, “Bombalar o insanlar.”
🔥🫀⚔️
“Ethem, Hakan! Beni duyuyor musunuz? O evlerde bomba gizlenmiş olabilir çok dikkatli olun! Hakan, şüphelilerden birini tutmanız lazım!” diyordu Aybüke Başkan kulaklıklardan. Ethem Alaz ve Hakan iki farklı yerde görevlerini sürdürürken hem aceleci hem de çok dikkatliydiler. Adımları iz bırakmıyor, nefesleri duyulmuyordu. Ethem, destek ekibi ile şüphelilerden birinin evini ararken Hakan takip ediyor, şüpheliyi kıstırmaya çalışıyordu.
“Evler temiz, patlayıcıya dair hiçbir şey yok.” dedi Ethem. “Hakan’a desteğe gidiyorum.”
O sırada merkezde koca ekranlardan onları izleyen Aybüke bir yandan diğer bir yana volta atmakla meşguldu.
Başka bir operasyon üssü olan Ateş Karal’ın restoranına ise bambaşka bir hava hakimdi. Mutfağın penceresinden göz ucuyla izlediği bir adam vardı. Rezervasyonsuz gelen bir adamdı. Günlük giyinmiş, parayı sonradan bulmuş birinin giyineceği tarzda takıp takıştırmıştı. Girişte asistana sorun çıkartmış olsa da Ateş gizlice izin vermiş, adam onun görüş açısına oturtulmuştu.
O da kulağındaki kulak içi kulaklıktan operasyonu dinlerken sakince tabağın sunumunu güzelleştiriyordu.
Adamın gözleri Ateş’in gözleriyle çakıştığında adamın yüzündeki aptal sırıtışın ne kadar mide bulandırıcı olduğunu fark etti. Başını Ateş’i görmenin verdiği ego ile sallamış, selam vermişti. Bozmadı Ateş, aynı şekilde selam verdi. Adam mutfakta bir şey görmeye çalışıyordu.
Ya da birini.
Çıkmaya hazır tabakların yanına kendi tabağını koyduğunda normal porsiyonlara göre daha fazla hazırlanmış bir tabak dikkatini çekti. Tabağı kendine doğru çektiğinde sordu genç aşçılardan biri:
“Bir sorun mu var, şefim?”
Konuşan kişi Elif adında bir kızdı.
“Bu porsiyon neden böyle abartılmış? Burada ekstra çalışılmadığı bilinmiyor mu!”
Arkasını döndü, çalışan aşçılara tek tek baktı, “Kim hazırladı bu tabağı?” diye sordu ciddi bir sesle.
Bir süre için herkes susmuş olsa da en sonunda Barlas dedikleri bir adam çıktı:
“Ben yaptım, şefim.”
“Kural dışına neye göre çıktın?”
“Müşteri ısrar etmiş, şefim. Sorun çıksın istemedim.”
Sustu Ateş, gülümsedi, “Peki o zaman. Sen öyle uygun gördüysen, Barlas şefim.” diyerek tabağı alması için garsona uzattı.
Önündeki tabaya döndüğünde çıkan alevler yüreğine düşmüştü. Öfkesi, deli bir yangından da beterdi.
Mutfağına adam sokmuşlardı.
Burası günlük hayatta normal bir işletme gibi çalıştığından ötürü yalnızca bazılarının olanlardan haberi vardı. Garson dahil.
Arka odaya gittiklerinde Garson, ona sonradan verilmiş tabak ile Ateş’i bekliyordu.
“Şefim.”
“Aferin, Garson.” Tabağı aldı, debelediğinde tahmin ettiği gibi bir kağıt parçası buldu.
“Masa on üçe sipariş gitmemiş!-“ diye garsonların giyinme odasının içinde daldığında görmeyi beklediği kişi elbette Ateş değildi.
Üç kişi arasında dönen yakıcı sessizlik savaşın habercisiydi.
“O adam buradan ayrılmayacak.” dedi Ateş son cümlesinde yanındaki Garson’a.
“Emredersiniz.” dedi Garson, bir hışım içeri dönerken artık odada yalnızca Barlas ve Ateş vardı. Barlas, yakalandığını anlamanın verdiği duyguyla sırıtmış, odaya girerken kapıyı yavaşça ardından kilitlemişti:
“Senin sıran sandığımdan erken geldi, Ateş Karal.”
“Diyorsun.” dedi Ateş önlüğünün kollarını sıyırırken. Kendi kendine mırıldandı, “Desene iyi ki doktor nişanlı yapmışız.”
Aynı anda arka tarafta ölesiye bir dövüş dönerken içerideki adam gelmeyen yemeği için bakınıyordu sağa sola.
“Bakar mısın!” dedi garsona, yanına gelen adama sordu, “Nerede benim siparişim? Ne kadar oldu haberiniz var mı sizin!”
“Kusura bakmayın efendim, hemen baktırıyorum.”
“Şefinizi çağırın bana, şefinizi!”
“Tabii, hemen iletiyorum.”
Garson beş dakika sonra dönmüş, adamın yanına gelmişti, “Şefim sizlere birebir olarak özür dilemek için ofisine davet etti. Buyurun.”
Adamın gözleri parlamıştı şayet Ateş Karal gibi bir ünlünün ofisine davet aldığı haberi ile sükse yapabilirdi. Koltuklarını kabarta kabarta ilerlerken onun için açılan kapıya kendini beğenmiş bir bakış attı.
“Merhaba, şef-“ Oda boştu. Fakat arkasındaki kapı çoktan üzerine kilitlenmişti. “Lan! Aç lan kapıyı, aç!” Yumrukladığı kapının kırılmaz olduğunu bilmeden vurdu.
Ateş, Barlas denen adamı indirmek için sandığından çok uğraşmıştı şayet Barlas da bir başka ülkenin istihbaratında yetişmiş bir ajandı.
Fakat bir Türk İstihbarat ajanı kadar donanımlı değildi.
Ateş en sonunda Barlas’ı etkisiz hale getirdiğinde her yeri yara bere içindeydi. Beyaz önlüğü kanla kaplıydı. Kendi ofisine döndüğünde yavaşça araladı kapıyı. Üzerindeki kan lekelerine vahşetle bakan adamı sırıtarak izledi:
“Selamınaleyküm!”
Kapıyı arkasından kapattı.
“Uzaktan bakakalınca, bir de yakından göreyim dedim.” Adamın üstüne doğru yavaşça ilerledi. En sonunda boynunda kavradığında masaya yatırdı:
“Sabrım kalmadı. Notun anlamını söyle, beni uğraştırmaya kalkma.”
“Ne notu!”
“Lan, uğraştırma dedik değil mi, it!” Adamı bir un çuvali gibi kitaplığa fırlattı. Barlas denen o şerefsiz yüzünden ne hali ne de sabrı kalmamıştı. Odada yanan şömineye yürüdü, kömürleri karıştırmak için kullanılan levhayı ısıttı.
❗️(burası bazıları için hassas olabilir.) ❗️
Elindeki kızgın levha ile adama yürüdü, “Yapma.” diye yalvardı adam, “Yapma.”
Adamın çenesini zor da olsa araladı, levhayı ağzının doğrultusunda kaldırdı:
“Ya konuş, ya da bir daha nefes dahi alamayacak hale getiririm seni.” Gözlerindeki alev insanı yakan türdendi. Sesindeki öfke ise tamamen önlüğünün altında yatan diğer adama aitti.
“Yapma, yalvarırım yapma.”
“Yüzlerce çocuk da size aynen bu şekilde yalvarırken siz durdunuz mu? Konuş.”
Adam tereddüt etmekle meşgulken metal levhayı adamın eline değdirdi Ateş. Adamın gözlerinden yaş, dudaklarından amansız bir çığlık firar ederken son kez konuştu Ateş:
“Konuş.”
⚔️
“Şimdi n’apacağız?” dedi Oğuz masanın etrafındakilere. Gece saatleriydi. Hepsi her şeyi bırakıp gelmiş, bulabildiklerini tartışıyordu.
“Adamlar korunuyor, alamadık.” dedi Hakan ve Ethem. “Ama uykularında esir edeceğim o piçleri.”
“Çok hızlı hareket etmemiz lazım. Söz konusu olan şey gerçekten bir bombaysa kaybedecek tek bir anımız bile yok.” dedi Aybüke.
“Sadece bir bomba da olamaz. Tanıyorum onu, aklında daha karmaşık bir plan var.” dedi Atlas bir yandan. “O p’ç psikopat bir detaycı.”
“Bomba meselesini bir kenara atıp sadece ona odaklanamayız. Onu bulma işine ek tim ve bizden bir iki kişi devam edecek. Ortada bir bomba varsa önce onu bulmalıyız.”
“N’apacağız peki, Başkanım?” diye sordu Ali.
“Ben-“ Nefesi genzinde takılı kaldı. Düşüncelerinde boğuldu, “Nefes.” dedi cama doğru ilerlerken. Aylin ise stresin verdiği etkiler sebebiyle mide ağrısı çekiyordu. Eli, bebeğinin üstünde durup minik karnını okşarken bir yandan ağrısının gitmesini diliyordu.
“Ethem.” dedi acı dolu bir sesle. Sesi eskisi gibi gür çıkmamıştı, “Ethem-“
Ethem arkasını döndüğünde hışımla Aylin’e doğru koştu, sevdiği kadın kollarında bayılmıştı. “Aylin!”
Bir elini yanağına yasladı, “Aylin, Aylin’im… Aç gözünü fıstığım. Hadi.”
Ethem bir hışımla kucakladığı kadını revire götürürken geride kalanlar bu endişe havuzunda boğulmaya devam etti.
“Ben Aylin’e bakmaya gidiyorum, sizler de biraz dinlenin.” dedi Aybüke ve odadan ayrıldı.
🔥🖤🔥
Ağrı, Ateş’in bütün hücrelerine nüfus etmişken zar zor motorundan indi. Barlas denen şerefsiz sandığından güçlü çıkmıştı. Odadaki bir metalle açtığı kesik de belinin acımasına sebep oluyordu. Evinin kapısına ulaşan merdivenleri çıkmaya başladı, kapıya ulaştığında cebindeki telefona uzandı:
“Güzelim?” dedi sesindeki yorgunluğu belli etmemeye çalışarak.
“Müsait misin?”
“Senin için mi? Her zaman.” dedi Ateş otuz iki diş sırıtırken. O sırada eve girmiş, kendini zar zor üst kattaki yatağına atmıştı.
“Bugün göremedim seni, çok yoğundum.” diye mırıldandı Gece. O da o sırada yatağına girmiş, uzanıyordu. Özledim diyemedi fakat Ateş anlamıştı.
“Özledim seni, güzelim. Ben de biraz…yoğundum.”
“Anladım.” diye mırıldandı Gece yeniden, yorganının ucuyla oynuyordu bir yandan. “Ben de…özledim.”
Muhteşem bir mezdeke dönebilirdi Ateş şayet bu kadına olan aşkından dağlar dile gelmek üzereydi. Ondan ne zaman güzel bir şey duysa kalbi beş yüz atıyor, bazen nefesi kesiliyordu.
“Kalkıp gelirim-“ Ayaklanmaya çalışan Ateş’in yarasından mütevellit ağzından bir inilti kaçmıştı.
“Sktr.”
“Ateş?” dedi Gece yattığı yerden doğrularak, “İyi misin sen?”
“İyiyim, iyiyim tabii ki güzelim. Neden?” Moraran yerleri bir yere çarptı mı inletecek kadar ağrıyordu oysa.
“Bir yere çarpmış gibi ses çıkardın…Bir yerin mi ağrıyor?”
“Hayır.”
“Bana yalan söyleme.”
“Söylemiyorum, güzelim. Sen boşver beni, saat ne kadar geç olmuş! Uyusana birtanem.”
“Ateş.“
“Gece’m.”
“Bak bir şeyin yok, değil mi?”
“Endişelenme, güzelim. Hadi, uyu. Yarın kim bilir kaçta uyanacaksın yine.”
Derin bir nefes çekti içine Gece, bu durum içine sinmese de, “İyi geceler.” dedi.
“İyi geceler, güzelim. Rüyanda beni gör, görmezsen anlarım.”
Güldü Gece.
“Bugün restorandaki kızlar söyledi, bu gece tuz yiyip yatarsan rüyanda evleneceğin adamı görüyormuşsun. Tuz ye, tamam mı? Ben kesin gelirim. Gelmeme ihtimalim yok.”
Bunu duymayı beklemiyordu Gece. Kocaman bir kahkaha attığında elini ağzına kapattı. “Ya başkası gelirse?” diye dalga geçti Gece ama öyle bir hurafe gerçek olsa dahi o rüyaya yalnızca Ateş uğrardı, biliyordu.
“O zaman da adamı yok etmeye gelirim ama illa gelirim yani ben.”
“İyi geceler.” dedi en sonunda Gece. Telefon kapanmadan hemen önce yeniden kısık bir inilti duymuştu. Yatağın içine geri gömüldüğünde aklını kurcalayan düşüncelerin sesi uykusunu bastırıyordu. Ateş iyi değil gibiydi. Ya yaralıysa?
Yeniden dikleşti, dolabına bir bakış attı. Hızlıca bir eşofman geçirdi, üstüne ise beyaz bir atlet ve Ateş’in lacivert kazağını geçirdi. Artık dolabında Ateş’e ait birden fazla şey vardı.
Telefonuna Ateş’in ev adresini girdi, şehrin kalabalığından uzak eve doğru sürmeye başladı. Eve ulaştığında etrafın boş olmasından mütevellit aracını kolayca park etti, kapıya ulaşan merdivenleri çıktı.
Kapıya geldiğinde uyuma ihtimalini düşündü fakat evin bazı ışıkları hâlâ açıktı. Kapıyı ilk çalışında üç dakika boyunca bekledi. Yeniden çaldığında adım sesleri duymasıyla bekledi. Kapı açıldı, ve tam tahmin ettiği gibi Ateş’in yüzünde acı çeken bir ifade vardı.
“Gece?” dedi Ateş hayret ederken. Üstü çıplaktı. Vücundaki kesik ve morluklar göz önündeydi. Yüzünün halinden bahsetmek dahi istemiyordu.
“Ateş!” dedi Gece sitem edercesine. İçeri girdi, kapıyı kapattı. Kapıdan güç alan sevgilisinin koluna girdi.
“Bu halin ne! Bir de iyiyim diyorsun! Deli edersin adamı.”
Acısıyla savaşan Ateş’in dudaklarında munzur bir gülücük peydah olmuştu bu söylediğinin üzerine.
“Hadi, gel seni yatıralım önce.” dedi Gece. Ateş’i yavaşça merdivenlerden çıkardı. Yorganını düzeltip onu oturtmuş, üstünü hafifçe örtüyordu.
“Bu benim mi?” diye sordu Ateş kadının üstündeki kazağa bakarken.
“Olabilir.” dedi Gece yorganı düzeltirken. Tam geri gidecekken kolundan tutulmuş, geri döndürülmüştü:
“Gitme.”
“Gitmiyorum, Ateş.” dedi Gece. Ateş’in yanağına sıcak bir öpücük kondurdu, “İlk yardım çantasını alıp geliyorum.”
Aşağı indiğinde loş ışıklarla aydınlatılmış mutfağa girdi, tezgah üzerinde duran ve tarif karalanmış kağıtlara göz ucuyla baktı. Hızlıca çantayı aldı ve Ateş’in yanına çıktı.
“Nasıl oldu bu?” dedi belindeki yaraya bakarken. Yaralarını tek tek sarmış, ağrıyan bütün yaralarına öpücük kondurmuştu. Gece, odadaki televizyondan bir film açmış; sevgilisinin kollarının verdiği huzurla uzanıyordu. Gözleri kapanmış, başı yana doğru düşmüşken sımsıkı sardı kollarını Ateş. Ne ağrısını hissediyordu, ne acısını. Yalnızca burnunu saçlarına gömdüğü kadının beraberinde getirdiği huzur vardı.
Gecenin köründe kapısı çaldığında, kimin geldiğine dair bir fikri olmadığı için telefonuna uzandı Ateş. Kamera sistemine girdiğinde kapıda bekleyen ablasını ve annesini gördü. Şaşkınlıkla büyüdü gözleri. Gece’yi de uyandırmadan tüy misali kalktı yataktan. Sevgilisinin başının altına yastık koyup şakağına tatlı bir öpücük kondurdu.
Alt kata koştu, kapıyı açınca güler yüzlü annesiyle karşılaşmıştı:
“Oğlum!”
“Anne!?” dedi Ateş aynı heyecanla. Hem mutluydu hem şaşkın şayet annesi nadiren ona uğrar, genelde vakıf işleriyle ilgilenirdi.
“Paşam! Nasılsın?”
“İyiyim, anneciğim. Geçin içeri.” dedi kapıyı onlar için aralarken. Zarif bir kadındı Ateş’in annesi. Topuklu ayakkabıları, krem rengi ve lacivertle kombinlenmiş modern kıyafetleri ile tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Ablası da arkasından geldi, sarıldı:
“Ateş Kuşu.”
“Ablam.” dedi sarılırken. Ablası da eşi ile sıkıntılı bir boşanma sürecine girmişti.
“Misafirin mi vardı?” diye sordu annesi tezgahı işaret ederken.
“Hayır. Yani, aslında var ama…” diye mırıldandı. Ardından sesli konuştu:
“Yeni bir menü üzerinde çalışıyordum.”
“Aa! Ay çok heyecanlı!”
“Menü için özel bir akşam düzenlenecek. Çalışıyordum ben de.”
“Sabırsızlanıyorum, birtanem.” dedi annesi yanaklarını sıkarken. “Geldik ama rahatsız etmedik değil mi seni?”
“Yok, anneciğim. O nasıl söz. Sadece bu saat olmasına şaşırdım. Geçin, ne ikram edeyim size?”
“Ay valla hiçbir şeye zahmet etme oğlum. Seni görmeye geldim.” dedi annesi bacak bacak üstüne atarken. Fakat Ateş tanıyordu annesini.
“Haydi bakalım valide sultan! Dök kucağındakileri.”
“Aşk olsun, Ateş. Oğlumu görmek istemiş olamaz mıyım?”
“Anne.” dedi Ateş imayla. En sonunda annesi de dayanamamış, sormuştu:
“Magazinde çıkan haberleri umursamam, bilirsin. Fakat üç dört kere aynı kızın fotoğrafını görünce gerçekten birine aşık oldun mu gelip öğrenmek istedim.” dedi annesi sıcak bir gülümsemeyle. Elini elinin üstüne yerleştirdi, “Senin mutluluğun beni çok mutlu eder, oğlum. Biliyorsun, değil mi?”
“Annem.” dedi Ateş ellerinden öperken, “Bilmem mi? Biliyorum tabii.”
“Ee, anlatmayacak mısın o siyah saçlı kız kim? Yüzünü hep gizlemiş.”
“Gizli çekilmiş fotoğraflar onlar. Ondandır.”
“Var yani öyle biri? Haberler doğru!” Sevinçliydi annesi. Ablasının da omzuna sevinçle bir silke atmış, gülüyordu.
“Tanıştıracak mısın bizi hiç?” diye sordu ablası gülümserken.
“Çok isterim. Fakat onun da istemesi lazım. Soracağım.” dedi Ateş.
“Sor mutlaka. Tanışmayı çok istiyorum. Hatta bizim ede akşam yemeğine davet edelim! Evet, evet! Kıza güzel bir karşılama yapmak lazım.”
Gülümsedi Ateş. Tam o saniyelerde başka bir kadının sesi duyuldu merdivenlerde:
“Ateş? Ateş-“ diye sesleniyordu Gece. Salona geldiğinde, gözleri koltukta oturan kadınlarla buluştuğunda donakaldı. Gece’nin saçları yeni uyanmanın etkisiyle biraz dağınıktı. Üstünde ise Ateş’in kıyafetleri vardı. Kadınlar birbiri ile bakışırken bu suskunluğu bölen Ateş oldu:
“Anneciğim.” dedi ayağa kalkarken. Gece’nin elinden tuttu, “Tanıştırayım, Gece. Gece, annem ve ablam. Gerçi, ablamla tanışmıştınız ama.”
Ateş’in yüzünde vatan gülüşü, Gece’nin yüzünde vahşetin çağrısı… Beklemiyordu bu anın yaşanmasını.
Annesi gülen gözler ve şaşkın bir ifadeyle kıza bakarken ablası da bahsettikleri kızın oğlunu kurtaran doktor olmasına şaşırmıştı. Ayaklandı annesi, usulca genç kadına yaklaştı:
“Merhaba, Gece. Nasılsın?” dedi elini uzatarak.
“Merhaba. Teşekkürler. Kusura bakmayın ben… Haberim yoktu.”
“Bizim de. Ama ne güzel bir karşılaşma oldu, değil mi? Biz de senden bahsediyorduk.” Kadın tüm asaletiyle yaklamış, gülümsüyordu.
“Çok memnun oldum…” dedi Gece, ismini söylememişti annesi.
“Afitap, ben. Afitap Ahu Karal.”
Fark ettirmemeye özen gösterse de isminin havası ve ağırlığı karşısında büyülenmişti Gece. “Tanıştığıma çok memnun oldum, Afitap Hanım.”
“Yakınlarım Ahu der.” dedi Ahu Gece’nin ellerini dostça sıkarak.
“Ben bir-“ Ateş’e döndü, “İzninizle ben bir lavaboya gideyim.” Adeta koşarak lavaboya sığındı. Epey genişti lavabo, nefesi daralmazdı. Şayet oturup kendini oradan oraya vurası vardı. Beyaz fayanslara baktı, baktı, baktı… Telefonunun ekranı gelen bir bildirimle aydınlandı:
Karal🖤: N’apıyorsun?
Siz: Canım sıkıldı. Mermerin çatlaklarını sayıyorum Ateş.
Karal🖤: Geleyim beraber sayalım. :)
Aslında neden çekindiğini anlamasa da aniden yaşanılan bu karşılaşma onu kaygıya boğmuştu. Derin bir nefes aldı, aynanın önüne geçti. Dağılmış saçlarını elleriyle taradı. Yüzünde makyaj yoktu. Kıyafetleri özensizdi. Oysa Ateş’in ailesinin karşısına daha özenli ve kendi gibi çıkmak isterdi.
“Nasip değilmiş be Gece.” diye mırıldandı. Teni soğuk ve solgundu. Yanaklarını sıktı, kendiliğinden oluşacak bir pembelik vermeye çalıştı. Tam o an kapı tıklatılmış, Ateş:
“Gece? İyi misin?” demişti.
Kapıya yöneldi Gece, açtı. Ona tepeden bakan adama baktı:
“İyiyim.”
Gece’nin yüzüne iyice baktı Ateş. Bu ani karşılaşma sebebiyle rahatsız olmasından korktu. Ellerini, sevgilisinin düzenlediğini fark ettiği saçlarına koydu:
“Emin misin güzelim? Bir şey varsa söyle lütfen.” Alnına sıcak bir öpücük kondurdu, “Seni ben mi uyandırdım?”
Gülümsedi Gece, “Yokluğun çabuk hissediliyor, Karal.”
Kapının eşiğindeyken sarıldılar birbirlerine. Kollarının arasındaki sıcaklığa hapsetti kadını. Daha çok kısa bir zaman evvel birbirlerine nefretin örtüsüyle bakan gözler nefretin yalandan kılıfını kaldırmış, aşkla bakar olmuştu.
“Annen…Çok güzel bir kadınmış.” dedi Gece çenesini sevdiği adamın göğsüne yaslarken. Yeşil gözleriyle alttan baktı çehresine, “Çok farklı bir havası var.”
“Sizi benzetiyorum. Onun ağır havası sende de var.” dedi Ateş. “İçeri gitmek istemezsen seni zorlamam.”
“Hayır, isterim. Ailenle tanışmak…Güzel. Hem, eninde sonunda olmayacak mıydı? Sadece daha hazır olduğum anda olmasını isterdim, o kadar. Ama bu da kader, Ateş Karal.” dedi Gece şuh bir gülümseme ile. Arkasında sevgilisini bırakırken Ateş’in gözleri kadının peşine takılmıştı.
Ne ima etmişti o?
Eninde sonunda olmayacak mıydı demişti… Onunla bir ömür geçirmeye olumlu mu bakıyordu?
Kalbi yerinden çıkacak gibi olduğunda yüzüne su çarptı. Hemen arkasından o da salona gittiğinde annesinin Gece’nin yanına oturduğunu gördü. Gece’nin ellerini avucuna almış, gülümseyerek onun güzelliğinden bahsediyordu. Bu manzara için kurşun atıp kurşun yiyebilirdi.
Bir nevi öyle olmuştu da…
“Ben bir şeyler getireyim o zaman.” diye seslendi mutfağa giderken ama annesinin dikkati tamamen müstakbel gelinine odaklıydı. Bir gün, belki, canından çok sevdiği o üç kadının kucağında onlarla oynayan bir çocuğun hayalini kurmadan edemedi. Yüzünde heyecanlı bir tebessümle bir şeyler hazırlarken bir yandan salonda oturan kadınları izledi.
Hayat onlar için aksiyon ve korku dolu ilerliyor olabilirdi. Fakat kaderinin ona bahşettiği güzel anlar yaşamaya değer kılıyordu hayatı.
🖤🔥🖤
Anka Timi için Elmas Operasyonu hayaletleri bir bir avlamak gibiydi. Başarmışlardı da. Yakalanmaz dedikleri hayaletlerin kurduğundan teker teker kıstırmış, işlerini bitirmişlerdi. Son bir gölge vardı aydınlatmaları gereken:
Elmas’ın final planı.
Ateş’in restoranda dövdüğü adam Teşkilat’a getirilmiş, sorgu odasına alınmıştı.
“Sorgusuna kim girecek?” diye sordu Hakan izleme odasından. “Başkan mı?”
“Hayır.” dedi Aybüke. Bakışlarını yanındaki adama çevirdi, “Son sorguyu Oğuz yapacak.”
Oğuz başı ile onaylamış, ceketini çıkarmıştı. Camekanın önündeki sorgu odasına bütün heybeti ile girmiş, gömleğinin kollarını kıvırmıştı.
“Ne yapacaksınız bana! Bildiklerimi söylemedim mi o Şef’e!”
Cıkladı Oğuz kollarını kıvırmayı bitirirken. “O boktan çıkmayan götünü kurtarmak içindi. Hadi ama, bize işimizi anlatmaya kalkma yakışıklı.” Kafasına bir silke geçirdi.
Tekrar önüne geldiğinde ellerini yavaşça masaya koydu, adamın göz hizasına gelecek şekilde eğildi.
“Ama götün artık sıkıştı kapana. Eğer konuşmazsan, Şef’in sana sokacağı o levhayı sadece sokmakla kalmayacağımdan emin olabilirsin.”
Karşısındaki adama biraz baktı esir. Yeşil gözlerinde hapsolmuş saf öfkeyi gördü.
Şaka yapmıyordu.
“Ben bir şey bilmiyorum.”
“Diyorsun?” Tek kaşını havalandırdı Oğuz. “Emin misin?”
Korku ile başını evet anlamında salladı adam.
Ellerinden destek alarak yeniden dikleşti Oğuz. Odada yavaş bir volta atmaya başladı. “Sokrates’i tanır mısın?” diye sordu aniden. Beklemediği bu garip soru karşısında şaşkın bir cevap verdi adam:
“Evet?”
Görünmez camın ardından onları izleyen tim üyeleri ise sessizdi. Aybüke, telefonuna gelen bildirime baktı:
Yansı Akar Karaca: İmzalamam gereken dosyaları teslim ettim. Gidiyorum şimdi.
Yansı’nın merkeze gelmesi gerekmişti. Şimdi ise gidiyordu. Aybüke, aklına gelen fikirle odadaki Oğuz’a baktı. Odadan çıktı. Hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerledi. Umduğu gibi Yansı’yı kapıda yakaladı. Elinden tuttu. Ve artık, Oğuz’u camın ardından izleyen biri daha vardı.
“Biliyorsun demek…Sokrates hiçbir şey bilmediğini iddia eden bir köleye sorular sorarak bir matematik teoremini öğretmiş. Bunu da biliyorsun o zaman?”
“Evet ama ne alaka?”
“Kültürlü ve bilgili insanları sorguya almak ayrı zevkli oluyor. İşin neydi senin?”
“Donumun rengine kadar bilmiyormuş gibi konuştun.”
“Hah! Bak!” dedi Oğuz ellerini çırparak. Yeniden bütün ciddiyeti ile adamın üzerine doğru eğildi, “Ne de güzel kendi kendine verdin cevabı. Zaten biliyoruz…Emir aldığın adamın planını bildiğini de biliyoruz. O yüzden, bilmiyorum lafları bana sökmez. O bilgiyi senden çok farklı yollarla alırım ama Sokrates gibi adamlarda olup da bende olmayan şey ne, biliyor musun?”
Titreyerek başını hayır anlamında salladı adam.
“Sabır.”
Adamın arkasına doğru yürüdü, bu sefer ellerini onun iki yanına koyarak konuştu:
“Şimdi söyle, Kenan. Sana verilen görev neydi?”
Adam tir tir titriyordu. Amatör tavırları ve korkusunu belli eden bu adam bu görev için yeni seçilmiş olmalıydı. Karanlık dünyaya yeni girmiş, paranın kokusunu takip eden bir korkaktan başka bir şey değildi. Bilmeden atladığı bu karanlık onun için fazla karaydı.
“Beni yaşatmazlar.” dedi gözyaşlarının eşliğinde. “Ben bir şey bilmiyorum!”
“Peki benim seni yaşatacağımı düşündüren şey ne, Kenan?”
Tir tir titredi Kenan. Oğuz onun önünde durduğunda bakışlarını ona öfkeyle bana adama kaldırdı:
“Bu dünyaya paranın kokusunu takip ede ede girmişsin, belli. Bir bok bildiğin yok aslında. Güçsüzlere kötü adam rolü kesen birisin sadece, değil mi?” dedi Oğuz. “Eğer konuşursan sana zarar vermeyeceğim. Bulduğum şekilde geri yerine koyacağım. Ama biraz daha bildiğin her şeyi dökmezsen seni yine öldürmem. Ama yaşadığın için lanet okuyacak hale getiririm.”
“Ne yapmamı istiyorsunuz? Beni buradan çıktığım an öldürür diyorum!”
“Ben de diyorum ki…Kimden gerçekten korkman gerektiğine doğru karar ver.”
Amansız bir korku ile titredi adamın bütün uzuvları. “Her şeyi anlatırım. Ama bir şartla.”
Gözlerini bıkkınlıkla yumdu Oğuz, gözlerini duvar gibi gözüken cama çevirdiğinde kulaklığından beklediği talimat geldi.
“Dinle teklifini.” dedi Aybüke.
“Söyle.” dedi Oğuz.
“Kızımı koruyun. Benim yakalandığımı öğrendikten sonra peşime düşmüşlerdir bile ama kızımı koruyun. Kızımı onlara emanet edemem ama devlet korur. Kızımı koruyacağına söz ver.”
“Oha.” dedi gözlem odasından Ali. “Devlete ihanet adam devlete kızını mı emanet ediyor? Nasıl bir şey lan bu?”
Oturduğu masada parmaklarını oynatan Aybüke durmuş, çatık kaşlarının esaretinde adama bakmıştı. Adamın gözlerinde korku vardı. Biri için duyulan o korku…
“Adam doğru söylüyor. Kızı var, biri on yaşında. Diğeri yirmi.”
“Niye kızımı dedi o zaman?”
“Lan, adamın gayrimeşru kızını o bilmeden mi buldun Çaça?”
“Yaparım öyle şeyler.” diye geçti dalgasını Çağatay.
“Ali.”
“Emredin, Başkan’ım.”
“Sen git, bul o kızı. Ya da kızları. Korumaya al. Babaları yüzünden masum çocukların ölümüne göz yumacak değiliz.”
“Emredersiniz, Başkan’ım.” Tam odadan çıkarken durdu, “Nereye götüreyim, Başkan’ım?”
“Korumaya al.”
“Hemen.” Ali odadan ayrıldı.
“Lan it!” Sinirle soludu Oğuz, “Bu denli güvendiğin devletinin kuyusunu neden kazıyorsun lan o zaman!”
Bağırış karşısında korkuyla titredi. Cevap vermedi, yutkunmakla yetindi. “Koruyacak mısın?”
“Tamam! Tamam, anlat.”
“Sana nasıl inanayım?”
Çenesinden kavradı adamı Oğuz, “Bak bakalım gözlerime, sendeki şerefsizliğin yansıması var mı?”
Çenesinden sıkıca kavranmış adam başını yeniden iki yana salladı.
“Beni bir adam buldu. Kim olduğunu da söylemedi ne yaptığını da. Bir yere götürdüler. Orada sarışın, yaşlı bir adam vardı. O konuştu benimle.”
Bahsettiği adamın özelliklerini duymasıyla camın ardındaki herkes dikleşmişti.
“Devam et.”
“Karanlık bir yere götürdü. Gözlerimi kapatıp götürdüler ama. Neresiydi bilmiyorum. Etraf adam ve silah kaynıyordu. Benden ona çalışacak yedi tane adam istedi. Şefin restoranına çoktan adam soktuğunu ve onunla iletişime geçmem gerektiğini söyledi. Adamın istediği adamlarımı ayarladım. Şehrin her yerine dağılmalarını istedi. Çok para verdi. Bana verdiğinin on katını adamlarıma verdi. Başta anlamadım ama sonra biri itiraf etti.”
Bütün ekip korkuyla bakarken herkes duyacakları cümle için hazırladı kendini. Ve korkulan oldu:
“Canlı bonba olmaları için onları satın almış. Üstlerinde bonba taşıyacaklar. İstanbul’un en kalabalık olduğu saatte yedi farklı merkezde çok güçlü patlamalar olacak. O adam İstanbul’u yıkacak.”
Elmas kaybetmenin eşiğindeydi. Sürüklendiği bu uçurumda verdiği karar ise diğerlerini de beraberinde çekerek atlamak olmuştu.
Anka Timi son oyunu da öğrenmişti. Ve son oyun, katliamdan ibaretti.
♥️⚔️♥️
Teşkilat’ta oturan tek bir kişi kalmamıştı. Herkes oradan oraya koşuyor, şüphelilerin listesini çıkarıyordu. Duvardaki panoya her saniye bir şey eklenirken Çağatay ve analistlerden oluşan ekip bütün İstanbul’da gezen canlı bombaları arıyordu. Bomba şu an üstlerinde miydi yoksa hâlâ plan mı yapıyorlardı bulamamışlardı. TSK ve ajanlar aynı gece içinde pek çok mekana baskın yapıyordu.
Bütün birimler oradan oraya koşarken odasındaydı Aybüke. Elindeki bütün bilgilerle sonuca ulaşmaya çalışıyor, bir yandan Atlas’ın ona emanet ettiği günlüklere bakıyordu.
Doğru tahmin etmişlerdi. Konu gerçekten bir bombaydı. Ve Elmas, etkisini arttırmak için Kurul’un silahından da entegre etmiş olabilirdi.
Saat sabah dörttü. Aylin’i revirde uyutuyorlardı şayet onu orada tutmanın başka bir yolu yoktu. Ethem ise sahadaydı. Aslına bakılırsa sahada olmayan neredeyse kimse yoktu.
Öte bir yandan, tam tahmin ettiği gibi, Elmas’ın adamları çoktan aramaya başlamışlardı Kenan’ı. Adamlarını aramaya çalıştığında artık kullanılmayan numaralarla karşılaşmıştı Kenan. O da Teşkilat’ın hücrelerinden birinde kaderini bekliyordu.
Aniden kapısı hışımla açıldı. Çağatay nefes nefese kalmış, soluklanıyordu. Kapıyı çalmadığını hatırlamış olacaktı ki kapıya tıklattı.
“Başkan-Baş-Başkan’ım…” Nefes nefese konuşmaya çalıştı. Elindeki çıktıları havaya kaldırdı. “Buldum!”
“Ne buldun? Hemen anlat.”
Elindeki kağıtları masaya bir düzen içinde koymaya çalıştı.
“Patlamaların olacağı merkezleri tespit ettik. Yedi merkez var. Ve birinin kullandığını tespit ettiğimiz bir frekans yakaladık. Kullan-at bi telefona ait. Konuşmaları duyamadık çünkü zaten jammer bariyerini ancak geçebildik.”
“Başka? Ne zaman olacağına dair bir şey var mı?”
Korkuyla yutkundu Çağatay:
“O da var, başkanım. En azından tahmini bir zamana ulaştık.”
Ne dercesine başını salladı Aybüke. Ve Çağatay, söylediği cümle ile bitmeyecek bir şafağın fitilini yaktı:
“Birazdan, Başkan’ım.”
🖤🖤🖤
Diğer bölüm hemen birazdan yayımda olacak.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 25.48k Okunma |
1.37k Oy |
0 Takip |
52 Bölümlü Kitap |