@kalopsia
|
🇹🇷 Hatalar yarın itibari ile düzeltilecektir. İyi okumalar dilerim...
9.Bölüm
"Akıl ile Kalp"
"Sevmek seviyorum demek değil, yüreğinde hissetmektir... Ve aşk yarında olanı sevmek değil, bazen gelmeyecek birini beklemektir."
-Can Yücel
Okuldan eve sırtında kocaman çantasıyla dönüyordu Yansı, okuldan eve tek dönüyordu bugün. Oğuz okuldan sonra bir öğretmenle toplantıya kalmıştı. İzmir’in sokakları renkli ve sakindi, yıllardır yürüdüğü okul yolu da tanıdıktı fakat bu asla pürüz çıkmayacağı anlamına gelmiyordu. “Çantan ağır gibi güzellik.” Yansı, ona arkadan yaklaşan bir erkek grubunu fark etmiş, hızını arttırmıştı. “Dur da yardım edelim.” Yansı hızlanmış, gitmeleri için dua ediyordu lakin bir el omzuna dokunduğunda iş çığırından çıktı. Refleksle arkasına döndü ve ona uzanmış elin sahibi çocuğa bir yumruk geçirdi. Yaptığı şey ile şoka giren kız anında koşmaya başlamıştı. Arkasından onu koşarak takip ediyordu bir grup erkek. Bir sokak girişine denk geldiğinde arkasını izlemekten önüne odaklanamamış, birine çarpmıştı. “Afedersiniz, çok pardon.” derken nefesini toplamaya çalışıyordu Yansı, çarptığı kişiye döndü, yerden kalkmaya çalışan silüeti anında tanıdı. “Uyuz! İyi misin?” Hemen elleriyle az önce çarptığı çocuğa uzandı, yardım etti. “Ne diye koşuyorsun be Fındık, önüne baksana, araba falan çarpsaydı ya!” Çocuk konuşuyor lakin genç kız sadece etrafa bakıp duruyordu, en hızlısından eve gitmek istiyordu. “Hey, kime diyorum Yansı?” Oğuz endişe ile baktı yanındaki kıza, kollarından tuttu, yüzüne bakması için çevirdi. “Bir şey yok, sokak ayıları işte.” Çantasına sarıldı, yoluna devam etti.Oğuz ise kaşlarını çatmış, kızın geldiği yola bakıyordu. “Tamam, sen git eve. Bende arkandan gelirim şimdi.” diyerek kızı evin yoluna doğru ilerletti Oğuz. Çok geçmeden lise son sınıf oldukları belli olan bir grup erkek belirdi, Oğuz ise yere düşen çantasını toplamış, önde yürüyen ve burnu kanayan çocuğa doğru yürüyordu. “Birine mi bakmıştın?” diyerek tam önünde belirdi Oğuz. Tek eliyle burnuna tampon yapıyordu sokak mandası, gözleri ise fıldır fıldırdı. “Bakmıştık. Bir kız da hayırdır birader, ne diye sordun?” Oğuz daha da yakınlaştı sokak ayısına. “Tüh, ben size bakmıştım da belki sizde beni arıyorsunuzdur diye düşünmüştüm.” Oğuz saçları jöle ile taranmış kafaya doğru bir hamle yaptı. Çok geçmeden söz verdiği gibi ,Yansı’ya belli etmeden, ilerledi kızın arkasından lakin ona görünmedi, ilk önce biraz pansumana ihtiyacı vardı. Akşam saati çöktüğünde telefonuna sarıldı Yansı, Oğuz'u aradı. Saatler olmuştu haberleşmeyeli. En sonunda araması cevaplandı. “Fındık.” dedi yorgun bir erkek sesi, konuşması kesik kesik ve derindendi. “Oğuz, iyi misin! Sesin niye öyle?” Endişelenmişti genç kız lakin annesi ve kardeşleri uyuyordu, ses çıkarmamaya özen gösterdi. “Biraz yorgunum.” dedi öksürükler arasında Oğuz. “Anneler uyuyor mu?”diye boğuk bir hırıltı yükseldi telefonun diğer tarafından. “Evet, az önce yattılar. Neden?” “Dışarı gelebilir misin diye soracaktım da, boşver sende yat uyu. Yarın sözlün var.” “Peki.” diyebildi genç kız sadece. Telefonu kapattı, başucuna koydu. Dün bir dükkandan aldığı deftere karalamaya başladı. On dakika geçmeden bir mesaj geldi. Oğuz: Uyku mu tutmadı? Gelen mesaja şaşkınlıkla baktı genç kız, sonra gelen mesaj ise penceresindeki tülleri hızlıca itip başını sokağa doğru çıkarmasına sebep oldu. Oğuz: Hala ışığın yanıyor. Camından dışarı çıkardığı kafası sokağı inceliyor, görmeyi umduğu çocuğu arıyordu. Kafasını diğer tarafa çevirmesiyle bir arabaya yaslanmış Oğuz’u gördü. Aradı hemen. “Oğuz!” Oğuz ise telefonu kulağına yaslı, gözleri gülerek bakıyordu az uzaktaki pencereye. Yavaş adımlarla ilerledi, Yansı’nın odasının yakınından geçen yangın merdivenine çıktı, pencere önündeki çıkıntıdan destek alarak girdi odadan içeri. Bu şekilde girmeyi onuncu sınıfta Yansı’nın acil yetişmesi gereken bir ödevi sayesinde öğrenmişti. “Oğuz, ne oldu yüzüne?” diye agresif bir şekilde fısıldadı Yansı, şayet yüzü gözü kanamış ve şişmiş çocuğa bakarken kalbi acımıştı. “Küçük bir darbede yaşandı ama çok önemli değil.” “Saçmalama Oğuz, geç şöyle. Bekle yardım setini getireyim.” Çok sessiz hareket ediyordu ikili, genç adam yatağın bir kısmına oturmuş, tanıdık odaya bakıyordu. Çok geçmeden genç kız mutfaktan döndü, kapısını sessizce her ihtimale karşı kilitledi. Yatağın bir köşesine oturmuş ve tek gözü şişmekten kapanmaya yüz tutmuş arkadaşına pansuman yapmaya başladı. “Gittin mi sağlık ocağına?” Hayır dercesine salladı başını. Genç adam, kafasını duvara doğru yaslamış, dibinde ona pür dikkat pansuman yapmaya çalışan yüze bakıyordu. “Ne oldu, kiminle kavga ettin.” diye sesinde bir acımayla sordu Yansı, o kadar sessizdi ki sesi bile canını yakacakmış kadar narin davranmaya çalışıyordu. “Beni takip eden sokak ayıları mı yoksa?” diye mırıldandı Yansı, Oğuz ise cevap vermemiş, sadece ona bakan bir çift topraktan göze bakmıştı. “Duramadın yine havalandın dimi?” Yansı pansumanı tamamlarken ilk yardım kutusunu toparladı, yatağı boşalttı. “Annen gördü mü bu halini?” Hayır dedi Oğuz. “Onlara kütüphanede sabahlayacağım dedim.” Bugün haftasonu tatili vardı, Oğuz ise arada şehir merkezine yakın olan kütüphanede sabahlamayı severdi. “Fakat şu an buradasın.” diye tamamladı Yansı. Onu çok da yormamak adına bazasının altından açılan ikinci yatağı açtı Yansı. “İyi değilsin, belli. Yatıver şurada, sabah annemler görmeden gidersin.” Reddetmedi Oğuz, ona açılmış olan yatağa uzandı, üstüne örtüsünü örttü. Çektiği acıyı, sabaha kadar izlediği bembeyaz yüzlü, fındık burunlu kız sayesinde unuttu. Sabah da o uyanmadan pencereden çıkıp gitti, Yansı’nın ruhu bile duymadı.
»»——————————-««
Altın varaklarla süslenmiş kocaman bir malikane. İşte İngiltere’den her dönüşünde bu manzara ile karşılaşıyordu Atlas. Kocaman salonlar, asla kullanılmamak üzere dekore edilmiş misafir ağırlama odaları. Dayısının evinde kalıyordu tüm ailesi, kardeşine düşkünlüğü dilden dile efsane olmuş bir adamdı dayısı. Kardeşi için yakar geçerdi. Elinde valizi ile havaalanından dönüyordu Atlas, geldiğine dair haber vermemişti lakin aramamasına rağmen dayısının haberinin olduğuna emindi. Şehirden uzakta inşa edilmiş malikane kapısını çaldı, yıllardır tanıdığı hizmetçiler kapıyı açtı. İçeri girer girmez ezberlediği topuklu sesleri doldurdu girişi. “Oğlum.” Annesi çok zarif bir bayandı Atlas’ın, her gün özenle yapılmış bukleli saçları, özenle kombinlenmiş kıyafetler ile dayısının kız kardeşi olduğunu çok net ortaya koyuyordu. “Neden geldin? Bir şey mi oldu yoksa?” “Öylesine. Ama çok şaşırdın anne, boynuma atladığına göre. You’ve outdone yourself. (Kendini aştın.)” diyerek işi dalgaya vurdu Atlas. “Dayın söyledi geldiğini.” Kollarını açıp oğluna doğru ilerledi. “Hoş geldin. Yorgun musun?” Biraz cevabını aldıktan sonra hizmetçilere döndü kadın. “Aşçıya söyleyin yemeği bugün erken yiyeceğiz.” dedikten sonra başka bir yöne doğru ilerledi. Atlas sırt çantasını da alarak odasına çıktı, yatağına uzandı. Uçak modunu kapatıp gelen yüzlerce bildirime teker teker baktı. Bir saate yakın bir süre sonra ise daha gözünü kapatamadan yemeğe çağrıldı. “Onur Atlas.” Masanın başına kurulmuş olan dayısının seslenişi ile bakışlarını ona döndürdü, başıyla selam verdi. “Dayı.” Masa başında bacak bacağa atmış, rahat bir konumda oturuyordu saçlarına ak düşmüş dayısı. Lakin kocaman masada rahat olan tek oydu, diğer herkes davranması gerektiği gibi ciddiyetini giymişti bu akşam da. “Sevim.” Kardeşine ağzını mendil ile silerken seslendi abisi. “Efendim abicim.” “Bu, şirketin doksanıncı yıl dönümü için vakıf açık artırma yapacak Berlin’de. Sende orada ol.” Konuşurken gayet net ve özdü abisi. Her konuştuğunda dikkat kesilirdi her bir kişi, şayet anlamadım veya hayır deme gibi bir ihtimalleri bulunmuyordu. Abisi ricada değil, emirde bulunuyordu. “Tabi ki.” diye cevapladı Sevim, masanın diğer tarafında oturan kocasına da bakmayı ihmal etmedi, her zamanki gibi abisi kocasını dahil etmemiş, sinir etmişti. “Benim ne yapmamı buyurursunuz sevgili abimiz.” diyerek alaycı lakin dikkatli bir tonda sordu Atlas’ın babası. İstenmeyen damat rolünden başka bir role sahip değildi. Yemeğini yemeye devam ederken en umursamazından bir cevap verdi abisi. “ Mümkünse yok ol, o gün hasta ol ve gideme.” Yanında duran peçete ile ağzını sildi ve masadan kalktı. Diğer herkes de onunla beraber kalktıktan sonra sükunet içerisinde yemek yediler.
»»——————————-««
“Onur Atlas, lütfen biraz dinlenmeye önem ver yoksa benim kapatıcılarıma ihtiyacın olacak.” diyerek uyardı yorgun görünen oğlunu Sevim. Şimdi arabada, Berlin’deki açık arttırma için özel bir elbise arıyordu annesi, oğlu ise onunla gelmeye zorlanmıştı. “Biraz daha hızlı git!” diye uyardı şoförü Sevim. İstanbul’un kalbinde, sosyetenin diline düşmüş bir butiğin tam gün randevularını rezerve ettirmişti, madem popüler olmuştu, ilk Sevim boy gösterecekti. Romantik mimariye sahip bir bina önünde arabasından indi kürküne sarılmış kadın. Kocaman güneş gözlükleri eşliğinde oğlunun uzattığı kola girmiş, mağazaya doğru ilerliyordu. “Hoş geldiniz.” diyerek açıldı kapılar. “Ne ikram edebilirim sizlere.” “Su yeterli.” diye cevapladı kadın koltuğa kurulurken. “Ben limon parçalı soda rica etsem.” diye sordu Atlas. İkramlar getirilmiş, masaya dizilmişti. Moda evinin sahibi ise karşılarında duruyordu şimdi. “Hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?” Kadın karşısına gelen elemanı süzdü. “Çok vaktim yok, Berlin’de çok önemli bir etkinlikte giyeceğim şık bir abiye bakıyorum.” diye cevapladı Sevim. Karşısında normalde çalıştığı modacıların aksine genç bir kız duruyordu. “Umarım güvenim boşa harcanmaz.” “Tabi ki. Buyrun, isterseniz hazır modellerden ilerleyelim önce.” diyerek bir sıra elbiseyi çıkardı çalışan kızlar. Sevim ise bundan rahatsız olduğunu belirten bir şekilde homurdandı. “Seri üretim giymem söz konusu bile değil.” Genç kız arkasını döndü ve kendinden emin bir tavırla verdi cevabını. “Bu askılığa dizilmiş olan modellerin hepsi kendi özel tasarımlarım, bir başka örneği bulunmayan abiyeler.” “Peki o zaman.” diyerek modelleri incelemeye başladı Sevim, Atlas ise annesinin karşısında özgüvenini korumayı başarmış kadına bakıyordu. Uzun kıvırcık saçlarının uçlarında sarılar vardı. Esmer tenine işlenmiş gibiydi kahveleri. Normalde butik sahipleri streslerini elemanlarından çıkartır, annesinin gözüne girmek için savaş verirdi lakin bu genç bayan kendinden gayet emindi. Atlas annesinin seçimlerini özenle inceledi, yorum yaptı. “Bu taşlı modellerde elbise kalabalık olduğu için istediğinize nazaran daha sade bir saç ve ayakkabı öneriyorum müşterilerime.” Kadın denediği beş taşlı abiyeye de baktı lakin memnuniyetsizlikle cıkcıkladı. “Hayır, hiçbiri tam istediğim gibi değil.” Genç modacı karşısında duran kadına baktı ve yorumunu yaptı. “Eliniz hep taşlı modellerime gitti, bir ağırlık göstermek istediğiniz belli elbisede.” derken askılıkta duran bir elbiseyi çıkardı. “İstediğiniz ağırlığı taşın aksine daha sade bir elbisede bulabilirsiniz bence.” Sevim eline doğru uzatılan elbiseye kuşkuyla baktı. “İyi, görelim bakalım neymiş bu.” Sevim kabine girdi, Atlas ise genç modacının her hareketini gizlice izlemeye devam etti. Cesur bir tipti, belliydi. Annesi kabindeyken konuştu genç adam. “Annem ağır bir model istediğini anlamışsınızdır. Neden en sade modeli verdiniz?” diye merakla fakat sesinde bir kinayeyle sordu Atlas, genç modacı ise ona bakan adama bakıyor, aynı onun gibi yüzünü inceliyordu. “Birçok müşterim.” diye başladı kız. “Ağır model ararken taşlı, kabarık, cesur elbiselere yönelirler.” Yavaş yavaş adamın oturduğu koltuğa doğru ilerliyordu. “Fakat bence asıl gösteriş sadece giydiği elbisede değil, onu nasıl taşıdığında saklıdır. Hanımefendi bu ağırlığı kendi karakterine serpmiş, bence onun ışıltısını arkada bırakacak değil, aksine, doğal ışıltısını parlatacak bir elbiseye ihtiyacı var.” Atlas yüzünde etkilendiğini gösteren bir mimikle baktı kadına. “Umarım cevap olabilmiştir.” “Etkilendim. Umarım annem de etkilenir.” “Her gelen müşteriyi etkileyebilme gibi bir yeteneğim var, beyefendi. Merak etmeyin.” derken kendinden emin bir gülüş vardı yüzünde kadının. Sevim yüzünde durgun bir ifadeyle çıktı perdenin arkasından, üzerinde az önce denediği modellere nazaran daha sade, beyaz detaylara sahip siyah bir abiye vardı. “Dinliyorum, görelim bakalım.” dedi ellerini iki yana açarak. Genç modacı, eline aldığı bir iki parça beyaz kumaşı iğneledi elbiseye, dekolteyi ayarladı, uygun bir kuyruk oluşturdu. Sevim ise hiçbir şey söylemedi. Bir süre aynaya baktı, daha sonrasında koltukta oturan oğluna döndü. Atlas ise diğer modellere nazaran daha iyi bulduğunu ifade eden bir hayranlıkla bakıyordu elbiseye. Sevim birşey söylemedi, sadece tek bir soru sordu. “Adım ne demiştin?” “Dilruba, efendim.” Sevim, Dilruba’nın yüzüne iyice baktı. “Adını bana unutturma, Dilruba.”
Birinin sırrını saklamak, cesaret ister. Lakin vatan sırrını saklamak, deli bir yürek ister. İşte o yürektir ki vatan uğruna her gün yeniden atar. O deli yürektir, ailesini bırakmayı, gerektiğinde ise ölmeyi göze alan. O deli yürektir, kalbinde kocaman bir aşkı öldüren. Büyük bir arazinin ortasına konumlanmış bir binadaydı şimdi Oğuz, sessiz bir odada, kocaman bir toplantı masasında ekrana yansıtılmış görüntülere, haritalara bakıyordu. Son birkaç aydır Elmas’ı izliyorlardı. Önceden gerçekleştirilmiş bir tuzak sonucu çok önemli bir türk mühendis ellerindeydi. Aile şirketleri olan teknoloji şirketleri endüstride çok kapsamlı bir yere sahipti, teşkilat için çalışan yetenekli bir mühendis tahmin edilenin aksine sorgu için kaçırılmamıştı. Elmas’ın sadece yüzeysel verilerine ulaşabiliyorlardı. Ulaşılan her veri de Oğuz ve Hakan gibi saha ajanlarıyla paylaşılmıyordu. “Oğuz.” Cam kapıyı araladı Aybüke, masada oturmuş, derin düşüncelere dalmış adama seslendi. Oturduğu yerde toparlandı Oğuz, “Aybüke.” Elindeki kağıtları masaya doğru fırlatıp bir sandalyeye kuruldu. “Ne düşünüyorsun o kadar dikkatli.” “Elmas ve zıkkımları. Bir de..” Oturduğu yerde kıpırdadı, lakin suratında rahatsız bir ifade vardı. “Şu Hakan’ın, Bülent ile gördüğü kadın, Yansı’nın arkadaşı. Aynı evde kalıyorlar. Ne gibi bir amaçla buluştular çözemiyorum. Kadının alanı Elmas’ın istediği alanlarla da uyuşmuyor.” Aybüke dikkatlice dinledi karşısındaki adamı lakin daha sonra Oğuz’un beklemediği bir cevap verdi. “Kadını boşver, onu ben hallederim. Şimdi daha önemli bir konu var. Önümüzdeki hafta Berlin’de, şirket üyelerinin buluşacağı haberini aldık.” “Berlin’e mi gidiyoruz?.” “Sen değil, Hakan ve Ethem’in birimi gidiyor. Senin başka bir görevin olacak.” diye anlattı Aybüke. “Elmas’ın şirketinde üst düzey yöneticilerden birini takip edeceksin.” Verilen göreve şaşırmıştı Oğuz, Elmas’ı birebir Berlin’de takibe alıp yakınlaşabilecekken en önemli ajanlardan biri olarak sıradan bir yönetici peşine mi düşecekti? Aybüke, karşısındaki adamın ne düşündüğünü anlamış olacak ki cümlesini son bir söz ile tamamladı, “Sorgulama Oğuz, sadece dediğimi yap.” O sırada içeriye heybeti ile birlikte Hakan ve Ethem girdi. “Oh, buz kesmiş buralar.” diyerek birbirine ciddiyetle bakan iki teşkilatçıya yorum yaptı Ethem, bakışları ile dondurmuşlardı odanın atmosferini. “Beyler, geçin şöyle.” Aybüke soğuk bakışlarını indirmiş, aradaki düelloyu sonlandırmıştı. Her zamanki gibi, son söz ona aitti. “E ben kalkayım o zaman, malum, götü boklu bir müdürün peşinde gezmem gereken günler var önümde.” diyerek hareketlendi Oğuz, siniri Aybüke’ye değildi lakin Elmas denen şerefsizin dibine girme şansı tanınmıyordu ona. “Oğuz.” diyerek en donuk sesiyle verdi cevabını Aybüke, her ne kadar arkadaş olsalar da rütbe hala geçerliydi. Tam o sırada ise baş selamı vererek odadan ayrıldı Oğuz. Öfkesini, içinde kaynayan nefreti bıraktı, telefonundan son zamanlarda en çok bakıştığı numaraya tıkladı. O sırada toplantı odasında verilecek olan görevi bekliyordu iki yetenekli ajan. Ethem, başka bir operasyon grubunun lideriydi lakin Aybüke’nin emri ile bazı operasyonlara destek timi olarak katılıyordu. Hakan ise Oğuz ile aynı grupta, sıkça sahada olan iyi bir tiyatrocuydu. “Önümüzdeki hafta Berlin’de, şirket toplantısı öncesi yapılan görüşmenin olacağını öğrendik. Siz ikiniz ekibinizle beraber sahada olacaksınız. Kurula dahil olup da orada olan herkesin yüz taramasıyla verilerini istiyorum, her birini göreceğim, anlaşıldı mı?” “Baskın yapacak mıyız?” diye sordu Ethem. “Hayır, içeride küçük bir ekip baskını için çok fazla vezir var. Mat etmeye çalışacağımız her hamle çıkmaz sokak.” diye yanıtladı Aybüke. “Şimdilik, bir süre daha sadece tanıyacağız.” “Ona ne oldu peki?” diye sordu Hakan, Oğuz’u, Aybüke’ye baş kaldırırken görmesi nadir bir olaydı. “Onun başka bir görevi olacak.” diye net bir cevap verdi. Sorulardan sonra ekranın karşısına geçip bir sunum yansıttı Aybüke, gerçekleştirmelerini istediği minik operasyona dair detayları anlatacaktı. “Elmas’ın birebir olarak bu toplantıya katılmama şansı var, işimizi ona bağlayamayız. Kurul üyelerine en kısa sürede ulaşmak zorundayız.” derken elindeki lazer ile fotoğrafları işaret ediyordu operasyon lideri. “O yüzden sizden bu sefer Elmas’ı takip etmenizi istemiyorum.” Duydukları karşısında şaşırmıştı iki adam, şayet operasyon başlangıcından beri asıl hedefleri olan Elmas’a çalışmış, onu takibe almaya çalışmışlardı. Aybüke ise açıklamaya devam etti. “Elmas denen adamı takibe almak risk istiyor, bizim bu şansı riske bağlamak gibi bir lüksümüz yok. O nedenle bir önceki toplantıda patlama sonucu üye olduğuna emin olduğumuz bu adamı takip edeceksiniz.” Ekranda Güney Koreli bir iş adamı belirdi, birkaç ay önce Suriye’de gerçekleşmiş bir suikast sonucu kimliği açık vermişti. “Bu kim?” diye sordu Ethem, fakat Hakan kim olduğunu çok iyi biliyordu. Yapılan suikastta patlatılan bomba sonucu bizzat yara almıştı çünkü Hakan. O, o gün de oradaydı. “Elmas’ın Koreli versiyonu gibi bir şey işte.” diye cevapladı Hakan. “Üzerine daha sonra konuşacağız. Gidebilirsiniz. Kolay gelsin.” diyerek bitirdi toplantıyı Aybüke. Operasyon yavaş başlamıştı, üç aya yakın bir süredir sadece veri toplanıyor, hedef düşman tanınmaya çalışıyordu. Kendilerini açık etme, başarısız olma gibi bir lüksleri yoktu. Aybüke, şu ana kadar sayısız imha ve taarruz operasyonunu yönetmiş, sayısız şerefsizi yakalamıştı. Özellikle başa getirildiği bu operasyon için ise çok büyük bir fedakarlık yapmıştı, kaybetme lüksü yoktu. Düşmanı, zeki ve kurnazdı ve Aybüke ona oynanan oyunlara iyi çalışacak, itleri kendi oyunlarında boğacaktı. İnce bir ipte yürüyordu Aybüke, akıl ile kalp vardı iki tarafında. Güven duygusunu kalbine gömmeye çalışmış olsa da bazı istisnalara engel olamamıştı. “Lütfen pişman olmayayım.” diye geçirdi içinden Aybüke, ve üssün soğuk mavi koridorlarında toplantısı için ilerledi.
»»——————————-««
Çocuk oyun alanı yazan tabelayı görünce yüzüme bir tebessüm yayıldı, burası hasta yakını veya hasta çocukların vakit geçirebileceği kocaman bir alandı. Böyle bir yeri keşfettiğimden beridir de uğrardım buraya. “Doktor abla!” diye seslendi bir süredir burada tedavi gören minik hasta. “Ayaz!” diyerek aynı heyecanla ilerledim ona doğru. Küçücük masalara oturabilmek için yere çömeldim, camın ardından bir gülen bir ağlayan aileleri görmemek ise mümkün değildi. “Ne yapıyorsunuz?” diye sordum masada duran boyalara bakarak. “Resim mi yapıyorsunuz yine.” “Bak ben kendimi çizdim!” diyerek kağıdını önüme bıraktı. Kağıtta gördüğüm çizim ile ruhum yumuşadı, kağıtta asker üniforması giyen bir adam, yanında ise bir doktor kadın vardı. “Bu ben miyim yoksa?” diye sordum Ayaz’a bakarak. Masmavi gözleri bir deniz misali huzur vericiydi. “Evet, bu da benim.” Asker üniformalı adamı işaret ediyordu. İlk tanıştığımız günden bugüne bana asker olmak istediğini anlatırdı, lakin kalp kapakçıklarında olan sorun sebebiyle bu imkansızdı. İyileşse dahi ömür boyu kendine dikkat etmesi gerekecekti. Bir kolumu ona sardım, sıkıca sarıldım. Ona, evet inanmaya devam et olacaksın deme cesaretim yoktu. Günü geldiğinde yüzleşmesi gereken gerçek çok yakardı yoksa canını. “Hadi madem, ben de çizeyim sizinle bir şey.” Yıllardır çizdiğim tek yer burasıydı. Elime onlar gibi bir kağot ve de renkli kalemler aldım, her zaman yaptığım gibi portre karalamaya başladım. Herkes masanın etrafında resim yapıyordu. İlk önce belirgin bir çene hattı yaptım, ince dudaklar, kirli bir sakal. Sonra, iki tane göz çizdim kendimi kaptırıp. Pür dikkat yeşile boyuyordum gözleri, ama düz yeşil değil, biraz sarı, biraz kahve, biraz yeşil… Sonra elime sarı ve kahverengi kalemi aldım, ikisini karıştırdım saç için, tek tek kumral saçın tellerini çizdim. “Doktor abla!” diyerek kolumu sarsan çocuğa döndüm en sonunda, büyük ihtimalle beşinci seslenişiydi. Saç tellerini çizmeye devam ederken doktor abla olduğumu onaylarcasına mırıldandım, “Bu kim?” Biten resmime uzaktan baktım, kim olduğu aklımda bariz, lakin kalbimde belirsizdi. “Hiç, öylesine aklımdan çizdim.” Çizimimi ters çevirip diğer biten resimlerin yanına koydum. “Tak tak tak, doktor hanımı arıyorum ama burda mı acaba?” Kapının önünde duran adama döndüm, gelen Oğuz’du. “Oğuz!” Bir saat önce aramıştı beni, hastanede olduğumu söyleyince gelmez diye düşünmüştüm lakin elinde bir poşet ile kapıya yaslanmış, bana bakıyordu. Yüzüme yerleşen gülümsemeden cesaret almış olacak ki yavaş adımlarla biraz öteme çömeldi, elindeki kutuyu açıp masanın ortasına bıraktı, kutuda renk renk makaronlar vardı. “Makaron mu aldın!” En sevdiğim şeydi makaron, güzel bir makaron için birçok şey yapabilirdim. Oğuz da gülüyor, çocukların ulaşabileceği şekilde masaya koyuyordu. “Bak bu, ” diyerek dizimde oturan çocukla konuşmaya başladı, “ doktor ablanın uğruna adam devirebileceği tatlıdır.” derken sırıtıyordu. Ayaz ise tatlıya ulaşıp, ağzına mavi bir makaron attı. “Geleceğini düşünmemiştim.” dedim Oğuz’a bakarken. Oğuz ise işte buradayım dercesine açtı kollarını. “Sen kimsin?” diye sordu Oğuz’un yanına gelen küçük bir kız. Oğuz’un çömelmiş boyu dahi kızın boyunu geçiyordu. Oğuz ise bir cevap vermedi, bana döndü. O sırada kızı tek dizine oturtmuştu. “O da benim arkadaşım.” diye cevap verdim. Oğuz ise kıza dönerek komik bir üslupla, “Arkadaşıymışım.” diye tekrar etti. Bunun üzerine kız eğlenmiş olacaktı ki gülüyordu. Oğuz, dikkat çekmiş olacaktı ki çocuklar yanına gidiyor, tanışıyorlardı. Oğuz ise her birine tek tek ilgi gösteriyor, konuşuyordu onlarla. Her biri yaptığı resmi veya oyuncağını göstermeye çalışıyordu. Kucağıma tünemiş olan Ayaz’a baktım, sessizleşmişti. Kulağına doğru fısıldadım, “Abiye yaptığın resmi gösterelim mi?” Başını salladı ve kucağımdan kalkıp kenarda duran resmini aldı getirdi. “Oğuz abisi, bak!” Elimde kendim yapmışçasına tutuyordum resmi, içimde çocuksu bir heyecan yeşermişti. Hem Ayaz’ın hem de benim büyümüş gözlerle baktığımıza emindim karşımızda oturan adama. O ise gülerek dikkatlice resme bakıyordu. Etkilenmiş bir ifade ile sordu, “Bunu sen mi yaptın yoksa doktor ablaya mı çizdirdin, dürüst ol?” dedi utanarak arkama saklanan çocuğa. “Asker mi olmak istiyorsun?” Ayaz ise heyecanla başını salladı. Hem ben, hem de o en kocamanından güldük. Bir süre sonra çocuklar yemek yemek için masaya geçtiler, ben ise Oğuz ile yerde oturmaya devam ettim. Düşen yüzümü fark etmiş olacak ki sordu Oğuz, “Fındık?” Ben ise gözlerime sakladığım bir hüzünle döndüm yanımdaki adama. “Ayaz.” dedim. O ise gövdesini bana dönmüş, dikkat kesilmişti söyleyeceğim şeye. “Asker olmak istiyor.” diye anlattım ona. “Onunla tanıştığımdan beri en büyük hayali.” Tırnaklarımla oynamaya başladım. “Ama?” diyerek konuşmam için cesaret verdi bana. “Ama askere bile gidemez, kalp kapakçığında sorun var. Şimdi iyileştirsek dahi hayatı boyunca risk olarak kalacak. Sağlık kontrollerinden kalır.” derken giderek fısıltıya dönüştü sesim, ben bile zar zor duydum. Kaçtığım şeyleri konuşurken dahi saklıyordum fısıltıyla. Oğuz, yüzünde üzgün lakin düşünceli bir ifade ile bakıyordu bana. Ben ise yemek masasında en kenara oturmuş olan çocuğa bakıyordum. Yemeklerini bitirmiş olan çocuklar oyun alanına döndü, bazıları portatif mutfaklarda yemek yapmaya başladı, bazıları ise kitaplara, oyuncaklara daldı. Ayaz ise yanıma tünedi tekrardan, elindeki asker figürlerini asla bırakmıyordu. “Aslanım, sen asker olmak istiyormuşsun.” dedi Oğuz yumuşak bir tonla. Ayaz’ın dikkatini çekmiş olacaktı ki dizime yasladığı kafasını abisine çevirdi. “Gel bakalım güçlü müsün?” Oğuz, Ayaz’ı yerinden kaldırmış, yanına çekmişti. En hafifinden ellerini yumruk yapmış, Ayaz ile oynamaya başlamıştı. Ayaz ise sıkıca yumruk yaptığı ellerini Oğuz’un koluna savuruyordu. Ayaz, bacaklarını da tekme misali hareket ettiriyor, Oğuz’un omzuna oynuyordu. Lakin oynarken takılıp düşmesi ile Oğuz’un tel kolunu ona sarıp tutması bir oldu. Oğuz, tek eliyle kavradığı çocuğun saçlarını karıştırdı, “Aferin Ayaz, sandığımdan güçlüymüşsün.” “Ama düştüm.” derken mırıldandı Ayaz. “Asker olamaz mıyımkine?” “Gel aslanım.” diyerek kucağına çekti küçük çocuğu Oğuz, ben ise merak ve yüreğimde büyüyen bir şefkatle izliyordum onları. “Güç kazanılır.” diye anlatmaya başladı Oğuz. “Ama yetmez. Burasının da olması lazım.” derken kocaman elini küçücük göğsüne dayamıştı Ayaz’ın. “Kocaman bir yüreğin olacak ki hem vatan sevgisini taşıyabil, hem de görevinin yükünü.” “Benim kalbim hasta ama.” diyerek cevapladı Ayaz, Oğuz abisinin gözünün içine bakıyor, ne diyeceğini bekliyordu. Oğuz ise gülümsedi. “Güç ve yürek birleştiğinde kuvvetli bir asker oluşturur, ama yetmez. Neden yetmez biliyor musun?” diye devam etti sözüne. “Burası da gerekir. Sahadaki asker yürekse, geriden takip edenler akıldır.” diyerek kafasına koydu parmağını. “Kalbin hastaysa, sende akıl olur, öyle yok edersin düşmanı. İşte bunu da eklersen asker değil, bir savaşçı olursun.” Karşımda oturan iki erkeğe bakmakla yetindim, birinin kalbindeki boşluğu öbürünün koca gönlü dolduruyordu. Benim cesaret edip de kendimden bile sakladığım gerçeği, o anında kabullenmiş, karşısındaki küçük adama anlatıyordu. Nasıl bir insandı, bilmiyordum lakin kalbini incelemek istesem büyüklüğü aklıma da sığmazdı, biliyordum. “Bir şey soracağım, bu resimdeki doktor abla, bu doktor abla mı?” diyerek konuyu değiştirdi Oğuz, minnettardım. Şayet gözlerim buğulanmaya başlıyordu. Ayaz başını salladı. “Doktor ablanın resmi de sana benziyor!” diye mükemmel bir yorum yaptı Ayaz, gözlerim fal taşı gibi açılmış, şefkat duygum yerini korku ve şaşkınlığa bırakmıştı. Oğuz ise duyduğu şeye şaşırmış olacak ki bir bana bir Ayaz’a baktı. Sevgili Ayaz ise az önce kenara bıraktığım resmimi arıyordu. “Ay, Ayaz ne alaka yani çocuk işte. Ben kafadan çizdim onu ya, ona mı benzemiş.” diyerek gülüşüme saklamaya çalıştım içimdeki stresi. Ayaz zeki çocuktu, çizdiğim resmin abiye benzediğini anlayacak kadar da akıllıydı. Maalesef O sırada Ayaz elinde bir kağıt ile koşarak ilerliyordu yeni favori abisine doğru, “Bak bu.” Oğuz elindeki resme uzanacakken ben elinden almaya çalıştım lakin benden daha ataktı iki katım olan adam. “Bir elin kolun dursun.” diye mırıldandı. Ben ise mağlubiyetimi kaybetmiş bir şekilde elimi alnıma yasladım, aylardır fark etmediğim ışıklı tavana bakmaya başladım. Tavanı bulut şeklinde mi yapmışlar? Oğuz, elindeki kağıda bakarken sırıtmaya başladı, gülüşünü saklamak adına dudaklarını birbirine bastırdı. “Bence bana benzememiş.” Bakışlarımı tavandan indirdim, Oğuz’a baktım. Nasıl benzememiş? Çene yapısı aynısıydı oysa. “Dimi, bencede.” dedim lakin bence de benziyordu, özenmiştim sonuçta. “Gözleri falan, yok, benimkine hiç benzemiyor. Çenesi falan da, yok yani.” derken eleştiri ile bakıyordu elindeki kağıda. “Çenesi gayet aynı bu arada.” diyerek sadece benim duyabileceğim şekilde mırıldandım. “Efendim?” dedi Oğuz. “Yok, demedim bir şey. Haklısın ya onu şey ettim.” Bir süre sessiz kaldık. Daha sonra Oğuz hareketlendi, “Birkaç gün buralarda olmayacağım.” Anladım dercesine baş salladım. “Neden söylüyorsun ki bunu bana.” diye sordum. Yüzü yüzüme yaklaştı, kulağıma fısıldadı. “Ne bileyim, belki arayıp da görmek istersin, telefonunu açmazsam..” derken nefesi tenimde geziyor, yeşilin binbir tonu bakışları gözlerimi buluyordu. “..merak etme diye söyledim. Görüşürüz.” Kapıya doğru ilerledi, ben ise olduğum yerde kaldım, önüme döndüm. O gidince, masada ters duran resmi elime aldım ve baktım. “Gayette benzetmişim bu arada.” diye hayıflandım. Hayıflanmaz olaydım. Cam kapı tekrar açıldı, kağıdı masaya fırlatıp arkamı döndüm, gelen yine Oğuz’du. Hızlıca bana doğru ilerledi, yerde oturan bedenime doğru yaslanmaya yeltendi, sol kolu ile arkamdan bir şeye uzandı lakin tam dibimde duruyordu, dikkatimi neye uzattığına veremiyordum. Parfüm değiştirmiş galiba diye düşünürken hızlıca geri kalktı, elinde duran kağıdı gösterdi. “Bunu unutmuşum.” derken sırıttı, göz kırpıp geldiği kapıdan çıkıp gitti. Arkasından baktım, önümüzdeki günlerde nerede olacağını merak etsem de sormadım, soramadım. Çünkü hala, yan yanayken bile birbirimize çok uzaktık.
»»——————————-««
O, Ateş’ti. Elinin lezzeti dilden dile dolaşan, başarılı ve yakışıklı genç şef, diye yazardı magazinler. Adına nazaran, asıl ateş kendisiydi. Elindeki tabağı zile basarak tezgaha bıraktı, garsonlar ise anında kaptığı gibi servise başladı. O sırada restoranın içerisinde iki adam önlerine gelen yemeği afiyetle yiyordu. “Kadın öylece kabul mu etti teklifi?” diye sordu yakasına peçetesini asan adam. “Daha zeki olmasını beklerdim, doktor sonuçta.” diye devam etti. “Elin sonunda o bir kadın, intikam isteyen bir kadın.” Sonunu bastırarak verdi cevabı karşısındaki adama. “Kadını bırak da, sen bana mühendisi anlat Bülent. Gevezeliğe lüzum yok.” Bülent ağzına götürdüğü lokmayı yuttu, en sakininden, kınayıcı bir gülüş ile baktı karşısında yemek yiyen adama. “Maalesef, abinizin emri doğrultusunda size anlatamam.” Gözlerinde bir küçümseme, dudağında ise yarım bir gülüş ile bakıyordu abisinin hor gördüğü adama. “O ne demek.” Kaşları çatılmış, öfke ile bakıyordu Bülent’e. “Şu demek sevgili lojistik müdürüm, ilk önce git koca abinden izin al.” Ciddiyetle cevapladı Bülent. “Beni de çekirdek aile kavgalarınızdan uzak tutun.” Bülent, gayet net bir şekilde cevabını vermiş, yemeğine dönmüştü. Dışarısı ılımaya başlamıştı lakin onların masasında buz gibi bir hava vardı, her zamanki gibi. Restoranın diğer bir köşesinde ise sabrının sınandığını hisseden bir doktor vardı, başhekimin ve yönetimin sözü dahilinde özel olarak adlandırılan bir hasta ile toplantıdaydı. İşaret parmağını başına destek olarak yaslamış, karşısında oturan kadın ve adama bakıyordu. “Ben size işlem yapamam ne demek doktor hanım!” Derin bir nefes aldı Gece. “Bakın hanımefendi,” diye sakince başladı. “hiçbir doktor istediğiniz işlemlere onam vermez, ancak doktor olmayan bir estetikçiye gitmeniz gerekir ki bu başka sebeplerle hastaneye gitmenize sebep olur.” Elindeki raporlara şaşkınlık ve huzursuzluk ile bakıyordu Gece, karşısındaki kadının bir plastik cerrahı yerine psikoloğa ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Birçok vaka gibi, genç bir kadın yine vücut dismorfik bozukluğuna sahipti. Aynı estetik operasyonları tekrar tekrar yaptırmış, defalarca bıçak altına yatıp sayısız dokuya kalıcı zarar vermişti. “Bakın hanımefendi.” derken elindeki raporu işaret ediyor, birçok değeri gösteriyordu. “Vücudunuzda sayısız doku kalıcı ve yarı kalıcı hasar almış. Bir daha istediğiniz bunca operasyon için masaya yatmanız çok ama çok riskli. Herhangi bir aksaklık sonucu hastayı acilen kapatmamız dahi muhtemel.” Karşısındaki platin saçlı kadın eşinin koluna girmiş, küçük bir çocuk edası lakin bir kadın siniri ile konuşuyordu. “Kenan, sende bir şey desene!” “Doktor hanım, şimdi eşim bir daha estetik yaptıramaz mı diyorsunuz.” Gece cevap verecekken adam böldü. “Göğüs operasyonu sadece iki kez oldu.” Gece ağzı yarım açılmış bir ifade ile baktı Kenan denen kocaya. Şimdi masadan kalkıp gitmek, beyefendi siz şaka mısınız diye bağırmak vardı, tabiki de yapmadı. Karşısında oturan güzeller güzeli kadının ne yaşadığını bilmiyordu, tahmin de edemezdi lakin yanında hayat arkadaşı olacak olan lavuğun destek olmadığına dair şüphesi yoktu. İşte bazı kadınlar savaşı sadece hayat ile değil, hayat arkadaşı ile de yapıyordu. Her dört duvarın ardında başka bir savaş, başka bir düşman vardı. Kadın, lavaboya gitmek için kalktı. O sırada Gece ise Kenan’a döndü. “Kenan Bey, biz plastik cerrahları hastanede psikiyatriye çok ihtiyaç duyarız. Tamamen bir doktor etiği ile şunu söylemek istiyorum, eşinizin şu an başka bir operasyona değil, küçük bir yardıma ihtiyacı var, eşi olarak size ihtiyacı var. Benim doktorunuz olarak önerim psikoloğa yönlendirmeniz. Lakin, eğer bu küçük yardım sonucu hala operasyon isterse eşiniz, buyurun..” elinde tuttuğu dosyaları adamın önüne doğru ittirdi Gece.” .. o zaman tekrar konuşalım.” Adam, karşısındaki doktora dikkatlice bakıyordu. Gece ise adamın yanlış anlamamasını umarak ona baktı. “Peki doktor hanım, bir de öyle deneyelim o zaman.” dedi Kenan. Gece ise göğüs operasyonu manyağı adama baş selamı verdi, Kenan ise eşi ile restorandan ayrıldı. Gece, derinden bir nefes veri, koltukta arkasına yaslandı, kafasını ise koltuğun sırtına dayadı. “Nefes al, Gece.” Kafasını geri kaldırması ile az uzağında ona bakışlarını dikmiş bir çocukla karşılaşması bir oldu. “Ay!” İrkildi Gece. Elini kalbinin üzerine atıp damağına uzattı baş parmağını. “Adın Gece mi?” diye sordu dikilen çocuk. Evet anlamında başını salladı Gece. “Gündüs gibi mi?” diye devam ettirdi. Yine başını evet anlamında salladı Gece. “Kahfen bitmiş, iççen mi?” diye sordu bakışlarını aynı tutarak, Gece ise bittiğini fark etmediği kahvesine baktı, yine başını evet dercesine salladı. Bu çocuğun kim olduğunu bilmiyordu lakin çocuk işçi olmadığına emindi. Küçük çocuk yüzünde aynı monoton bakış ile mutfağa doğru yürümeye başladı. Gece’nin değimi ile paytaklayarak ulaştı boyu kadar olan mutfak penceresine. O sırada Ateş mutfakta, acele içerisinde çalışan aşçıların arasında yeğenini arıyordu. “Uzay!” Mutfaktan çıkıp restoran içine doğru ilerledi Ateş, bir süre elleri belinde durdu, etrafa baktı. “Dayı, arkana bakçan mı?” diye sordu tezgah önündeki taburelerden birine kurulmuş olan çocuk. Ateş, duyduğu ses ile arkasını döndü, ablasından birkaç yıl önce çıkmış olan bu varlık yine şaşırtmıyordu. “Uzay, dayıcım.” diye hayıflanarak yaklaştı yedi yaşındaki çocuğa, “Ben sana ofiste kal demedim mi?” Uzay’ı tek hamlede koluna oturttu. “Dayı, kahfe.” Anlamadı Ateş. “Kahfe yap kahfe. Muşle, müs, müşteli- o istiyo.” Minicik parmağı ile gösterdiği tarafa döndü Ateş, cam kenarında arkasını dönmüş, dışarıya bakan siyah saçlı bir kadındı. Kim olduğunu anlamak istercesine baktı,kadın başını önüne döndürünce yandan profilini hemen çaktı Ateş. “Gece…” “Evet, adı oymuş. Gündüs gibi hani.” diye yorumunu ekledi Uzay. Ateş ise gözleri gülerek, şaşkınlıkla baktı kadına. Bakışlarını kadından ayırmadan sordu, “Kahve mi istiyor demiştin.?” Kucağındaki çocuğu ofise bıraktıktan sonra mutfağa döndü Ateş, mutfak çıkan alevler sebebiyle kaynıyordu. Lakin asıl ateş dışarıda, cam kenarında oturuyordu. “Şefim?” diye sorgulayarak yaklaştı genç bir aşçı. Şayet nadiren görebileceği bir manzara vardı karşısında, dev şef Ateş Karal sahibi olduğu restoranın mutfağında kahve yapıyordu. Ne var dercesine baş salladı Ateş, “Şefim, ne yapıyorsunuz?” diye sordu genç aşçı. Ateş ise ocakta aromalarla, özenle hazırladığı kahveyi tek eline alarak konuştu. “Hiç, öyle can sıkıntısı be Memoli.” Alık alık bakan çocuğa döndü Ateş, “Oğlum gitsene işine gücüne.” diye yükseldi Ateş. “Emredersiniz şefim.” Anında uzaklaştı Mehmet, Ateş ise derin bir nefes verdi, işine döndü. Sanırım en çok uğraştığı kahve bu olmuştu. Özenle hazırlamış, her aşamasında tadına bakmıştı. Sunum bile hazırlamıştı tek bardak kahveye. Elinde kahve ile servis tezgahına ilerledi, lakin eli zile basacakken durdu. Bir kahveye bir de mutfak penceresinden görünen kadına baktı, kendine gülerek servis için mutfaktan çıktı. “Vay be Ateş, bunca yıldan sonra tekrar garson olmak varmış.” Camdan dışarı dalmış olan kadına yaklaştı, masasına özenle yerleştirdi kahveyi. “Buyurun, kahve siparişiniz.” Gece garsona bakmadı, sadece teşekkür edip kahvesine baktı. Lakin garson kıyafeti hariç şef önlüğü giyen bir kol ile karşılaşınca kafasını kaldırdı. Elanın en güzel tonuyla tekrar buluşunca ağrıdı Ateş’in kalbi. Adı Ateş olan oydu, lakin bu kadın alevlerin kendisiydi. Karanlık çöken gökyüzü bile saçları kadar siyah, güneş ise teni kadar parlak değildi. “Ateş bey.” dedi müptelası olduğu ses, lakin o gün dahi sesini duymamıştı. Bilmediği bir şeye müptela olur muydu ki bir insan? Ateş, karşısındaki kadına bakarak gülümsedi. Gece’nin gözlerinde hafif bir şaşkınlık okunuyordu, her zaman adı medyada dört dolaşan bir şef size kahve servis etmezdi sonuçta. “Küçük bir garson kahve sipariş ettiğinizi söyledi.” Gece önünde özenle hazırlanmış kahveye baktı. “Ah, evet, sağolun.” Ateş, masada duran kağıtlara göz ucuyla baktı, düşünceli gördüğü kadına sormadan edemedi. “Hastanız vardı galiba.” Gece, bırakılan raporlara baktı. “Evet, hastaydı. Lakin gereken doktor ben değildim.” Gece yanında duran adama tekrar baktı, bir şeyi fark ettiğinde ise hızlıca konuştu. “Bu arada oturun isterseniz, kusura bakmayın şey edemedim.” Ateş kendini teklife atlamamak için tuttu, elinde olsa masaya dahi zımbalardı kendini lakin ağırdan almaya çalıştı. “Sağolun, mutfağa döneyim ben.” Gece dudaklarını birbirine bastırdı, anladım dercesine başını salladı. Ateş arkasını dönüp gitmeye yeltenmişti lakin anında geri döndü. “Gece hanım.” diye seslendi yüzünü cama dönmüş kadına. Gece yüzünü şefe çevirdi, Ateş her göz göze gelişinde doyamadı bakmaya. “Bu cuma akşamı Balkanların Rüzgarı akşamı var, gelmek istersen...” diye konuştu Ateş, lakin ona bakan iki adet ela göz dikkatini dağıtıyordu. “İsterseniz, yani, özel davetlimsiniz.” Gece konuşan adama baktı. Hafifçe tebessüm etti, “Programıma bakmadan söz veremem lakin kızlar bayılır. Mutlaka söyleyeceğim onlara. Sağol.” Başıyla onayladı Ateş, oradan gülerek ayrıldı lakin arkasını döner dönmez gülmekten kocaman açılan ağzını dudaklarını dişlemek suretiyle kapatabildi. İçinden konuştu yürürken. “Sağol dedi, sağolun da diyebilirdi. SağOL dedi…” Mutfağına döndü Ateş, mutfak penceresi önünden geçerken mekanın öbür tarafında afiyetle yemek yiyen tanıdık başka bir sima gördü, Oğuz. Göz göze geldiği anda başıyla selam verdi, Oğuz ise her zamanki gibi, gördü lakin görünmedi. Gözlerine kısa bir süre baktı şefin, hiçbir şey yokmuşçasına sadece yemeğini yedi. O sırada Gece’nin eli kahvesine uzandı, camdan dışarı bakarken bir yudum aldı. Aldığı yudum boğazında kalmış olacak ki öksürdü. Lakin damağında kalan tattı onu öksürten. Bu ne dercesine baktı kahveye, şayet içtiği şey kahve miydi yoksa iksir mi bilemedi. Fakat emin olduğu şey, bunun şu ana kadar içtiği en iyi içecek olduğuydu.
»»————————————-««
“Daha iyi bir haber vereceğini umuyorum, eski dostum.” dedi ağır bir ses ekranın ardından. Görüntülü bir konuşma gerçekleşiyordu kurul başkan yardımcısıyla. Şirketin en alt katında, bütün dünyadan arınmış bir odada gerçekleşen bir konuşma. “Mühendisler protokolleri kıracak sistemi bitirmeye çok yaklaştılar. En başından istediğiniz gibi, bütün sistemleri kıracak büyüklükte bir ürün. SİHA’lar, şifrelenmiş bütün güvenlik protokolleri ve hatta…” Ekranın ardındaki ses güldü, konuşması yarım kalan adam ise sadece korku ve şaşkınlık ile baktı ekrana. “Gaz hidrat projesi de dersen gerçekten kahkaha atacağım.” Karşısında duran adam kinaye ile bakıyordu. Konuşmasının bölünmesi yetmezmiş gibi gücü hafife alınıyordu, adam dizginledi öfkesini. “Gücümü hafife alıyorsun, yapma.” diye uyardı gülen adamı. Lakin biliyordu, şuanlık için de olsa güçsüzdü ekrandakine kıyasla. “Bitir şu yazılımı, o zaman konuşalım, eski dost. Yoksa boş lafların kurulu mutlu etmeyecek.” Güç kazanması lazımdı. Güç, itibardı. Güç, gizli silahtı. Çok yakında yeni sahibine saklanmak üzere teslim edilecekti. Söz konusu olan bu yazılım ise güce giden yol demekti. “Elimizde kendi safımıza aldığımız Türk bir mühendis var, istihbaratta görev alıyordu zamanında. Onları, kendi kanları ile çürüteceğiz.” Yine bir gülme sesi yükseldi ekrandan, donuk bir ses, net bir cümle. “Türkleri hafife alma, Elmas.” Konuşma sonlandırıldı. Hayat, hiçbir şey yokmuş gibi devam etti. Bir süre sonra odasına döndü adam, eşyalarını aldı, arabasına bindi, şoförü malikaneye doğru yol aldı. Malikanesine ulaşınca yemek için hazırlandı. Her zamanki gibi, normal bir akşam olacaktı. “Abicim.” dedi Sevim, saçları yine bukle bukle, yüzü ise makyajlıydı. “Dilerseniz masaya buyurun, hazırlandı sofra.” Yusuf Alastan ağır ağır ilerledi masanın en başına. Her zamanki gibi, ne yaşanmış olursa olsun, çenesi dik, bakışları sertti. “Bugün pek yorgun gördüm sizi, abi.” “Sevgili abimiz, şirkette yoktur bir sıkıntı inşallah. Malum, müdür olsak da hiçbir şey bilmediğim için.” diye sessizce konuştu damat. “Kes sesini, karşında kim olduğunu unutma. Kardeşimle evlenmiş olmana güvenip dilini çıkartma.” Uyarıcı bir ses tonuyla konuştu Yusuf Alastan masanın en başından. “Yoksa bir de bakmışsın, gece yarısı birden kesilivermiş.” Bıçağını et parçasına dik bir şekilde batırdı Yusuf Alastan, kardeşi Sevim’in hatrına olmasa evinin kapısında bile süründürmeye tahammülü yoktu bu adamı. “Bilgi mi istiyorsun?” dedi Yusuf Alastan, “Madem bilmemen gereken şeyleri bilmek istiyorsun, hazıra konma.” dedi sert bir şekilde. “Hak et, Tanju.” Tanju elinde eti kesmeye çalıştığı bıçağı sıktı. “Emredersin, abi.” Bir süre sonra gece çöktü malikaneye. Yemek bitmiş, sofra kaldırılmış, Yusuf Alastan odasına çekilmişti. Eşi ile birlikte, yatak odasındaydı Tanju. Karısına olan aşkı onu bu evde tutan tek şeydi, her şey sadece onun hatırı içindi. Makyaj masasının önünde saçlarını tarayan karısına yaklaştı Tanju, boynuna sokuldu, derin bir nefes çekti. “Sadece senin için, biliyorsun değil mi?” Karısı yüzünde mimik oynatmadan taramaya devam etti saçını, kocası ellerini ince beline sarmış, önden bağladığı sabahlığın düğümüne ilerletmişti elini. Düğümü açmaya yeltendi, genişletti. O sırada ayağa kalktı kadın, yüzünü kocasına döndü. “Abime karşı daha saygılı olman lazım, Tanju. O sadece bizim iyiliğimizi istiyor.” Derin bir nefes çekti adam. “O adama katlanmamın tek sebebi sensin zaten.” Kadın kocasının yüzüne baktı, elleri ile yüzünü avuçladı, kendine doğru yaklaştırdı. “Ve gerekiyorsa,” diye konuşmaya başladı. “Hiçbir şey bilme Tanju, bilmeni istemediği şeylere karışma.” Avuçlarını serbest bıraktı, yanından geçip yatağın başına durdu, saçlarını örmeye başladı. Tanju ise sinirlenmiş, çenesi kasılmıştı. Hışımla döndü arkasını, karısının çıkarmaya yeltendiği sabahlığı o omuzlarından ittirdi. “Sevgili karıcığım.” Sevim’in sarhoş edici kokusunu çekti içine. “Yine çok düşüncelisin.” Sesinde kinaye vardı, barizdi. Lakin tek engeli bir kadınken sinirini dizginlemesi zordu. Yıllardır onu sarhoş eden bu kadın olmasa, duramazdı. Boynundan öptü Sevim’i, öpücükleri gerdanına indi. Sevim yine ifadesizdi, sevmesine izin verdi. Dudak dudağa, nefes nefeseyken çaldı kapı, üç kez tıklandı. Sevim çıplak vücuduna sardığı sabahlık ile araladı kapıyı, Tanju ise sadece çenesini sıktı. “Abiniz, Tanju Bey’i çağırıyor.” Sevim sadece arkasını döndü, Tanju’nun hizmetçiyi duyduğuna emindi. Sadece tek bir cümle söylemek ile yetindi, “Sakın beni utandırma, Tanju.” Tanju giyinmişti. Şimdi ise malum beyin çalışma odasına ilerliyordu. Kapı hizmetçi tarafından tıklatıldı. “Gelsin.” İçeri girdi adam, masasının başında geceliği ile oturan adama yaklaştı, söyleyeceği şeye dikkat kesildi. Yusuf Alastan ise lafı uzatmadı. “Madem bir boka yaramak istiyorsun.” dedi Tanju’nun önüne bir dosya fırlatarak, “Bu yazılımı bir ay içerisinde tamamlayacaksın.” Önüne atılmış olan dosyaya dikkatle baktı Tanju, üzerinde Yakut yazıyordu. Ne olduğuna dair sadece dedikodular duyduğu bu proje, şimdi avuçlarının içindeydi. “Bitmezse?” diye sordu Tanju karşısındaki adama bakarak. Karşılığında ise net bir cevap aldı, “Sana öyle bir seçenek sunmadım.” Güç istiyordu Tanju, azıcık da olsa bilgi, değer. Şimdi ise elinde Alastan Holding’in Yakut’u vardı. Şans kapısını çalıyordu, lakin o kapıyı açmak zordu. Önemli bir taş oynamıştı Yusuf Alastan, ilk hamleyi yapmıştı. Fakat sorun şuydu, beyaz taşlar Tanju’ydu. İlk hamleyi her daim beyazlar yapardı. Oyun, yeni kurallarla başlamıştı, Alastan kurallarıyla.
»»——————————-««
Oğuz, söylediği gibi bir haftadır yoktu. Ben ise her zamanki gibi hastanede, muayene ile uğraşıyordum. “Tamam amcacım, giyebilirsin üstünü.” Ultrasonu yerine taktım, bilgisayarımın başına geçtim. EKG çekilmesi için yazdığım kağıdı onlara verip sisteme işledim. Gün, yine aynı geçiyordu. Günlerdir olduğu gibi gözüm telefonuma kayıp duruyordu, malum kişiden tek bir mesaj bile yoktu. Atmak zorunda değildi, ama telefonuma gelen her bildirime de merakla bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi. “Yazmadı tabiki.” diye mırıldandım. Odamdan çıktım, Gece’nin odasına doğru ilerlemeye başladım. Uzm. Dr. Gece Yaman yazan kapıya tıkladım, içeri girdim. Her zamanki gibi kocaman pencereli geniş odada, bilgisayarının başındaydı, çalışıyordu ay parçam. “Hoşgeldin.” dedi gözlerini bilgisayarından çekmeden, ben oturduktan bir süre sonra yazmayı bitirip sandalyesi ile bana doğru yöneldi. Ayağındaki sivri uçlu siyah botlara bakmadan edemedim, bir ayakkabı insanı bu kadar mı tamamlardı be arkadaş. Dizlerini üst üste atmış, bana bakıyordu. Ben ise ona bakarken kaçamak bakışlar atıyordum telefonuma. “Yazmadı mı hala?” diye sordu Gece. Onunla, Oğuz hakkında çok konuşmasam da anlıyordu beni. Şayet hakkında konuşmadıkça unuturum gibi geliyordu. Telefonumu aldım ve ters bir şekilde masaya koydum. Gece ise cevabını almış olacak ki minik bir tebessümle bana döndü. “Bak ne var bende.” Sandalyesi ile arkasını döndü, dolaptan bir pasta kutusu çıkardı. “Hastam teşekkür niyetine getirdi az önce.” İki plastik çatal çıkardı Gece, ben ise bu anı bekliyormuş gibi daldım pastaya. “Benim niye böyle hastalarım yok.” diyerek ağzıma bir lokma daha attım. Masada ters duran telefonum çaldı, acilden arıyorlardı. Hızlıca ayrıldım Gece’nin yanından ve acile doğru ilerledim. Çok kalabalık değildi acil, saat akşam on buçuk civarlarındaydı. “Ne oldu?” diye sordum veznede duran hemşirelere. “Hocam bir hastanız var, bileği burkulan hasta ile aynı kişi, kendisi-” “Tamam ben ilgilenirim.” deyip hızlıca dolu sedyeye ilerledim. Burkuk bilek vakası demesi yeterli olmuştu, gelen oydu. “Hocam, pansuman odasına aldık!” diye seslendi arkamdan bir hemşire. Hızlı adımlarla küçük odaya doğru ilerledim, kapıyı açtığımda ise görmeyi beklediğim adam buradaydı. Bir kolu başının altında tavana bakmış, uzanıyordu. “Oğuz.” Bakışları bana döndü, inleyerek yerinden doğruldu. Kaşı patlamıştı. Hızlıca yaklaştım. “Ne oldu sana?” İki elimle tuttum başını, yara almış alnını incelemeye başladım lakin gri tişörtün bir kısmında ıslaklık vardı. Merak ve endişe ile baktım Oğuz’a. “Ufak bir kaza.” dedi sadece. Acı çektiği belli bir ifade ile gülmeye çalıştı, “Ne o, bu sefer asistan eline bırakmaya kıyamadın galiba.” Oysa ben şu an onun aksine acı çekiyordum. Tişörtünün birazını kaldırdım, kurumuş kan lekesi ve morarmış bir et ile karşılaştım. “Oğuz!” Arkamdaki masadan eldiven aldım, “Soyun!” Oğuz’un boşluğuna gelmiş olacaktı ki göz kırpıştırdı. “Oğuz soyunsana. Yarana bakacağım.” Arkamı dönüp camlı dolaptan pansuman setini aldım, tekrar döndüğümde karşımda Oğuz değil, Oğuz Kaan vardı mübarek. Kaç tane olduğunu sayamadığım kadar sıra kas vardı adamın tüm vücudunda. Evet Yansı, kesinlikle bizim bıraktığımız Oğuz değil. Hızlıca kendime gelmeye çalıştım. Yarası, vücudunun yan tarafındaydı. Kolunu, yarayı daha iyi görebilmek adına iteledim lakin ağzından kısık bir inleme çıkınca kolunu kendi omzuma attım. “Ağrıyorsa omzuma yasla.” Kolu bile ağırdı zalımın çocuğunun, lakin acı çekerken bile tüm ağırlığını vermediğinden emindim. Yarasına baktım, sargıya aldım. Ben tüm işlem boyunca karnına baktım, o ise yeşillerini çekmedi yüzümden. “Başka yere bak, dikkatim dağılıyor.” Kısıkça, nefes verir misali güldü. Benim içim ise acıyordu, ondaki yara bendeymiş gibi sızlıyordu. “Nasıl oldu bu?” diye sordum. Cevap vermedi. İşimi bitirip pansuman eşyalarını sedyeye bıraktım, zaten çoktan dibindeydim lakin uzaklaşmadım, öylece kaldım. “Yoksa yine sokak kavgasına mı karıştın?” Bu soruyu beklemediği bariz bir şekilde baktı, hafiften güldü. O gülüştü işte içimi hoş eden, yasaklanması gereken. “Kısmen.” dedi sadece. Uzun zamandır birçok sorumu cevapsız bırakıyordu. Lakin yıllar sonra yeniden, içimden bir ses ona güvenmemi söylüyordu. Zamanı gelince anlatır diyordu o ses, bende o sese güvendim. Hata yapıp yapmadığım sorgusunu şimdilik bir kenara iteledim, günler sonra görüyordum onu. İnsan, uzak durduğunu özler miydi? Özlermiş. Hemde baya ağır özlermiş. İşte yine yan yana, dip dibe, lakin yine bir uçurum kadar uzak. “Otelde mi kalacaksın yine.” diye mırıldandım lakin ne diyeceğimi rahatça duyacak kadar yakınımdaydı. Başıyla onayladı. İçimi huzursuzluk kapladı, yaralıydı. “Yaralısın.” dedim sessizce. Yavaşça baş salladı. “İstersen…” dedim bir anda. Bunu söylerken ki cesaret nereden geliyordu, bilmiyordum. “Bu gece misafirim ol. Gece bugün nöbette. En azından pansumanını yenileriz.” Şaşkınlıkla baktı Oğuz, sonra yarım bir gülüş takındı. “Rahatsız etmeyeyim, otelde hallederim ben.” Tek elinin saçımda gezindiğini ancak fark ettim. Tekrar yarasına baktım, istemiyorsa zorlamayacaktım. Peki dercesine yana yatırdım başımı, gülümsedim. “Üstünü giy, yoksa bir de hastane klimasından çarpılacaksın.” Bir anda uzaklaştım dibinden, elime aldığım eşyaları dolaba geri koydum. O ise üstünü geri giymişti. Saçları normalin aksine dağınıktı, ona yaklaştım, ellerimi saçına uzattım, karıştırdım. Saçlarını düzelttim. Özenle dokundum her bir teline. “Kendine dikkat et Oğuz.” dedim fısıldarcasına. O ise gözlerime baktı, konuşmasak da anladım ne dediğini. Bekle diyordu bana, biraz daha bekle Yansı. Bu sefer bırakmam diyordu gözleri, sadece bekle. Ben de güvenmeyi seçtim. Hata mı yapıyordum, yine zaman gösterecekti. Çünkü sevda beklemeye dairdi, bıkmadan bekleyen yürekler, görünmez bir iple bağlanmış kaderler yol sonunda birleşirdi, en azından Oğuz’un bütün masalları buna dairdi, okuduğum tek masallar.
|
0% |