@kalopsia
|
2.Bölüm
“Başucumuza Konmuş Hayaller”
“Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi.”
-Can Yücel
2011 Günlük tutmayı sevmemin sebeplerinden biri, bu günlükleri ilerideki çocuğuma armağan edip, “Bak çocuğum, annen de bir zamanlar gençti. Eğer bugün dertlerini bana anlatıp çözmek istemiyorsan, bu sayfalara anlat, belki onlar seni anlar,” diyebilmekti. Bugün eve gidince kesinlikle günlüğüme bir sayfa daha ekleyecektim; yani gecenin sonuna sağlam bir şekilde ulaşabilirsem. “Sevgili ilerideki çocuğum, sen sen ol, sırf rengarenk göründüğü için her kokteyle alkolsüz olduğunu düşündüğün için atlama.” Sergiye geleli iki saat falan oluyordu sanırım. İçerisi gayet makul bir derecede kalabalıktı. Takım elbiseli insanlar, güzel elbiseli bayanlar, kontür çizgisi hayatımdan daha net çekilmiş hanımefendiler, el ele girmiş ve sergiyi yol üzerinde gördüğünden neredeyse emin olduğum teyze ve amcalar, yeni sevgililer, çocuklar… Her telden bir ses çalıyordu kocaman odanın içinde. Fakat hepsi tek bir yerde toplanıyordu: sanat. Bazıları ‘Bayan Grande’ portresine bakarken tanıdık birini anımsarken, bir başkası ilham izleri görüyordu ya da prensese benzeyen portreye bakan kız çocuklarının prenses hayalleri kabarıyordu. Sanatı sevmemin bir sebebi de buydu işte. Tek bir gerçek vardı, fakat herkesin farklı bir doğrusu. Oğuz iki dakikalığına bir yere gittiğini söyleyerek yanımdan ayrılmıştı. Ben de özenle dizilmiş ve insan iştahını kabartan servis masasına doğru ilerlemiştim. Küçük bir tabağa peynirli olduğunu düşündüğüm aperatifleri koyarken, İngiltere’nin mutfağından olduğunu tahmin ettiğim tuzlu karamelli çikolata kalıplarından da almıştım. Tuzlu karamel, bu hayatta en sevdiğim şeydi sanırım. Elimde tabağımla uzaklaşacakken, yanda servis edilen içecekleri gördüm. “Hayır efendim, maalesef alkollü yok.” Bir hanımefendinin aldığı cevabı bende duyunca içeceklerin alkolsüz olduğunu düşündüm ve çok da düşünmeden alıp bir masaya geçtim. Oğuz’u beklerken bir şeyler yedim. Keşke yememiş olsaydım. Oğuz’un iki dakikası on beş dakikaya dönüşürken, ben tabağımı bitirmiş, içeceğimi su niyetine kafaya dikmiştim. Başım dönüyordu, fakat ben bunu bugün aralıksız olarak çalışmama veriyordum. “Özür dilerim, uzun sürdü biraz. Bizimkiler okuldaki maç için aradı da.” Cevap verecektim ama başım gerçekten dönüyordu. Kafamı toparlamak için kaşlarımı kaldırıp indirdim, burnumu sıktım ama tahmin ettiğim kadar etki etmediler. “İyi misin sen?” Başımı evet dercesine sallamaya çalıştım. Evet derdim fakat kelime yerine ağzımdan sadece bir mırıltı yükselebilmişti. “Bak bakayım sen benim yüzüme bir.” diyerek tek elini nazikçe çeneme koydu ve kafamı kaldırıp yüzümü dikkatlice inceledi. Ben hiç alkol almazdım, alkol kullanmak gibi bir hevesim de yoktu. Gençliğe dair saçma şeyler yapma hissimi de babam yeterince kaçırmıştı zaten. Oğuz elini çenemden çekmeden diğer eliyle bardağımı kokladı. Alkol olduğunu anladığı zaman ise kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Sen alkol mü kullandın?” ‘Alkol mü?’ dercesine baktım yakınımda duran çocuğa. İçerken genzimi kaşındıran veya boğaz yakan bir durum yaşanmamıştı; bu nedenle alkol olabileceği hakkında endişelenmemiştim. Sergiyi çoktan gezmiş, her bir esere ayrı dalmış gitmiştim. Tüm şansımı böyle bir kaosun gecenin sonlarına doğru yaşanmış olmasında kullanmıştım herhalde. Kullanılan geniş bardaklardan tek bir tane kullanmam bile alkole alışık olmayan bedenimi sersemletmeye yetmişti anlaşılan. Çok güçsüz hissettim nedense, ‘tek bardak alkolde yıkılıverdin be Yansı’ dedi içimdeki anlatıcı. Yaşadığım anın utanç duygusu omuzlarımı çökertmeme sebep olmuş, alkolün uyuşukluğu mayıştırmıştı beni. Yaslanacak bir duvar aramam gerek yoktu; hemen dibimdeydi. Yanağımı Oğuz’un omzuna koydum, yorulunca ona yaslandım. Oğuz ise elini belime koymuş, beni ilerletmeye çalışıyordu. Çantamı kendi omzuna takmış, arabanın anahtarlarını çıkartmıştı. Bu geceyi en hafif ve kazasız şekilde atlatabilmek için dua ediyordum sadece. Umutlarım, karşımda duran ve sayamadığım çoklukta merdivenlerden oluşan kapı girişini görünce soldu. “İnebilecek misin güzelim?” “Evet, sanırım. Ayakkabılarımı çıkartmam lazım. Biraz daha kendimdeyim fakat yine de çık-” Sözüm ayaklarımın yerden kesilmesiyle bölünmüştü. Net olmayan görüşüm şimdi karanlık göğe bakıyor, az önce baktığı yeşilleri arıyordu. Oğuz beni kucağına almış, etraftaki bakışları üstümüze çekmişti. Kafamı omzuna yasladım ve ellerimi kucağımda birleştirdim; yaptığı şeylere ayak uydurmaktan başka çok da bir seçeneğim yok gibiydi zaten. Oğuz topuklu ayakkabılarımı çıkarttırmamış, içimde hapsettiğim zayıf ve ince korkuyu dışarıya göstermeme izin vermemişti, düşmeme izin vermemişti. Düşüncelerle bulanmış olan aklım tek bir anı seçti, geçmişe dair silik anılar gözümün önüne geldi yeniden. Yılı bilmiyorum, biz sekizinci sınıfta falandık, dershaneye gidiyorduk Oğuz’la. “Arkadaşlar, bugün dersimizi bir yarım saat uzatalım ister misiniz? Bu konuyu bitirip öyle eve gidin.” Duvarda asılı olan saat akşam sekizi gösteriyordu. Hava kararmış, güneş sıcaklığını da beraberinde götürmüştü. İzmir’in sessiz bir sokağındaydı dershane. Hocanın bu tekfini reddetmek zorunda kalmıştım. Maalesef, yurdum hala biz kız çocuklarına karanlık, akşamları bizlere yasaktı. “Hocam, haftaya devam etsek? Bugün de sekizde bıraksak olmaz mı?” Hoca, sınıfta bulunan diğer üç erkek çocuğuna baktı, onlar kalmak istiyorlardı, belliydi. Tek sorunumuz vardı, ben erkek değildim. Maalesef geceleri erkek olmanın verdiği ayrımla gelen korunma yeteneği biz kızlarda yoktu. Karanlığın çöküşü bizler için çalan bir çan misaliydi ancak. “Normalde de sekizde çıkıyorsun zaten.” dedi bir çocuk. “Zaten o zaman da korkuyorum.” dedim. Evet, ben korkuyorum dedim. Karşımda duran erkeklerin bir kız çocuğunun neden akşamlardan korktuğunu anlamalarını beklemiyordum. Oğuz, anlamsız bir biçimde baktı bana, söylediğim bu şeyi saçma bulmuş gibiydi. Bir süre sonra anlamış olacaklardı ki aydınlandıklarına dair bir ‘Hee’ sesi çıkardılar.
Hocanın da dersi bitirmesiyle çantamı topladım, masaya dağılmış olan kitaplarımı tıktım. Oğuz ve diğerleri çoktan fırlamışlardı bile. Ben, sakin sakin toparlanmaya devam ettim. Beş dakika bir süre sonra dershaneden çıktım, karanlığı aydınlatan tek şey sokak ortasındaki lambaydı. Cebime tıkıştırdığım kasetçalarımı aldım, yürümeye devam ederken kulaklığın tekini taktım. Her daim, bir tanesi boşta kalırdı. Ben yürümeye devam ediyordum, o sırada kaldırımın karşısında Oğuz’un biriyle konuştuğunu gördüm. Onu beklemeden eve doğru yürümeye başladım. Kaldırım üzerinde arkamdan gelen adamların önüme geçmesi adına çaktırmadan yavaşladım, sırayla öne geçtiler. Zaten tek tük insan ve araba geçiyordu yoldan. Bir süre sonra arkamda, sağ arka çaprazımda bir beden hissettim. Geçmesi adına yavaşlamaya çalıştım ama o da benimle yavaşlamıştı. Kafamı hafifçe çevirip baktığımda kapüşonu takılı, yere bakarken yürüyen bir Oğuz’u görmeyi beklemiyordum. O bana bakmıyordu, ben de hızlıca ona bakmamış gibi önüme döndüm. Bir süre daha konumunu bozmadan benimle yürüdü, hemen arkamda sağ çaprazındaki yerini hiç bozmadı. Yine adamlar geçti yanımdan, benimle birlikte yavaşladı o da. Ne bir adım önüme geçti yürürken ne de yanımda durdu, her daim arkamdaydı, hemen bir adım gerimde. Bir süre sonra sırf canım istediği için karşıya geçtim, hazır araba yokken erkenden karşıya geçmek istedi canım. Bu şekilde Oğuz’u da kaybettiğimi düşündüm, karşıya geçtikten sonra ise onun da arkamdan benimle karşıya geçtiğini gördüm. Evlerimiz yakındı lakin onun gitmesi gereken yön bu taraf değildi, bu onun evinin yolunu en az on beş dakika uzatmak demekti. Karşıya geçtikten sonra yine sağ arka çaprazıma bir gölge misali konumlandı. Benimle yavaşladı, benimle durdu. Ben ona kaçak bakışlar atarken o bana bakmadı, sadece benimle yürüdü. Kalabalık bir caddeye çıktığımızda ona dönüp teşekkür etmek istedim, çok tuhaf bir anın etkisinde kalmıştım. Ben döner dönmez Oğuz beni geçti, önden hızlıca ters yöne doğru yürüdü. Olduğum yerde durdum, korkmamı gerektirecek sokağı geçmiştik. Önümden ivedilikle yürüyen çocuğa baktım, kapüşonu hala kapalıydı. Teşekkür bile edemedim, ilk defa biri beni düşünmüştü. Veya ben birinin beni düşünmüş olma hayaline kendimi kaptırmıştım, belki de gerçek farklıydı. Kimseye güvenmemeyi öğretmişti sokaklar, bende öyle yaptım. Ona teşekkür etmek içimde kaldı, kalbimde oluşan bu duygularla eve girdim.
»»——————————-««
Eve yaklaşmıştık. İlk ana göre çok daha iyiydim. Toparlamıştım en azından. Oğuz, evin yolunun üstündeki benzinden kraker ve maden suyu almış, ara sokakların birindeki merdivenlerde oturuyorduk. “İyi misin?” “İyiyim. Alışık olmayınca herhalde çarptı. Beklemiyordum.” Yüzüm düşmüş, sesim alçalmış, yorgunluk vücudumu sarmaşık gibi sarmaya başlamıştı. Sakin bir gece geçirmeyi ummuş, yine bir vukuat ile dönmüştüm. “Teşekkür ederim, Oğuz. Gerçekten. Ve aynı zamanda özür de dilerim tabii.” Oğuz oturduğu yerden hareketlendi, bana doğru döndü. Şefkat ve sevgi dolu, yumuşak bir tebessüm vardı yüzünde. Ben kaşlarımı hareket ettirecek enerji bile bulamıyordum oysa. “Alışkınım ben desem, alınır mısın?” Yüzüne çevirdim bakışlarımı. O da yorulmuştu. Fakat yüzündeki gülümseme yanımda hiç solmamıştı, solmazdı. “Başına yıllardır belayım desene. Pişman mısın o gün sırada benim yanıma oturduğuna?” Sodasından yudum aldı, sonra bana baktı. Gözlerime, yanaklarıma… “O günden beri başıma belasın ama hiç pişmanlık duymadığım kadar hafifsin. Omuzlarıma alsam, kilometrelerce taşısam yormazsın gibi hissediyorum.” diye mırıldandı. Ne dediğini fısıldaması yüzünden anlamamıştım. Yüzüne ‘yani şimdi pişman mısın, değil misin?’ gibisinden baktım. “Yani, diyeceğim o ki bir, artık seni eve götürelim. İki, hayır, pişman değilim. Hadi gel.” Uzattığı eli tuttum, güç alıp kalktım. Temiz hava alalım dediğimiz için yürümeye başladık. Yan yana yürüyorduk sokak lambalarının aydınlattığı yolda. Ellerimi çantama sarmış, önümde uzanan boşluğa bakıyordum. “İngiltere’ye gitmek ister miydin?” Sorum sessizliğimizi böldü. Oğuz bana döndü, böyle bir soruyu beklemediği aşikardı. Oğuz’a hayallerimden bahsetmezdim çok fazla. Hayalden çok idealleriyle yürüyen biri için hayal kurmak ve bunları anlatmak yaraya tuz basmak gibiydi. “Bilmem, hiç yurtdışı düşünmedim. Hayallerimde hep kendi vatanım vardı. Ama gidip görmek güzel olurdu.” Anladım dercesine başımı salladım. “Yurt dışında uzay mühendisliği ve astronomi olanakları daha iyidir ama. Türkiye’de kendini orada olduğu gibi geliştirme şansın çok yok gibi.” Oğuz’un gökyüzünü ne kadar sevdiğini biliyordum. Özellikle ortaokuldayken mahalledeki bir amcanın teleskobuna bakabilmek için akşama kadar amcanın işten gelmesini bile beklerdi. Şu an Türkiye’de böyle bir bölüm tek bir üniversitede açılmıştı, o da İstanbul’daydı. “Doktora için gitmek güzel olabilir belki, orada neler yapılıyormuş görmek falan, güzel olurdu. Geri döndüğümde orada öğrenip gördüklerimi burada yapardım. Tabii zor yani, burs ile gidecek olsan zorluğu ayrı, parayı ayarlamaya çalışsan o ayrı.” “Bir düşünsene ama, İngiltere! Ne çok şey yapardım orada olsam. Belki daha özgür yaşardım hatta.” Bir süre konuşmadık, sessizliği bozan bu sefer oydu. “Neyi farklı yapardın mesela orada?” diye sorunca bir afalladım. Cevap vermek için ağzımı açtım ama zihnim o kadar kalabalıktı ki akıp giden hayallerden hangi birini tutsam da söylesem bilemiyordum. “Yani, her şeyi herhalde. Daha sağlıklı yaşardım ilk önce, sabah spor yapardım. Ekonomik açıdan biraz daha rahat olurdum. İşe giderdim her sabah, çok büyük ihtimalle geç kalacağım için elimde kahvaltım ve kahvemle koşardım Londra sokaklarında. Sonra işe giderdim, çalışırdım.” Anlatırken yüzümde oluşan tebessümün farkında bile değildim. Kendimi muhtemellerden oluşan bir hayatı anlatmaya o kadar kaptırmıştım ki Oğuz’un bana şaşkınlık ve mutlulukla baktığını dahi geç fark etmiştim. “Sonra sergileri gezerdim, eski dükkanları ziyaret ederdim. Londra’nın çok güzel kitapçıları varmış, antikacı dükkanları gibi. Kesinlikle onlara bakardım, sıkılmadan her gün. Sonra… sonra ne yapardım bilmem ama yani yaşardım bir şekilde. Yani ta-” Oğuz’a bakınca yarıda kesildi kelimelerim. “Neden öyle bakıyorsun? Ne oldu, ağzımda falan bir şey mi var?” yüzümde hissettiğim hayali lekeyi silmeye çalışırken Oğuz konuştu. “Beraber gidelim o zaman.” “Gerçekten gider miyiz bir gün?” Heyecanlanmıştım. Evet dercesine başını salladı. “Başka yerleri de gezer miyiz peki? Sen Kanada’yı görmek istiyordun.” “Oraya da gideriz.” “Bak, beni unutma ama, ben de geleceğim.” derken güldüm. “Başka bir ihtimal mi vardı?” Gecenin üzerime çöken ağırlığı yavaş yavaş kaybolmuş, karanlık bulutlar yerini çocuksu heyecana bırakmıştı. En yakın arkadaşımla şu anki gibi başka bir ülkede, yan yana hiçbir şeyi dert etmeden yürüdüğümü düşünmek karnımda kelebeklere sebep oluyordu. Belki gelecekte bir gün, beraber yan yana yürüdüğümüz yollarda hayallerle sarmalanmış olmaktan korkmaz, yolun sonuna kadar korkuların değil, hayallerimizin ağırlığını taşırdık.
...
Bir bölüm daha geçmişte kalacağız, sonra asıl hikayemize başlayacağız. Umarım sizler de benim kadar seversiniz Yansı ve Oğuz'u.
|
0% |