@kalopsia
|
Çocukluğu içinde kalmış olan herkese..
8.Bölüm
“Bazı Kadınlar Makyajını Yaşlarla Temizler”
“Yüzümden bir şeyler aktı aktı
İçim de menekşelendi Hilmi Bey
Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor”
-Edip Cansever
Saatler sonra kendi odama gelebilmiş, üzerimi değiştirebilmiştim. Muayene etmem gereken birkaç hastadan sonra şimdi elimde kırmızı fincanımla boş duvara bakıyordum. Son birkaç gün benim için hızlı geçmişti. Çok vurulma vakası almazdı acil, genelde getirilen vurulma vakaları güvenlik önlemleri ile polisler eşliğinde olurdu. Bu vakadan birkaç saat sonra ise acilde Oğuz çıkıvermişti karşıma. İki aydır son on üç seneye nazaran daha fazla konuşmuştuk. Şaşırdığım şey ise Oğuz’un gerçekten aramızda hiçbir ekstrem olay yaşanmamışken bu kadar cesaretli oluşuydu. Oğuz yıllar içinde değişmiş olabilirdi fakat bu kadar değişeceğini düşünmemiştim. “Yüreğinde yaşamaya hak tanıdığın tek arkadaşın olmak isterim, istiyorum.” Bu cümle son saatlerde aklımda oynayıp duruyordu. Lakin asıl şaşkınlığım cümlenin içeriğine değildi, hızınaydı. Geldi ve gelir gelmez açılmaya mı karar verdi yani? Ya da aslında altında yatan farklı bir mana var da ben mi yanlış anlıyorum? Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum. Oğuz’un röntgeni temiz çıkmıştı. Basit bir doku zedelenmesiydi. Nasıl olduğunu öğrenememiştim lakin hafif bir şey olmasına da sevinmiştim. Kendimle olan münakaşam telefonumun çalmasıyla bölündü. “Alo?” “Fındık?” Onun sesiydi kulağımda yankılanan. Oğuz arıyordu. Çok değil, birkaç sene öncesine kadar bu telefon için neler yapmazdım, şimdi bunu açmak neden bu kadar tuhaf, neden bu kadar zordu? “Oğuz?” “Müsait miydin?” diye sordu şimdi daha sakin çıkan sesi. “Evet de sen ne yaptın, otelde mi kalıyorsun? Ne kadar kalacaksın burada? Hastayım deyince konuşamadık.” Aslında konuşamamamızın sebebi benim onun söylediklerine hazırlıksız yakalanışımdan dolayıydı. “Telefonda mı konuşmak istersin? Sen telefonda konuşmayı sevmezsin.” Hatırlıyordu. Unutmamış dedi içimdeki ses, unutmamış seni Yansı. Haklıydı, sevmezdim. O yüzden zamanında her gün buluşur öyle sohbet ederdik. Madem eski taşlarla oynamak istiyordu, izin verecektim. Hatta bazı eski taşları bende çıkaracaktım. “10 dakikaya o zaman, hastane kafeteryası.” diyerek kapattım telefonu. Kapatır kapatmaz yüzüme çoktan oturmuş olan gülümsemeyi de aldım, aşağıda bulunan kafeteryaya doğru yürüdüm. Ellerim beyaz önlüğümün cebindeydi. Yolumda gördüğüm bana selam veren insanlara gülümsemeyi ihmal etmiyordum. Yürürken düşünüyordum aynı zamanda. On üç yılı aşkın süredir görmediğim bir insan birden çıkıvermişti karşıma en beklenmedik yerde. Bunun sevinci gözümü köreltmişti birkaç ay. Şimdi düşünüyordum da bir tıp balosunda şimdi de birden burada, karşımda duruyordu. Ne yapıyordu bu adam? Ben eskisi gibi düşünce akışında kaybolup gidiyor muydum yoksa gerçekten bazı şeyler oluyordu da ben mi fark etmiyordum? Yürümeye devam ederken düşündüm. Bu kadar açık sözlü birine dönüşmüş bir insan hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip değildim. Bir anda açık sözleriyle kalbimi hoplatan kişi ne mesleğini söylüyordu ne de bunca yıl nerede ne yaptığını. Açık diliyle birçok sırrı saklıyordu. Kafeteryada da çok şey öğrenemeyeceğimi tahmin etsem de görmeyi dileyerek ilerledim, sadece ilerledim. Hayat beni yıllarca zorlamıştı, eminim şimdi de zorlayacaktı. Yıllar sonra karşımda bulduğum adam oyunda hamlesini yapmıştı, açık sözlü davranmış, kendisini belli etmişti. Şimdi sıra bendeydi, madem oyun oynamamız gerekiyordu, kurallarını bilmediğim bu oyunu oynadığım sırada öğrenerek kazanacaktım. Tahmin ettiğim gibi kafeteryanın cama yakın masalarından birine kurulmuş oturuyordu Oğuz, eli ise benim en son bıraktığım gibi sargılıydı. Yavaşça yanına ilerledim ve bana da kahve almış olduğunu gördüm. “Oğuz.” Adını seslenmemle bakışları bana döndü, oturduğu yerden kalktı ve en içtenliği ile gülümsedi. Ona sarılmak için hamle yapmamla onun da bana doğru bir adım atması bir oldu. Kısa arkadaşça bir sarılmadan sonra karşısına kuruldum, cevaplar almak istiyordum fakat bunu direk sormam dahilinde olmayacağını artık biliyordum. “Nasılsın?” “Ben iyiyim, asıl sen nasılsın, elin nasıl oldu?” Eline doğru baktı ve gayet iyi dercesine bileğini hafiften çevirdi. “Anlat bakalım. Birden çıktın karşıma, yeniden.” Ben konuşurken onun bakışları yüzümde dolanıyordu lakin ben bir türlü onun gözlerine beş saniyeden uzun bakamıyordum, bakışlarım etrafta geziniyordu. “Nerede kalıyorsun şimdi, ziyarete mi geldin?” “Otelde.” derken gayet rahattı. Art arda soru sormam onu bunaltmamış gibi duruyordu. “Ziyarete gelmedim. İşimden istifa ettim. ” dediğinde gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Ülkeye temelli mi dönmüştü yani?
“Tıp kongresinin gerçekleştiği okulda astronomi öğretmeniydim.” “Astronom mu oldun?” diye heyecanla sordum sorumu. Eskiden istediği gibi astronom olmuştu ve bunu yıllar öncesinde başarmak için ne kadar uğraştığını bilerek heyecanlandım. Hatta içimde sadece heyecan değil, gurur da vardı. Belki otuz yaşındaki Yansı’nın değil lakin on iki yaşındaki Yansı’nın gururu ve heyecanıydı bu. Evet dercesine başını sallarken otuz iki diş sırıtıyordu. Heyecanıma ortak oldu, birkaç saniye gerçeklikten uzaklaştık. Ancak bu sadece kırk saniye sürdü. Ne o konuştu ne de ben, o bana bakıyordu ben ise elimdeki kahveye. Söylenecek o kadar çok şey varken biz sadece susuyorduk. Belki de şimdilik sessiz kalmak daha az yakardı canımızı. Etrafımızı saran bir sürü insanla oturduk bir kafetaryada, hepsinin gönlünde yeşermeye yüz tutan tohumlar, hayaller vardı. Bazılarının ki can suyunda boğulmuştu. Bazılarınınki yeni ekilmiş, zamana bırakılmıştı. Bazıları da benimki gibi kökünden koparılmış haldeydi. fakat belkide yıllar sonra ilk defa birisi tek bir kaldırım çiçeği yeşertebilirdi taştan kalbimde. Kim bilir, belki de yıllar sonra yarım bırakılmış gençliğim tamamlanır, büyümeye yüz tutardı.
»»—————————-««
Hayatın başlayıp da bitirmediği çok hikaye vardır. Acı son yazdığı, ayrılıkla noktalandırdığı, yarım bıraktığı çok insanı vardır hayatın. Kabuk tutmuş kalpler, ağırlaşan yüreklerden bir deniz vardır hayatın içinde; akıp da giden lakin yaraların akan suyla geçip gitmediği bir ırmak, bir akarsu belki de. Hayatın kendisi kocaman bir savaştır, öleni fazla, yara alanı ise çoktur. Lakin her yeni gün başladığında yeni bir umut yeşertir hayat savaşçılarının kalbinde, sanki dün gece bir tufan esmemiş gibi doğan güneş ısıtır üşümüş bedenleri. Sonra fark etmeden ısıttığı bedenleri taşlaştırır; sonrasında ne üşütür ne de ısıtırdı hayat. Gece de yaralıydı, ağır yaralı. Hayat zamanında gecenin soğukluğuyla yıkadığı ruhunu her gün doğan sıcacık güneşle ısıtmış, zamanla taşlaştırmıştı. Artık güneş doğmuyor, sadece gece yaşanıyordu. Tepesinde sadece bir ay vardı onu aydınlatan lakin ışığı bile kendisine ait olmayan ayın gücü de yetmiyordu hayatın siyahını gri yapmaya. Şimdi yine siyahlara bürünüyordu Gece. Siyah, şık bir elbise giymiş, ayağına sivri topuklularını geçirmişti. Yüzünde asla indirmediği sert bakışları, taştan kalbi ile hazırdı yemeğe gitmeye. Dolabının aynasından kendisine baktı. Derin bir nefes aldı, hazırdı. Şimdi kapıdan çıkabilir, atılan mekana gidebilirdi. Kalkanını kuşanmıştı savaşçı. Otoparka park ettiği arabasına doğru ilerliyordu Gece. Haziran, buluşmak için yeni açılmış bir mekanın konumunu atmıştı, Yansı ise hastanede ameliyattaydı. Siyaha bürünmüş gökyüzü bu gece de yağmurluydu. Bahar bu sene bol yağmurlu geçmişti. Lakin fırtınalı geçen tek mevsim bahar değildi. Gece, aradığı hastanın kayıtlarına ulaşmak için yazdığı dilekçeye dönüş bekliyordu lakin en az iki haftayı bulur cevabı ona bıkkınlıktan başka bir şey hissettirmiyordu. Yağan yağmura inat hızlı bir şekilde ulaşmıştı mekana, içerisi gayet kalabalık lakin sakin bir atmosfere bürünmüştü. Sarı renkli loş aydınlatmalar etrafa ayrı bir hava katmış, gecenin sakin tarafını gözler önüne sermişti, lakin dışarıda yağmur vardı, sert yağan bir yağmur. “Gece!” Haziran koyu yeşil elbisesi ile yerinden kalmış, sarılmak adına onlara doğru yaklaşan kadına doğru ilerliyordu. İki kadın da en sıcağından sarıldı, birbirlerinin sırtlarını sıvazladı. Masada oturan Dilruba’ya da sarıldıktan sonra ona ayrılmış olan yere kuruldu Gece. Siparişleri bir süre sonra geldi. Yediler, içtiler, aylarca kavuşamamanın acısını çıkardılar. Gece de sohbete oldukça dahil olmaya çalışsa da aklı başka yerde kalıyordu. “Sen şimdi boşanma avukatı mı oldun yani?” diye gülerek sordu Dilruba. “Baya baya karar verdin yani?” “Şimdilik o yönde düşünüyorum ama tabi kim bilir.” derken kırmızı şarabından yudumladı kızıl saçlı kadın. “Belki de bakarsın savcı oluvermişim.” “Agresif şirin!" Arkadan lakin bir o kadar da yakından tok bir erkek sesi duyuldu. Haziran olduğu yerden hızlıca döndü. “Ateş!” Ayağa kalktı Haziran, masalarının arkasında duran iki metre adama heyecanla sarıldı. “Arkadaşlar bu Ateş, size bahsettiğim arkadaşım. Aynı zamanda mekanın şefi ve sahibi.” Gülerek bakıyorlardı birbirlerine iki arkadaş, liseden kalma dostlukları eskimemişti anlaşılan. “Çok havalı tanıttın beni de sen sarı kafana sürdün boyayı sonunda anlaşılan.” Biraz daha hasret giderdikten sonra hızlıca arkadaşlarını tanıştırdı kızıl saçlı kadın, içinde tutamadığı bir heyecan besliyordu. “Bu Dilruba.” Yeni tanıştığı kadının uzattığı ele uzandı Ateş, sıcak bir gülümseme ile tanıştı. Masanın diğer tarafında kalan Gece ise ayağa kalkmış, tanışmak için adama doğru dönmüştü. Uzun saçlarını düzeltmiş, yüzünde yine aynı soğuk bakışla dönmüştü. “Ve bu da Gece.” Ateş ismini duyduğu kadına bakmak için çevirdi bakışlarını, Gece ise elini sıkmak adına kaldırmıştı yavaşça. Dışarıda şimşekler çakıyor, gökyüzü öfkesini kusuyordu lakin mekanın atmosferi gecenin sakinliğini ortaya çıkarıyordu. Dışarıdaki gerçeklikten uzakta, sıcak bir hava oluştulmuştu. Sıcaklıktan olsa gerek diye düşündü Ateş, baktığı kadının gözleri kalbine saplanmıştı adeta. Az önceki sıcak gülümsemesi yavaşça solmuş yerine yarım açık bir ağız ve kocaman gözler bırakmıştı. Ateş, gözlerinde ışıldama ile bakıyordu gözlerine şimşekleri hapsetmiş kadına. “Merhaba.” diyebildi en sonunda, ona uzatılmış eli nazikçe kavradı, sıktı. Gece ise sadece başını merhaba dercesine sallamakla yetinmiş, daha sonra tekrar yerine oturmuştu. Bir süre sonra, ortamda yer edinmiş havayı gelen bildirim sesi bozdu. Gece, titreyen telefonuna uzanmış, şaşırmasına sebep olacak olan mesaja bakıyordu. 0543***: Gece Hanım, dilekçeniz ulaştı. Hastanede performansından memnun kalınan yeni doktorlardandı Gece lakin yönetimden bu kadar hızlı bir dönüş alacağını kestirememişti. Belki de kestiremediği tek şey o değildi çünkü mesaj atılan numara yönetimin kullandıklarının aksine kişisel bir numaraydı. 0543***: Ulaşmak istediğiniz dosya hakkında konuşmak istersiniz diye düşünüyorum. Şu an dışarıdayım, dilerseniz konumunu attığım mekanda olacağım. Donuk bakışları, ekranının parlamasına sebep olan mesajlarla şaşkınlığa bürünüyordu. Belliydi. Baş ağrıtacak insanlar tekrar çıkacaktı karşısına fakat bu sefer kolay pes etmeyecek kadar güçlü ve hazırlıklıydı Gece. “Gece? Tatlı için sen ne istersin?” Haziran’ın ona seslenmesiyle başını masanın altında tuttuğu ekrandan kaldırdı, ona bakan iki çift göze döndü. “Pardon, duyamadım. Hastaneden önemli bir mesaj gelmişti de.” “Haziran özel misafirlerim geliyor deyince özel tatlılarımdan hazırlamaya karar vermiştim, buradaki özel menüden beğenirseniz tatlı ikram etmek isterim.” diye açıkladı Ateş. “Teşekkür ederim fakat benim hastaneye gitmem gerekiyor maalesef, başka zaman artık.” Hafif tebessümü ile emrivakisinin üstünü örtmeye çalıştı Gece, ağırdan ayaklandı ve arkadaşlarına sarıldı. Arkasında iki arkadaşını bir de ona takılan bir çift bakışı bıraktı, ağır yağan yağmurun altında atılan konuma doğru yol aldı. Hızla akan damlalara şimşek eşlik ediyordu. trafiğin sesi yağmurun sesiyle harmanlanıyor, gök gürültüsü ise işin süsü oluyordu. Kalabalıktı şehir bugün. Gece, tıkanan trafiğe inat arabasını mekana yirmi dakika yürüme mesafesi olan bir otoparka bıraktı ve şemsiyesi elinde, topukluları ayağında yürümeye başladı caddede. Yine yıllar önce böyle bir gecede, bırakmak zorunda kaldığı, kaybettiği bir can için ıslanıyordu. Küçücük bedeninde bulunan iki gramlık kalbi dayanamamıştı bu dünyaya. Dayansaydı da sadece o ve Gece vardı hayatta. İki küçük çocuk; birinin kalbi atmayı bırakmış, bir diğerininki ise diğeri için atmaya devam etmiş iki küçük kalp. Yürüdü Gece gökyüzünü delen şimşekler eşliğinde. Gökyüzü dahi bilmezdi, asıl korkutucu yağmurlar yıllardır Gece’nin taşlaşmış yüreğine yağar, tek bir kaldırım çiçeği dahi açtırmazdı. Yavaşça, adım adım yürüdü Gece, sadece yürüdü.
“Almayacaktım seni tekrardan eve! Sus da ilerle, bıktım be sizden!” Sertçe kolunu kavradığı çocuğu beyaza boyanmış eski püskü binanın girişine fırlattı. Geldikleri beyaz, eski püskü arabanın farları geceyi deliyor, yere düşmüş kızın tam gözlerine doğru vuruyordu. Sarının en kirlisine boyanmış saçlarıyla, elinde bir kundakla döndü kadın. Oysa on beş yaşındaki genç kız yedi yaşında bırakıldığı bu hapishaneye dönmek istemiyordu, bir şekilde bir yolunu bulmalıydı kaçmanın. Tek başına en köşeye siner, bir yolunu bulurdu. “Al bunu, tut!” Küçük kız yerde dengesini kuramamışken kucağına pembe örtülü bir bebek tutuşturdu kadın, küçücük bir kundak. “Kardeşin sana emanet.” Kadın arkasına bir kez dahi dönmeden beyaz külüstüre bindi, şoför koltuğuna kurulmuş adam çalıştırdı arabayı, geri geri sürdü. “Anne! Dur yalvarırım dur!” Yerden kalkmaya çalıştı küçük kız, lakin elindeki bebekle çok zordu dengesini kurmak. Kopan fırtınaya aldırmadan koşmaya çalıştı giden arabanın ardından, yetişemedi. Karanlıkta kalmıştı on beş yaşındaki abla kucağında birkaç aylık kardeşiyle. “Kızım, gelin buraya hadi!” diye tiz bir kadın sesi yükseldi yetimhanenin aralanmış demir kapısından. Yolun ortasında, elinde minicik bir bebekle duruyordu. Tek kalsa kaçması kolaydı, peki ya şimdi? Boyu kolunu geçmeyen minicik bir bebekle ne yapacaktı on beş yaşındaki kız? Biraz daha durdu sokakta, yağmurdan sırılsıklam olmuştu lakin yağmurun onu bu kadar ıslattığını ancak gözyaşları durunca anlamıştı. Gökyüzü kapkaranlıktı, kocaman semada parlayan tek şey ışığını güneşten çalmış minicik bir aydı. Başını üzerine acımasızca yağan semaya kaldırdı kız, biliyordu. Bu sefer yedi yaşındaki gibi olmayacak, yıllar sonra da olsa asla geri dönmeyecekti annesi. Kucağındaki bebek ağlamaya başlayınca kendine geldi kız. “Şşş, lütfen ağlama. Durdur artık yaşlarını.” Elinin tersiyle sildi hem kendi gözyaşlarını hem de kardeşinin minicik ıslak kirpiklerini. Artık tek başınaydılar, sadece ikisinden ibaretti dünya. “Onlar bizi bıraksa da ben seni asla bırakmayacağım. Ben senin annen de olurum baban da. Lütfen ağlama.” Serçe parmağını bebeğin emmesi için uzatmış, acıkan kardeşini kandırmayı biraz da olsa başarabilmişti. Kardeşi susmuş, o da akmaya niyetlenmiş litrelerce gözyaşını kilitlemişti bir kenara. Ağır adımlarla, kardeşine sımsıkı sarılarak beyaz, yıkılmaya yüz tutan binanın girişine doğru ilerledi küçük kız. Bir kadın bekliyordu onları girişte. Seneler öncesinden alışıktı buna genç kız, seneler önce de yaşamıştı bunları, lakin o zaman sadece o vardı. “Gelin girişinizi yapayım şurada, sonra da yatın hemen.” Kadının yönlendirmesiyle bir masaya doğru ilerlediler. İçerisi de dışarısı kadar eskiydi. Kim bilir kaç çocuk bu duvarlara vurarak ağlamış, hatta belkide yaşarken can vermişti. “Kimliğiniz falan yoktur herhalde.” Hayır dercesine başını salladı genç kız. “Yaşlarınız?” “Ben on beş, kardeşim üç aylık.” “İsimleriniz.” Önünde duran camdan yansımalarına baktı genç kız. Bu andan sonra sadece ikisi vardı bu dünyada, sadece o ve kardeşi. “Gece. Adım Gece.” diyebildi sadece. Bir zamanlar sahip olduğu çocuk ruhu defalarca katledilmiş, acıya mahkum bırakılmıştı. Çocuk olmak gibi bir lüksü yoktu artık. Bu geceden sonra karanlığı üzerine koruması olarak örtecek, kimsenin zarar vermesine izin vermeyecekti; O artık ruhunu siyahlara kaplamış, korumak için ise geceye sarınmış biri olacaktı. “Peki o?” diye elindeki kalemle kucağındaki bebeği işaret eden kadına döndü Gece. Kucağında pamuk gibi yüzü ile uyuyan kardeşine baktı. O Gece olabilirdi lakin kardeşi karanlığa gömülmek için çok küçüktü daha. O karanlığa gömülse yeterdi, kardeşi ise onu Gece çöktüğünde bilakis bizzat kendi ışığı ile parlatacak güneşi olacaktı. “Güneş.” On beş yaşındaki Gece o sabaha karşı saatlerde büyümeyi öğrenecekti, lakin yola başlarken öğrenmediği tek bir şey vardı. Gece ile gündüz iki aşıktı; lakin gece ile Güneş asla bir yerde bulaşamazlardı, ancak ay vardı gecede. Güneşin ışığını çalan ay.
Bara girdiğinde gözleri tekli masada oturmuş olan adama çarptı. Adam, Gece’yi tanımış olacaktı ki eliyle işaret ediyordu masayı. “Merhaba.” diyerek içinde bir huzursuzlukla çekti sandalyesini genç kadın. “Merhaba Gece, ben Bülent.” Adam yavaş solukla içkisini içiyor, karşısındaki kadını izliyordu. “Dosyama ulaşma şansım var mı acaba?” diye sordu Gece, şayet bu ortamdan en hızlı şekilde kurtulmak istiyor, Bülent denen adam ile uğraşmak istemiyordu. “Dosya kolay iş, hallederiz.” derken çok rahattı Bülent, gözlerini karşısındaki kadından bir saniye ayırmadan süzmüş, aptal bir ifadeyle sırıtmıştı. “Madem öyle, sevindim. Ne zaman dosyayı görme şansım olur?” Diliyle dudaklarını ıslattı Bülent, şayet himayesinde şifrelenmiş her dosyaya saniyesinde ulaşması mümkün ve kolaydı. “Şartlarda anlaştığımız saniye.” Derin bir nefes verdi Gece, tahmin ettiği gibi sessizce halledemeyecekti bu işi. Yine önüne engeller çıkacak, teker teker kırması gerekecekti. “Ne tür şartlarmış bunlar?” diyerek kollarını bağladı ve geriye doğru yaslandı, madem amacı pazarlıktı, yapacaktı. Bülent ise karşısındaki kadının hareketlenmesi ve imasını takınması üzerine sırıtmış, eğlenmeye başlamıştı. “Güzel ve zeki bir kadınsınız. Plastik cerrahıydınız, değil mi?” Onaylayarak başını salladı Gece, bu konuşmanın altından ne tür bir sapkınlık çıkacaktı merak ediyordu. Ya edepsiz bir teklif ile karşılacaktı veya başka bir şey. “Hastanede yeniymişsiniz lakin hem el beceriniz hem de güzelliğiniz dilden dile ulaştı kulağıma. Sabah masamda dilekçenizi gördüğümde bu hoş bayanı bekletmek ayıp olur diye düşündüm. Dosyayı uzun zamandır arıyormuşsunuz, neden?” Karşısında oturan adama iğrenerek baktı Gece. Evet, dosyayı aylardır arıyordu ve gerçek nedeni söylemesi ona engel oluşturabilirdi, o nedenle yeniden yalanla süsledi konuşmasını. “Bir yakınımdı, vefat etti. Hastalığı zamanında bana açıklanmamıştı, dosyasına bakmak istiyorum.” “Meraktan yani?” diye alaycı bir şekilde tamamladı Bülent. Onu onaylayan bir şekilde baş salladı Gece. Oysa o kağıtlarda kocaman bir yalanın saklandığına yemin bile edebilirdi. O zaman ne soru sormaya cesareti ne de araştırmaya yetkisi vardı lakin şimdi tüm imkanlar hiç olmadığı kadar yakındı. “Pekala.” dedi adam yüzünde gülen alaycı bir ifade ile. “O zaman ben merakınızı gidereyim, siz de benim.” Şaşırmıştı Gece, karşısındaki adam dilinin altında bir baklayı tutuyor, asla göstermeden sadece imalarla konuşuyordu. “Neyi merak ediyorsunuz?” diye kuşkuyla sordu Gece, alacağı cevabı kestiremiyordu. “Ne kadar yetenekli olduğunuzu.” Bir barda yuvarlak bir masada dönüyordu satranç oyunu. Beyaz taraf hamlesini yapmış, cesaret göstermişti. Üstünlüktü beyaz olmak, lakin siyah bu sefer en yavaşından, en sinsisinden yapıyordu her hamlesini. Her hamlesi zeki, düşünülmüştü. Lakin hesaplayamadığı bir şey vardı; görünmez oyuncular. O görünmez oyuncu bulundukları barın tezgahından izliyordu adamın her hamlesini, yanındaki kadını tanımıyordu fakat tanıyacaktı. Onun da zamanı gelecekti. Düşman her hamlesini yapmadan önce bilecekti hangi hamleyi yapacağını, görünmez olmak bunu gerektirirdi. “Aybüke.” diye seslendi kulağındaki kulaklığa Hakan. Barmenlik yapmaya başladığı barın köşesinde bir yerde avı vardı. Trafik seslerinden arınmaya çalışan kadın sesi yükseldi ardından. “Adam orada mı? Ne oldu?” “Bir kadın geldi. Bir dosya verdi Bülent.” “İzlemeye alın, araştırın. O adam şifreleme sistemlerini kullandıkları şirketin yardımcı yöneticisi. Yanındaki kadın sevgilisi dahi olsa bilmek istiyorum.” Kulağında kulaklığı kapattı Hakan, mesaisi bitmeye yaklaşınca üstündeki önlüğü askılığa savurup Oğuz’a mesaj yazdı. O daha barın arka kapısından çıkmadan gelmişti Oğuz. İki adam da arabaya binmiş, karanlıkta konuşuyorlardı. “Şerefsiz içeride mi?” Onayladı Hakan. “Yanına bir kadın geldi az önce. Bir süre bir şeyler konuştular, sonra Bülent iti kadına bir dosya uzattı.” Oğuz arabayı çalıştırmış, sokak lambalarının aydınlattığı yolda sürmeye başlamıştı. Oğuz’un telefonu gelen bildirimle aydınlandı bir süre sonra. Tek eliyle kavradığı telefondan Yansı’nın gönderisine bakıyordu. Ameliyatından sonra dışarı çıkmış olmalı diye geçirdi içinden Oğuz. “Bu mekan nerede biliyor musun?” diye sorarak ekranını yanındaki sessiz adama doğru çevirdi. Hakan ise ekranda yazan isme bakmış, tanımıştı. “Yeni açılan mekanlardan biri, çok uzak değil buraya.” Lakin Hakan’ın gözü sadece gösterdiği fotoğrafa değil, medya hesabının profil fotoğrafına da takılmıştı. Oğuz’un tuttuğu telefondan kadının profiline girdi Hakan, lakin girdiğine pişman olmak üzereydi. “Hadi lan ordan.” Ağzından küfür savuran adama döndü Oğuz. “Ne oldu lan?” “Büyümüyor mu bu siktiğimin fotoğrafı.” diyerek telefonu kurcalıyordu Hakan, en sonunda açtığı fotoğrafa detaylıca baktı. “Ne gördün lan konuşsana.” diyerek merakla söyleyeceği şeyi bekliyordu Oğuz. “Bu..” dedi Hakan. “Bu kadın Yansı’nın neyi?” İşaret ettiği siyah saçlı kadına baktı Oğuz. “En yakın arkadaşı olması lazım, o da doktor. Neden sordun oğlum? Kadını mı beğendin?” diye dalgaya vurmaya çalışsa da Hakan çatık kaşları ile döndü Oğuz’a. “Bu kadındı.” dedi en donuk sesiyle. “Bülent’in yanına gelen kadın buydu.”
»»——————————-««
Evinin balkonunda oturuyordu Gece, siyaha boyanmış dalgaları izliyordu uzaktan. Bir saat önce hayatında savaş verdiği şeylerden birini kazanmak adına bir teklif almıştı. Teklife hemen atlayamazdı, düşünmek zorundaydı. Şimdi ise aklında tartıyor, kalbinde beslediği olumsuz duyguların kararını etkilememesi için çaba gösteriyordu. Düşman çok iyi oynuyordu, her hamlesi ezberindeydi. Eğer böyle bir oyuna dahil olacaktı ise karşısına zehir gibi bir aklı almış olacaktı. Masanın üzerinde duran telefonuna uzandı, peçete üzerine yazılmış olan numarayı tuşladı. Çok beklemesine gerek kalmadan bir kadın açtı telefonu. “TTLine ücretsiz müşteri hizmetlerine hoş geldiniz. Kişisel verilerinizin korunması adına yapacağımız görüşme-” “Kömürden Elmas’a, yoktan Yakut’a.” diye böldü konuşan kadının sesini. Otomatik ses kaydı durdu, çağrı sesi yükseldi. “Alo?” diye başka bir kadının sesi yükseldi. Gece düşünmeden diyeceğini dedi. “Teklifi kabul ediyorum.” İşte şimdi akıl denen güçlü silah karşısındaydı. Yıllar öncesinin intikamı için bugün içine düştüğü oyundan sağ salim çıkmak zorundaydı. Ya sağ salim çıkacaktı, ya da kendisi yok olurken onlar da onunla yıkılacaktı. Başka bir yolu yoktu. Yağan yağmur durmuş, gece sakinleşmişti. Şimdi başka bir fırtına kopmadan önce sessizliğe bürünmüştü İstanbul. Gece ise sessizliğin içerisinde duyulmayan fırtınasını dizginlemeye çalışıyor, onu büyütmeye, zamanı geldiğinde ise serbest bırakmaya hazırlanıyordu. Asıl oyun, gerçek oyuncular katıldığında başlayacaktı, işte düşmanın bundan haberi yoktu.
... Umarım bölümümüzü beğenmişsinizdir. Az önce 15. bölümün kurgusunu bitirdim. Bu gidişle baya hızlı bir sürede ilk kitabı tamamlayacağım. Hikayemin asıl kitlesine ulaşabilmesi dileğiyle🫠 yorum yapmayı lütfen unutmayın. Kelimeleriniz çok kıymetli🪶 |
0% |