Yeni Üyelik
12.
Bölüm

“Bunun Adı Şehadet Şerbeti”

@kalopsia

 

 

Güncelleme: Merhaba herkese, bölümü yayınladıktan sonra nedense zamanla paragraflar arasındaki boşluklar açılıyor, satırlar arası aşırı fazla bir boşluk oluyor. Elimden geldiğince güncelleyip silmeye çalışıyorum. Okuyucularıma bunu da bot düşmek istedim, iyi okumalar. Yarın akşam sekizde yeni bölümümüz de geliyor🤍

 

Cumhuriyetimizin 101. Yılı kutlu olsun!🇹🇷 Ne mutlu Türk'üm diyene!

 

11. Bölüm

 

 

"Bunun Adı Şehadet Şerbeti"

 

Almanya, soğuktu. İnsanın içini üşütüyordu havası, gurbetçi aile olmanın yükü de eklenince işin içine, dayanılmaz bir sınava dönüşüyordu. Bu genç yaşında, daha iyi anlıyordu artık Oğuz. Bir insan, aşksız yaşardı, evsiz yaşardı; hatta anasız babasız bile yaşardı, lakin vatansız bir insanı hiçbir yere sığdıramazdınız, fazlalık kalırdı dünyaya.

Şimdi, Türk mahallelerinden birinde, küçük bir evde, griye boyanmış sokaklara sığmaya çalışıyordu Karaca ailesi. Ne bir dost vardı, ne de bir akraba bu gurbet elde. Yalnızca duvarlar vardı, soğuk gri duvarlar.

Mobilyalar hala yerleştirilmemiş, ev dizilmemişti. Odasının kapısından gizlice annesinin sitemini dinliyordu Oğuz, “Ben burada kalırım Fırat. Ben, sen ol yeter diyerek sevdim seni zaten. Oğuz ne olacak, sen bana onu söyle.”

Küçük değildi Oğuz, bir sene sonra yirmisinde genç bir delikanlı olacaktı. Ama on yaşındaki haline, yolun başına dönmüştü, sıfıra. Yalnızlığa. Şimdi ise, onu buradan çekip çıkaracak bir Yansı’sı yoktu, o da kayıp gitmişti ellerinden.

“Sana söz, en kısa sürede halledeceğim işimi, en kısa sürede döndüreceğim sizi eve.” Oğuz, ailesini dinlemeyi bıraktı, çarşafsız bazanın üzerindeki kolide bir şey aramaya koyuldu, lakin bulamıyordu. Saniyeler, dakikalara dönüştü, hüzün ise panik oldu, el ayak doladı.

“Hayır.” dedi Oğuz, kaybedemezdi. “Hayır, hayır, hayır…” Kolileri savurdu, eşyalara daldı, bulamadı. Yansı’nın numarasının yazdığı kağıt ve gizlice aldığı fotoğrafı kayıptı. Çok kırmıştı kızın kalbini, lakin onu terk etmez, en azından ona dair bir kağıt parçası kalır diye düşünmüştü. Öyle olmadı. Ne bir kağıt parçası, ne bir fotoğraf… artık ne Yansı vardı, ne de vatan.

“Oğlum!” diye odasına hızlıca daldı annesi, koliler duvara fırlatılıyor, serilmek için çıkarılmış çarşaflar yerlerde sürünüyordu. Odanın duvarları, yıllarca maruz kalacağı fırtınalardan daha sadece ilkini yaşıyordu, haberleri yoktu. “Annecim, ne oldu, sakin ol ne olur!” Yüzü, bağırmaktan domatese dönen oğlunu sırtından tutmaya çalıştı, lakin daha dün kucağında taşıdığı yavrusu, koca adam olmuş, anne babasının boyunu geçmişti.

Annesi, oğlunun son zamanlardaki sakinliğine şaşkındı zaten, bekliyordu bir patlama. Oğlu, tek bir açıklama beklemeden babasının sözüne uymuş, bütün hayatını geride bırakmak durumunda kalıp gelmişti. Bütün hayatı Yansı’ydı. Ve Yansı şimdi İzmir’deydi, o ise çok başka topraklarda. İşte, geride bırakmıştı bütün benliğini.

Oğuz, dayanamadı. Sırtına kapanmaya çalışan annesi eşliğinde çöktü yere, uzun zaman sonra ilk defa kırıldı dizleri. Annesi de ağladı onunla, annesi ağladı ağlamasına fakat Oğuz gri duvarların ardından, yağmurun ıslattığı dar sokaklardan haykırdı ağlayan semaya. Duyanı olmadı, yine bağırdı. Yansı geç duyar, üşengeçtir diye düşündü, Uyuyordur şimdi o dedi, daha çok yakardı. Yağan yağmur, o mevsim asla durmadı. Sonra yaz geldi, lakin Oğuz anlamadı. O şimdi uzun soluklu bir kıştaydı, yaz ise iki bin yüz seksen beş kilometre uzakta kaldı. Çok uzun bir süre yakmadı güneş tenini, ısıtmadı bir daha. Saatler gün oldu, günler aylara dönüştü, aylar yıllara. Artık ne güneş yeterdi Oğuz’un donan ruhunu ısıtmaya, ne de ana kucağı. Belki vatan, diye düşündü hep Oğuz. Belki, vatan uğruna harcamaya yemin edeceği bu donmuş ruh, bir tek, binlerce kefensiz yatanın ısındığı yerde, al bayrağa sarılmış bir tabutta ısınır diye düşündü.

“Oğlum.” diye sesinde gizlemeye çalıştığı bir hüzünle seslendi babası kapının eşiğinden. Annesi onları yalnız bıraktı, babası da oğlunun yanına çömeldi. Öylece oturdular küçük pencerenin önünde, yağan yağmuru, mavi semayı göstermekten çekinen bulutları izlediler. “Buradaki vatan görevim bitsin, sana söz. Seni ona döndüreceğim.” Babasına baktı Oğuz, kimden bahsediyordu, Yansı mı? “Ama şimdi, burada olman lazım ki sizi de koruyabileyim be oğlum.” Gözleri dolmuştu ikisinin de, Oğuz ağladı, babası tek bir yaşı dahi serbest bırakmadı. Çok daha güçlüydü babası, bilirdi bunu Oğuz.

Babası konuşmayı sürdürmedi ama Oğuz da konuşmadı, sadece babasına baktı. Babası acı bir gülümseme ile okudu oğlunu. “Bilirim yüreğine bile sığdıramadığın o kederi, aşkı.” Tek elini oğlunun ensesine attı, yavaşça sıvazladı. “Bilirim nasıl sevdiğini Dilbeste kızımı.” Nasıl diye sormak istedi Oğuz, onun bile kendisine itiraf etmediği şeyi babası nasıl biliyordu, çok mu belliydi dışarıdan bazı şeyler? “Babalar, evlat.” dedi. “Babalar, oğullarının yüreğini ezbere bilirler.” Alnından öptü babası. “Rabbim, inşallah bir gün sana da nasip ederse eğer, o zaman beni anlarsın.”

“Şimdi.” dedi babası, olduğu yerde toparlandı, oğlunun yanaklarındaki her bir yaşı sildi. “Şimdi, bencillik yapacağım Oğuz. Beni yine, belki, büyüyünce anlarsın.” Oğlunun gözlerine baktı derince, başını başına sertçe yasladı. “Söz konusu, vatan evlat. Söz konusu vatan ise…”

“Gerisi teferruattır.” diye mırıldandı Oğuz, gözleri babasının yemyeşil gözlerinde kilitlenmişti. Evet anlamında baş salladı Fırat.

“Güçlü olacaksın, Oğuz. Bugün varım belki, fakat yarın yokmuşum gibi hazır olacaksın. Anan da sana emanet. Güçlü olacaksın evlat, benim için değil, ilk önce vatan için, sonra anan, sonra da kendin için güçlü olacaksın.” Alnını iyice yasladı oğlunun başına, gözlerinden alev çıkıyordu. “Söz mü, evlat?” Söz dercesine baş salladı Oğuz, gözyaşları durmuştu. Bir anlığına kaymıştı bütün kontrolü. Sözdü. Bu, onun babasına vereceği en büyük, ve son sözdü.

Yağdı yağmur, durmadı. Karaca ailesi o günden sonra birbirinden başka kenetlenecek bir şey bulamadı. Fırat, kendisini görevine adadı, anası yüreğindeki aşkla, oğlu için dayandı. Oğuz ise her zaman, babasınına verdiği sözle uyandı. O günden sonra, aklı, kalbi, ruhu yamalandı. Odasındaki her ayna kalktı, her yansının üstünü kapattı. Madem konu vatandı, bir aşkını bir diğerine can suyu yaptı. O gün Oğuz bakışlarını, mesleğini icra etmek istediği göklerden, üstüne bastığı toprağa çevirdi. Artık, tek bir doğru olacaktı.

 

 

»»————————————-««

 

 

Teşkilatın, kamuflaj için ayarladığı gözlem evindeydi Oğuz, 1876’dan kalma dev teleskobun bakımını yapmakla uğraşıyor, her bir zerresini kontrol ediyordu. Sana bir gözlemevi ayarladık dediklerinde bu kadar profesyonel bir şey beklememişti Oğuz, şayet teleskobu gördüğünde salyasının akmaması adına iki eliyle desteklemişti çenesini. Buradaki her şey, ona verilmişti. Buraya geldiği ilk gün, hevesle aramıştı annesini. Lakin aklının bir köşesinde, hep Yansı görse ne tepki verirdi acaba uktesi kalmıştı. Çocukluk hayalinin gerçekleştiğini, gelecek hayalinin bizzat kendisinin görmesini isterdi.

 

Elinde özel bir bezle temizlediği şahesere bakıyordu Oğuz, hava açıktı bu gece, gayet temiz bir gözlem yapma şansı vardı. Masasının başına kuruldu, yuvarlak, cam tavana bakarak uzandı. Bir süre sessiz kaldı, sükuneti titreyen telefonu böldü. Daldığı semadan ayrıldı, hemen telefonuna sarıldı, lakin bildirim herhangi bir uygulamadandı. Telefonunu, aldığı koltuğa geri fırlattı. Gözlem evinin arka odasına yerleştirdiği yatağına doğru ilerledi, yatağına uzanarak cam tavandan izlemeye devam etti yıldızları. O sırada üç gündür hasret kaldığı pamuk tenli kızın yüzünü anımsadı, yıldızlar gözlerine dönüştü, dudakları ise en içteninden kıvrıldı. On sekizinden bu yana hiçbir kadına ilgi duymamış, duyamamıştı. Üstüne düşmemiş, mesleğini önceliği yapmıştı. Ama şimdi, yine Yansı vardı. O bilmese de her zerresinde o vardı. Gökyüzünde, mesela. On sekizinden bu yana, gökyüzü hep siyahtı. Şimdi, lakin, şimdi renkler vardı. Gökyüzü, mesela, koyu lacivertti. Toprak düz kahve değil, binbir tondaydı. Güneş, sarıydı. Hayat, maviydi uzun zaman sonra, gri değil, maviydi, sarıydı, yeşildi…

 

Baktığı gökyüzü, ona doğru seslendi. Yüzündeki gülümseme, bir fikre evrildi. Hızlıca yatağından doğruldu, üzerine bir tişört geçirdi. Koltuğa fırlattığı telefona yapıştı, adının yanına beyaz kalp koyduğu isme tıkladı, aradı. Çalıyor…

 

“Efendim?” dedi yumuşacık bir ses, Oğuz birkaç saniye konuşmayı unuttu, ruhuna çocukluğu doldu, taştı.

 

“Rahatsız etmedim, değil mi?” Yüzünde aptal bir gülümseme ile, masasına yaslanmış, elinde kalemle oynarken konuşuyordu Oğuz. Tahmin ettiği gibi, Yansı’dan da küçük bir kahkaha yükseldi. “Hayır, tabiki etmedin. Ne yapıyorsun?”

 

“Hiç, öyle etrafı toparladım biraz.” derken hala gülümsüyordu.

 

“Yoruldun mu?” diye sordu Yansı, o sırada o da mutfağında, ani bir kararla puding karıştırıyordu. Telefona daldığı için, biraz fazla karışıyordu.

 

“Yok, çok da yoracak büyüklükte değil zaten ev. Bir teleskop yordu, o kadar.” Şimdi şaşıracak diye düşündü Oğuz, eğer bu Yansı hala tanıdığı kız ise, şaşıracaktı.

 

“Teleskop derken?” diye hayretle sordu Yansı. “Teleskop mu aldın?” Heyecanına yenik düştüğü için telefonun ardına sığındı, kaşığı bırakıp alnına sessiz bir silke çaktı. Tabi ki teleskop alacak, adam astronom gerizekalı, diye düşündü gözleri sıkıca kapanmışken.

 

Oğuz ise, ezberlemeye doyamadığı bu haline yine güldü, yine doyamadı. Az daha gülsene, diyemedi. “Hava da, açık aslında.” derken tekrar tavana baktı, kontrol etti. “Gözleme uygun.”

 

Derin bir nefes çekti Yansı, “Ne güzel. Gözlem yapacaksın o zaman?” diye sordu Yansı. O sırada pudingi tabaklara boşaltmakla meşguldu.

 

“Yani, sen de gelirsen, neden olmasın?” diye güldü Oğuz, bu gülüşünün ardına gizli bir endişe yerleştirmişti. Teklifini kabul etmesi için dua etti Allah’a.

 

Yansı ise bir anlığına durmuş, elinde tencere ile, hoparlöre aldığı telefona baka kalmıştı. “Ben mi? Gözleme mi?”

 

“Hee.” dedi Oğuz, İzmir’li ruhuna ithafen. “Müsait değilsen ama..”

 

“Yok, yok. Müsaitim.” diye böldü onu Yansı, heyecana yenik düşüp böyle bir teklifi kaçırmaya niyeti yoktu. “Sen olmadı bana konum at, ben gelirim birazdan.”

 

“Tamamdır, bekliyorum.” Telefon kapandı. yaslandığı masadan gurur ve mutlulukla kalktı Oğuz. “Lan, helal lan Oğuz, aferim lan sana.” diye söylenirken hızlıca etrafa son kez baktı, toparladı, düzenledi. Atmosfer, tam hayallerindeki gibiydi, lakin Yansı’nın da hayallerine uyması gerekiyor diye düşündü. Sorgularcasına bakındı etrafına, “Yansı, ne sever, ne sever…” Göz ucuna ilişen şey ile sırıttı Oğuz, “ Ulan Oğuz, ulan Oğuz.” Heyecanla işe koyuldu.

 

O sırada mutfağında, bir tencere puding ile cebelleşen Yansı, dolapta beyaz çikolata aradı. Oğuz için ayırdıklarının üzerini süsledi, püsledi. Mutfağa, dağınık saçlarıyla giren Gece bile şaşırdı. “Süssüz olan bize, onu anladım da, bunlar?” diyerek kaşlarını kaldırıp, Yansı’nın elinde son derece özenle süslenmiş tatlılara baktı. Kaç yıllık dostunun üşengeçliğini bilirdi Gece, televizyondan heves etmese kırk yıl uğraşmazdı tatlıyla da, biliyordu. “Hayırdır?” diye sırıtırken, göz kırptı Gece. “Sen, bu Oğuz meselesini de hiç açmadın bana, yarın gelin oldum gidiyorum demezsin inşallah.”

 

Dirseğiyle, yanında tezgaha yaslanmış kadına hafifçe vurdu Yansı. “Saçmalama.” derken güldü. “Gözleme çağırıyor.” dedi kalan tatlıları dolaba dizerken.

 

“Gözlem?” diye sordu Gece, “Mesleği neydi ki?”

 

“Astronom.” diye yanıtladı Yansı. Gece’nin arkasından bağıracağını bilse de hızlıca bir öpücük bırakıp mutfaktan çıktı. “Hadi beni tutma, giyineceğim daha.”

 

“Ya, kızım, yalap şalap öpme dedik iyi ki!"

 

Odasına girer girmez, rahat bir şeyler geçirdi üzerine. Telefonuna gelen konum, araba ile yarım saat uzaklıktaydı. Saçını başını düzeltti, dudağına tek bir ruj sürdü, aynı ruju yanaklarına da yedirdi, hızlıca evden ayrıldı. En son ne zaman mutluydu bu kadar? En son ne zaman birisi için çarpmıştı yüreği? En son, ne zaman günlüklerinin sayfalarını aynı heyecanla yazmıştı? O bilmezdi, lakin günlüğünde yazardı tarihi, 31 Aralık 2011 sabahı.

 

 

 

20 Dakika Sonra

 

“İki yüz metre sonra sola dönün, ardından bir kilometre düz devam edin.”

 

“Bacım, düz duvara mı gireyim, ne istiyorsun, anlamadım ki.” Navigasyon, her zamanki gibi önündeki çıkmaz sokaktan ilerlemesi, önündeki binadan geçmesi gerektiğini gösteriyordu. Sıkıntıyla iç çekti Yansı, Oğuz’u aradı. “Oğuz!”

 

“Efendim, buldun mu yeri?” diye seslendi Oğuz. Tutacağa takılı telefona doğru umutsuzca konuştu Yansı, “Gitmem gereken yer bir binanın içi ise, aynen girmek üzereyim.”

 

“Çıkmaz sokakta mısın?” diye sordu Oğuz. “Orada otopark var yakında, oraya çek. Tanıdık zaten, ben geliyorum şimdi.” Telefon kapandı, Yansı otoparka park etti. Çok geçmeden camından, tanıdık bir simanın yaklaştığını gördü, görmez olaydı. O ne ya, gözlük mü o?

 

Oğuz, vücuduna yapışmış kısa kollu ile geniş bir eşofman giymiş, saçlarını dağınık bırakmıştı. İşin asıl ilginç tarafı, gözlerinde kare şekline benzer, kalın çerçeveli, yüzünün şekline tam uyan kahve ve siyah desenli şık bir gözlük olmasıydı.

 

“Gözünün bozuk olduğunu bilmiyordum.” dedi Yansı, ona doğru yaklaşan adama. Adam ise cevap vermeden önce, karşısında minicik kalan bedene sarıldı, boynuna doğru konuştu. “Dinlendirme gözlüğü.” dedi sessizce, kollarını sıkıca sarmıştı kadının etrafına. Aynı şekilde Yansı da boyunun yettiğince sarıldı ona. Oğuz, Yansı’nın elindeki poşeti de alıp tek elini ona tutması için uzattı. Geriden gelen Yansı, önünde tutması için uzatılan eli görünce afalladı. Oğuz, önden ilerlese de boşta olan elini geri atmış, Yansı’nın tutması için bekliyordu.

 

Uzattığı ele, birkaç dakika boyunca karşılık gelmeyince durdu Oğuz, arkasını döndü. Yansı ise uzatılan ele bakarken ancak durabildi, şaşkındı. Yansı, uzatılan ele iki eliyle sarıldı, bir kolunu Oğuz’un koluna, diğerini ise elinin içine yerleştirdi. Oğuz, önüne bakarken gülümsedi koluna sarılmış olan kadına.

 

“Ee, nereye gidiyoruz şimdi? Evine mi?” diye sordu Yansı.

 

“Gözlemevi, benim için ev yani.”

 

Anladım dercesine baş salladı Yansı, heyecanlanmıştı. Küçükken, sadece iki kez gözlem yapmıştı, birincisi okulun götürdüğü basit bir gezideydi, ikincisini ise Oğuz’a aldığı teleskopla yapmıştı. Her biri, basit düzeyde yapılmış gözlemlerdi. Bir sonra, çatısında minik bir kubbe olan bir binanın içine girdiler. En üst kata çıktılar, Oğuz ise kapıyı açtı. Girişi evi andırsa da içerisi profesyonel alet ve mobilyalarla düzenlenmiş bir ofisti. Odanın genişliğine şaşırdı Yansı, ferah bir alana minderler, çeşit çeşit teleskoplar, ışıklı maketler yerleştirilmişti. “Bu tarafa gelsene.” dedi Oğuz. Kapının etrafını saran kısa koridordan çıkar çıkmaz büyük bir şoka uğraması kaçınılmaz oldu. Odanın kenarları çeşitli mumlarla aydınlatılmış, aşırı romantik bir atmosfere şahitlik ediyordu. “Oha.” diye mırıldandı Yansı, üstüne basa basa.

 

Etrafa bakındı yavaş yavaş, küçük bir paravan kapısı duruyordu ileride, köşede. Tavanın yüzde yetmişi ise camdan oluşuyordu. “Burası, çok güzel.” diye şaşkınlıkla konuştu Yansı, tahmininin çok katı üzerinde, hayallerinin ötesinde bir yerdi ve tam Oğuz’luktu.

 

“Gel, göstereyim sana teleskobu.” diyerek etrafa aval aval bakmaya devam eden kızın elini kavradı, heyecanla teleskobun bulunduğu alana ilerledi. Aynı alanda olsa da, duvar onu engellediği için görünmüyordu. Yansı etrafa bakarken, durdurulduğu yerde önüne baktı. “OHA!” Bu sefer mırıldanmamış, saf duygularını yansıtmıştı. Oğuz’un ev niyetine kaldığı yerde, en az iki metrelik kocaman bir teleskop vardı, yapısına bakıldığı zaman ise eski ve profesyonel olduğu bariz netti. Tek elini ağzına kapadı Yansı, şokla dolandı teleskobun etrafına. “Senin mi?”

 

“Yani, benim ama değil gibi bir şey.” Mesleği sebebiyle devletin ona emanet ettiği şeylerden sadece biriydi, lakin aralarında en sevdiğiydi.

 

“E hadi o zaman, yapalım şu gözlemi!” Yansı, çok heyecanlanmıştı. Kolundaki çantayı sağda bulunan koltuğa atıp, yavaşça yuvarlak alana doğru ilerlemişti, yanına gelmesi için Oğuz’a bakıyordu.

 

Oğuz, içinde aynı heyecan ve sevgiyle panele doğru ilerledi, teleskobun pozisyonunu ayarladı ve kubbeyi açtı. Birkaç kez teleskoptan da görüşü kontrol ettikten sonra hazırdı, ilk önce Ay’a pozisyonladı, şansları yaver gitmişti bu gece. Ay, kraterlerini berraklığıyla sunuyordu. Gülümsedi Oğuz, güzel bir görüntü çıkacaktı ortaya. “Gel.” diye seslendi yanında bekleyen kıza. “Bu basamağa çık, şuraya dokunma, ayarları bozulmasın. Basamağın kulpundan tutunabilirsin.”

 

Yansı, heyecanla çıktı basamağı, yanındaki adamın boyu hayli hayli yetse de Yansı, yetişemiyordu. İki basamak çıktı, dengesini korumak için ise Oğuz’un dediğinin aksine onun omzuna tutundu. Tek gözü kapalı, bakmaya başladı önündeki görüntüye.

 

“Görüyor musun?” diye sordu Oğuz, başını teleskoba gömmüş kıza gülümseyerek bakıyordu. Tek elini ise, dokunmadan belinin arkasına siper etmişti. Yansı, izin vermedikçe ona dokunmayacaktı, lakin bu onu korumayacağı anlamına asla gelmezdi.

 

“Siyah lekeler var, kraterler mi?” Evet manasında ses çıkardı Oğuz. “Şansına, bu gece temiz bir görüntü var.” diye ekledi. Buna, hafif bir kahkaha ile cevap verdi Yansı.

 

Yansı gözlem yaparken, Oğuz sadece dibinde onun boyuna ulaşmış olan kıza bakıyordu. Ay kadar güzeldi izlemesi, güneş kadar da yakıcı. On üç sene içerisinde, çok büyümüş, olgunlaşmış, genç bir kadın olmuştu. “Fotoğraf çekebilir miyim?” diye hevesle kaldırdı başını baktığı mercekten, hemen dibinde olan kafaya döndürdü yüzünü. Ani hareket sebebiyle, burunları sürtüşmüştü.

 

“Getir telefonunu.” diye güldü Oğuz. Yansı, olduğu yerde zıpladıktan sonra çocuk misali koştu koltuğa doğru, o sırada Oğuz tekrar kontrol etti görüntüyü, biraz daha kaydırdı teleskobu. “Çekebilirsin.” dedi. Yansı ise merceğe yakınlaştırdığı kamera ile özenle çekti fotoğrafı.

 

İşi bittiğinde, telefonundaki görüntüye gururla baktı Yansı, gördüğü kadar kaliteli değildi elbet lakin yinede detaylı, yüksek kaliteli bir fotoğraf ortaya çıkmıştı.

 

“Ay, Uyuz çok güzel oldu.” dedi Yansı, lakin Oğuz kalıp kesildi söylediğine. Uyuz. Lakabı. Unutmaya yüz tuttuğu, en sevdiği, belki de tek sevdiği lakabı.

 

Yansı, ne dediğinin farkına varamamış olacaktı ki, telefonuna gülerek bakmaya devam ediyordu, Oğuz ise ona bakıyordu aynı gülümseme ile.

 

Bir saate yakın bir süre sonra bitmişti teleskopla işleri, koltuğa kurulmuş, oturuyorlardı şimdi. Eline aldığı kahve ile mum ışıklarının aydınlattığı daireye bakıyordu Yansı, o sırada yan koltuğuna oturan adama döndü. “Şimdi, burası senin ofisin mi?” Baş salladı Oğuz, başını koltuğa yaslamış, tavandaki camdan yıldızlara bakıyordu. Yansı, nereye baktığına bakmak için kaldırdı başını, yıldızları gördü. Karanlık semada parlayan yıldızlar. İkisi de yıldızların altında sohbet etti, yıldızlar tek eşlikçileri oldu.

 

“Ne yapıyorsun mesela?” diye sordu Yansı, öğrenebildiği kadar öğrenmek istiyordu Oğuz’u.

 

“Bazen basit gözlemler veriliyor, onları yapıp raporluyorum, bazen de okullar, küçük büyük gruplar geliyor.”

 

“Türkiye’de mi okudun?” dedi Yansı, şayet Oğuz’un Almanya’dan ne zaman döndüğünü bilmiyordu. Evet diye bir mırıltı çıkardı Oğuz, mezun olmadan birkaç ay önce babasını kaybetmiş, sırf mezun olabilmek için tek başına dönmüştü Almanya’ya. Mezun olduğu an ise vatana, annesinin yanına dönmüştü. Astronomiyi, yan dal olarak tamamlamıştı. Tabi, Yansı’nın bundan haberi yoktu.

 

Anlık heyecana kapılıp, yanında getirdiği tatlıyı unutmuştu Yansı. “Aa!” diyerek yerinden zıpladı, hızlıca mutfak tezgahına ilerledi, poşetten kabını çıkardı. Oğuz ise ne olduğunu merak ederek başını çevirmiş, Yansı’ya bakıyordu. “Ne oldu?”

 

“Bak sana ne getirdim. Yine şanslısın.” Yüzünde kocaman bir gülümseme ve gurur ile sehpaya bıraktı tatlıyı, Oğuz şaşırmıştı. “Bu ne?” diye sordu.

 

“Puding.” diye otuz iki diş sırıtırken konuştu kız, en son lisedeyken tatlı yapmış, Oğuz’a denettirmişti. Lakin, pudinge şeker yerine tuz eklemesi sebebiyle bir hafta mutfağa adım atmamıştı. Şimdi ise, Oğuz’un bu anıyı unutmuş olduğunu umuyordu.

 

Düşündüğünün aksine, Oğuz, şaşkınlığını geride bırakarak derin bir kahkaha attı. “Şimdi bu, tatlı mı tuzlu mu? Ona göre su al-“ Yanındaki adamın koluna hafif bir silke indirdi Yansı, sinirlenmişti. O sırada Oğuz, onun aksine kahkaha atıyordu. “Yok sana tatlı falan, zıkkım ye.” diyerek önünden tabağı almaya çalıştı Yansı, lakin karşısındaki adamın elleri ellerine kapanıp onu durdurunca tekrar bırakmak zorunda kaldı tabağı.

 

“Ya tamam, kızma. Valla şakaydı. Dur, yiyeceğim.” Yansı’yı, zar zor koltuğuna oturtmuş, elinde silah misali kavradığı kaşığı almıştı. Tatlı, gerçekten güzel olmuştu. Evet, belki normal bir pudingten ibaretti, fakat bunun içine aşkın en saf hali karışmış, lezzetine lezzet katmıştı.

 

Kaşınıyordu Oğuz. Lezzetini kabul etmek yerine yıllar önceki gibi yüzüne tekrar donuk bir ifade getirmiş, boşluğa bakıyordu. Yansı ise yüzündeki heyecanı silmiş, yerine paniği koymuştu. Otuz yaşına gelmiş kadın, telefona dalıp yine mi tuzla şekeri karıştırmıştı?

 

 

 

“Ne oldu? Beğenmedin mi?” Aynı ifadesizlikle, numarasından tiksintiyle yutkundu Oğuz, oysa aksine, elinin lezzeti de artmıştı kadının.

 

 

 

“Harika.” demekle yetindi, fakat yüzünden kusacakmış gibi bir ifade okunuyordu, oysa tatlıyı çok beğenmişti.

 

 

 

“Nasıl ya, bir saniye versene bi şu kaşığı.” diyerek elindeki kaşığa uzanan kadını engelledi Oğuz. “ Ya bi ver şunu Oğuz, özellikle tattım şekeri-“ O sırada yüksek sesle kahkahaya boğuldu Oğuz, kaşığa uzanmaya çalışan Yansı ise boş boş gülen adama bakıyordu. Şakanın farkına vardığı an sert olduğunu düşündüğü bir silke yapıştırdı koluna. “Öküz. Unutma tamam mı hiçbir hatamı.”

 

 

 

Kahkaha atmaktan konuşamadı Oğuz, kalkıp gitmeye hazırlanan kadının kolundan geri çekti onu. “Tamam, tamam. Kızma, valla çok güzel olmuş, ellerine sağlık.” Arkasından tek omzuyla sarıldı kadına, yanağına hızlı ve minik bir öpücük bıraktı. “Özür dilerim, kızma, bak valla çok güzel olmuş.” Alttan gülmeye devam ederken, gönlünü yapmaya çalışıyordu Yansı’nın. Yansı ise, her ne kadar sinirli kalmaya çalışsa da en sonunda o da gülümsemiş, yenik düşmüştü. Omuzlarına sarılmış olan kolu tuttu iki eliyle. Bir süre öyle, sarılırken kaldılar, hafiften salındılar. Gözlerini yumdu ikisi de, uzun zaman sonra ilk defa sarılmak nasipti onlara. Uzun zaman sonra, ilk defa bir vedaya değil, huzura sarılıyorlardı. Uzun zaman sonra, yıllar önce açılmış olan uçuruma tek bir tahta çakılmıştı, ilk defaydı lakin son değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

 

 

 

Gece saat iki sularında evine döndü Yansı, ışıklar kapalıydı. Gece’nin uyuduğunu düşünerek sessizce onun odasına doğru ilerledi, yavaşça araladı kapısını. Yatak boştu, hala toplu haldeydi. Telefonundan, arkadaşının numarasına tıkladı, bu saatte dışarıda olması alışık olmadığı bir şeydi, genelde hastaneden çağırılır, veya illaki haber verip çıkardı.

Aramasını reddeti Gece, çok geçmeden bir mesaj düştü ekrana.

Ay parçam: Bir hastam fenalaşmış, şarjım az. Sabah haberleşiriz.

Merakını gidermeye yetmemişti mesaj fakat sorgulamadı. Yorgunluktan bayıldı, öğlene doğru tekrar işe gitmesi gerekiyordu. Kendini uykuya bıraktı, lakin Gece, bir kabusun en başındaydı.

Yansı, Oğuz’la buluşmak için çıktıktan yarım saat sonra, Bülent aramıştı.

“Gece hanım, uyandırmadım inşallah.” Özür dilediği sesinde saf bir kinaye vardı. Gece sinir olmuştu, lakin anlaşma yaptığı adamı sinirlendirmemek için elinden geleni yaptı.

“Buyurun Bülent Bey.” Sesindeki formalitenin aksine, yüz ekşitti Gece.

“Sizi alması adına bir araç kapınızda bekliyor. İlk işinizi görmek için sabırsızlanıyorum.” Volta attığı yerde durdu Gece, yavaşça perdeden dışarı baktı. Park etmiş, dörtlüleri yanan siyah bir araba duruyordu kapıda. “Nereye gelmem gerekiyor? Kendim gelmeyi tercih ederim.”

“Maalesef, Gece hanım. Anlaşmamızın yedinci maddesinde yazdığı üzere, gizlilik pek mühim.” Sesinde aynı kinaye, aynı tiksindirici sırıtış vardı.

“Nedir bu saati tercih etme sebebiniz?” Sakince sordu Gece, mantıklı herhangi bir şeyin peşindeydi. Çünkü, gecenin bu saatinde tanımadığı saçma bir adam tarafından aranması, rahatsız edici olmanın yanı sıra tuhaftı, çok tuhaf.

“Gece hanım, Gece hanım… Geldiğinizde güzel bir muhabbet sözüm olsun.” İğrenç, düşük bir kahkaha atıp kapattı telefonu Bülent. Gece’ye ise, sadece cesaretine güvenip bir arabaya binmek, geçmişin dolanmış ipini çözmek için meçhule gitmek düşüyordu.

Hızlıca giyindi, çantasını aldı. Kapının önünde arabaya yaslanmış olan genç bir çocuk kapısını açtı, arkaya oturttu. Yaklaşık bir buçuk saat sonra bir malikanenin önünde durdu. Araçtan indi, Bülent’in olduğunu düşündüğü malikanenin kapısına doğru ilerledi. Kapıyı, orta yaşlarda bir hizmetçi açtı, lakin Gece’ye merdiven başında beklemesi gerektiğini söyledi.

“Tamamdır, bekliyorum.” dedi Gece, o sırada etrafa bakındı. Altın varaklı süslemeler, duvarlara asılmış kocaman tuvaller vardı her yerde. Altın varak, her bir yanı sarmaşık misali sarmıştı.

“Gece Hanım! Ne hoş bir süpriz!” İki eli, iki yana açılmış bir şekilde çıktı ortaya Bülent. Saçlarına yerleşmiş aklar, siyah boyayla kapatılmıştı. Lakin Gece’nin, onun yüzünde görmüş olduğu yorgunluğu kapatmaya hiçbir boya yetmezdi, Gece’nin bir organ parası vererek aldığı kapatıcı da dahildi.

“Sürpriz?” diye sordu Gece, salağa yatmak yersizdi bu bilinmeyen yerde. Fakat, Bülent? Salaklık kelimesinin tam olarak resimli çevirisiydi.

“Gerçi doğru, haklısınız. Pek de sürpriz yapamadık değil mi size?” Yüzündeki aptal kinaye, zehirliyordu Gece’yi. “E, buyurun o zaman. Oğlum.” diyerek Gece’nin yanında duran elemana işaret yaptı. “Gece hanımı odaya götürün.”

Bülent, oradan ayrıldı. Gece, genç bir hizmetli tarafından asansöre doğru ilerletmiş, eksi kata basmıştı. Eksi iki yazan katta durdu asansör, evin girişinin aksine mavi beyaz ışıklarla aydınlatılmış, soğuk bir koridor karşıladı onları. Bir süre ilerlediler koridorda, çok geçmeden sensörlü kapı aralandı, küçük bir ameliyathaneyi gözler önüne serdi.

Gece’nin ifadesiz tutmaya çalıştığı yüzü, şaşkınlık ve şok ile aydınlandı. Dizilerde görmüştü bu tür minik klinikleri, lakin bu karşısında duran alan tamamen bir ameliyathaneden farksızdı. Masa üzerine serilmiş aletler, son çıkan cihazlar ile tek bir odaya kurulmuş koca bir hastaneydi burası.

“Beyefendi şimdi gelecekler, kahve arzu eder miydiniz?” dedi yirmili yaşlardaki çocuk. Kahve mi? Soğuk bir su gerekliydi aslında. “Hayır, teşekkürler.”

Gece, kapı yanlarında bekleyen adamlarla tek kaldı odada, ortada duran ameliyat masasına doğru ilerledi, yanına çekilmiş olan masaya baktı. Masanın üzerinde, ameliyat eşyalarının aksine botoks malzemeleri, plastik cerrahide kullanılan iğneler ve çeşitli maddeler vardı. Tek tek inceledi Gece, her biri en iyi marka ve firmalardan, en son düzenlenmiş olan kongrede tanıtılmış ürünlerdi. Çalıştığı hastaneye dahi daha ulaşmamıştı ürünler.

O, malzemeleri incelemeye dalmışken sensörlü kapı açıldı, içeri en az altı adam doluştu. En önde ise, en az ellilerinde olan bir adam vardı. Gece’ye bakmadan önce, yatağı koltuk şekline aldırdı, oturdu. “O gerizekalıya söyleyin, işlemden sonra odamda beklesin beni.” Karşılarında bekleyen adama konuştu.

Herkes sustu. Gece ise, ne yapacağına dair fikri olmayarak konuştu. “Merhaba, ne işlemi olacaktı tam olarak?”

Koltuğa oturmuş adam, kaşları çatıkken baktı. Bir süre inceledi yüzünü. “Kaç yaşındasın sen?” diye sordu.

“Otuz.” dedi Gece.

Homurdandı Yusuf Alastan, yıllardır en iyi profesörler kapısında köleyken bir çocuk vardı şimdi karşısında. “Seviyen ne?”

“Uzman doktorum.” Alaylı bir şekilde güldü, sinirlendiği belliydi. Gece sadece bekledi, bir sire daha kibrinde boğulan bu adamın susmasını bekledi. “Ne işlemi olacaktı?” diye duygusuzca sordu Gece, işini bitirip bu çukurdan bir an önce çıkmak, peşinde olduğu gerçeğin dosyasına ulaşmak istiyordu. Tek istediği bir rapor olsa dahi, savaşmaktan geri durmayacaktı. Önünde, kibrinde boğulan insanlarla çok karşılaşmıştı Gece, lakin günün sonunda herkes derin uykuya dalıp onun ellerine bırakıyordu kendini bir ameliyat masasında.

Yusuf konuşmadı, eliyle yanında bekleyen adama işaret yaptı. “Efendim, alnında gerçekleşen çizgilerin halledilmesini istiyor. Ayrıca, kaz ayakları için de tedavi istiyor."

Demek öyle istiyor efendiniz, diye düşündü Gece. Bu bok çukuru, her nereye açılıyorduysa karışmak istemiyor, sadece defolup gitmek istiyordu. Peki dercesine baş salladı, açık saçlarını tepesinde topladı. Yüzünde aynı ifadesizlik, elinde ise masadan aldığı malzemelerle hızlı lakin dikkatli bir şekilde yaptı botoksu. Tek seferde halledilecek gibi basit bir durum yoktu, rötuş şarttı. Bunu bilerek, devam etti Gece. Adamın neden genç göründüğünü anlamıştı, kendine bakan, sağlığına önem veren biriydi. Hatta belkide takıntılıydı, diye düşündü Gece. Yoksa, kim bodrum katına bir hastane inşa etmeye ihtiyaç duyardı ki?

Yarım saate yakın bir süre sonra ayaklandı Gece, ellerindeki eldiveni çöpe fırlattı. “İşleminiz tamam.” Yusuf Alastan, yerinden yardımcısının desteği ile kalktı, ceketini düzeltti.

“Elin hızlıymış doktor. Umarım, işin de hızın kadar iyidir.” Ceketinin kollarını düzeltirken konuştu Yusuf, sesinde yumuşaklık lakin yumuşaklığı kadar da tehdit vardı. Kötüyse , ölümün de hızlı olur, der gibiydi.

Yusuf, alandan ayrıldı. Gece ise astığı çantasını aldı, ceketini giydi. Geldiği gibi, yine kapıdaki herhangi bir adam çıkışa kadar eşlik etti. Lakin, bu sefer asansörde onu Bülent karşıladı. “Gece hanım, hızlıymışsınız. Bir kahvemi içer miydiniz?” Sesinde aynı alay, aynı kinaye vardı Bülent’in. Yüzüne bir yumruk atsam, ne olabilir ki, diye düşünmeden edemedi Gece.

“Sağolun, Bülent Bey. Ben işlemimi tamamladım, dosyayı ne zaman alabilirim?” Hafiften güldü Bülent.

“Dosya, tabi.” Asansörde kenara çekildi kadının gelebilmesi için, arkasından girecek olan korumaya ise dışarıda kalması için el işareti yaptı, kapıyı kapadı. “Dosya kolay iş, Gece hanım. Geçende de söylediğim gibi. Yarın mailinize düşer sanıyorum.”

O sırada kapı açıldı, geldiği giriş gözüktü. “İyi geceler.” diyerek indi asansörden Bülent, üst kat merdivenine doğru yol aldı. Aynı şekilde Gece de kapıya doğru ilerledi, aynı hizmetçi açtı ona kapıyı.

Şimdi, tekrar nefes alıyordu Gece. Derin bir nefes çekti. Saat, sabahın beşine geliyordu. Az önce bulunduğu yer altının aksine, temiz hava ile doluyordu akciğerleri. Onun için bekleyen arabaya binmeden önce tekrar gerisinde kalan malikaneye baktı.

“Nereye düştüm ben amına koyayım.” diye mırıldandı kendince. O sırada, gizli bir numaradan mesaj düştü telefonuna.

Yaptığın iğneleri saymaya başla, doktor. Gözünü gerekirse on dört aç.

Gelen mesajı okuduktan sonra her yerden sildi, arabaya bindi. “Hastaneye gidelim.” dedi arabayı süren çocuğa. Uykuyu haram eden bu itlere, hayatı dar edesi geldi. Lakin, eli kolu bağlı bir şekilde, ezbere bildiği hastane kapısından girdi.

“Gece hocam, erkencisiniz. Hoş geldiniz.” dedi Yeşim hemşire. “Bir şey yoktur inşallah, ben tüm hastalarınızın son tetkiklerini de yaptırdım.”

“Sağol Yeşim hemşire, kolay gelsin.”

Yeşim, yorgun gözüken hocasının gidişini izledi, elindeki simidi kemirmeye çalışıyordu. “Hastaneyi mi özledi, anlamadım ki.” diye merakla mırıldandı yürüyen kadının arkasından bakarken.

“Çok çalışkan, çok iyi kadın.” derken alt dudağını dişledi genç asistanlardan birisi. “Tam benim tipim.” Yeşim, yanında şekilden şekle giren çocuğu fark edince, ensesine vurmaktan geri durmadı.

“Salak salak konuşma, işin mişin yok mu senin, oturdun tüm nöbet.”

“Yook.” dedi asistan. Yeşim sinirlendi. Dolaptan aldığı bir tas eşyayı, genç asistanın eline dayadı. “Defol git, bin üç yüz kırk dörtteki hastanın serumu yenilenecek. Kalk!”

“Ya, daha yeni kaç mide yıkadım, Sena yapıversin bunu da!”

“Sus, ikiletme beni. Kalk!”

Asistanlar kavgaya dalarken, Gece odasına dönmüş, üstünü değiştirmişti. Haram olan uykusunu bir saatlik uzanma ile örtmeye çalıştı, koltuğuna uzandı. Ayakkabılarını giymiş, morarmış göz altlarını kapamıştı. Az önce, İstanbul’un bilmem neresinde olan bir malikanenin bodrumunda işlem yapmamış gibi davranmaya çalıştı, gözlerini kapadı. Gün doğumuna az kalmıştı, alarm kurdu. Odasının geniş penceresinden güneşin doğuşunu izlemek, belki de ona uykusuzluğu unutturacak tek şeydi. Aynı, son on beş senedir olduğu gibi.

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Odasına ilerledi Yusuf Alastan. Saat, onun için işliyordu. Her bir saniye, bir tüfeğe konan kurşun demekti. “Tanju’yu çağırın.” dedi kapısında bekleyen korumaya. Şirkete gitmek için hazırlanıyordu.

Koruma, hızlıca alt kata ilerledi. Elinde, tableti ile koltuğa kurulmuş olan adama seslendi. “Yusuf bey, sizleri çağırıyor.” Tanju, saklamak zorunda olduğu bir bıkkınlıkla kaldırdı kafasını.

“Tabi ki çağırıyor.” diye alaya aldı Tanju. Saf nefreti iliklerinde hissederek ilerledi çalışma odasına doğru.

“Abi.” diyerek araladı kapıyı, baş işareti ile onayını alır almaz odaya girdi. “Buyrun.” dedi sakince. Oysa, ruhu, Yusuf Alastan’ı bu odaya gömmek istiyorum diye çığlıklar atıyordu.

Kol düğmelerini düzeltirken konuştu, damadın yüzüne bakma gereksinimi dahi duymadı. Kol düğmelerinin düzgün durması, Tanju’dan daha değerliydi. Çünkü Yusuf Alastan, güç idi. Tanju ise, kız kardeşinden kaynaklanan zorunlu bir gölge.

“Tırlar yola çıktı mı?” Bir hafta önceden planlanan mühimmat ve malların lojistik planlaması, lojistik müdürüne, Tanju’ya emanetti. Tek bir tır dahi milyonlara değer mal taşıyordu, gizli yollardan açılmış yollara tabiydi tırlar, o yolların serbestçe akması ise Tanju’nun değersiz hayatı ile ölçüşüyordu.

“Tırlar, istediğiniz gibi yola çıktı. Kısa bir süre sonra, her zamanki gibi sınır dışına çıkmış olacaklar.” Tanju, herhangi bir hatasının hayatına mal olabileceğinin farkındaydı. Bunun için, Yusuf Alastan’ın uzun uzun açıklama yapmasına gerek kalmamıştı.

“O mallar.” diye başladı Yusuf Alastan, artık Tanju’nun gözlerine bakıyordu. Yusuf’un gözlerinde her zamanki gibi yanan kor bir alev vardı, Tanju’da ise saf kömür. Yusuf, harlanan alevdi, Tanju ise değersiz bir kömür birikintisi.

“O malların tek bir kolisi, senden daha pahalı. Tek bir hatada, canını ben değil, onlar alır.”

Yutkundu Tanju, karşısındaki adamın gölgesinde kayboldu, sevmese de gölgesine sığındı.

“Dediğim gibi Abi, merak etmeyin. Lojistikte hiçbir sorun yaşanmayacak.”

Tepki vermedi Yusuf, sadece işine odaklandı. Odanın bir kenarına tünemiş olan Tanju ise paramparça olmuş gururuna inat sordu.

“Abi.”

Cevap gelmedi. Devam etti. Bu, ne var? demekti.

“Şirketin müdürleri, önümüzdeki ay yapılacak olan yönetim kurulu toplantısı için bayağı heyecanlılar.”

Ses yoktu, fakat Yusuf’un tek bir bakışı konuşmaya değerdi. Yani?

“Yıllardır müdürüm. Bu seneki toplantıya katılabileceğimi düşünüyordum. Tabi, sizin de onayınız ile.”

Güç, Yusuf Alastan’ın gölgesinde kalır, adını unuttururdu. Çünkü güç, Yusuf Alastan’dı. Tanju, bu güçten yıllardır yararlanmaya çalıştı, asla başaramadı. Lakin Tanju’daki şey farklıydı. Güç değildi belki, lakin azim vardı Tanju’da, kıvrak bir zeka vardı.

“Eğer, bu teslimat sorunsuz gerçekleşirse, tekrar hatırlat.” diyerek odadan ayrıldı Yusuf Alastan, gerisinde hayallere dalmış bir damat bırakmıştı.

Arabasına doğru ilerledi, kapı açıldı. Şirkete doğru hareketlenen arabadan izledi dışarıyı. İstanbul, ve hatta Türkiye’nin bütün gölgesi ona bağlıydı. Bütün karanlığa sığınanlar, Alastan’ların ışığı ile hayat bulurdu. Kurul severdi Alastan’ı. Girebilmek için kardeşlerini, babasını öldürmüş adamdı Yusuf. Birçok şeyi kaybederek en çok kazanan olmuştu. Eğer kardeşi, Tanju denen yarı İngiliz’e gönlünü kaptırmamış olsaydı, ayak bağı da olmazdı. Çünkü kimse, Yusuf Alastan’ın ayak bağı olabilecek kadar önemli değildi, Sevim hariç.

Ailesinde hayatta kalan tek kişiydi Sevim, onu en çok, hatta belki de tek seven Sevim’di etrafında. Yusuf, kardeşi için yakar geçerdi. Bunu, bilmeyen yoktu, Yusuf her zaman öndeydi. Sevim ise, her daim bir adım gerisinde, sağ çaprazındaydı.

“Yusuf, bırak beni, git buradan. Kaç!”

“Olmaz Asiye’m, tut elimi!”

Asiye, yanan deponun alevlerinde yolunu kaybetmiş, sese doğru gitmeye çalışıyordu. Gizlice buluştuğu adamın düşmanları, depoyu basmıştı. Her yer yanıyordu.

“Yusuf, git! Bana bir şey olmaz, ama seni yaşatmazlar. Kaç, Allah rızası için git!”

Yirmilerine yeni basmış, delikanlı Yusuf sevdiğini aradı, bulamadı.

“Sana söz! Ölsem de, döneceğim! Şimdi git, canını kurtar. Sonra gel, bul beni!”

Yusuf, alevlerin arasında sevdiğini bırakmaktan başka çare bulamadı. Alevler, şimdi sadece depoya değil, aynı zamanda bir ömür yüreğine de düşmüştü.

 

Derin bir nefes aldı Alastan, yanağına düşmüş yaşı sildi, kaşlarını çattı. “Sahil evine gidelim.” dedi şoförüne.

Yıllar önce, babasının koltuğuna geçince yaptırmıştı bu evi Asiye’sine. Alevlerde bıraktığı kadını, çok geçmeden düşman elinden kurtarmış, kaçırmıştı. Aşkı, babasının katili olmuştu.

Çok geçmeden berrak denizin dibinde, küçük ama ferah bir eve ulaştılar. Her zamanki gibi, adamları evin dışarısında kalmış, Alastan eve tek girmişti.

Kapıya yanaştı Yusuf, malikanenin aksine kapıda ayakkabılarını özenle çıkardı, dolaba koydu. “Bismillahirrahmanirrahim.” Sağ ayağı ile adım attı deniz kokan eve, ceketini astı, silahını belinden çıkardı. Üzerine bulaşmış bütün kanı katman katman ayırdı. Çoğu gitmişti, lakin derisine kazınmış o kanı asla çıkaramazdı.

Deniz sesinin yüreğini doldurduğu odalara doğru ilerledi, yatak odasının kapısını açtı, hemşire vardı. Odanın, denizin dibine yapılmış penceresi açıktı, ferahtı.

“Asiye’m.” diyerek ilerledi hasta yatağına yatan kadına, yıllardır derin bir uykudaydı. Monitörlere bağlanmış kadının sağ tarafındaki koltuğa oturdu, elini tuttu. Dünyalara kaş çatan, kana bulayan adam, bir Asiye’nin yanında kediye dönerdi. Bir Asiye’si görürdü kalbini, bir ona açardı en hassas hislerini.

“İyi misin? Bu ara çok gelemedim yanına, kusura bakmayasın.” Yusuf, komada olan kadınla sanki oradaymış gibi konuştu. “Deniz hırçın bu aralar, sen seversin hırçın denizi.” Elini öptü. Asiye’nin gözleri, yine kapalıydı. Kahkaha attığı dudakları, yine düz çizgiydi.

“Yakında kurul var, Asiye’m. Yetiştiremezsem, öldüreceklermiş.” Dediğinin üzerine düşündü biraz Yusuf, sonra hafif bir kahkaha attı.

“Öldürürlermiş. Bilmezler ki beni sen öldürdün Asiye’m. Kıydın o adamla nikahı, sonra komaya girdin. Beni gözlerinden mahrum bıraktın.” Yüzündeki pembeliği kaybetmiş kadına baktı. Hala ifadesizdi.

“Şu iki göze hasret bıraktın ya beni, dünyaları yere seren koskoca Alastan’ı bir çift inciye hasret bıraktın be Asiye’m.”

Kahvelerinin arasına beyaz karışmış saçlara dokundu Yusuf, narince sevdi. Kana bulanan elleriyle sevdi.

“Gitmeden önce küstün ya bana, en çok da o acıttı kalbimi.”

Asiye, komaya girmeden önce kavga etmişti Yusuf ile, sevdiği Yusuf ile. Çünkü babasını öldürmüş, kardeşlerini katletmiş bir adam, yıllar önce Asiye’nin sevdalandığı adam olamazdı. Kırılmıştı Asiye. Ve Yusuf çok iyi anlamıştı, kırılmış bir kadın öyle güzel sustururdu ki yüreğini, öfkesine bile hasret kalırdı insan.

“Papatyalar alırdım sana, Asiye’m. Demet demet çiçekler alırdım sana, hatırlar mısın?” Güldü Yusuf. “Sen ilk başlarda kafama vururdun ama, hiçbirini soldurmazdın.”

Camın önüne serilmiş papatyalara döndürdü bakışlarını Yusuf, bembeyaz örtü misali sarmıştı pencereyi papatyalar. “Ben hiç, solmuş bir papatya görmemiştim, Asiye’m. Seni bu halde görene kadar.”

Aşk, yürekleri ısıtır, ruhları bağlardı. Ama bu sefer aşk, bir ömrü uyutmuş, ruhunu sömürmüştü. Bağlanan ruhlar kör düğüm olmuş, kopmuştu. Delikanlı Yusuf’un aşkı, Asiye ile son bulmuştu. Her zaman Yusuf’un yüreğinde, Yusuf Alastan’ın ise aklında yaşamıştı. Lakin Asiye, kırık kalbi ile derin bir uykuya hapsolmuştu. Alastan’ın kanlı elleri her bir papatyayı soldurmuş, her bir beyazı kana bulamıştı. Asiye, bugün de Yusuf Alastan’a gözlerini göstermemişti.

O sırada ofisine kurulmuş olan Tanju, işlerini tamamlıyor, çalışıyordu. Önündeki sandalyeye kurulmuş Bülent, kahvesini yudumluyordu. “Girebilecek misin yönetim kuruluna?” diye sordu, sesinde her zamanki kinaye vardı.

“Ben, her zaman istediğimi alırım, Bülent. Sen merak etme.” Güldü Bülent, karşısındaki adam yıllardır güçlü olmaya çalışan bir damattı. Lakin güç, Tanju’ya hiç uğramamıştı.

“Seni neden bir ayrı seviyorum, bilir misin Tanju?” Ters ters bakmakla yetindi Tanju. “Çünkü hayal gücün, siz İngiltere’de nasıl dersiniz, fabulous!” Derin bir kahkaha attı Bülent.

“Daha yönetime giremezken, Alastan isminin altında, kurula nasıl gireceksin?” Derin bir nefes aldı Tanju, karşısındaki adama ciddi bir cevap verdi. “Benim.” dedi.

“Her zaman bir planım vardır, Bülent. Biri çalışmazsa, diğeri mutlaka çalışır.”

“Ya ikiside bozuksa?” diye sordu Bülent.

“O zaman sorun asla planda olmamıştır. Doğru plan, yanlış işleyen. Ve yanlış işleyenler, elenir, Bülent. Oyunu oynamasını bilmeyenlere ikinci bir şans tanınmaz.”

Tek kaşımı havalandırdı Bülent, karşısında oturan adam güç denen maskeyi iyi taşıyor, lakin ancak arkasına saklanmakla yetiniyordu. Onu tanımasa, gerçekten bir Alastan olduğunu düşünebilirdi.

“Oyunu oynamayı bilmiyorsan?” diye sordu Bülent. Meraklanıyordu.

“O zaman, kendi oyununu kurmayı öğrenirsin. Ve ben, bilmediğim oyunların kurallarını en baştan yazmada çok iyiyimdir, Bülent.”

Dudakları memnuniyetle kıvrıldı, güç denen maske Tanju’yu ele geçirmiş, etkisi altına almıştı. Yakışmıştı da. Güçlü bir profili vardı Tanju’nun, tek sorunu zayıf olan karakteriydi. Yıllar önce Sevim’le evlenip kendini Alastanlar denilen bir ailenin içinde bulmuştu. Coleman soyadı kaybolmuş, dört bir yanı Alastan olmuştu. Bilmediği bir oyuna girmişti, öğreteni yoktu. O da her bir kuralı en baştan yazmaya başlamıştı.

“Ben, her zaman bir adım öndeyimdir Bülent. Bir adım önde..” İşaret parmağını yukarı kaldırmış, bir sayısını vurguluyordu. Kahvesini içti Bülent, sadece baş salladı. Ortama çöken sessizliği, Tanju’nun çalan telefonu böldü.

“Efendim? Ne demek çevirmeye takıldı, ne saçmalıyorsun sen!” Hışımla ayaklandı, hızından ötürü sandalyesi devrildi. O paniklerken, Bülent sorgularcasına baktı.

“Yıllardır yaptığımız ticaret şimdi mi yakalandı! Kim ihbar etmeye cüret etmiş!”

Telefonuna doğru kükremeye devam etti Tanju, sinirden alnındaki damarlar belirleşmişti. “Hemen kurtar şu durumu! Tek bir saniye daha yaşatmam seni!”

Telefonu, karşı duvara fırlattı, Bülent bu refleks karşısında başını yana eğmek durumunda kalmıştı. Kahvesinden bir yudum daha aldı. “Bir adım ileride?” diye sordu şaşkınlıkla. Cıkladı, kaşlarını havalandırdı. “İki adım geride, daha doğru olur.” dedi, karşısında öfkeden kızarmış olan adama sırıtarak bakıyordu.

Tanju, öfkeyle soluyarak çıktı odadan, Yusuf Alastan’ın odasına doğru ilerledi lakin yoktu. Bu, bir şanstı. Mahvolan teslimatı kurtarması için sadece birkaç saati vardı. Bu bir kaç saat, hayatı demekti. İstediği kadar adam öldürse dahi, Yusuf Alastan onu asla canlı bırakmazdı.

Şirket binasının önünde bekleyen arabasına doğru ilerledi. Hızla hareket etti araba, telefonunu kenara bıraktı, ceketinin cebine koyduğu külüstür telefonu çıkardı. “Teslimatı biri ihbar etmiş.” dedi telefonun ardındaki kişiye. “Teslimat yakalanmış. Bu ne demek biliyor musun!”

Telefonun ardındaki kişi gülmekle yetindi.

“Ölüm demek, dostum! Ölüm demek!” Bağırıyordu Tanju, arabası ile lojistik deposuna ilerliyordu. İlk defa konuştu telefonun ardındaki kadın. “Engeli kaldıralım mı?”

“Kaldırın! Yapın şu teslimatı!” diyerek kapattı telefonu Tanju, külüstürü tekrar cebine yerleştirdi.

O sırada asıl telefonu çaldı, Alastan’ın asistanı arıyordu. Korkuyla açtı. “Gerizekalı! Polise mi takıldın gerçekten! Alt tarafı bir teslimat yap dedik! Bir boku beceremiyorsun!” Son ses kükrüyordu Yusuf Alastan. Birkaç santimetre uzaklaştırdı kulağındaki ekranı Tanju.

“Tanju, bu teslimat gerçekleşmez, Alastan ismine gram leke bulaşmaya dahi cüret ederse, seni o lekede boğarım, öldürmem, süründürürüm!”

Sessiz kaldı Tanju. Şimdilik sessizlik, sahip olduğu tek çıkış, tek kurtuluştu.

Teslimat sekteye uğramıştı. Zaman, akıttığı her bir saniyeyi kurşuna çeviriyordu artık. Ve hepsinin hedefi, birine doğru dönüyordu, yavaş yavaş kan kokusu sarıyordu her yeri.

“Merak etmeyin, en kısa sürede polisleri etkisiz hale-“

“Kes sesini! Ne bok yersen ye, o teslimat kazasız belasız sınır dışına çıkacak Tanju! Başka seçeneğin düşüncesi bile olamaz!”

Telefon yüzüne kapandı, derin bir nefes almakla yetindi. Kravatını genişletti, boğuluyordu. Tırlar, çevirmeye yaklaşıyordu, Tanju ise uzun soluklu bir uykuya.

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Suriye.

Zorlu bir sınavdı. Toz topraktan göz görmüyor, göğüslerine örtündükleri koruyucu yelekler değil, göğüs kafeslerine sığdıramadıkları yürek koruyordu onca askeri. Onlar, gözün görmediği, kulağın duymadığı, tenin hissedemediği ruhlardı. Gölgeyi ev yapan, sessizliği kuşanan, bilinmezlikle yaşayan Jandarma Özel Harekat, Özel Kuvvetler. Onlar, kimsenin bir kez adını dahi duymadığı sessiz kahramanlardı.

Karadan ilerleyen zırhlı araçlar, havada helikopterler aynı cengaverleri taşıyordu. Göreve gidiyorlardı. Arkalarında anasını, babasını, yeni doğan yavrusunu, sevdalısını, dostunu, kardeşini bırakıp gelenlerdi onlar. Yüreklerinde yanan ateşi harlayıp düşmana doğrultan yiğitlerdi.

“Komutanım, gidince bir de ziyafet çeker miyiz be!”

“Dönmeyelim yiğidim, şehit olalım, şehit! Rabbim şehit olmayı nasip etsin!”

“Öyle demeyin komutanım, bugün de Rabbim ayırmasın sizi bizden.”

“Yok oğlum, bırak. Şehit olacam, vatanımın toprağına karışacağım.”

Sanki, ölümle dans ettikleri bir göreve gitmiyormuş gibi gülen askerlere baktı yüzbaşı. O asla gülmedi, ciddiyeti, resmiyeti ve ağırlığını bozmadı. Şehit mertebesine yükselmek için atılırdı her adım, bu yüzden yenilmezdi yüreğinde imanını taşıyan hiçbir asker. Arkasında ocağına ateş düşürdüğünü evini bırakır, toprağa karışırdı. Lakin yenilmezdi. Onun imanı, vereceği sınavın tek cevabıydı.

Bir süre sonra arabadan indiler, birkaç kilometre boyunca sürünmek zorunda kalacaklardı. Timin Yüzbaşısı önde, astsubay ve başçavuşları ise hemen arkasında süründüler.

“Komutanım, Arslan’a ne işim olur düğünle demişsiniz, valla çok kırılırım.”

Yüzbaşı, yüzü gözü boyanmış bir şekilde sürünmeye devam etti. Telsizden konuşan askerine ise göz devirmekle yetindi. Onlar, onun sadece askeri değil, belli etmese de, canını feda etmekten çekinmeyeceği kardeşleriydi. Anaları anası, babaları ise babasıydı. Onlar, aynı yolun yolcusu, aynı hayalin bekçileriydi.

“Salak salak konuşma, kes sesini.”

Göreve çıkmadan önce nişanı yapılmış genç astsubay kıkırdamakla yetindi. Sert mert adamdı komutanı, lakin harbi adamdı. Günlerce hayıflansa da, gelirdi düğününe, biliyordu.

“Pişt, damat. Söyle bakayım nereye aldın bileti.” dedi başka bir asker.

“Ne bileti lan.”

“Sinema bileti, gerizekalı. Balayı tabi ki tavuk beyinli.”

“Hee.” diye sinsice gülümsedi genç damat, çok güzel bir sürpriz hazırlamıştı. Günlerce üzerine düşünmüş, paraya kıymış, Roma’ya bir haftalık tatil ayarlamıştı. Birikiminin çoğunu gözden çıkarmak zorunda kalmıştı, lakin sevdalısının tek bir gülüşü için milyonları dahi sermeye hazırdı.

“Vaay, kıkırdamalar gülüşmeler, damat! Ne planladı o tilki beynin len!” dedi mikrofonun ardında başka bir kardeşi.

“Dicle’yi Roma’ya götüreceğim abi.”

“Lan! Sen kara para işine mi girdin Mehmet?” diye şakaya karışık bir tonda konuştu büyük bir teğmen.

“Yok, komutanım. Tövbe. Kenarda birikmiş vardı, kıydım bir kısmına. Feda olsun Dicle’me.”

“Vay, vay, vay. Aferim len, balık zekalı. Arada çalışıyor demekki.”

“Yüzbaşım, daha ne kadar sürüneceğiz?” diye yakardı bir asker.

Yine sadece göz devirmekle yetindi yüzbaşı, ardından kısık lakin sinirli bir tonda konuştu.

“Yorulduysan kucağıma alayım ister misin Abdullah’cığım(!)”

Tek cümle yetmişti Abdullah için. Komut, gayet duruydu. Kes sesini.

“Emredersiniz, komutanım.”

“Geliyorsunuz dimi komutanım, vallahi düğünde en VİP masayı size vereceğim.”

“Lan, kes sesini. Anladık evleniyorsun, vır vır bi susmadınız amına koyayım. Kahvehanedeymişiz gibi mi duruyor lan!”

 

Sürünmeye devam etti askerler, bağırış çağırış kırmazdı onları. Küfür? Alt tarafı küçük bir argodan ibaretti. Onları kıramazlardı. Çünkü onlar zaten şehitlerimiz denen yaraları yüzünden paramparça, lakin bir o kadar da dimdik ve sağlamlardı. Onlar konuşur, aynı zamanda sürünürken hedef belirdi, o anda kayboldular. Ahmet taş oldu, Mehmet toprak. Ali ağaca karıştı, Ömer gölge oldu. İzlemeye başladılar kansızları, bez parçalarıyla yüzleri örtünmüş pislikler, ellerinde düzgün dahi tutamadıkları silahlarıyla racon kesiyorladı. İçeride tutulan yüzlerce kadın, kız çocuğu işkenceye ve daha adı anılmaya dahi çekinilen durumlara mağruz kalıyorlardı, erkek çocuklar köle gibi kullanılıyor, kenardan kenara savruluyorlardı. Onlar, yardım bekliyorlardı. Yardıma muhtaçlardı. Dürbününden bakarken tavana doğru baş kaldırmış, yüzü kirden görünmeyen kadınları gördü yüzbaşı, ağızları ile dua mırıldanıyor, yırtık eşarplarının altına saklamaya çalışıyorlardı çocuklarını. Tek ümitleri Allah’tan gelecek olan mucizeydi. Bazıları inanıyordu mucizeye, lakin bazıları ise sadece Rabbine, cennete girebilmek için yalvarıyordu. Umutlar tükenmiş, geri sayım başlamıştı.

Oldukları yerlere sindi askerler. İzlemeye ve beklemeye başladılar. Belki de saatler, günler geçerdi bulundukları pozisyonda. Bilemezlerdi. Lakin oradaki her bir pislik, bu görev sonunda temizlenmiş olacaktı.

Gece çökmeye başladığı bir anda hareketliliğin azaldığını fark etti yüzbaşı. Kapıda bekleyen bekçi sayısı bire inmiş, herkes uykuya dalmaya başlamıştı. Kapıdaki çakma bekçi bile, gözlerini yummuş, elinden silahı yavaş yavaş bırakmıştı.

“Ecdadını s——-min itleri.” diyerek mırıldandı Yüzbaşı. Çok geçmeden, saatlerdir bulundukları pozisyonda bekleyen askerlerine seslendi mikrofondan.

“Kara, Kor, Şahin. Çadır kentin arkasından sızacaksınız, oradaki leşleri size bırakıyorum. Demir ve Damat siz de kadınların tutulduğu barakaya ineceksiniz. Kurt, sen benlesin. Ana girişe sızacağız.”

Herkes, rüzgarın bile duyamayacağı sessizlikte ilerledi. Ruh dahi duyamadı geldiklerini.

Çadır kentin arasında, kapılarda bekleyen bekçiler tek tek indi, bir diğeri son nefesini verirken öbürü duymadı. Çok geçmeden, o da yok oldu.

Kapıya doğru ilerleyen Kurt lakapblı asker ve Yüzbaşı, sızan bekçiye bir silke vurdu. Bekçi, uyanır uyanmaz boynuna asılı olan silahına sarılmaya çalıştı, lakin daha gözleri bile tam açılmamıştı. Karşısındaki ibneye tiksintiyle baktı Yüzbaşı. Yanağına bir silke daha geçirdi.

“Daha silahını düzgün tutamıyor, puşt.” Boynunda sallanan silahı bekçinin eline tutuşturdu, bekçinin gözünde saf korku vardı şimdi. Altına bile işediğine emindi Kurt, lakin çok da sorgulamadı, şayet sevgili komutanını izlerken daha çok eğleniyordu.

“Sıkı sıkı tutacaksın, pezevenk, sıkı sıkı.” diyerek dişlerini gıcırdattı Yüzbaşı, karşısındaki korkak ile öldürmeden önce iyi eğleniyordu.

“Vatanım gibi tutacaksın, dört elle, sıkı sıkı.” dedi yüzüne tek bir yumruk daha geçirirken. Sonra eline baktı, kısık bir inilti biçiminde gülümsedi. “Gerçi.” diye başladı.

“Vatanı olmayan soysuz bir köpek nerden bilsin korumayı, kollamayı.” Bu sefer kendi silahına tutundu Yüzbaşı, bir leşi daha vardı artık.

Sırayla, her bir kansız temizlenmişti. Barakada tutulan kadınlara doğru ilerledi tim, bazıları Türk, bazıları Suriyeli, bazıları ise çok farklı kültürlere aitti. Yüzleri, gözleri kir ve toz içerisindeydi. Karşılarında gördükleri adamlar ile yavrularına daha sıkı sarıldı kadınlar ve ablalar. Gözlerinde, korkunun aksine kabullenmişlik ve her atan yürekte olmayacak saf cesaret vardı. Kendinden vazgeçmiş bir kadının cesareti, kalbi sadece yavrusu için atmayı sürdüren bir annenin yürekliliğiydi bu, nerede görse tanırdı Yüzbaşı.

Kadınlarla iletişimi başardıktan sonra telsize anons geçti Yüzbaşı. “Görev tamam, 23 kadın ve 14 çocuk bizimle.”

“En yakın araç yolda.”

“Eyvallah.”

Temizlenmiş alana, yerde yatan leşlere baktı Yüzbaşı. Bir kurşun, bir leş.

“Anam, sen ne datlı şeysin len.” Etrafta sarılan erkek çocuklarıyla oynuyordu Damat ve diğerleri. Belki de en çok sevdikleri şeydi bunca insana yeni bir başlangıç hakkını tanıyabilmek. Bunca çocuğu, bir kabustan çıkarıp tekrar hayal kurabilecek cesareti sağlayabilmek. Çok farklıydı, hatta belki de bambaşkaydı.

“Benim de sizin gibi bir öğlum bir kızım olsa! Tadından yenmez. Hele hele, hareketlere bak hele.” Minik ellerinden kavradığı bir kız bebek ile el ele tutuşmuş, bozuk bir radyodan çıkan müzikle dans ediyorlardı. Ne çaldığını dahi anlayamıyorlardı radyonun bozuk ayarından, lakin bilirdi Damat. Şimdinin en güzel şarkısı, özgürlüğünü bulmuş minik bir kalpte çalardı. Ona dans etti Damat, en çok onu duydu.

Çok geçmeden zırhlı araçlar indi sahaya, askerler minik araca, kurtulanlar ise zırhlı bir minibüse bindi. Uzakta değildi üs, yola koyuldular.

“Ya, yok mu şöyle güzel bir türkü de dinlesek!”

“Çal, baba çal!”

Radyodan ince bir kadın sesi yükseldi, Yemen Türküsü söylüyordu. Günlerdir görevde olan askerler beraberce dil döktü türküye, tüm içtenliği ile haykırdı sözleri.

“Havada bulut yok, bu ne dumandır. Mahlede ölüm yok, bu ne figandır. Şu Yemen elleri ne de yamandır.”

Sarıya bürünmüş topraklarda ilerledi araba, şimdi Yüzbaşı da hafiften gülümsüyor, ruhunun hafiflemesi üzerine türküye salınıyordu.

“Ano Yemen'dir gülü çemendir

Giden gelmiyor acep nedendir?"

Lakin bilmezlerdi, o anda, kilometrelerce öteden bir adet SİHA’yı etkisiz hale getirip kendi safına alanlar saldırıyordu. İşte zaman denilen şey bu yüzden tuhaftı. Az önce güldüğün an, vahşete dönüşebilir, kahkahanı en can alıcı yerinde kana bulayabilirdi. Semaya doğru atılan her bir kahkaha, yalvarış ve yakarışa dönebilirdi. Bunlar, bir anda olurdu, sadece bir an.

Tek tek bombalandı yoldaki her bir araç. Arabadan son anda atlamaya çalışan her bir asker yandı. Az önce türkünün sözlerini bağıran dudaklar şehadeti andı. Bir andı. Öyle de bir andı ki, aynı anda 8 eve ateş düştü. Asla sönmeyecek olan, yüreklerde intikam diyerek harlanmaya devam eden bir ateş.

Çok geçmeden ulaştı kara haber. Sekiz ev, ayrı ayrı yandı. Sekiz ana, ayrı ayrı ağladı. Onca baba güçlü durmaya çalıştı, duramadı. Bazısı ilk defa dizlerine kapandı, bazısı ilk defa ağladı. Onca sevdalı ise geride kaldı. Bazısı, kalbinin hemen altında büyüttüğü bebeği ile kaldı, bazısı ise söz vererek taktığı yüzük ile. Bazısı ise, dolabına hevesle astığı gelinliğe sarılırken ağladı. Ne o gelinlik giyildi, ne o çocuk babasını tanıyabildi. Doğmadan yetim düştü bazısı. Yürekler yandı, vatan ağladı. Toprak, adları haberlerde dahi asla gösterilmeyen sekiz gizli kahramanı daha içine aldı. Yine çok güzel koktu toprak, çünkü sevilenler de vardı artık o bir avuç toprakta.

Söylenecek tek söz vardı, herkes acısını bu cümleye sardı. Söz konusu vatandı. “Vatan sağ olsun.” dediler sadece. Bu, söylenecek son sözdü.

 

“Burası Muş'tur yolu yokuştur

Giden gelmiyor acep ne iştir?”

Patlayan alanın etrafını saran adamlar, uzuvları kopmuş, teni yanmış, şehit olmuş askerlerin ve insanların arasında gezindi. O sırada, tek bir buğulu cümle ilişti Yüzbaşı’nın kulağına.

“Ölmemiş, yaşıyor!”

 

Loading...
0%