@kalopsia
|
1.Bölüm “Cesur Tutsak” “Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.” -Edip Cansever
Kasım 2011, İzmir
İnsanı ve gururu hayallerinin önüne koyan çocuklar, akıl ve yürek arasındaki ince ipte düğümlenir, kaybolurlardı. En azından ben kayıptım. Bu kayboluşun tek iyi yanı, kendimle sık baş başa kalmamdı sanırım. Hayal dünyasında yaşayan ben, insanlara hayallerde kaybolmak yerine gerçeklere sarılmalarını öğütlerdim. Gerçeklerin acısına alışanlar belki de zihinlerinde kaybolmaktan korkmazlardı. Ben korkmazdım. Yıllarca evimi gölgelerde buldum. Saklandığım gölgeleri kendime bir örtü misali örttüm. Böyle geçti işte yıllar. Küçükken kucakladığım acı gerçekler tekrar kanadı. Kaçayım derken zihnimde kaybolmuş bir şekilde yaşamaya çalışıyordum. İdeallerim ve hedeflerim, hayallerimin yerini almıştı. Hayalperesttim, yalan yok. Ama büyüdükçe kurduğum her bir hayali gözden geçirip ideallere çevirdim, yeniden yazdım. Ben, Yansı. Dilbeste Yansı. İlk ismimi kullanmayı tercih etmezdim. İnsanların kaderleri isimleriyle düğümlü derlerdi. Ve benim bir Dilbeste ( gönül vermiş, aşık) olmaya hiç hevesim yoktu. Dilbeste’yi yansımalarda saklayan bir Yansı’ydım ben. Babasının, kızına olan aşkından ötürü koyduğu ismi kullanmaktan korkan bir Yansı, 12. sınıfın acı verici müfredatıyla cebelleşiyordu şimdi. Annem ve sevgili anne tarafımın iyi maaş getiren mesleklerden birini seçmem için uyguladığı baskı altında ezilmemeye çalışırken rekora koşuyordum. Artık dayanamamış olan küçük Yansı, geçen seneye kadar doktor olma hayaline sahipti. Çok geç olmadan hayatın başkaları adına yaşamak için çok kıymetli olduğunu fark etmiştim Allah’tan; yani daha doğrusu fark ettirilmiştim. Bir yanımda duran ve tam anlamıyla acı, kan ve gözyaşına bulanmış matematik, fizik kitaplarım bana bakarken, ben önümde özenle yerleştirdiğim desen çalışmama gururla bakıyordum. Yetenek sınavlarına sadece iki ay önce çalışmaya başlamıştım ve diğer insanların neler çıkardığını gördükçe bir korku sarıyordu kalbimi. O nedenle bir aydır sosyal medya gibi insanların paylaştığı fotoğrafları görebileceğim bütün uygulamaları silmiş, sadece arama ve mesaj uygulamaları ile yaşıyordum. İtiraf etmeliyim ki, tüm hayatı sosyal medya olmuş ve tüm haberleri sosyal medyadan öğrenen bir çevreye sahipken yaşananları takip etmek zordu. Genelde her şeyi en son ben öğrenirdim; zaten benimle her haberi paylaşmak isteyen bir çevrem vardı da denemez. Lakin en zoru da neydi biliyor musunuz, herkesin sizi özgür bir kuş olduğunuzu düşünürken sizin daracık bir kafese sıkışmış olmanız gerçeğiydi. Kuş, kafesten kaçmak için çabalar, kaçamazdı, bir hayal uğrunda yaralar dururdu kendini. Oysa bir süre sonra alışırdı, istemeden de olsa gerçeğe yanaşırdı. Ailemin güzel sanatlar üniversitesi konusunda desteğini tam olarak alamamamdan mütevellit, kursa da yazılmamıştım. Zaten yıllardır çalışıp portfolyo hazırlayan rakiplerimin yanında birkaç ayda derme çatma bir dosya kurmaya çalışan biri olarak moralimi çok da yüksek tutamazdım. Günün sonunda dışarıdaki yaşamdan kaçmam ne kadar etik ve doğruydu tartışılırdı tabii fakat şimdilik iyi gibiydim. Saat akşam yedi çeyreğe doğru geliyordu ve kronometremdeki 06:13:54 yazısıyla bir bakıştık. Tek bir ara bile vermemiştim. Koltuğumdan hafifçe kalkmaya çalıştım fakat sonucu hüsrandı; bir taraflarım adeta hissedilemeyecek haldeydi ve bir süre oturmaman gerektiği kanaatine varmıştım. “Kızım, Yansı, bu sefer düzleşti bak. Of!” Serzenişim kendimeydi. Odamda zorlasam bir takım çıkarabileceğim sayıda tabak ve bardağı aldım, mutfağa doğru ses çıkarmadan yürümeye çalıştım. Kendi evimde de çok fark edilmeyi sevmezdim. Annemler salona kurulmuş, atıştırmalıklar eşliğinde televizyon izliyordu, küçük kardeşim hariç tabii. Kendisi kafasını tam anlamıyla tabletine gömmüş bir şekilde bir şeyler yapıyordu. Ablacım düştüm, gel kaldır beni desem, “Bir saniye abla, köyümü kurtarmam lazım.” veya “Bir iki şeker daha kaydırmam lazım.” diyecek ciddiyetle oynardı oyununu. Oyundaki inekler kadar değerim olmadığını bile düşünüyordum ara sıra. Canım kardeşim. “Yansı, kızım odana gömüldün yine, gelsene salona,” diye seslendi içeriden annem. Oysa ben mutfakta en sertinden bir kahve yapmıştım kendime. Arkamız düzleşmiş olsa da, koltuk vücut şeklimi alana kadar durmak yoktu. ‘Verdiğin savaş kolay geçiyorsa, yanlış taraftasın.’ derdi hep babam. Ben de en sert koşullarda, en küçük orduyla, yalnız kendi başıma, en sert düşmana karşı durmaya çalışıyordum; hayat. Ne kadar çalışmam gerekse de, biraz mola vermek bana hiçbir şey kaybettirmezdi. Kahvemi de aldım ve salondaki tekli koltuğa kuruldum. Televizyonda haberler vardı. Eskiye nazaran sık çıkmazdım odamdan, genelde evi sarıp sarmalayan pembe dizilerin sesi bile yetiyordu odamın kilidini çevirmeye. Yapma Yansı, beynini yıkamak için daha çok gençsin, diye yakarıyordu beynim. Kırmızı bir arka plan üzerine yazılmış manşete odaklanmaya çalıştım, küt kesimli saçları ve mavi ceketiyle kadın bir sunucu ekrandaydı. “Bu kadının küçük kuzeni bizim Selahattin’le nişanlıymış, adam anca takmış yüzüğü!” dedi annem. İşte, dedi içimde asla susmayan anlatıcı, işte odana geri dönmen için gereken o cümle. “Hmm.” dedim şaşırmışçasına, oysa bu kadının sadece resimlerini görmüştüm, sonuç olarak ne kuzenini tanıyor ne de mahallemizde olduğunu düşündüğüm Selahattin Beyi tanıyordum. Acaba, bir insanın beyni kaç kişiyi aklında tutmaya yetiyordu, şayet annemi bir bilim insanına tez konusu olarak göstermek aklımın bir kenarında sabırla bekliyordu, hatta başlığı bile belliydi; İzmir’in bir mahallesinde yaşayan teyzelerimizin karakter analizi üzerine araştırma… “Ay anne, alemsin. Ben bile bilmem Selahattin’i, kuzenini, bu kız nereden bilsin Allah aşkına.” dedi ablam. Onlar konuşmalarına devam ederken önüme odaklanmaya çalıştım, o sırada dikkatimi titreyen telefonum çekti. Bacaklarımı da bağdaş yaptıktan sonra gelen bildirime baktım. Yazan Oğuz’dı. Oğuz: Evin önündeyim diyeceğim fakat unuttum demenden korkuyorum. Mesaja yüzümde anlamsız bir ifadeyle baktım. Neyi unuttuğumu savunuyorsa ya haklıydı ya da benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Mesaja bir iki dakika baktım, zaten benden önce o yazmıştı tekrar: Oğuz: Unuttun dimi Ne yapacağım ben seninle acaba. ‘Unuttum, evet’ yazmam çok riskliydi çünkü ne unuttuğuma göre kendimi affettirme sürem ve çabam değişirdi. Sevgili mavi ceketli kuzeni Selahattin bey ile nişanlı olan muhabir hanımefendi sağ olsun, çok da yormam gerekmedi kendimi zaten. “…İzmir’de açılan sergi halkın dikkatini çekmekle beraber Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından misafirlerini ağırlıyor…” Sergi! Gerçekten sırf gitmek için haftalarca Oğuz’un başının etini yediğim sergiyi ben unutmuştum. “Oğuz, bak sakın unutma, tamam mı? Çok önemli! Oğuz, unutmadın dimi? Bak haftaya arabayı alabileceksin dimi? Oğuz, sergi iki gün sonra, alarm falan kur! Unutmamamız lazım!” Hangi vitaminim bu kadar eksikti de mala bağlamıştım acaba. Bu sefer nasıl affettirebilirdim kendimi diye düşündüm, belki de adını dağlara yazmam gerekirdi. Özür dilerim, Oğuz… Siz: Yok uyuzcum ne unutması hazırlanıyodum bende. Evet, Oğuz, üzerimde aslan krallı pijamamla gelecektim çünkü sergiye. Kahvemi masaya bırakıp koşarak odama daldım. Masanın üzerinde bırakmış olduğum dağınıklığa bakmak dahi istemiyordum; şu an başka dertlerim vardı. Dolabımı açtığımda bir rahatlama hissettim. Duvar kadar boş olan beynim, en azından iki gün önce giyeceklerimi hazırlamayı akıl etmişti. Bugün serginin açılış günüydü ve serginin en dikkat çeken özelliği, serginin sadece bir gün sürecek olmasıydı. Gece on ikiye kadar resepsiyon tarzında halka açık yapmışlardı. Serginin sahibi İngiltere’nin köylerinden birinde yaşayan Türk bir kadındı, Jale Özer Thompson. Her türlü hayalimin somut örneğiydi. Sanatçının eserleri o kadar soyut ama bir o kadar da gerçekçiydi ki… her bir resminde başka bir detay çekiyordu beni kendine. Asıl şaşırtıcı kısım da herhangi bir detayın beni çekebiliyor olması zaten, çünkü eserler detaysız olacak kadar sadeydi. Jale’nin havası da bir farklıydı. Bir kere zaten çok hoş bir kadındı. İlk defa Türkiye’de bir sergisine denk gelme şansına sahip olmuştum ve bu şansı boşa harcayamazdım. Dolabımda özenle asılmış takımı aldım. Sırf bu sergi için gidip alışveriş yapmıştım. “2011’e damga vuran moda akımları” adına bir araştırma bile yapmıştım masamdaki külüstürden. Son kararımı ise omuzları açık, somon ile toz pembe renklerinin karışımı bir elbisede kılmıştım. Aslında oturup makyaj ve saç da yapardım fakat bir anlığına aklımdan çıktığı için, tabii ki sadece örgülü saçlarımı açıp ruj ve rimel sürebilmiştim. Şu elimde tuttuğum maskara için ise üst mahalledeki alışveriş merkezinde meydan muharebesine katılmıştım. Uzun kirpiklere sahip olmak en nihayetinde bizim de hakkımızdı! “Kızım, ne oldu, neden fırladın birden?” diye seslenen annem de unutmuş olmalıydı sergiyi çünkü kendisine çok kez açıklama yapmıştım. Babasız büyümenin en iyi ve tek iyi kısmıydı belki de bu, bir şey yapacağınız zaman ancak anneniz vardı karşınızda. İyi bir anneye sahip olabilmek ise tüm şansınızı üzerine harcamak isteyeğiniz türden bir olaydı. “Sergi bugün anne. Geç kaldım da biraz.” Sadece biraz. “Aa, o bugün müydü? Sen bu saatte hala oturunca ben tarihi karıştırdım sanmıştım.” Günlüğüme sayfalarca hakkında yazdığım bu sergiyi anlaşılan bir ben unutmuştum. Anneme de haber verdikten sonra, düşük topuklu ayakkabılarımla koşarak, daha doğru bir tabirle paytaklayarak, merdivenlerden indim ve evin önünde bekleyen arabaya doğru yürüdüm. Tahmin ettiğim gibi Oğuz, arabaya yaslanmış, unuttuğumun gayet de farkında bir şekilde gülerek bakıyordu bana doğru. Tahmin etmediğim kısım ise Oğuz’un janti bir takım giymiş olmasıydı. Hiç fena değildi. Krem rengine çalan takım elbisesi dümdüzdü ve üzerine dikilmiş gibiydi. İçine beyaz gömlek giyip ceketinin cebine beyaz mendil koymuş ve beyaz spor ayakkabılarla kombinlemişti. Hem klas hem spor, çok şık bir görünüme sahipti. Gelmeye hevesi olmayan adama bak sen. “Unutmadığına göre makyajın uzun sürdü diyeceğim ama…” ama yüzümde makyaj yoktu. Cevap vermedim, çekmeceden şeker çalmış çocuklar gibi ben masum bir gülüş takındım. O da bana en imalısından bakıyordu. Klasik Oğuz bakışı yani. Kaş kalkık, dudak kenarı kıvrık, gözlerinin içi yangın yeri. Arabanın ön tarafına yöneldiğimde arkamda duruyordu Oğuz, tek elimi havaya kaldırıp dudağına götürmüş nazik ve centilmen bir öpücük bırakmıştı. “Bu şık hanımefendi kapısını açma onurunu lütfeder umarım.” Sıcacık gülümsüyordu. “Ah, tabi ki beyefendi, lütfen.” Gülünce gözleri hafiften kısıldı; elimi nazikçe tutarken araladı kapıyı, bindikten sonra ise kapattı ve hemen sürücü tarafına geçti. Oğuz ile aynı seviyedeydik. Araba ise annesininindi. Kendisi okula bir yıl geç başladığı için on sekiz değil, on dokuz yaşındaydı. Kim bilir kaç senedir tanıyorduk birbirimizi ama ilk arkadaş oluşumuz beşinci sınıfa dayanıyordu. Oğuz İstanbul’dan ailesiyle yeni taşınmıştı İzmir’e o zamanlar. Evlerimiz çok uzak olmadığından ötürü aynı devlet okuluna gidiyorduk; beşinci sınıfın ilk aylarında sonradan kayıt yaptırmıştı. Sınıfa giren o küçük çocuk hiç gitmezdi gözümün önünden zaten; boyum ondan uzundu o zamanlar. Sınıfta tek benim yanım boştu. Kimseyle arkadaş olamamıştım aylarca. O kendine oturabileceği yer arıyordu, ben ise oyun oynayabileceğim bir arkadaş. Bulmuştuk birbirimizi. Hala yeşil gözlerine baktığımda o günkü minik Oğuz’u görürüm. Tabi şimdi beyefendinin boyu bizden uzun. Beni istediğim mesleğe ikna etmeye çalışan da oydu işte. Şimdi Oğuz sayesinde çiziyordum tekrardan. En büyük, belki de tek destekçim oydu. “Erken gelmesem anca kapanışına giderdin herhalde.” “Canım uyuzum, bir tanem hadi sür, canım benim, haydi.” Bu konuyu en hızlı şekilde kapatabilir miydik acaba? “Başıma ne kadar kakarsın tam olarak?” diye soramadan duramadım. Kendimi en kötü olanağa bile hazırlamaya çalışıyordum, 1 gün, 1 ay, 1 yıl…10 yıl? “Bilmem, bakarız.” derken gözleri düz çizgi olmuş, gülüyordu. Tahminen kırk dakikalık bir mesafe vardı; o arabayı çalıştırdı, ben ise radyoya uzandım. Yıllardır yaptığımız şeylerden biriydi bağıra çağıra şarkı söylemek; yani en azından ben söylerdim, Oğuz nadiren de olsa eşlik ederdi. Normal zamanlarda soğuk bir tipti kendisi. Tanımasam asla yanına yaklaştırmayacak soğukluğundan üşür, kendimi uzak tutardım. Benim yanımda da soğuktu ama bir tek de benim yanımda gülerdi. Yıllar önce kafasını her tenefüste kitaba gömen çocuk da bir tek bana gülmüştü. Barış Manço’nun sesi yükselince durdum; sesi açtım. Kara sevdanın mısraları yükseliyordu radyodan. Oturduğum yerde sallanmaya başladım; elektro müzik kulaklarımı değil, yüreğimi de doldurdu. Ellerimle vücuduma eşlik ettim, böyle özgür hissettiğim tek yer odamdı ya da tamamen tek başıma olduğum yerler, zihnim mesela. Bir de Oğuz’un yanıydı işte. “Nasıl anlatsam bilemiyorum, içim içime sığmıyor O deli dolu, neşe dolu kişi ben değilim sanki” “Sanki! Sanki!” Oğuz, bakışlarını yoldan çekmedi ama yandan yandan bakmayı da ihmal etmedi. Özgürdüm, çünkü o artık her halime alışmıştı. Üzgün, mutlu, kızgın, korkak… her halimi görmüş, her halimden biraz tatmıştı. “Dışarısı buz gibi lapa lapa kar var, benim içim yanıyor Eksi kırk derece soğuk suda bile yüzerim inan ki” “İnan ki! İnan ki!” Nakarat geldiğinde Oğuz’a şimdi sende katıl dercesine işaret yaptım. Ve evet, sanırım iyi tarafından kalkmıştı bugün; ikiletmeden o da bağırmaya başladı sözleri. “Kara sevda, kara sevda dedikleri daha ne olabilir ki? Kara sevda, kara sevda, seni benden kim ayırabilir ki? Çocukça bir aşk deyip de geçme, sakın gülme halime” Sadece nakaratın sonunu söylerken döndü bana; gözleri gözlerime değdi. “Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine”
»»——————————-««
Şu an sadece Viraha evrenine geçmişten bir bakış atıyoruz, birkaç bölüm itibariyle bölümler 30 sayfa uzunluğunda olacaktır. İlk üç bölüm, 2011 yılına ait. Devamı, 2024 yılından sonra yaşanacakları konu almaktadır. Viraha, kelime anlamı ile bir şeyden ayrıldıktan, vazgeçtikten sonra onu sevdiğini anlamak demek. Sanırım, ulaşacağım okuyucu kitlesi için de bu olacak, başta Viraha'yı sevmeyenler, eminim kendilerine dair bir şeyler bulacaklar. |
0% |