Yeni Üyelik
5.
Bölüm

“Çürük Zambak”

@kalopsia

 

4.Bölüm

 

“Çürük Zambak”

 


“…Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

 

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

 

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

 

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

 

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

 

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

 

-Yahya Kemal Beyatlı

 

Ocak 2024, İstanbul

“Allah’ım sana geliyorum.”

Doktor olmak çok tuhaf bir hismiş, mesleğe başladığımda anladım. Bir odada bir can gözlerini dünyaya açarken, yan odada bir insan son nefesini veriyor olabiliyordu. İlk ve son nefes arasındaki duvarda da biz duruyorduk işte; doktorlar.

İlmek ilmek işlediğim mesleğimi elime alınca hissettiğim tarifsiz gurur yüreğimi sarıp sarmalardı her gün, nöbetler hariç. Ah o nöbetler, gençliğimi heba ettiğim ve etmeye de devam ettiğim nöbetler. Neyse Yansı, mesleğini seviyorsun öyle düşün.

Asistan odasındaki saate umutsuzca baktım, 07.03. nöbetin bitmesine son bir saat. Dün sabahtan beri nöbetteydim. Çalıştığım hastane protokolleri gereğince çeşitli cerrahlara da nöbet yazılabiliyordu. Bu nöbetlerin en iyi kısmı Gece’nin de nöbetlerini benimle aynı günlere koymasıydı. En azından saatlerce asistanlarla tek kalmıyor, günün sonunda kafayı yemiyordum. Yanlış anlaşılmasın, hastane asistanlarını çok severim fakat dinlenmeye ayırdığım her saatte soru sordukları zaman çıldırmamak elde değildi, yani en azından benim için. Genelde gece on ikiyi geçince beynim fire veriyor, o saatten sonraki soruları Gece cevaplıyordu.

“Son bir saat.” diyerek içeri girdi Gece, unuttuğu dosyaları aldı ve gitti. Üniversiteden beri hem ev arkadaşım hem de en yakın dostumdu. Gerçi biz iki zıt karakterin nasıl bu kadar iyi anlaştığını çözmek karanlıkta röntgen filmlere bakmak gibiydi, karmaşık.

Gece, ismi gibi karanlıktı. Simsiyah saçları, yeşil ve elanın bin bir tonunda kaybolmuş gözleri, simsiyah kıyafetleri ve saat kaç olursa olsun giydiği ince uzun topuklu ayakkabılarıyla gecenin asaletinin vücut bulmuş haliydi.

“Kazasız belasız inşallah en sakininden şöyle bir eve gitseydik.” diyerek yamulduğum koltuğuma daha da gömüldüm. Gözlerimi yavaşça kapattım, yani kapatıyordum.

“Yansı hocam anneniz yine döktürmüş.” diyerek gözlerimi açmama sebep oldu Yeşim hemşire.

“Ne diyorsun Yeşim abla, deme!” Annem diye demiyorum ama yemekleri tüm hastane hemşirelerinin dilindedir. İstanbul’a okumaya geldikten bir süre sonra annemde kardeşlerimi kısa süreliğine bırakıp bizi ziyarete gelmeye başladı. Kardeşlerim ilk üniversite yıllarında daha tek başına bırakılabilecek yaşta olmadığından annem korkar, gelemezdi. O nedenle çok nadir görüşürdük. Şimdilerde ise aralarda sürpriz yapar, bizim evde kalırdı. Biz ikimiz de doktor olduğumuzdan mütevellit mutfağa girer, bir hafta için de olsa midemiz ev yemeği görürdü.

“Yansı nöbetten sonra ev- aman Yarabbi Neslihan teyzenin sarması mı o masadaki, deme.”

Siyahlara bürünmüş asaleti ne mi çıkarırdı aydınlığa, Neslihan sultanın yaprak sarması.

“Gece hocam koşun ziyafet var.”

Gece, asistanlar ve ben masaya kurduğumuz kaplardan yiyor, tüm nöbetin yorgunluğunu atıyorduk adeta. Kahve içmekten asidik dengesiyle oynadığımız midelerimiz halay çekiyordu.

Annemi aramak için telefonuma uzanıyorken sağ tarafımda bacaklarını üst üste atmış oturan Gece ise sarma tıkınıyordu. Telefonumdaki saat 07.32’yi gösterince yüzümde oluşan gülümseme anında Mercan hemşire sayesinde yok oldu.

“İnşaat kazası, erkek hasta, acile getiriyorlar.” Oturan oturmayan herkes saniyesinde elinde ne varsa bıraktı, şimdi yapılacak tek bir şey vardı.

“Son yarım saat, Allah Allah, son on dakika bekliyordum bu şovu evrenden.” diye mırıldandım. Koşarak yol aldık acile doğru. Gece, fenalaşan hastasına bakmak için ayrıldı ama zaten hemşireler ve acil servis ekibiyle beraber iki doktorduk. Ambulansların geldiği yere çıkınca sabahın soğukluğu çarptı yüzüme. Elime eldivenlerimi geçirmeye çalışıyordum. Yorucu olacaktı, biliyordum.

Ambulans yaklaştı, hemşire ve paramedikler kapıyı açar açmaz gecenin soğukluğunu unuttum, asıl gerçek yüzüme çarptı.

Hastayı en sarsıntısız ve acele şekilde sedyeye alırken hastalar, yakınları ve diğer tüm herkes hastaya gözlerinde korkuyla baktı. Eğer doktor olmasaydım, şayet bende gözlerimi kapardım.

“Dikkat edin, en ufak sarsıntı neye sonuç verebilir bilmiyoruz. Şiş tampon görevi görüyor olabilir.”

“Erkek, 27 yaşında, inşaat kazası. Çöken avizenin altından kurtulmaya çalışırken yaralandı. Durumu şimdilik stabil fakat çok kan kaybetti.”

Paramedik bir şeyler daha söylerken acil servise yerleştirilen hastaya baktım ve tek bir şey söyledim, “Plastik Cerrahiyi çağırın, hemen!”

Birkaç dakika geçmeden Gece’nin koşuşuyla yankılandı acil.

“Hastanın durum…” diyemeden döndüm Gece’ye. O da şok olmuş bir bakışla izlerken eldivenlerini geçirme derdindeydi. Hastanın yüz ve kafa bölgesi başta olmak üzere bedenini cam parçaları kaplamış, yüzüne ise kocaman bir adet şiş saplanmıştı, umudumu kaybetmememe sebep olan tek şey gözlere gelmemiş olmasıydı.

Elimizden geldiğince hastaya baktık, ilerleyen dakikalarda beyin cerrahı da geldi, hastayı Gece’ye teslim ettim.

“Ben frontal lobdaki zarara baktıktan sonra şişi çıkartacağım, siz de biter bitmez alırsınız hastayı Gece hocam.” dedi beyin cerrahı hocamız.

“Ameliyata alıyor muyuz hemen?” diye sordu Gece.

“Alalım.” dedi doçent.

O sabah sekizde biten nöbet öğlen üçe uzamış, ama ameliyatlar sonucunda gencecik bir çocuk hayata tutunmuştu. Belki de bu yüzden bağlıydım bu mesleğe bu kadar, bir emek verdiğin zaman sonucunda bir şey alıyordun, hemde kurtardığın bir can ise, çok güzel bir hediye.

 

 

»»————————————-««

 

 

“Neslihan teyze lütfen çok sarma yaptım de.” diyerek evin içine attık kendimizi. Ne Gece ne de ben temizliği önemsemiştik. Ben montumu askılığa savururken Gece topuklularını çıkartıyordu.

“Yavrum var tabii ki sarmaların hazır. Hoş geldiniz kuzularım benim.”

 

Annem en içtenliği ile karşıladı bizi, her zamanki gibi. Eve geldiğimiz zamanlar genelde karanlığa açardık kapıyı, kimse olmazdı bizleri bekleyen. Evde seni bekleyenin olduğunu görmek güzel bir histi, özellikle de o gün ellerinin altından bir ruh kaçıp gitmişse bedenden.

“Annem sen taşınsan ya buraya. Biz ne yapalım sensiz.” Anneme sarıldım en kocamanından. Gençken aileme sevgimi çok göstermez, bariyerler kurardım. Ailem günü geldiğinde veda ederse bana o kadar üzülmeyeyim diye yapardım bunu. Gençliğin acemiliği ile bilmezdim bize verilmiş zamanın kıymetini, değerlileri kaybedince anladım.

Gece ise duygu göstermeyen, soğuk bir insandı dışarıya karşı. Fakat bir kere sizi kabul ettiyse hayatına sonuna kadar sahip çıkardı. Onunla karanlık semaya dalardınız, ama rüzgâr sert değil yumuşak eserdi. Onun da kendini koruma mekanizması buydu, zamanında ne tufanlar ezmişti çünkü onu. Ne savaşlardan ağır yaralı ayrılmış, üzerine geceyi tampon yapmıştı.

 

Salondaki geniş koltuğa doğru atladım, ayaklarımı olabildiği en saçma şekilde uzattım fakat en rahat pozisyon oydu. Gece üstüne siyah şort ve atlet geçirmiş, koltuğun çoğunu kaplayan dizlerime çökmüştü. Ben bir yetmiş küsür boy ile kapladıysam bir yetmiş altı kızdan ne bekleyebilirdik ki.

“Ah öküz, lan! Böğrüm.”

“Dizine yattım salak ne böğrü ne diyorsun.” Gece, yattığı yerden telefonuna bakıyordu. Ben de elimi başımın altına koymuş, uyumak için hazırlanıyordum. Mayışık bir haldeyken konuştum.

“Son hasta manyak bir vaka değil miydi ama.”

Plastik cerrahı ile beyin cerrahisinin ameliyatı olmuştu. Ben sadece acil ve ilk müdahaleleri yapıp göğüs kafesindeki dört adet camı almıştım. Günün asıl yıldızı Rekonstrüktif ve Beyin cerrahisiydi. Ben ise camdan asistanlarla aynı heyecanı paylaşarak izlemiştim ameliyatı.

“Hayatımın en ağır ama en tuhaf vakalarından biri olarak listede dördüncü yerini aldı.” dedi Gece. Uzman bir doktor olmasına rağmen dört saate yakın bir süre ameliyatta kalmıştı ve beyin ameliyatında da cerrahı asiste etmişti.

“İlk üç niye boş?” Daha tuhaf bir durum ile karşılaşır mıydı emin değildim.

“Her zaman daha üst bir seviye vardır. İlk üçüm her zaman boş.”

Elimdeki kumandanın düğmelerine basmaya devam ettim. Gece’nin aklında ne tür plastik cerrahi fantezileri vardı bilmiyordum lakin alışmıştım artık. Gece telefonuna dalmış iken yerinden sıçradı.

“Ah bacağım!”

“Yansı! Yansı!”

“Efendim!” Birden o kadar ani bir ruh değişimi yaşamıştı ki Gece’yi tanımasam şimdi olduğu yerde zıplayacağını falan düşünürdüm.

“Davet almışız. Davet almışız!” Bana bakıyordu açık yeşil gözleri, minnacık olan göz bebekleri şimdi kocamandı. Bana çevirdiği maile baktım ama aklımda bir şey çağrıştırmadı.

“Geçen gün ne kadar gitmek istediğimizi söylediğimiz Tıp Kongresi. Hani sempozyumların ve birçok konuşmanın yapıldığı geniş etkinlik, çaylakları almadıkları kongre!”

Gözlerimi kısarak hangisiydi ya o demeye çalıştım.

“Yansı, sen iyi misin? Yavrum sen aklını nereye bıraktın da geldin eve? İngiltere diyorum, Albert Hall College diyorum! Kongre diyorum Yansı!”

Gece ayaklanmış, dona kalan yüzüme parmaklarını şıklatıyordu. İngiltere. Durumun farkına ancak varmıştım. Yerimden kalkıp koltuktan Gece’nin kucağına atladım ve davetiyeye kendim baktım.

“Hadi lan ordan!”

Tıp dünyasının önde gelen isimleri, doktorlar, profesörler, konuşmacılar, en yeni cihazlar demekti bu davetiye, sen bir şey başardın demenin somut haliydi bu davetiye. Her doktorun katılabildiği bir etkinlik değildi lakin nasıl olduğunu düşünemeyecek kadar yoğundu beynim.

Albert Hall Koleji kongresi…

“Ay, in kızın sırtından Yansı yavrum, yazık kıza.” Gece’nin üzerinden yere geri atlamış, kendi mailime dalmıştım bu sefer. Nöbetin yorgunluğu yerini tarif edilemez bir heyecana bırakmış, otuz yaşında yeni uzman doktorlar olarak parlayan gözlerle bakmıştık birbirimizin yüzüne. Aslında hiçbir şey farklı değildi, karşımdaki kadın okulun ilk günü yanına oturduğum çimen gözlü kızdı hala. Yaş ilerlemiş, deneyim artmış olsa da bizlerden hiçbir şey değişmemiş, hep orada kalmıştı.

 

 

 

»»————————————-««

 


 

" Now, black holes have a limit that we call the event horizon… Bu sınırdan içeri giren hiçbir şey, ışık bile, dışarı çıkamaz. Çünkü çekim kuvveti o kadar güçlüdür ki, ışık hızı bile bu çekimden kaçamaz. Bu yüzden kara delikler ‘kara’ görünür."

İngiltere’nin en köklü ve önemli okullarından birinde, bir fizik laboratuvarında heyecanla dinliyordu öğrenciler astronomi öğretmenlerini.

"Nasıl yani bay Karaca, ışık bile kaçamıyor mu? Ama ışık en hızlı şey değil mi? Bu nasıl olabilir?"

"Evet, ışık evrende bildiğimiz en hızlı şeydir. Ancak bir kara deliğin olay ufku, uzay-zamanın öyle bir noktasında yer alır ki, bu noktada uzay ve zaman kavramları bükülür. Işığın bile bu bükülmeden kaçma şansı yok. Bu bükülme, Einstein’ın genel görelilik kuramı ile açıklanır."

Dersini en açıklayıcı şekilde bitirmeye çalışıyordu Oğuz. İngiltere’deydi şimdi, merkezden birkaç saat uzaklıkta bir köyde, en önemli okullardan birinde astronomi öğretmeniydi. Lise seviyesinde bulunan öğrenciler için özel olarak tasarlanmış ağır müfredatı anlatıyordu.

“Bu günlük dersimizi erken bitirdik, soru cevap kısmı için kalmak isteyenler gözlem evine gelebilirler.”

Masadan bilgisayarını ve kitaplarını aldı, kaç bin metrekareden oluştuğunu bilmediği okulun yollarında yürümeye başladı ofisine doğru. Okulun ana binasından yirmi dakikalık uzaklıkta bir mesafeye sahipti gözlem evi, yavaştan yerini kırmızıya bırakan gökyüzü eşlikçisiydi.

Yakında okulun konser salonları, konferans ve toplantı odaları dolup taşacak, yerini tıp sempozyumlarına bırakacaktı. Sempozyum haftadı, öğretmenler için tatil demekti.

İngiltere’ye geleli iki yıl olacaktı neredeyse. Gelir gelmez bu okula başvurmuş, kabul alır almaz ise kendisine ev diyebileceği küçük ama iş gören bir artı bir ev satın almıştı. Evin duvarları kağıtlarla, cam önleri ise teleskop ve düzeneklerle dekore edilmişti.

Gözlemevi binasının küçük kapısından girdi içeri, masası da aklı kadar dağınıktı. Toplamaya çok zahmet etmeden çantasına ihtiyacı olanları tıkıp evin yolunu tuttu.

İngiltere soğuktu. Yazın ilk geldiği zaman vücudunun dengesi şaşmış, yeni kazaklar almak zorunda kalmıştı. Günler aylara, aylar ise yavaş yavaş yıllara döndükçe Londra’nın soğukluğu Oğuz’un kalbinin yanında yeni gelen bahardı. Telefonu çaldı Oğuz’un. Arabanın hoparlöründen tok bir ses yükseldi.

“Evde misin?”

“Geçiyorum şimdi güzelim, beni mi özledin yoksa.”

Ardından yüzüne kapandı telefon, yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Eve geldiğinde kapıyı açmak için yeltendiğinde çabasının boş olduğunu kapısı açıldığında anladı.

Mr. Karaca” dedi Hakan’ın tok sesi, içeriye buyurun efendim dercesine eliyle reverans yaptı.

“Sen neden geldin, izne mi çıktın?”

“Bu hafta konferans haftası değil mi?” diye sordu Hakan.

“Hazır sen okuldan izinliyken bitirelim şu işi dedim.”

İyi yapmışsın dercesine baktı Oğuz. Hakan, Londra’nın en popüler barlarından birinde barmenlik yapıyordu. Sadece yeteneği için değil, karşı konulamaz derecede karizması ve cüssesi için bile seçildiğine yemin edebilirdi Oğuz.

“İstanbul’dan hiç haber aldın mı?” Hayır dercesine başını salladı Hakan. İkili koltuğa kurulmuş, tüm alanı kaplamıştı. Masada kurulu olan bilgisayarlara doğru ilerledi Oğuz. Dokuza yakın güvenlik şifrelemesinden sonra ana iletişim kanalına geldi, tahmin ettiği gibi İstanbul’dan aranıyorlardı.

“Oğuz, Hakan. Nasılsınız?”

İki adam da ekranın başına kurulmuş, mutfak tezgahına yaslanmış, ekrana bakıyorlardı.

“Seni sormalı Aybüke başkan.”

“Bu hafta tıp kongresi olduğu için boşa çıktığınızı varsayıyorum.” Başlarını salladı iki adam.

“Planınız var mı?”

“Geçen ay topladığımız verilerin analizini yapalım diye düşünmüştük. Bu şifre manyakları nasıl bir kod hazırlamışlarsa bir yeri şifrelediklerini düşünüyoruz.” diye cevapladı Hakan.

“İyi fikir. Ama şimdi sizlere başka bir görev veriyoruz. Topladığınız tüm veriyi Çağatay ve Aylin zaten buradaki sisteme geçirdi, analizi veri analistleri yapacak. Siz de kongreye katılım göstereceksiniz.”

Şaşkınlıklarını belirtmekten geri durmadı ikili. Okulda çok fazla etkinlik olurdu fakat hiçbirine katılmaları istenmemişti, aksine uzaklaşmaları ve dikkatler etkinlik üzerindeyken saha araştırmaları yapmaları istenirdi.

“Neden diye sormaya korkuyorum ama, neden?” Sınırlı şeyden korkan Oğuz dahi Aybüke ile konuşmaktan çekinir, sorularını genelde kendine saklardı. Başkan lakabına sahip olmasının çeşitli sebepleri vardı.

“Elmas’ta bir hareketlilik tespit edildi. Geçen aylarda çok fazla hastane ve doktorla iletişime geçtiğini zaten biliyorduk fakat bu sefer kendi özel doktorunun bu kongreye katılım sağladığının ve hatta kendisinin de kongreyi izleyeceğinin haberini aldık Aylin’den.”

Ne oğuz ne de Hakan böldü Aybüke’nin konuşmasını. İkisi de bekledi verilecek olan görevi.

“Oğuz, senden öğretmen kontenjanını kullanarak kongreye dinleyici olarak katılmanı istiyorum. Hakan, sen ise Londra’ya geri döneceksin. Her zamanki gibi o da orada olacak. Hazırlıklı olmanı istiyorum. Kolay gelsin.”

Baş selamı vererek bitirdiler konuşmayı. Yapılacak olan belliydi. Karda yürüyüp izini belli etmeyeceklerdi. Tıpkı yıllardır yaptıkları gibi.

 

 

»»————————————-««

 

 

“Yok ki gavurun memleketinde güneş şöyle tiril tiril gezelim.”

Gece ile alışverişe çıkmış, hem vize işlerini halletmeye çalışmış, en acil şekilde gelmesi için dilekçe üstüne dilekçe vermiştik. Konferansta giymek için birkaç parça bir şey almaya gelmiştik alışveriş merkezine.

“Şu mağazaya girelim.” dedi Gece’nin tok sesi. Arkasından usulca takip ettim elimde poşetlerle. Gece reyona dalmış, elbiselere bakıyordu.

“Renkli elbise mi giyeceksin?” diye yükseldim birden, şayet elinde koyu yeşil bir elbise tutuyordu. Konuşmadı ve sadece elbiseyi üzerime tutarak modelin nasıl durduğuna baktı. Kendi cevabımı kendim vermiştim. Burnu akmaktan helak olan yazık bana kıyafet bakıyordu ay parçam.

Ben mağazanın koltuğuna çökmüş, poşetlerimi yere bırakmıştım. Amansızca çektiğim burnum palyaço burnuna rakip çıkabilecek kadar kızarmıştı.

“Yansı, dene bakayım bir şunları.”

Konferansın son günü için bir parti planlanmıştı. Partinin davetiyesi ayrıydı ve üzerinde konsept yazıyordu; maskeli balo.

Verdiği elbiselerin her birini denesem de Gece her seferinde aynı memnuniyetsizlikle baktı üstüme.

“Anlaşıldı, bulamayacağız bir şey. Dilruba’ya gideceğiz mecbur.” Yorgunluktan başımı geriye savurdum, olduğum yere çöküp yatmak istiyordum oysa.

Yola koyulduk, poşetleri Gece’nin arabasına dizdik. Dilruba ile zamanında yine mezuniyet için elbise ararken tanışmıştık. Çok yetenekli, genç bir modacıydı. O zamanlar ünlü moda evlerinden birinde stajyer olarak çalışıp okuyordu. Şimdi ise o moda evinin şube müdürü ve ana stilisti olmuştu.

“Alo, müsait miydin?”

“Müsaitim aşkım, bir şey mi oldu?”

“Şu tıp kongresi için elbise lazım, sana geliyoruz.”

“Tamamdır, bekliyorum.”

On beş dakika geçmeden ulaşmıştık moda evine. İstanbul’un en işlek caddelerinden birinde, romantik kolon tasarımlarıyla öne çıkan bir binadaydı.

“Hoş geldiniz.” diyerek sarıldı bize Dilruba. Esmer güzelliği vardı, toprağın en güzel tonunda parlak cildi ile kumrala çalan hafif sarı saçlarıyla göz boyuyordu güzelliği.

“Partinin teması neydi demiştiniz?”

“Maskeli balo.” diye cevapladım kendisini.

“Elit bir organizatör ile çalışıyor olmalılar, ilk defa bir tıp kongresinin maskeli balo düzenlediğini duyuyorum.” dedi Dilruba.

O sırada birbirinden güzel siyah elbiseleri çıkartmıştı ortaya, o da biliyordu Gece’nin daha kararlı bir insan olduğunu, o yüzden ilk önce onunla başlardı hep. Ben genelde zaman ayırmayı severdim, Gece netliği ile dikkat çekerken ben kararsızlığımla bir insanı bile boğabilirdim.

“Tıp kongresi dediğinizde aklımda daha resmi, daha ‘renksiz’ bir parti canlanmıştı şahsen. Ne yalan söyleyeyim şaşırdım valla.”

“Çok sorgulama, ben bile bıraktım.” diye bezgin bir cevap verdi Gece.

Bir süre daha elbise işiyle uğraştık. Üzerimde açık mavi bir elbiseyi denerken Gece seslendi.

“Yansı, hastaneden aradılar. Gitmem lazım.” Kafamı giyinme kabininden çıkartıp ona baktım. Saçıma öpücük bırakıp akşam görüşürüz diyerek ayrıldı. Ben de üzerime geçirdiğim elbiseye heyecanla baktım. Ne çok abartı ne de çok günlüktü. Tam kıvamında, vücudumu saran bir modeldi.

“Dilruba.”

“Efendim bir tanem, oldu mu elbise?”

“Şu bahsettiğin maskelere de bir bakalım mı?.” dedim gülümseyerek. En son mezuniyet elbisemi denediğim yerde şimdi hayatıma büyük etkisi olacağını düşündüğüm etkinlik için hazırlanıyordum. Uzun yıllar ekmek için savaş verdiğim tohumlar yeşermeye başlamış, emeklerimin sonucunu yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlamıştı. Asıl hikâye şimdi başlıyordu ve içimdeki çocuk şimdi tekrar gülüyor, tekrar heyecandan elleri terliyordu.

 

 

 

...

 

Normalde bölüm uzunlukları 30 sayfa civarında, bu okuduğunuz bölüm 10 sayfa. Başlarda şöyle hafiften hafiften giriyoruz. Bakalım İngiltere bizlere ne getirecek...

🪶

 

 

Loading...
0%