@kalopsia
|
[+16] Bomba gibi bir bölümle karşınızdayım, işte bu bölümde timimizle tanışıyoruz! yorumlarınız benim için çok değerli... iyi okumalar dilerim:)
10. Bölüm
"Gölgeler"
Berlin, Almanya "Bu antika eser için bin eurodan açılış yapıyoruz! Bir beş yüz geldi, artıran var mı, iki bin geldi!..." Bir elinde plaka, öbür elinin altında ise bir kadın ile en ukala gülüşünü takınarak kaldırıyordu plakasını Ethem. Ancak o an için Ethem değildi; zengin, küstah, ukala bir iş adamıydı. Omzuna kolunu attığı kadın kıpırdandı, dudakları kan kırmızısına boyanmış, vücudunu siyah bir elbise sarmalamıştı. Hemen yanında duran iş arkadaşı ile şimdi bir müzayedede görevini icra ediyordu. "Artırmak istediğinde söyle güzelim." diye fısıldadı Ethem yanındaki kadına. Aylin ise sadece dirsek geçirmekle yetindi. "Odaklan." "Bir kolumun altında böyle bir güzellik varken zor be hatun." Göz devirdi Aylin. Yavaşça kafasının yanında duran ve ondan en az on beş santim daha uzun olan adama döndü. "İşine bak, Ethem." Kulaklığı açık olan garson Ali duyuyordu konuşmaları, gülmek istese dahi sadece servis yapmaya odaklıydı. "Ethem abi, yenge duymasin bu hallerini, mazallah." diye mırıldandı Ali bir kokteyl daha servis ederken. "Bir de evlisiniz yani." diyerek alaya vurdu Aylin. Ethem ise kulaklık olmayan kulaklarına doğru fısıldadı Aylin’in. "Sormayın, bir evet dese basacağım nikahı, hem de çok fena bir hatunla. Çok fena..." Gülüşünü yanağının içine çekerek gizlemeye çalışan Aylin, müstakbel kocası yine rol havasına girme işinin hakkını veriyordu. Gören gerçekten yılların pezevengi diye düşünebilirdi. "Dört bine satıyorum, satıyorum!" Müzayedeci sinir etmişti Ethem'i. "Allah'ın enayileri." diye mırıldanırken kaldırıyordu elindeki plakayı. Yüzünde gülümseme, içinde tiksinti ile bakıyordu susturulmuş insanlara. "Sağ taraf, kapı yönü." dedi Aylin, kulaklığa doğru. Takip için geldikleri Güney Koreli iş adamı konumlanmıştı. O sırada vazo satılmış, yerine bir tuval konmuştu. Dikkat çekmeyen, köhne bir tuvaldi. Aylin kuşkuyla inceledi konan tuvali, Elmas’ın birebir olarak burada olmadığını fark ettiklerinden beri, takası gerçekleşecek olan çipin nerede olduğunu düşünüyordu. "Bu eser için yüz eurodan başlıyoruz." Bir süre kimse plaka kaldırmadı, arkadan tek bir kadın hariç. "Beş yüz geldi. Artıran var mı?" Ses çıkmadı. "Satıyorum, satıyorum ve..." Tam o sırada yine arkalardan bir yerden bir plaka kalktı. Bir alıcı adına yarıştığı barizdi. "Bin euro geldi!" Sevim, sinirle kafasını döndürdü. Kimin onunla yarıştığını görmeye çalıştı. Hemen plakayı kaldırdı. Çok geçmeden de cevabı geldi; köhne bir tuval için fiyat arttıkça artıyordu, Aylin’i kuşkulandırıyordu. "Çip tuvalde." dedi Aylin ve koluna girdiği adamdan ayrıldı, Hakan’ın güvenlik kıyafetiyle beklediği kapıya yöneldi. Aynı anda tuval adına verilen savaş iki cephe arasında devam ediyordu. Fiyat beş bine kadar yükselmişti. "On bin euro!" diye hırsla bağırdı genç adam. Sevim ise on bini duyar duymaz satan müzayedeciye bakıyordu. Sinirle dişlerini sıkan Sevim, yanında duran korumasına baktı. Koruması için ise tek bir bakış yeterdi. Sevim gözlüklerini taktı, salondan ayrılmak için ilerledi. Koruması ve oğlu arkasında, salonun dışındaki alana doğru yürüdü. “O tuvali istiyorum,” dedi son kelimesini bastırarak. “Sanat eserlerine mi merak saldın yoksa, anne?” diye güldü Atlas annesine doğru yaklaşırken. Sevim ise öfkeyle sıktığı dişlerini salıp, yanına yaklaşan yakışıklı gence döndü. “Kaçırılmaması gereken bir inci, bilirsin, ben değerliden anlarım.” Oğlunun koluna girdi ve salona doğru ilerledi. “Sevim, tuvali depodan çalmadan önce değiştireceğiz çipi. Ali, şimdi.” dedi Aylin. O sırada garsonluğa devam eden Ali, elinde bir tepsi içecek ile ilerliyordu, ta ki birine toslayana kadar. “Çok özür dilerim hanımefendi!” Panikle tepsiyi bırakıp kadına doğru yeltendi, lakin Ethem çoktan gelmişti. “Bu nasıl bir rezillik böyle.” Aylin’in koluna girdi ve salondan çıktı. Yan yana dikkat çekmemeye özen göstererek eserlerin tutulduğu depoya ilerlemeye başladılar. Girişlerin birine güvenlik olarak sızmış Hakan ise dört gözü açık bir şekilde Güney Koreli hedefe bakıyordu. Ethem ve Aylin çipi değiştirecekti, o ise gözlemden sorumluydu. Elmas burada değildi, bir toplantı söz konusu olamazdı. Planlar değişmişti. Güney Koreli adamın, çip takası için geldiği barizdi artık. O tuvale o çip, onlar tarafından saklanmıştı, fakat inatla tuvali satın alan vekil kimindi? “Hakan.” dedi Aybüke. O Berlin’de değil, İstanbul’da operasyon merkezindeydi. “Durum nedir?” “Çipi biri satın aldı. Sevim çalacak, belli. Kang-dae çipi teslim etmesine rağmen hala burada.” “Çipi satın alana dikkat edin, ya çipi satın aldı ya da tuvali. Masum da olabilir, sadece izlemeye alın.” Hakan izlemeye, Ethem ve Aylin ise karda yürüyüp izlerini belli etmemeye dikkat etti. Depo kapısı sıkı koruma altındaydı, o nedenle başka bir kapı tercih edeceklerdi. “Ethem! Tünel zaten dar, hızlı sürün şurdan!” Üstlerine giydikleri özel takımlar ile şimdi havalandırma borularına bağlanan bir tünelden sızıyorlardı içeri. Dakikalar içerisinde depoya ulaşmışlardı. Aylin, bir tüyü andıran narinlik ile üstü örtülü tuvale doğru ilerledi, değer görmeyen bir parça olduğu camsız korumadan belliydi. Tuvali eline aldı, arkasını çevirdi lakin çipe dair iz bulamadı. Kurcalamaya devam ederken yanına geldi Ethem. “Ne zaman evet diyeceksin be güzelim. Kuruyup gideceğim valla.” Dikkati elindeki tuvaldeydi Aylin’in. Kafasını kaldırmadan konuştu. “Şu anda sırası mı sence?” “Her zaman sırası değil senin için, her anı değerlendiriyorum işte.” Sabır çekti Aylin, hala çipi arıyordu. Kim saklamışsa işini çok iyi biliyordu, Aylin bile bulamamıştı. Tuvalin tahtasını kaldırmaya çalışırken tuvalin zımbası battı tırnağına, çok kısık sesle bir ah nidası yükseldi ağzından. Ethem ise bakışlarını çevreden, yerdeki kadına doğrulttu. “Yok bir şey.” dedi hemen Aylin. “Ayrıca, biz evlenemeyiz Ethem, biliyorsun bunu!” “Kızım, kırkına yaklaşmış adamım ben! Sevdiğim kadını eşim yapmam neden yanlış amına koyayım!” Aylin yerden doğruldu, madem şu an bunun kavgasını yapacaklardı, güçlü duracaktı. “Mesleğimiz, Ethem! Mesleğin!” Ethem, deli gibi aşık olduğu bu kadınla evlenmek istiyordu, Aylin de içten içe empati kuruyordu. Lakin sürekli sahada olan bir timdeydiler. Aralarında kuracakları büyük bir bağ, herhangi bir operasyonda profesyonel düşüncenin önünü kesebilirdi, işte Aylin bunun farkındaydı. Sessizce ölümle dans ettikleri bu meslek, aynı timde evli bir çifti barındırmayacak kadar çetindi. Aylin ne kadar sevse de, karar anı geldiğinde doğru kararı verememekten, duyguların onu ele geçireceğinden, büyük işleri riske sokmaktan korkuyordu. Ve Ethem de biliyordu, haklılık payı fazlaydı. “Şimdi konuyu kapat ve şu çipi bulmama yardım et!” Ethem sadece iç çekti, ilk andan beri fark ettiği minik oyuğa soktu ince çubuğu, tuvalin üzerine bir çip fırladı. Aylin, karşısındaki adamın bu davranışına sinirlendi, madem görmüştü, ne diye zaman kaybettirmişti? Bunun kavgasını sonraya erteledi Aylin, yeni çipi aynı boşluğa yerleştirdi. Tuvali yerine bıraktı. O sırada deponun kapısından bir gıcırtı yükseldi. Ethem, kolunu tuttuğu kadını saniyesinde saklandığı yere çekmişti. Sırtı Ethem’in göğsüne yaslanmış bir şekilde duruyordu Aylin. Sessizce girenlerin çıkmasını beklediler. Lakin adamlar ne Almanca ne de İngilizce konuştular, dil Koreceydi. “Sevgili dostundan selam getirdim, Kang-dae.” Güldü adam. “Onun parlak zekası beni her zaman etkilemiştir, toplantıyı heyecanla bekliyor olacağım. Lütfen, bir ara misafirim olun.” “İletiyor olacağım, bu yardımınız karşılıksız kalmayacaktır elbet. Elmas’ı ziyadesiyle mutlu ettiğinizi belirtmek isterim.” Adamlar konuşmaya devam etti, depoda yalnızca onlar vardı.. Kang-dae ile konuşan adam bir süre sonra tuvale yaklaştı, göz ucuyla inceledi. “Güzel.” demekle yetindi. Kang-dae eliyle bir korumaya işaret etti. Uzun kutuların ardına tünemiş iki ajan ne olduğumu göremiyordu lakin kulaklarını dört açmışlar, her bir adım sesimi dahi takibe almışlardı. Ethem, sevdiği kadının kollarını sıkı sıkı tutmuştu, sanki bıraksa elinden kaçacakmış gibi. Lakin o bilmezdi, Aylin’in tek eviydi onun kolları. Yanlarına yaklaşan koruma bir çanta açtı, adamlar kısık kısık güldü. “Gayet güzel.” O an kapı tekrar açıldı, topuklu ayakkabı sesi duyuldu. Yavaş yavaş adımladı kadın. Aylin ve Ethem’i şaşırtacak bir şekilde Türkçe konuşmaya başladı. “Beyler.” İki adam da sorgulayıcı bir ifadeyle baktı gelen kadına, iki tarafın adamları da çekmişti silahları. “Sanırsam o tuval bana ait.” Eliyle işaret yapmasıyla patladı silahlar. Ethem kollarını tuttuğu kadını duvar tarafına çeker çekmez silahına sarıldı. Aynı şekilde Aylin de bacağında duran silaha sarılmıştı. “Sikerim sizin boktan kavganızı.” diye mırıldandı Ethem. Yanındaki kadın ile yavaş yavaş sıyrılmaya çalıştı kargaşadan. Onlar istediği kadar birbirlerini yiyebilirdi, şayet ajanlar görevini tamamlamış, çipi almıştı. Eğilmiş bir şekilde ilerlerken tam önlerine düşen koreli koruma onları fark bile edemeden Ethem tarafından bayıltıldı. Arkadaşının ayağa kalkmaması üzerine merak etmiş olacak ki bir adam Korece bir şeyler bağırdı o tarafa doğru. Elinde ateş ettiği silah ile temkinlice yaklaştı. Ethem, hamle yapmak üzereyken kafasından vurularak düştü koruma. Ateş edilen yönde Hakan vardı. “İşimiz bitti, çıkalım bu bok çukurundan!” Hızlıca tahliye için çıkışa yöneldiler, ellerinde silahlar ikide bir patlıyor, şişe vurur misali kafa patlatıyorlardı. Siyah kamuflajları sayesinde kim olduklarını anlamaları imkansızdı. Ethem, arkasında olduğunu düşündüğü kadını yan tarafta bir koruma ile dövüşürken görünce seslendi, “Hemşire!” Aylin mesajı almış, çoktan bulunduğu pozisyondan kurtulup yere doğru geri takla atmıştı, o sırada kurşunu yedi koruma. Hemşire, Aylin’in operasyonlardaki adıydı. Kimliğe dair herhangi bir bilgi paylaşımı yapmaları söz konusu dahi olamazdı. Hızlıca, binanın arka kapısında bekleyen zırhlı araca bindiler. Araç anında hareketlendi. Oturduğu koltukta derin derin nefes aldı Aylin, araçta altı kişiydiler. İçeride yaşanmış gürültüyü arkalarında bıraktılar, eve doğru yol aldılar, görev tamamdı.
»»——————————-««
Evimin kapısını açar açmaz bir çocuk nidasıyla zıpladım yatağa. “Yatağım!” Yüzüstü yatarken, yataktan sarkan panduflu ayaklarımı sevinçle debeledim. Çünkü bu hayatta yumuşacık yatağa dertsiz tasasız girmek kadar değerli az şey vardı, mesleğim öğretmişti bunu bana. Gözlerimi kapattım, yorgunluk sebebiyle anında uykuya daldım. Ağzım yüzüm kaymış bir şekilde, çalan telefonuma uyandım. Komodine uzattığım elim telefon hariç her şeye dokunmuştu, “Hay başlayacağım, alo?” Sesim uykulu, gözlerim kapalıydı. “Yansı.” dedi telefondaki ses, uyuduğumu anlamış olacak ki bağırmadan, sakin sakin, uzata uzata söylemişti adımı. “Günaydın.” Sesi öyle hoş geliyordu ki kulağa, ninni misali. “Oğuz, uyumuşum ya.” Hafifçe kıkırdadı. “Nöbetinin bitiş saatinde aramadım biraz uyursun diye.” dedi. Bu adamın hala bu kadar düşünceli olması imkansızdı. Ben aynı anda hem gözlerimi ovalıyor, hem de kükreme misali esniyordum. “Çok mu yorgunsun.” diye sordu. “Yok ya, iyiyim şimdi, iyi geldi uyumak.” “Madem öyle, seni bir yere götüreyim.” Şaşkınlık ve mutlulukla baktım odaya, normalde nöbet sonrası evde yatmayı tercih ederim. Fakat Oğuz’un teklifi cazip gelmişti. “Olur.” O göremiyordu lakin ben ağzım sonuna kadar açılmış bir şekilde sırıtıyordum. “Konumunu atarsın.” dedi. Ben ise mutluluktan sarhoş bir şekilde telefonu kapattım, yere doğru baktım. Gözlerimin gördüğü ile beynimin yansıttığı farklıydı, dalmıştım hayallere. Ortaokul zamanlarında da çok iyi gelirdi onunla gezmek, buluşmak, konuşmak. Yıllar geçse de hala varlığı iyi geliyordu bana, bunca zaman sonra hatırladım. Unuttuğum aitlik hissini, yeniden hatırlatmıştı bana. Birkaç dakika sonra mesaj geldi. “Yavrum konum atsana, on dakika oldu.” yazıyordu. “Hay, unuttuk adamı.” diye hayıflandım, hızlıca evin adresini paylaştım. Yataktan kalktım, şişen gözlerime, dağılmış saçlarıma baktım. Dolabı açtım, nereye gideceğimizi bilmediğimden kıyafetlerime bakakaldım. “Oğuz’dan bahsediyoruz.” diyerek düşünmeye başladım. “Restoran değildir.” Şık kıyafetleri kaydırdım. “Kafe sevmez.” Günlük, şık kıyafetleri de kaydırdım. Elime en rahatından bir eşofman takımı aldım, saçımı da tarayıp yarım bağladım. Kapının çalmasıyla yanaklarıma sürdüğüm ruju hızlıca dağıttım, holdeki aynada son kez bakıp kapıyı açtım. “Oğuz.” dedim beş karış gülerek. Oğuz da müptelası olduğum gülüşüyle bana bir papatya buketi uzattı. “Ya.” dedim şımarmış bir çocuk nidasıyla. “Hazırsan gidelim.” Elimde buketim ile çocuk oldum. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Bilmem, dercesine dudak büzdü, göz kırptı. Daireden çıktım, çiçeğimi hiç bırakmadım. Buketin arasına serpilmiş tohumlar gibi, bende yeşerdim. Vücutları otuz, fakat ruhları on beşinde olan insanlardık. Yavaş da olsa farkına varmıştım, ben bir onun yanında on beştim, bir tek de onun yanında yetmiş olmak isterdim. Araba, evime yakın olan, ağaçlarla örtülmüş, yarı açık bir mekanın önünde durdu. “Geldik.” dedi Oğuz. “Burası neresi?” “Çay bahçesi.” dedi bana bakarken. Aylar önce kırılan tozlu rafların yavaş yavaş, günden güne tozları kalktı. Anılar, kişiler, yerler canlandı aklımda. “Yani, tabi Necip amcanınki kadar olmasa da.” dedi Oğuz. Yavaşça, sarmaşıklarla süslenmiş kapıdan içeri girdik, yol kenarlarına gaz lambaları serilmiş, birkaç tanesi ise sarkıtılmıştı. Minderli koltukların olduğu, loş aydınlatmalı bir masaya ilerledik. İstanbul yerine yeniden İzmirdeydim sanki. “Nereden buldun burayı?” diye sordum Oğuz’a. “İstanbul’a döndüğümde bir arkadaşım getirmişti.” Biz konuşurken çaylar geldi. Kısa bir sessizlikten sonra ona, artık yılların eskitemediği soruları sormaya karar verdim. “Oğuz.” Bana çevirdi bütün dikkatini. “O günden sonra, ne yaptın?” Başladı anlatmaya, hiç bölmedim, zaten on üç sene boyunca bölünmüş, tamamlanamamıştık. “O geceden bir, iki gün önce söylediler bana gideceğimizi. Babamın işi için gittik. Uzun bir süre kaldık orada. Ben, numaranı yazdığım kağıdı sakladım, lakin taşınırken kayboldu. Ezberimdeydi, aratmadılar.” Bana gözlerinde görmeye alışık olmadığım bir pişmanlıkla baktı, sanki ‘keşke arasaydım’ der gibiydi. “Bir kaç sene sonra ancak dönebildik Türkiye’ye. O gelişimizde de…” Yutkundu. “Babamsız döndük.” Bir süre daha sessiz kaldı. “Sonra, işte, üniversiteye burada devam ettim, astronom oldum. İngiltere’de işe girdim, iki yıl. Şimdi, buradayım işte.” Basit bir hikaye gibi görünse de acı doluydu, belliydi. O da benim gibi kederini zamanla yamamış, üzerini kapatmıştı. Canı yanıyor, lakin belli etmiyordu. Hatta belki de, sandığımdan daha fazla yanıyordı. Aslında çok merak ediyordum Fırat amcaya ne olduğunu, soramadım. Çünkü onun gibi anlardan birindeydik, birinin suskunluğunun en yüksek çığlığına dönüştüğü o an. Zamanın acımadan büyüttüğü yüze baktım, yorgunluk saklıydı. Yüzünden okunmuyor, lakin varlığını hissettiriyordu. “Başın sağolsun.” “Vatan sağolsun.” Durdum. Dediği cümlenin ağırlığını idrak etmemle yüreğime ince bir sancı saplandı. Bildiğim Fırat amca, asker değildi. Lakin nasıl şehit olmuştu, bu vatan uğruna nasıl kırmızı bayrağın al rengine karışmıştı? Soru sormadım, yıllar sonra yarasını deşmek de istemedim, lakin devam eder belki diye gözlerine baktım. “Yansı.” dedi, oturduğu koltuktan kalktı, bana doğru yaklaştı, ellerimi avuçlarının içine aldı ve her zamanki gibi, gözlerimin içine baktı. Dudaklarımda hafif bir tebessümle baktım ona, benim de onun durumuna üzülüp işin tuzu biberi olmama gerek yoktu. Zamanında ben yüktüm, belki bugün yeterdi gücüm onunkini de kaldırmaya. “Özür dilerim.” dedi. Ne içindi bu özür, bilemedim. O gün ki sessiz vedaya mı, aramamasına mı, onca yıl korkmasına mı, yoksa kader adına mıydı bu özür? Bu, geçmişin bizden sakındığı özrü müydü? “Sence.” diye sordu. “Her şeyi unutup, yeniden başlayabilir miyiz?” İçimde bir ses, her şeye yeniden başlayalım diye çığlıklar atıyordu, diğer bir ses ise bunca zaman sonra mümkün mü diyordu. “Sence, bunu başarabilir miyiz?” diye ekledi. Bilmiyordum. Yapabilir miydik? Ne tutuyordu bizi tekrar gülmekten, birbirimize sıkıca kenetlenmekten? Eğer bugün, on yaşındaki biz olarak kalmış olsaydık düşünmeden kucaklardık birbirimizi, şimdi ne farklıydı? Bu sefer beynim sustu, kalbim konuştu. Belkide farklı bir şey yoktur, fazlalık vardır, dedi bana. Belkide artık sadece Yansı yoktur, Dilbeste Yansı vardır. Ona bir süre baktım, ellerim onun avuçlarının içinde sıcacıktı hala. Biz, yan yanaydık, lakin bir o kadar da uzak. Aramızdaki uçuruma sırlar, yalanlar, duygular girmişti. Bazıları oluşacak köprü için temel olmuştu, bazıları ise sadece engel. Karşı tarafa ulaşmak istiyorsam, bir şeyler yapmam gerekiyordu. Yıllar önce, Oğuz’un defterinde, altı en az on kez çizilmiş bir şiiri işlemiştim aklıma. Kendi kelimelerime olmasa da cevabımı onun en sevdiği dizelere sakladım. “Mesafenin önemi yoktur..” diye başladım, o ise dikkatle dinliyordu beni. “Burnunun dibinde olsa ne olacak ? Seni anlamıyorsa, ama birisi vardır ki dünyanın öbür ucunda..…” ellerimizde olan bakışlarımı gözlerine çevirdim, o benim aksime yüzüme bakıyordu. “En ihtiyaç duyduğun anda, iki satırıyla bile olsa, bir çırpıda yanı başında..” Zamanında karıştırdığım defterlerinden hatırladığım, altı çizili satırlarla anlattım ona. “Mesafe uzaklıklarda değil,” dedim. “Mesafe fedakârlıkta.” Gözlerime bakmaya devam etti, şimdi şaşkınlığın renkleri de karışmıştı yeşiline. “Özdemir Asaf.” dedi. Yavaşça baş salladım. “İyi de, sen şiir okumayı bile sevmezsin, nasıl ezberinde?” diye sesinde bariz bir şaşkınlıkla sordu. “Sen seviyordun.” dedim. Geçmişe gömmeye çalıştığım her benliğim çıkıyordu tozun, toprağın altından. Şimdi gözlerinde hayranlık vardı, görüyordum, hakimdim bu bakışa. Çünkü ben de öyle bakardım ona, gözlerimde her daim saklanmış bir hayranlıkla. “Beni, zamanı fark etmeksizin, sırlarımla kabul edebilecek misin peki?” diye sordu. Bu sefer korku bende değildi, ondaydı. “Ben, sen yokken bir katil oldum, Oğuz.” Cesarete dair geride kalan bütün kırıntıları topladım, tek bir kere daha yüreğimi açabilmek için. Ya konuşacaktım, ya da artık susacaktım. Bu sefer mantığı değil, konuşmayı seçti yüreğim. “Sen gittin, ilk önce hayallerimi öldürdüm, sonra duygularımı. Sonra bir baktım, anılarımı öldürmüşüm. Ama en zoru neydi biliyor musun?” diye sordum. “Ben senin düşünceni bile öldürmüşüm.” Bu söylediğim cümle sonrasında ıslandı göz pınarları, lakin asla kaçırmadı bakışlarını, salmadı gözlerinden tek bir yaşı. “Lakin mıh gibi işlenmişsin, Oğuz. Seni yeniden görünce anladım.” “Şimdi ise yeniden canlanıyorsun, o zaman gücüm ancak düşünceni silmeye yetmiş, sen hep bir yerlerde kalmışsın.” Şaşkınlık, mutluluk, hüzün… ne çok duygu vardı şimdi yüzünde. Kim bilir ben nasıldım? Ağlamış mıydım mesela? Yoksa kaşlarım mı eğilmişti, belki de dudaklarım bükülmüştü. Bilmiyordum. Karşımdaki ayna, bana benim değil, kendi yansımasını gösteriyordu şu an. O konuşmadı, uzun süre sonra o sustu, ben konuştum. “Yani, evet. İstemesem de zaten çoktan kabullenmişim seni, farkına yeni varıyorum.” Ellerimi avuçlarından çıkardım, bu sefer ben onun ellerini sarmaya çalıştım. “Hoşgeldin, Oğuz.” O gün, onu ilk gördüğümde dönüşüne sevinememiş, tek bir hoşgeldin bile diyememiştim. Sanırım sonunda, yepyeni bir günlük alma vaktim gelmişti. Bir süre baktım ona. İlk önce çocukluğumu gördüm, sonra da gençliğimi. Şimdi ise, kendimi görüyordum gözlerinin yansımasında, yeniden. “Hadi, iyisin yine. Gelişine özel çaylar benden.” dedim gülerek, omzuna ise yavaşça vurdum, garsona çayları yenilemesi için işaret ettim. Oğuz ise içinden gelerek güldü. Buğulanan hava yerini gençliğin esintisine bırakmıştı. Yavaş yavaş dağılıyordu ağırlık. “Sen bunca zaman büyümedin mi?” diye sordu bana gülerken. Ona baktım, aslında büyüdüm diye düşünürdüm. Hatta ruhum altmışında derdim hep çevreme. Oysa ruhum, bir onun yanında tekrar on beşindeydi, ben hiç büyümemiştim. Sadece hayat beni korumak için üzerimize zamanı örtmüştü. Ona sırıtırken cıkladım, “Büyümedim.” dedim. “Neden?” diye güldü. “Sen yoktun, bende bekledim.” Ellerini dizlerinin üzerine koyarak eğildi bana doğru. “Geldim.” dedi fısıldarcasına. “Geldin.” dedim. “Belki şimdi beraber büyürüz.” dedi tek eliyle elimi okşarken. Sanki gözlerim parlıyordu ona bakarken. Evet, belki artık hayat başlardı benim için, senelerdir tuttuğum nefes özgür kalırdı. İlk defa nefes aldım bugün. Son nefesimde görmek istediğimle beraber çektim ilk nefesimi. “Sana güveniyorum Oğuz, ne anlatamıyorsun bilmiyorum ama umarım söyleyemediğin her savaşı kazanırsın. Her kaybedişinde de her galibiyetinde de buradayım artık.” Bir elim yanağına kondu, o da gözlerini kapadı. Ben onun yanağını okşarken elini elimin üzerine bastırdı. Artık durabilirsin Yansı, gölgesinde dinlenebileceğin tek söğüt yeniden yeşerdi bugün.
»»——————————-««
Aylin, derin derin soluklanırken uzandı Ethem’in çıplak göğsüne. Üşüyen bedenini, sevdiği adamın kolları sarmıştı. Ethem, normal ilişkilerine nazaran konuşmuyor, sadece camdaki tülün ardından süzülen ay ışığına bakıyordu. Aylin, göğsüne yattığı adamın kirli sakallarında gezdiriyordu parmaklarını. Son operasyondan bir kaç gün geçmişti, lakin Ethem hala eskisi gibi değildi, bir şey vardı ve Aylin, bunun farkındaydı. “Ethem?” Kafası pencereye dönükken mırıldandı Ethem. “Konuşmayacak mısın benimle?” Ethem bakmıyordu lakin kollarını daha sıkı sardı sevdiği kadının vücuduna. Ne kadar dargın kalmaya çalışsa da, uzak durmaya çalışsa da yapamıyordu, her seferinde yeniliyordu. Aylin, Ethem’in kabul edeceği tek yenilgiydi. Aylin, göğsüne yattığı adamdan yavaşça ayrıldı, şimdi ancak fark ediyordu bedenindeki çıplaklığı. Yatağın kenarına fırlatılmış olan tişörte uzanırken belinden kocaman bir el kavradı, “Nereye?” diye sessizce, lakin merakla mırıldandı Ethem. Her ne kadar uzak durmaya çalışsa da her gidişine üzülüyordu Aylin’in, bir izin verseydi, ömrünü ömrüne bağlayacaktı. “Duşa gireceğim.” Ethem’in odasındaki duşa doğru ilerledi, arkasından her zaman olduğu gibi Ethem’in geleceğine emindi. Gelmedi. Durdu Aylin, yatakta uzanan ve cama üzgün üzgün bakan adama çevirdi bakışlarını. “Sen bana küs müsün?” diye çıkıştı Aylin, artık sıkılmıştı. Kaç gündür yüzüne bile bakmamıştı Ethem. Bu gece ise artık tutamamıştı kendini. “Trip mi atıyorsun şu an bana?” Ethem yavaşça ayağa doğruldu, anında küçüldü Aylin. Deliler gibi aşık olduğu adamın vücudu da karakteri kadar yapılıydı, en çok sert görünen ama bir çocuğun berrak sevgisini taşıyan kalbini severdi Aylin onun. Çünkü Aylin’de tam tersi olarak sert, kırıcı bir kalp vardı, Ethem onun tek yumuşaklığıydı. Ethem, kapının önünde saçları dağınık bir şekilde duran kadının önünde durdu, yanından sıyrılarak odadan çıktı, “Estağfurullah.” dedi sakin fakat iğneleyici bir tonla. Banyoya girmek yerine adamı takip etti Aylin. “Ethem, adam gibi anlatacak mısın artık neyin var? Kaç gündür yüzüme bile bakmadın. Duşa girmek için her seferinde yüz takla atan adama bak sen.” Ethem, mutfağa doğru ilerledi, odanın ışığı kapalıyken tezgahın sarı, loş aydınlatmasını açtı. Hemen arkasında aşık olduğu kadın vardı. Sevdiği adam sakin sakin kahve doldururken kollarını birbirine doladı ve ortadaki tezgaha yaslandı. “Çocuk gibi trip atıyorsun, Ethem. Konuşacak mısın? Yoksa sadece yatakta inlemeyi mi biliyorsun?” Ethem arkası dönük olduğu için hafiften güldü, zor hatundu Aylin, iğne misali batırmayı bilirdi cümleleri. Lakin onun zorluğuna bile aşıktı adam. “Bir de evlilik diyor.” diye mırıldandı Aylin, tam arkasını dönüp gidecekti ki kolundan sertçe kavradı bir el. Aynı haşinlikle döndürdü onu kendine Ethem. Aylin şaşırmıştı. Çünkü ona karşı hep yumuşacık olan Ethem gitmiş, yerine sahada gördüğü, ve her görüşünde dayanamadığı otoriter adam gelmişti. Evlilik hakkındaki ciddiyetinin sorgulanması taşan son damlaydı. “Yeterince ciddi gelemedim mi sana?” Ethem, Aylin ile arasındaki bütün mesafeyi sıfırlamış, onu tezgaha tamamen yaslamıştı. “Aşkımdan mı şüphe duyuyorsun?” Aylin konuşmadı. Ethem ise sakladığı öfkeye rağmen nazikçe gezdirdi baş parmağını alt dudağında, fakat kullandığı ton sertti. “Az önce bülbül gibiydin. Ne oldu Aylin patron?” Hızla inip kalkan göğsü, Ethem’in çıplak bedenine çarpıyordu. “Soruyordun ya ne yanlış diye..” Kadının gözlerine baktı Ethem. “Her gün tenini tenimden ayırmaya dayanamadığım kadının evlenmeyi reddetmesi koyuyor.” Ethem, çöken gecenin içinde fısıldar gibi sessiz, fakat sert bir tonla konuşuyordu. Gözlerinin aksine, elleri her bir zerresinde dolaşıyordu, bir eli tişört altından beline yerleşmiş, parmak uçlarıyla sırtında geziniyordu. “Sorsana, neden reddediyor bu kadın diye?” dedi zar zor topladığı nefesiyle Aylin. Dudakları konuştukça birbirine değiyordu. Mesafe sıfırlanmıştı artık. “Sikimsonik şeylerdense, duymak dahi istemiyorum.” Dudakları, kadının teninde gezintideydi, nefesi ile öpüyordu her bir zerreyi. “Ethem.” Nefes misali çıktı adı ağzından, aynı şekilde karıştı havaya. Başı geriye düşüyor, savaşı kaybediyordu. Ethem, geriye atılmış boyna yerleştirdi kafasını, derin bir nefes çekti. Gerdanına yüz bin öpücük bıraksa mühürlemeye yetmezmiş gibiydi, öptü. Daha hızlı, daha fazla. “Evlenemeyiz.“ diye başladı, lakin konuşabilecek gücü zar zor buluyordu dibindeki adam yüzünden. “Operasyon anı-” Konuşması, önündeki adamın ellerini, kalçalarından tutarak tezgaha oturtmasıyla kesildi. “Aynı ekipteyiz, Ethem.” Aylin’in elleri, Ethem’in ensesindeki saçları buldu. “Ya ekibinden çıkacağım,” “Unut onu, yok öyle bir seçenek.” diye hışımla böldü kadını Ethem, boynunda gezen dudakları şimdi onun dudaklarına yapışmış, hoyratla öpüyordu. Nefes almak adına durduklarında anca konuşabildi Aylin. “Bir durum olsa, ve tek seçenek o olsa, beni kendi ellerinle ölüme gönderebilmeyi alacak mısın göze? Şimdi olsa sevgilin belki, ya evlenince? Karını kendi elinle öldürme riskini göze alacak mısın, Ethem?” Öpüşmeyi kesti Ethem, kadının gözlerine baktı. “Öyle bir şey olmayacak, izin vermem.” Aldığı cevabı bile zar zor idrak edebiliyordu Aylin, karşısındaki adamın göğsünde geziyordu elleri, tırnakları batıyordu tenine. “Çok detay düşünüyorsun. Evet, işimiz çok zor. Ölümle dans ediyoruz belki, ama işte bu yüzden artık vakit kaybetmek istemiyorum.” Ethem’in elleri, bacakları iki yana açılmış olan kadının belinden ilerledi, kasıklarına doğru indi. Her ne olursa olsun tek doğru ve tek bir gerçek vardı. Aylin, Ethem’in bu hayatta yapacağı tek bencillik, tek cimrilikti. Aylin, sadece Ethem’in kollarına aitti. “Ayrıca, ister karım ol ister sevgilim, hiçbir yere gitmene izin vermem.” Ellerini, karşısındaki kadının dağınık saçlarına daldırdı Ethem, silah tutmaktan nasırlaşan elleriyle taradı narince. “Ne yapabilirsin ki Ethem? Konu vatanken, ne yapabilirsin?” diye buruk bir gülümseme ile sordu Aylin. “Benim vatanım bir bu topraksa, diğeri sensin. Gerekirse ben ölürüm yolunda.” Burnunu sevdiği kadının saçlarına daldırdı, alnından öptü. “Benim için ölme Ethem.” Sevdiği kadına baktı Ethem, sahada kurt olsa da bir onun kollarında çocuk olur, sakinleşirdi. Yavaşça, lakin doya doya öptü alnından. “Benim için yaşa.” Ethem’in dudakları hala alnındayken konuştu Aylin, “Tamam.” dedi. Ethem, kapalı gözlerini araladı, anlamadım dercesine baktı Aylin’e. Neye tamamdı? Gözlerini devirdi Aylin, “Azıcık sevinsene be adam, tamam diyoruz şurada.” “Neye tamam?” Anlamaya başlamıştı Ethem fakat emin olması lazımdı. Hafifçe, yorgun bir tebessüm yerleştirdi yüzüne Aylin, “Evet, evlilik teklifine evet. Evlenelim.” Ethem birkaç saniye idrak edemedi olanları. Kaç aylık mücadele sonucu, sonunda başarmış mıydı? Kısa bir sessizliğin ardından bağırdı Ethem, lakin telaşla ağzına bir silke vurdu Aylin, yoksa komşuları gecenin bu saatinde hiç hoşnut olmayacaktı. “Allah!” “Kes sesini gerizekalı, milleti uyandıracaksın!” Aylin’i belinden tuttu, salona doğru ilerleyerek döndürdü. Aylin de gülüyordu şimdi, sevdiğini bu kadar mutlu görmek ona da iyi gelmişti. Ciddi bir münakaşa vermişti kendisiyle, lakin sanırım kaybetmişti. Mağluptu bu savaşta. “Dur, Ethem dur, tamam!” Bacaklarını, adamın gövdesine sardı, düşmemek için sıkıca tutundu. Ethem durunca yanaklarından tuttu, alınlarını yasladı. “Evleniyor muyuz şimdi?” diye çocuk masumiyetiyle sordu Ethem, gözlerinin içi dahi gülüyordu heyecandan. “Evet.” dedi Aylin, o da gülümsüyordu. “İyi, kıyalım o zaman hemen bir nikah yarına.” dedi Ethem panikle, telefonuna doğru koşarken Aylin tuttu. “Pardon?” dedi. “Kınasız, düğünsüz kız almayacaksın herhalde Ethem komutanım?” diye dalgasını geçti Aylin. Ethem ise gayet ciddiydi, biraz da panik. “Doğru. Kınasız, düğünsüz bırakmam seni.” diye düşünmeye daldı Ethem, o sırada Aylin sadece gülüyordu müstakbel kocasının bu haline. “Şaka yapıyorum Ethem.” “Ben yapmıyorum. Yarından tezi yok ilk önce nişan hazırlığı ile başlıyoruz.” Sorgularcasına baktı Aylin. Şaka yapıyor olmalısın. “Ethem, sizinkiler manyak Karadeniz’li, yemin ediyorum tükeniriz, içimizden geçerler. Kıyalım bir yıldırım nikahı, yeter. Şaka yaptım ben.” “Yok öyle.” dedi Ethem. “Seni asla kaftansız, gelinliksiz bırakıp da almam.” İşaret parmağı ile konuştuklarını desteklercesine kaldırmıştı. “Her şeyin en güzelinden yapacağız, öyle evleneceğiz.” Aylin, bir iki adım uzağında duran adama sarıldı. Biliyordu onu ne kadar sevdiğini, yüreğindeki bütün boşluklara nasıl iyi geldiğini. Aşk denen bu savaşın mağdurları, mutluydu şimdi. Başka bir gün, başka bir savaşta kazanan olmak için buna güveneceklerdi artık; aşk denen aptal şeyin yürekte yaşayan kuvveti.
»»——————————-««
Yüzünde saklayamadığı bi tebessümle bakıyordu telefonuna Oğuz, Yansı ile mesajlaşıyordu. Şimdi mesajlaşırken bile yoruyordu telefon, aklına ilk tuşlu telefonunda tek bir kelime yazmak için bile dakikalarca nasıl uğraştığını hatırlayınca bu sefer kendi haline güldü Oğuz. Yansı telefonlarını açmaz, genelde yatardı. Erkenci olan Oğuz ise üşenmeden yazardı ona, Yansı da her zamanki gibi üşenir, buluşalım derdi. Dinlenme odasındaki geniş koltuğa kurulmuş, bacakları açık bir şekilde sırtını geriye atmıştı. O yüzünde aptal gülümsemesi ile bir şeyler yazmaya devam ederken birileri girdi içeri, lakin Oğuz, Yansı ile konsere gidip gitmemek, bir hastanın onu ne kadar yorduğu, İstanbul’un en iyi tatlıcısı gibi konudan konuya atlayarak tartışıyordu; daha doğrusu Yansı kavga ediyor, Oğuz ise eğleniyordu. “Aman da aman, ballı çikiletam, çen manita mı yaptın len?” diye sırıtarak sordu Ethem. Odaya Hakan ile girmiş, fakat Oğuz fark etmemişti. İki adam da koltuklara kurulmuş, geniş geniş oturuyorlardı. Oğuz, kafasını kaldırıp karşısında ona sırıtarak bakan adama baktı. Cevap vermedi, sadece kıkırdadı. Ethem ise şaşırmış olacaktı ki sırıtışını sildi, yerine bir şaşkınlık nidası yerleşti. “Harbi yaptın mı lan?” Hakan her zamanki gibi sessiz fakat dikkatliydi. O bile şaşırmıştı. Merak ediyordu Yansı ile ne olduklarını, şayet ona göre çoktan sevgili olmuş olmaları lazımdı. “Yani.” diye belirsiz bir cevap verdi Oğuz. O da bilmiyordu ne olduklarını, çay bahçesinde bir şeyler olmuş, arkadaşlığın ötesine geçirmişti ilişkilerini. Yıllar önceki arkadaş olmadıklarını biliyordu fakat Yansı kendi ağzı ile söylemeden sevgilim demek istemiyordu Oğuz, onu sıkacak herhangi bir şeyden kaçıyordu. “Lan, Hakan. Yoksa şu senin bana anlattığın kız mı?” diye sordu Ethem, karşı koltukta gözlerini kapatmış adama. Oğuz ise şaşkınlıkla baktı Hakan’a. “Hakan’ın anlattığı kız derken?” dedi Oğuz. “Neydi adı, Yansı mıydı? Doktor kadın, İngiltere’de görmüşsünüz.” Evet dedi Oğuz, oydu. “Siz ne zamandan beri tanışıyorsunuz.” diye sordu Ethem kahvesini yudumlarken. “On yaşından beri.” diye cevapladı Oğuz, aynı zamanda cevap yazıyordu. İçtiği kahve boğazında kaldı Ethem’in. Bu kadar eskisini düşünmemişti. “Oha! On ne lan, şu an evli olmanız gerekmiyor mu sizin oğlum? On ne, otuz küsür yaşında adam değil misin?” “Herkes senin kadar şanslı olamıyor evlilik konusunda.” diye mırıldandı Hakan yattığı yerden, Ethem ile dalga geçmek zevk veriyordu. O sırada, ekibin en genci olan Ali ise kenara sinmiş, alttan alttan gülüyordu. “Geçin siz dalganızı, geçin. Çok yakında düğünümde göbek atıyor olacaksınız.” diye gururla konuştu Ethem, odadaki kimse şaşkınlığını saklamadı, Hakan bile yorgunlukla geriye attığı kafasını kaldırmış, tek kaşı kalkık bir şekilde bakıyordu adama. Elinin arkasını havaya kaldırdı Ethem, yalnız elinde yüzük yoktu fakat o, bunun farkına varamayacak kadar sarhoştu. “Evleniyorum, size de kıyak olsun, düğünüme davetlisiniz.” “Kiminle?” diye sordu Oğuz, karşısındaki adama şizofrenmiş gibi bakıyordu, şayet artık kafasının gittiğini düşünüyordu. “Kiminle olacak oğlum, dişi aslanımla tabi.” Yüz ekşitti Hakan. “Aylin’in bundan haberi var mı?” diye de ekledi. Odanın kenarına sinmiş olan Ali hafif bir gülüşü kaçırdı ağzından, lakin Ethem’in bakışı ile az daha başka bir şeyi kaçırıyordu. Eğdi başını. “Oğlum, Ethem. Seni, birleşip bi terapiste falan mı göndersek acaba? Çok üzülüyorum lan sana.” dedi Oğuz, o da eline kahvesini almıştı şimdi. “İyi lan, inanmayın siz. Kabul etti ne de olsa Aylin’im, kendisi söylesin size.” diye tavır aldı Ethem. Karşısında oturan iki adam da bir kaç saniye tepkisiz kalmış, sadece Ethem’in gayet ciddi olan yüzüne bakmışlardı. Sonra derin bir kahkaha doldurdu odanın içini, Ethem ise her zamanki gibi, sadece göz devirdi. “Oğlum, Aylin patron seninle evlenmeyi kabul etsin var ya, gel beni s-” Oğuz’un konuşması Aybüke’nin içeri girmesi ile kesildi. Aybüke, aynı ciddiyet ile yemek masasına kuruldu, elinde tonlarca dosya vardı yine. Odadaki herkes masa başına toplanmış, Aybüke’nin getirdiği dosyalara bakıyordu. Bunlar, son bir yılın yapılan bütün analiz çalışmaları ve operasyon raporlarıydı. Bilirdi bütün ekip, herkes peşini bıraksa Aybüke bırakmaz, fedakarlıkların yapıldığı bu operasyonu bitirmeden göreve devam etmezdi. “Aylin nerede?” diye sordu Aybüke. Tam o sırada kapı hışımla açıldı, siyah koruma kıyafetini giymiş bir Aylin girdi içeri, masanın yanında duran Ethem’in yanına geçti sessizce. “Bunlar son bir senedir elimizde olan bütün her şey.” diye başladı Aybüke. Arkasındaki tahtaya başlıklar atmaya başladı. “Elmas.” dedi ilk önce. “Şu ana kadar kimliğini bilmiyorduk, kim, ne yapıyor, bilmiyorduk. Sahadaki ajanlarımızdan gelen bilgilere göre artık eminiz.” Bir ad yazdı tahtaya. “Adamımız Yusuf Alastan. Kurula üye.” Masanın etrafına dikilmiş istihbaratçılar pür dikkat dinliyorları operasyon liderlerini. “Ailesi hakkında her şey, öldürdüğü kardeşlerinin isimleri, bilgileri, her şey bu dosyada.” Eliyle bir dosyayı işaret etti. “Çok yakında kurul toplanacak, bahsettikleri yazılım hala hazır değil. Şirket içine yerleştirdiğimiz ajanlarımız sadece üst düzey bazı yazılımcıların çalıştığı bir proje olduğunu söyledi, ve hala bitmemiş.” Lafının devamını getirmelerini istercesine baktı ekibine. “Güç isteyen biri için geç kalmak, onu sıfıra çeker, süreyi doldurmamak için ek yardım talep edecektir.” dedi Aylin. “Sakladıkları bir silah tüm gücün ve itibarın kaynağı iken, bir yazılımla neden uğraşsın ki? Salak mı bu?” diye sordu Ali. “Amacı da tam olarak bu zaten puştun. Silahı, bu sik kafalıya emanet etmezler, yazılımla da güven kazanmaya çalışıyor işte.” dedi Ethem. “Bingo.” dedi Aybüke, Ethem ve Aylin’e bakarken. “Peki doktorlar? Onlar ne ayak?” diye mırıldandı Hakan. Bir çok doktorun onun adına hizmet verdiğini biliyorlardı, kongrede aylar sonra ortaya çıkan ve anında öldürülen ordinaryüs ise işin tuzu biberi olmuştu. “O tamamen kişisel bir neden, en yakınına kadar girmeden bilemeyiz.” dedi Aybüke. “Ama çok yakında onu da bileceğiz.” “Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Ali. Ekibin en genci lakin çok işe yarayan, uzman bir kılık değiştiriciydi. İnsanlarla iletişimi sağlarken rolünde kalmanın hakkını her seferinde vermiş, Aybüke’nin operasyonuna katılmak için hak kazanmıştı. “Bir süre daha pasifiz.” dedi Aybüke, önünde yayılmış olan sayısız belge ve fotoğrafa bakarken. “ Biraz daha izleyeceğiz, çok az daha. Şimdilik ana hedefimiz, yazılımı asla bitirmemesi olacak gibi gözüküyor.” “Yazılımı bitirememesi demek, kendi topuğuna sıkması demek değil mi?” dedi Ali. “Sadece topuk değil, kafadan sıkması demek, Ali.” dedi Oğuz sakin bir tonla. “Bu, kurulun Türkiye ayağının bitmesi mi demek yoksa yer değişimi mi?” diye sordu Ethem. “Böyle büyük bir kurul elini asla çekmez Türk’lerden, asla.” dedi Aylin. “Ama benim aklıma takılan şey başka.” dedi. “O gün Ethem’le çipi değiştirirken, depoda Kang-dae ile konuşan adam, kimdi? Sevim’in kimliğini zaten biliyorduk. Elmas’ın, çipi teslim alması için onu gönderdiğinden de eminiz. E, o zaman çipin ne işe yaradığını sadece Alastan bilirken, çipi satın alan kimdi? Proje içeriğini bilen biri olması lazım.” “Hayır, lazım değil.” dedi Aybüke. Açıklama için bekliyordu herkes, akılları karışmış, kocaman bir soru işareti oturmuştu haritanın ortasına. “Dediğin gibi, o adamı en yakın sürede bulmamız lazım. Fakat, kurulda itibar sahibi olmayan birinin, itibar kazanabileceği tek yolun taşlanmak istenmesi çok olası.” “Kuruldan çıkan basit bir sabotaj mı diyorsun?” diye sordu Oğuz. “Emin olamayız, lakin çok olası.” diye tamamladı Aybüke. “Sevim’i kontrol etmesi için gönderilmiş ikinci bir adam olma ihtimali?” diye sordu Hakan. “Dediğim gibi, çok olası.” diye cevapladı Aybüke. “Aylin.” dedi Aybüke, siyahlara bürünmüş kadına dönerek. “Konuştuğumuz gibi, sen haberi teyit etmek için gözleme gidiyorsun.” Başıyla onayladı Aylin, çoktan hazırlanmıştı. “Ne gözlemi?” diye sordu Ethem, yanındaki kadına bakarken. Adamın sadece gözlerine baktı Aylin, konuşmamıştı lakin cevap netti, söyleyemem. “ Dosyaları size bırakıyorum, iyice bakın.” Masadan ayrılıp, odanın ucunda bulunan mutfak tezgahına ilerledi Aybüke. Hakan tekrar koltuğuna kurulmuş, Oğuz ve ise ayakta, dosyalara bakıyordu. “Sevgilim, benim yüzük işini ne zaman hallederiz?” diye sordu Ethem, o sırada tek bacağı havada, bağcıkları ile uğraşan Aylin durdu, alttan şaşkın şaşkın baktı adama, şu an sırası mı sence, Ethem? Aylardır yüzüğü hazırdı zaten Aylin’İn. Ethem’in ona aldığı yüzüğü takması sadece bir ‘Evet’e bakıyordu, öyle de olmuştu. Gece, Aylin teklifi kabul eder etmez takmıştı yüzüğü Ethem, lakin onun yüzüğü eksikti. Aylin kadar şaşkındı herkes, Ethem’e bakmayı sürdüren gözlerin sayısı artıyordu. “Ne yüzüğü?” diye sordu Aybüke. “Ne kaçırdım?” O sırada elleri bağcıklarında dona kalmış olan kadının ellerine döndü dikkatler, Hakan şaşkınlığını gizleyemedi, Aylin’in elinde olan tektaşa bakarken herkesin tercümanlığını yaptı, “Hadi lan ordan, şaka yapıyorsunuz.” “Anaa!” diye şaşkınlıkla bağırarak saf tepkisini saklamadı Ali. Aylin utanmıştı. Belli etmemeye çalışsa da konuşmayı sevmiyordu bu konuları, burnundan soluyarak çıktı odadan. Ali, ağzı açık bir şekilde bakıyordu Ethem’e. Odadaki şaşkın yüzlerin aksine, para biçilemez bir gurur yerleşmişti Ethem’in yüzüne, göğsünü gerim gerim germişti. O sırada dehşetle bakmıştı Oğuz, Ethem arkadaşının gözlerine. Birkaç dakika boş boş bakıştılar sadece. İkiside konuşmuyor, lakin Oğuz’un beynindeki oynatma tuşu asla durmuyordu. “Oğlum, Aylin patron seninle evlenmeyi kabul etsin var ya, gel beni s-” “Yaktın beni, Aylin patron.” diye kendi kendine konuştu Oğuz. Pişmandı. Bir daha bu kadar büyük konuşur muydu? Hiç sanmıyordu. “Korkma, Oğuz’um. Maalesef, tipim değilsin.” diyerek kapıdan çıkmadan önce fısıldamak için eğildi, “Sen o işi yengeyle halledersin.” diyerek göz kırptı. “Lan Ali, gel antrenman yapalı seninle.” dedi Ethem çıkmadan önce. “Abi, Hakan abi yaptıracaktı bana, sen zahmet etmeseydin.” dedi Ali. Lakin Ethem ile pratik yapması, revirin ve kendisinin selameti için çok daha iyiydi. Şayet Hakan, acımazdı. “Oğlum, Hakan ağzından girer götünden çıkar lan, gel şuraya.” Peki abi diyerek peşine takıldı Ethem’in. Odada, Aybüke telefonuna bakıyor, Hakan yatıyor, Oğuz ise Yansı’nın mesajlarına dönüyordu. Aybüke için sorun oluşturmasa da Hakan, liseli ergene dönüşen arkadaşının kıkırdamalarından biraz rahatsız olmuştu. “Lan, Karaca! Siktir git başka yerde flörtleş.” Şimdilik hala normaldi rüzgar, bazen soğuktu bazen sıcak. Bir darbe vuracaktı karşı taraf, lakin şimdi canlarını feda ettikleri bu yolda, çok ağır bir darbe vurmak zorundalardı; hem onlardan önce, hem onlardan daha ağır. Geç gelen darbe, ilk ve son olacaktı, oyun, asıl oyuncular girince başlayacaktı. Ve oyun, başlamak üzereydi.
|
0% |