Yeni Üyelik
6.
Bölüm

“Hayaletle Dans Eden Kayıp Ruhlar”

@kalopsia

 

 

 

 

 

5.Bölüm

 

 

 

 

 

“Hayaletle Dans Eden Kayıp Ruhlar”

 

 

 

 

 

 

“Acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun
izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,
orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili
benden savrulan parçalar kurusa da,
izleri var hala yolun kenarında

 

izini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı”

 

 

-Birhan Keskin

 

 

“Ya kızım o kadar dedik hediye alma diye sana.”

“Ya bi sus da üfle şu pastayı delirtme beni.”

Bugün Oğuz’un doğum günüydü, 16 Kasım. Yansı ise her ne kadar pasta ve hediye almaması üzerine zorlanmış olsa da Oğuz’a hem küçük bir kek hem de beğeneceğinden neredeyse emin olduğu bir hediye almıştı.

“Üfle şu mumu, donduk burada. Kıymetimizi bil bu soğukta dayandım kapına.” derken gülümsüyordu Yansı.

Oğuz yüzünde sana inanamıyorum diyen bir ifadeyle üfledi kekin üzerindeki mumu.

“Al bakalım bu hediyen.” diyerek gayet büyük bir paket çıkardı arkasından.

“Bune kızım? Hediye alma dedik diye gidip kocaman bir şey almışsın. Almıyorum hediye falan.”

“Ya uyuz, delirtme beni. Yeni yaşını göremeden o kekte boğarım seni. Aç da bak şuna! Alıcaz diye bir yerlerimizi yırtık tüm sene.”

Oğuz hediyeyi aldı ve paketini yırtmasıyla beraber bıkkınlık duygusu yerini şaşkınlığa bıraktı.

“Hadi lan ordan, almadım de.” diyerek kaşları havalanmış, inanamayarak baktı yanında şişme montun içine gömülmüş kıza. Yansı ise en cilvelisinden tabi oğlum dercesine sallandı olduğu yerde. Gururla bakıyordu aldığı hediyeye, emindi beğeneceğinden. Oğuz’un almak için babasına ağıtlar yaktığı teleskoptu bu. Küçük bir modeldi, portatifti fakat baya iş gören yeni modellerdendi.

“İnanmıyorum sana.”

Yansı sarılmak için kollarını açmış bekliyordu, hediyeyi alırken kollarına atlayacağını falan düşünmüştü oysa. O sırada Oğuz dikkatle önündeki teleskop kutusunun yazılarını okumakla meşguldü. Yansı’nın yüzündeki gurur silinmiş, kızgın tarafı esir almıştı onu.

“Lan köpek! İki dakikada sattın ya beni şuna. Ver, ver geri vericem teleskopu.” diyerek elindeki kutuya doğru yöneldi Oğuz’un. Oğuz ise ‘hanım hanım bunlar benim yavrularım’ der gibi daha da çok sarıldı kutuya.

“Ne alaka kızım, tamam sağol. Gerek yoktu almana, yıllardır anlatamadım sana alma bana bir şey diye.”

“Almam bir daha zaten, unuttun iki dakikada, köpek.”

Burnu soğuktan kıpkırmızı olmuş kıza baktı Oğuz, gülmesine engel olamadı ve yanında duran kıza en içten sarıldı.

“Tamam tamam, gel buraya. Teşekkür ederim.” Yansının çatık kaşları normale dönmüş, şişme montlu yumuşacık kollarını arkadaşına sarmıştı.

O gece Oğuz, her ne kadar hediye için Yansı’ya kızmış olsa da sabaha kadar teleskobu ile uğraşmış, camından yıldızlara bakmıştı.

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Okulun geniş koridorlarında hızlı adımlarla yürüyordu Oğuz çünkü katılımcı olarak adını yazdırması gereken bir etkinlik vardı. Hedefindeki odaya ulaştığında adımları yavaşladı, etrafına baktı ve kapıyı beş kez tıklattı.

“Gel, Oğuz.”

Atlas’ın kapısını beş kez çalan tek bir kişi vardı. Aralarında oluşmuş bir iletişim biçimiydi Oğuz ile. Atlas, kolejin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün takım lideriydi. Seçmeli ders olarak popüler bir dildi Türkçe.

“Akşam mesaiye kalacağını tahmin etmiştim.” diyerek en geniş masada oturan Atlas’ın önündeki sandalyeye uzandı.

“Sempozyum başladığında Türkiye’ye gideyim diyorum, annemler uzun zamandır çağırıyordu. Şimdiden halletmeye çalışıyorum tüm işlerimi.”

Kafasını sallayarak tepkisini gösterdi Oğuz. Atlas gördüğü en ‘İngiliz tiplerden’ biriydi fakat babası İngiliz, annesi ise Türk’tü. Annesinin vatan aşkı sayesinde sıkça Türkiye’deydiler. Buğday tenli, sapsarı saçlı bir İngiliz erkeğiydi. Bebeksi bir ifade yerine sahip olduğu çene yapısı ve gözleri ise Türk kimliğini sergiliyordu.

“Sen niye gelmiştin, valla normalde ben gelmesem yüzümüze bakmayacaksın, şaşırdım yalan yok.”

“Ben senden bir şey rica edecektim. Sen bu sempozyumlara daha önce katılım göstermiştin değil mi?”

Evet dercesine sorgulayan bir bakış ile baktı Atlas karşısındaki adama.

“Dil bilimleri üzerine olan bir sempozyuma katılmıştım dinleyici olarak en son.”

“Benim bu önümüzdeki kongreye dinleyici olarak katılmam lazım.”

Bu sefer şaşırdığını gizleme gayretine girmeden gözlerini belerterek baktı. Bir astronomun tıp kongresinde ne işi vardı? Merak dese, Oğuz’un en son ilgi duyacağı şeylerden biri olabilirdi sağlık alanı.

“Sen? Tıp alanında gerçekleştirilen ve en iyi tıpçıların geldiği etkinliğe dinleyici olarak katılmak mı istiyorsun?”

Evet dercesine baş salladı Oğuz.

“Bana doğru söyle, başına teleskop merceği falan mı düştü? Hayır öyle bir durum var ise kongreyi bekleme direk götüreyim ben seni hastaneye.”

“Kongreye dinleyici olarak katılmak istiyorum, bana öğretmen kontenjanından nasıl yararlanabileceğimi anlatırsan tabi bugün.”

Biraz daha boş gözlerle baktıktan sonra cevap verdi Atlas.

“İyi madem.”

Şaşkınlık, Atlas’ın her hücresini sarmış, aklında binlerce sorunun oluşmasına sebebiyet vermişti. Fakat Oğuz ile kurduğu arkadaşlığın temeli Atlas’ın sorgulama yetisini tamamen kapatmasına dayanıyordu. Sorgulayan bir kişinin Oğuz ile arkadaşlığı çok da mümkün sayılmazdı. Şayet kendisi kilitlenmiş, kapalı bir kutuydu.

Bilgisayardan Oğuz’un kaydını beraber yaptılar. İşlerini bitirdiklerinde Atlas’ı dışarıya davet etti Oğuz. Her hafta en az bir gece beraber dışarı çıkar, kafa dağıtırlardı. Tek girdiği ofisten en yakın dostlarından biriyle ayrıldı, az önce hayatını değiştirecek sempozyuma kaydını yaptırdığını bilmeden.

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Albert Hall Tıp Kongresi, İngiltere

 

“… çalışmalardan birinin sonucu, yapay zekanın, dermatologlardan daha hızlı ve daha doğru bir şekilde cilt kanseri teşhisi koyabildiğini gösterdi. Ancak, bu teknolojilerin klinik…”

Baharın ilk rüzgârı soğuktu İngiltere’de. Yel sert, güneş ise bir o kadar utangaçtı. Birkaç gün önce gelmişti sayısızca doktor Albert Hall’a. Onlar için bilgi fırtınası demekti bu kongre, fırtınada iz belli etmeyenler için ise bir görev.

Oturduğu yerde dikleştirdi kendini Yansı. Kendisini tamamen konuşmaya vermeye çalışıyordu. Hemen yanında oturan Gece ise ciddi bir ifade ve çatık kaşlar eşliğinde pür dikkat ilgileniyordu sunumla.

O sırada Oğuz ise salonun en arkasında konumlanmış, ekrana yansıtılmış sunum ile değil katılımcılarla ilgileniyordu. Şu ana kadar süzmediği tek bir iş adamı, doktor kalmamıştı neredeyse. Ona görev için verilen sensörlü gözlükler sayesinde taranan yüzlerin verisi İstanbul’daki ekrana aktarılıyor, kimlik taraması yapılıyordu. Onu arıyordu Oğuz.

“Neredesin Allah’ın cezası.” diye mırıldandı kendi kendine. Bu salondan umudu kesip çıkışa doğru ilerledi, her bir deliğe bakmak zorundaydı, aradıkları Elmas denen adam ilk defa bu kadar yakındaydı.

“Üst tarafta localar var. Orayı takibe al.” diyen bir kadın sesi duyuldu kulaklıklardan.

Gelen komuta uymak adına yeltendiği sırada boşalan kongre salonunu fark etti Oğuz. Dikkatini ise üst localardan hızlıca inen bir adam çekti. Vakit kaybetmeden harekete geçti. İnsanlar akın akın orta alana geçiyor, siyah takım elbise giymiş Allah’ın cezasını takip etmek zorlaşıyordu. Adımları, bir kadına yaklaşınca durdu. Takip mesafesini dikkatlice ayarladı. Adamın yüzünü görebilmek için yakınına doğru yürümeye başladı fakat adam, kadın doktora yürürken etrafını ikide bir kolaçan ediyor, boynunda olan dövmeyi kapatan yakası oynuyordu.

“Boynunda kurul dövmesi var, yüzünü görmen lazım o adamın, hemen.”

Adamın arkasından dikkatli fakat hızlı adımlarla ilerliyordu Oğuz. Yüzünü analiz edebilecek kadar yakınlaşmış, gereken veriyi yakalamıştı.

“Elmas’ın baş adamlarından biri bu, lakabı Kara. Uzun zamandır arananlar listesinde.”

Kadının yanına ulaşmış, konuşmaya başlamıştı adam. Boyu adamın boyuna yakın, kahverengi saçlı bir doktordu. Mavi renkte bir takım giymiş, önündeki adamın kim olduğunu bilmediği aşikâr bir şekilde konuşuyordu.

“Kadın kim? Görebilecek misin?” diye sordu kulaklığın ardındaki ses. Oğuz görmek için elinden geleni yapsa da kadın asla dönmemiş, aksine arkası dönük bir şekilde ilerlemeye devam etmişti.

“Oğuz, kadın kimmiş?”

“Genç doktorlardan biri herhalde, göremedim.”

Kara, kadının yanından ayrılıyordu, özel odalardan birine girince durdu Oğuz.

“Özel odalardan birine girdi. Oraya girersem çok dikkat çekerim.”

“Tamam. Hakan, localara girmek sende. Oğuz, sen alanı izlemeye devam et. Kendisi yerine kollarını kullanıyor işlerini halletmek için. Gerçekten kendisi mi hasta görelim bakalım.”

O sırada gözüne diğer özel çalışanlar gibi giyinmiş cüsseli adam takıldı Oğuz’un. Hakan, profesyonelliğini bozmadan Londra’nın en popüler barlarının sponsorluğu kapsamında içecek servisi için localara ilerliyordu.

Oğuz ise damarlarına işlemiş saf nefret ile ofisinin yolunu tuttu.

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Gece’ye, ‘sen git ben bulurum yolu’ demenin pişmanlığını yaşıyordum. Şayet az önce biten konuşma sonrası birkaç doktorla konuşurken Gece ön bahçeye çıkacağını söylemişti. Şimdi okulun sempozyumda kullanılmayan koridorlarında kaybolmuş, loş ışıklarla aydınlatılmış bir yerde yürüyordum.

Acil çıkışa benzeyen bir kapı görünce kendimi dışarı attım ve önümde taş yollu bir patika belirdi. En azından dışarı çıkabildim düşüncesiyle başka bir yol bulunmadığından ötürü patikayı takip ettim. Etrafımdaki spor sahalarına bakıp ilerlerken telefonum çaldı.

“Yansı, neredesin?”

“Spor sahalarının oralarda geziyorum. Bir tane ragbi sahası benim eski okulum kadar zaten, görmen lazım.”

Gece ile biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatıp yoluma devam ettim, patika beni bir gözlemevine getirmişti. Okulun diğer binalarında uzakta, açık bir alana yapılmıştı.

Burada yapılan gece gözlemi ne güzel olur diye geçirdim içimden. Şehirden uzakta, sesten ve gürültüden izole. Kapısına doğru ilerleyip tıklatma girişiminde bulunacaktım fakat elimin değmesi ile aralandı kapı.

“Merhaba, kimse var mı?”

Sessizliğe gömülen yıldızlar vardı içeride. Her bir yan nokta şeklindeki ışıklarla süslenmiş, gezegen modelleri ışıklı tasarlanmıştı. Dışarıdaki utangaç güneş tek bir odaya kapatılmıştı sanki. Karanlığı delen mavi ışıklar eşliğinde bakındım etrafa. Kaç metre olduğunu bilmediğim koca teleskop küre şeklindeki bir odada konumlanmış, teleskop odasının dışındaki alanlar oturma alanları olarak tasarlanmıştı. İçeride sayamadığım kadar teleskop, kitap ve çalışma vardı.

Bir şeyleri kırmamaya özen göstererek bir rafa doğru ilerledim. Kitapların üstüne yerleştirilmiş küçük, burada kullanılmadığını düşündüğüm bir teleskop dikkatimi çekti. Rafta dekorasyon olarak özenlice yerleştirilmişti.

Yavaş ve naif hareketlerle uzandım teleskopa. Yıllar öncesinde bir arkadaşıma hediye ettiğim teleskop modelinin aynısıydı. Aynı derece özenli dokunuşlarla bakmaya başladım teleskopa, lakin bir kapının açılma sesiyle aldığım gibi geri yerleştirdim elimdeki teleskobu. Kendimi fark ettirmeden, başka bir kapıdan sıvışıverdim.

İçeriye kim girmiş ise benden rahatsız olabileceğini düşündüğümden hızlıca geldiğim yoldan geri döndüm, Gece’yi aradım ve beni az önceki konferans salonundan almasını rica ettim.

 

 

Gözlemevinin kapısını hızlıca açtı Oğuz, çantasını ise agresif bir tavırla fırlattı. Masasında bulunan kağıtları, bilgisayarı tıkıyordu çantasına sinirli bir şekilde.

“Amacın ne senin itin evladı, madem bu kadar yakınımdasın, ne planladığını öğrenmeden gitmene izin verirsem ağzıma- “

Siniri kendisine ve siyahlara bürünmüş bir grup karaktersizeydi. Elinde olsa bulduğu yerde kafasına sıkacak, gebertecekti puştu. Serzenişini burnuna dolan koku durdurdu. Kağıtları çantasına yerleştiren elleri durdu, algısı yavaş yavaş kendine geldi. Bu koku. Çok tanıdıktı. Kafasını kaldırdı, dikkatlice etrafına baktı. Neydi bu koku? Her zerresine işlemişti burnunun. Karamelin en güzel hali gibiydi.

“İyice mala dönüştün oğlum, bi dur sende.”

Eşyalarını tıkıştırmaya devam etti, bitirir bitirmez sırtladığı çanta ile kilitledi kapıları. Aklında nefret duygusu, kalbinde cesaret, burnunda ise karamelin en hoş hali ile ayrıldı ofisinden.

“Oğuz, duyuyor musun beni?” diye seslendi kulaklığın ardındaki.

Oğuz evet manasında mırıldandı, seri adımlar ile evine doğru ilerliyordu. Bugün sempozyumun beşinci günüydü. Yarın herkesin heyecanla beklediği kapanış partisi vardı. Bu demek oluyordu ki bu it soyunun neler planladığını bu akşam çözmüş olmaları gerekiyordu.

“Eve git, Hakan’ı sana gönderiyorum.”

Yarım saat sonra hem Hakan hem de Oğuz oturmuş, İstanbul ile canlı bağlantıda buldukları bütün verilerin analizini yapıyorlardı.

“Hakan.” dedi Aybüke. Şayet Hakan locaya girdikten sonra önemli bir detay fark ettiğini söylemiş fakat açıklama yapmak için zaman bulamamıştı.

“Locada tahmin ettiğimiz gibi az doktor, çok iş adamı vardı. Kongreye ne dinleyici ne de konuşmacı olarak katıldıklarını düşünmüyorum şayet sadece karanlık odalarda duruyordu itler.”

“Elmas’ı gördün mü?”

“Hayır, en azından yüzünü değil. En ortada ihtişamlı bir koltuk vardı, yanında bir kadın ile oturuyordu bir adam lakin başında saçma salak bir şapka vardı yüzünü örten. Fakat eğer tahmin ettiğim gibi Elmas o ise gayet sağlıklıydı puşt.”

“Yani sandığımız gibi hasta olan Elmas değil. Dikkatini ne çekti?”

“Elmas’ın kendisine servisi özellikle ben yaptım. Masanın karşısında oturan bir kalp cerrahı ile raporlar üzerinden konuşuyorlardı. Göz ucuyla da olsa raporun açık kalan kısmından bir görüntü alabildim gözlükle.” derken aldığı görüntü ekrana yansıdı Hakan’ın.

“Yolladığın bu rapor görüntüsüne göre hasta olan kişi zaten Elmas denen şerefsiz olamaz çünkü bu değerler bir çocuğa ait. Bu raporların sahibinin bir çocuk olması muhtemel fakat bazı değerleri bu hipotezi yanlış çıkarabilecek kadar yüksek ya da alçak.” diye tamamladı Çağatay ekranın diğer kısmından.

“Bu da bu kadar doktor görüşmesini açıklıyor.” diye tamamladı Oğuz.

“Aynen öyle.”

“Yanında bir kadın var demiştin, sevgilisi ya da karısı olabilir mi?” diye sordu Oğuz.

“Çok yüksek ihtimalle manitasıydı ama ilişki yapıp tek kadına bağlı kalacağını sanmıyorum bu soysuzun.”

“Elmas çocuk yapmış olamaz.” diye araya girdi Aybüke.

“Babası, krallığına bir tehdit unsuruymuş gibi yetiştirdi Elmas ve kardeşlerini. Günün sonunda Elmas hem abisini hem de kendi babasını katlederek aldı koltuğu. Aynı riske girecek kadar salak değil, onu tutan ağır zincirleri var.”

Koltukta kafasını geriye doğru attı Hakan, içinde akan nefret duygusu başını ağrıtmıştı.

“Anlamadığım şey…” diye bozdu sessizliği Çağatay.

“Madem kendi çocuğu değil, kardeşi olabilecek kadar da küçük, bu kadar emek kimin için ve neden?”

İşte bunun sebebini arıyordu Şafak Timi. Her ne sebepten ötürü bir çocuğa bu kadar değer veriyorlardı ise bulacaklardı. Kaçış yoktu.

“Araştırmaya devam edin, karşılıklı haber bekleyin.” Baş selamıyla kapattı Aybüke. Loş aydınlatmalarla aydınlanan bir oturma odasında iki adam düşüncelere dalmış, duruyordu.

“Bara gidiyorum, malum izin almadım. Sende gel kafa dağıtırız biraz.”

Peki dercesine baş sallamakla yetindi Oğuz. Üzerinde günün yorgunluğunu taşıyan kıyafetleri çıkarmış, yerine düz ince bir kazak, Hakan ise kısa kollu siyah bir tişört geçirmişti. Her zamanki gibi Hakan çalışırken Oğuz barda oturacaktı.

Her zamanki gibi.

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

“Yansı sürükledin beni kaç saatlik yola gerçekten inanamıyorum.”

“Oflama Gece, kırk yılın başı İngiltere’ye gelmişiz yaşlı teyzeler gibi otel odasında mı kalalım.”

“Evet, ben gayet mutluydum.”

“Tamam burada da olursun mutlu, gel hadi.” diyerek itekledim siyahlara bürünmüş kadını. Sosyal medyada karşıma çıkıp duran mekân şimdi karşımda duruyorken gitmemek gibi bir hataya düşmeyecektim elbette.

İçerisi tıklım tıklımdı. Londra’nın bitmek bilmeyen yağmuru eşliğinde insanlar eğleniyor, bazıları ise canlı jazz müziğe eşlik ediyordu. Konsept günlerinden biri olmalıydı bugün, sahnede şarkı söyleyen sarışın genç bir kadın vardı. İnsanlar ellerinde içecekleri ile ritme ayak uyduruyor, bazıları ise bar sandalyelerine oturmuş derin düşüncelerde geziyordu.

“Sen alkol içmezsin ki, ne diye tutturdun bar diye.”

“Başka bir şey içeceğim herhalde, içki içmemem mekâna gelmeme engel değil.” Alttan gülerek baktım Gece’ye.

Bardan içecek almıştık. Ben alkolsüz bir kokteyl içerken Gece barda en çok ne tercih ediliyorsa ondan alayım diyerek yine hızlı bir seçim yapmıştı. Barın ortalarında kurulmuş küçük masalardan birine yerleştik, ben Dilruba’ya mesaj atmak için telefonumu çıkarttım, o sırada Gece ise sahneyi izliyordu.

“Dilruba’m, tahmin et nereye geldik.”

“Ay Gilded Muse’a mı gittiniz! Keşke bende gelebilseydim sizle ya! Arkadaşlar övdükçe övdü orayı.”

“Bir gün senle de geliriz kuzum, istediğin bir şey var mı?”

Dilruba ile konuşmaya devam ettik, görüntülü arayıp konserden bir kısım bile dinlettik. Telefonu kapattığımda saat gece on ikiye geliyor, yağmur şiddetini arttırıyordu. Yüzümde bir tebessümle baktım barın sahnesine, göremesem de hissedebiliyordum gözlerimin ışıldadığını. Göremesem de duyuyordum kalbimin deli gibi attığını.

“Beraber gidelim o zaman.”

“Gerçekten gider miyiz bir gün” Heyecanlanmıştım. Evet dercesine başını salladı.

İçeceğimden bir yudum aldım. Boğazımdan akışını hissedecek kadar boş hissediyordum.

“Ben bir lavaboya gideceğim.” diyerek yanımdan ayrıldı Gece. Ben ise masada kalmış, ruhumu besleyen saksafon müziğini dinliyordum. Bakışlarımı geniş alanda gezdirdim, insanlar dışarıdaki fırtınanın aksine burada ısınıyor, eğleniyordu.

Bir an, ortamın sahip olduğu sıcak atmosferin aksine ruhum üşüdü, tüylerim diken diken oldu aniden. Sanki biri beni izliyormuş gibi hissettim, kafamı barın olduğu alana çevirmemle Londra’nın kara bulutlarını üstümde hissetmem bir oldu.

Yılları üzerine tampon yaptığım kalbim kanıyordu. Bugüne kadar özenle sardığım her bir yaram gerçekler denen hançerle tekrar kanatılıyordu. Artık ne jazz müzik dolduruyordu ruhumu ne de ortamın sıcaklığı. Tam aksine, bir fırtınanın ortasına atılmış, yaralanmış hissediyordum. Göğüs kafesimin derinlerine gömdüğüm duygularım kaçmak istiyordu. Her bir zerrem tekrar acıyordu yıllar sonra.

“Oğuz...” adı bir nefes olarak çıktı, buğulu havaya karıştı. Bir tek ben duydum adını, bir tek ben söyledim. Yıllar sonra ilk defa ne yapacağım hakkında gram fikre sahip değildim. Ne bir planım vardı ne de fikrim. Şayet şu an karşımda bir bara oturmuş gençliğim vardı bana doğru bakan.

 

 

 

 

 

 

»»————————————-««

 

Hakan barın öbür tarafında sanatını icra ederken Oğuz ise bar sandalyelerinden birinde oturuyordu. Bugün jazz konsepti olması sebebiyle ekstra kalabalıktı mekân. Atlas ise Türkiye’den dönmüş, bara uğramıştı.

Hakan dikkatlice etrafı süzüyor, cilve ile sipariş vermeye çalışan kadınlara yüz ekşitmemeye çalışıyordu. Çalışırken tek bir ipucu kaçırmak istemiyor, olabilecek her duruma karşı önlemini alıyordu. Tabi bara gelen herkesi süzünce kaçınılması imkânsız olan kişiyi de görmüş, ilk önce gençlik resmini gördüğü için biriyle karıştırdığını düşünmüştü.

Lakin karıştırmıyordu.

“Lan, Oğuz.”

Ne oldu dercesine başını bardağından kaldırdı Oğuz.

“Sen yıllar öncesinde, akademi zamanlarında, bana bir kızdan bahsetmiştin.”

Hangi kız dercesine sorgulayıcı bir bakış takındı Oğuz, şayet böyle bir konunun neden açıldığını anlamamakla beraber kimden bahsettiğini de anlamamıştı Hakan’ın.

“Hani şu senin İzmir’den tanıdığın. En yakın arkadaşın.” Derken yıkadığı bardakları kuruluyordu Hakan.

“Dilbeste mı?”

“Adını hatırlamıyorum ama anlattıkların kalmış aklımda.”

“Hayırdır, ne diye geldi aklına birden?” derken içeceğini yudumladı Oğuz.

“Kaç yıl oldu onu görmeyeli?” diye sordu Hakan. Duraksadı Oğuz. Hatırlamıyordu. Mesleği sebebiyle tüm anılarından silmiş, zihninin en tozlu rafına yerleştirmişti onu.

“Ne biliyim oğlum ben, olmuştur bir on herhalde. Sen ne diye açtın konuyu şimdi tekrardan, hayırdır?”

“Hangi kızdan bahsediyoruz şu an tam olarak? Ben biraz Fransız kaldım galiba.” Diye masum masum bakıyordu Atlas ikiliye.

“Önemli bir şey değil ya, bir kız işte, küçükken arkadaşımdı. Bu salağa da bahsetmişim bir ara, ben bile hatırlamıyorum.”

He, öyle mi, arkadaşın yani dercesine baktı Hakan Oğuz’a.

“Sen niye açtın konuyu Hakan?” diye mantıklı bir soru yöneltti Atlas.

“Hiç, öylesine. Eğer fotoğrafı da yanlış göstermemişse Oğuz Bey, şu anda tam karşımda oturuyor kendisi.”

Oğuz’un dudaklarına götürdüğü bardak havada kaldı, tüm yetileri kapandı gibi hissetti. Ne saçmalıyorsun lan sen dercesine hareketlendi oturduğu yerde. Yüzünde saklayamadığı bir şaşkınlık ve panik ile kafasını çevirip etrafa bakınmaya başladı. Çok da uğraşmasına gerek kalmadan bardan biraz uzakta bir masada, tek başına oturan mavi takımlı bir kadın gördü.

“Dilbeste.” Kendisinin bile zor duyabileceği kadar kısık çıktı sesi.

Oğuz için zaman durmuş, eskilere hapsettiği tozlu raflar teker teker kırılmıştı. Geriye, kapağı açılan kutular, kaçan anılar kalmıştı.

Baktığı kadının onu fark etmemesi, ona geri bakmaması için dua etti, fakat gözlerini de çekemedi üzerinden. Şayet yıllar önce bırakmak zorunda kaldığı genç kız değil, olgun bir kadın duruyordu karşısında. Korkulan olmuş, kahverengi ve yeşil on üç yıl sonra tekrar buluşmuştu.

Hayat böyleydi işte. Senin zorla üzerini kapattığın her yarayı zamanı gelince tekrar kanatır, yarım bıraktığı hikayelerin sonunu illaki yazardı. Ya iyi ya da kötü.

Görev, vatan, bağ diyerek kurduğu tüm düzeni çöküyordu Oğuz’un. Vatan aşkı için bıraktığı, burnunda tüten toprağın kalıntısını bulmuştu bir barda. Kahvelerinde vatanın karış karış toprağını bulduğu kadın, şimdi yıllar sonra tekrar bakıyordu hasret çektiren gözleriyle.

Loading...
0%