Yeni Üyelik
4.
Bölüm

“Kaybolan Yansıma”

@kalopsia


2011'e veda ediyoruz...

Kalbi yerine aklını dinlemeye mahkum olanlara...

 

 

3.Bölüm

 

“Kaybolan Yansıma”

 

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git

 

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.

 

Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin

 

Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık…”

 

-Cemal Süreya

 

 

Aralık 2011, İzmir

Bugün 2011’in son günüydü. Hem bir son hem de yeni bir başlangıç. Aralık’ın bu gecesi çok hoşuma giderdi. Her şeyi geride bırakman için sana en baştan bir şans tanırdı yeni yıl gecesi. Oturup günlüğüme yazı yazıp yeni yıl hedeflerimi belirlemek bana anlamsız fakat güçlü bir tutanak sağlardı. Bu gece de kalemimi elime almış, 2012’ye saatler kala yazmaya başlayacaktım. Beni, telefonumdan gelen bildirim sesi durdurdu.

Oğuz: Ne yapıyorsun?

Oğuz’a cevap yazmaya başlamışken bir mesaj daha düştü ardından.

Oğuz: Dur, tahmin edeyim. Şu anda sandalyene kurulmuş, dizlerini çekmiş bir biçimde oturuyorsun. Yılbaşlarında kullandığın beraber aldığımız kırmızı kupanda beyaz çikolatalı kahven var ve günlüğünü yazacaksın.

İşte buydu Oğuz. Beni benden iyi tanıyandı. Ben konuşmasam beni okuyan, cümlelerimi yazandı. Her daim arkamda olandı. En iyi arkadaşımdı…

Siz: Dürüst ol. Odama kamera mı koydun? Beni bu kadar iyi tanıman hiç normal değil.

Oğuz: Seni tanımıyorum.

Seni ezbere biliyorum.

Yüzümdeki gülümsemem durmuş, yerini mesajın verdiği şaşkınlığa bırakmıştı. Bir an ne yazsam diye düşündüm, fakat hiçbir şey gelmedi aklıma. Arkadaşlarımız genelde bizim sevgili olduğumuzu düşünür, işi şakaya vururdu. Biz her ne kadar arkadaş olduğumuzu söylesek de herkes geçiştirir, akıllarında bir çift olarak yaşardık. Aramızda arkadaşlıktan öte bir dostluk vardı, ama aşk var mıydı bilmiyorum. Şayet benim kalbim bir aşkı besleyip büyütmek için fazlaca yıpranmıştı. Ne besleyecek bir kalbim, ne de aşık olacak bir ruhum vardı.

Siz: Madem beni ezbere biliyorsun, sana biraz daha ezberlemen için fırsat veriyorum.

Buluşalım. 10 dakikaya.

Yer belirtmeme gerek yoktu. Anında buluşmaya karar verdiysek hava sıcaksa sahil, soğuksa alt mahalledeki kış bahçesinde buluşurduk. Üzerime boğazlı bir kazak ve montumu geçirdim. Altımdaki pijamanın deseni uygun olduğu için kırmızı pijamayı çıkartmadan çantamı aldım ve içine defter, kalem ve ıvır zıvırı tıkarak odamdan çıktım.

“Anne, ben Oğuz’la kış bahçesine gidiyorum. Bir şey istiyor musun?”

“Yok yavrum, iyi eğlenceler. Ara beni, tamam mı?”

Annemler salonda oturmuş yılbaşı özel programlarına bakıyorlardı. Onu onaylayarak botlarımı giydim, evden ayrıldım.

 

Ben seni tanımıyorum. Ben seni ezbere biliyorum.

Yüzümde saklayamadığım bir gülümseme ile ilerliyordum kış bahçesine doğru. Kaç yıldır arkadaştık, ben bile sayamıyordum artık. Kaç doğum günü, kaç yılbaşını beraber geçirmiş, kardeşlerimden yakınımda olmuştu. O benden, ben ondan hiç ayrılmayız gibiydi. Az hayal kurmayı öğretmiştim kendime, az da olsa hepsinde vardı kendisi. Bende, her daim rezerve ettiği bir yeri vardı Oğuz’un.

Kış bahçesine ulaşmıştım, Oğuz daha gelmemişti. Ben de her zaman oturduğumuz, yapay gölün kenarında küçük bir lamba ile aydınlanan, ağaçların altına saklanmış masaya geçtim. Bu köşe çok kenarda, gizli bir yerdi, normalde yoktu. Ortaokul son zamanı Necip Amca bize özel yapmıştı. Bizi kendi evladı gibi görür, “elimde büyüdünüz” diye severdi.

“Yansı, selamünaleyküm, hoş geldin kızım. Oğuz yok mu?”

“Aleykümselam Necip Amca, gelecek birazdan o da. Nasılsın?”

Biraz sohbet ettikten sonra müşterilerine döndü Necip Amca. Ben de yerleştikten birkaç dakika sonra Oğuz geldi.

“Paşam, hoş geldin.” Hoş bulduk dercesine baktı, kendi yerine kuruldu.

“Sen çağırdın güzelim, biz de geldik.” Acaba her çağırdığımda gelir miydi hayatım boyunca? Durmadan çağırsam, sıkılmadan gelir miydi?

“Mesajlarında havalı havalı yazıyordun, sana beni daha çok ezberleme fırsatı veriyorum diye. Dökül bakalım.” Tek kaşını kaldırarak, yüzünde alaycı bir sırıtış ile konuşuyordu. Aynı ifadeye takınarak konuştum.

“Bu sene günlüğümü beraber yazacağız, dileklerimizi tek bir sayfaya beraber koyacağız.”

Yüzünde bunu beklemediğini anlatan bir ifade vardı. Hak veriyordum bu tepkisine, zira ben konu günlük olunca sükûnet ister, tek başıma kalmayı rica ederdim. Hayatımın her yerine kendisini işlemiş birini günlüğüme dahil etmem kendi kurallarımı yıkmazdı; birkaç duvardan hiçbir şey olmazdı.

“Pekâlâ.”

Defterimi açtım, kalemlerden birini ona, birini de kendime aldım. Heyecanla yerime iyice yerleştim.

“Evet, ben başlıyorum o zaman”

1) Üniversiteyi kazanabilmek.

“Vizyoner bir seçim.” derken güldü.

“Sıra sende.” Biraz düşündü, cebinde titreyen telefonuna baktı, yüzü asıldı. Anlam veremedim bu ani duygu değişimine. Ne oldu diye sorsam bir yaş akacak gibiydi yeşillerinden. Sonra yazdı.

2) Aramıza kilometreler girince bile ruhumu canlı tutabilmek.

Yazıyı okuyunca bir şey anlamamakla beraber gülümsemem de kayboldu. Açıklama istemek sıkıştırıyordu kalbimi. Damarlarımda akan korku, kalbimi sıkıştırıyordu işte, babanda olduğu gibi dedi aynı anlatıcı.

“Annemler taşınma kararı almış. Dayımların yanına, Almanya’ya gidiyormuşuz. Ben de iki gün önce öğrendim.”

Biraz durdum. Oğuz, gidiyorum demişti. Telefonunda baktığı bildirime ben de bakmak istedim, kalbim sıkışıyordu yavaş yavaş.

“Kısa sürelidir ama, değil mi?” Kafasını kaldırıp sadece gözlerime baktı. Ağzından tek bir kelime dahi dökülmedi. Oysa sanki gözleri bir şiir yazıyordu. Ben, planlı yaşamayı severdim, her daim bir sonraki hamlemi düşünmeyi tercih ederdim. Lakin işte o an ne yapmam gerektiği konusunda gram fikrim yoktu. Gözlerimde hapsolmuş yaşları bırakmalı mıydım mesela? Boynuna sarılsam, gitme desem, kalmaz mıydı? Beni de al desem, almaz mıydı? Ruhum vücudumu terk etmiş gibi afalladım, ben o olmadan ne yapardım ki? Günlerim nasıl olurdu mesela?

“Yansı.” dedi bir cevap vermemi istercesine. O bana bakıyordu, ben ise yeşilinde kaybolduğum gözlere. Şimdi kaybolduğum bu ormandan nasıl çıkacaktım ki? Her zaman arkamı yasladığım duvar gidiyorum diyordu, nasıl inşa edecektim o duvarı en baştan? Belki de inşa ederdim bir duvar, fakat sağlam olur muydu onun kadar? Hiç sanmam.

“Dilbeste.”

İsmimi duyunca kendime geldim. Çık o ormandan Yansı, çık.

“Ne kadar kalacaksınız orada?”

Yutkununca Âdem elması belirdi, yüzü ise hâlâ asıktı. Benim yansımam gibiydi.

“Bilmiyorum.”

Ne yapsam uyanırdım bu kabustan? Oysa ben değil miydim, hayalleri yerine canı yanmasın diye gerçeklere sarılan. Oysa bilmeden kocaman bir hayale tutulmuşum, onun gerçeği yüzüme bu kadar sert çarpınca anladım. Bilseydim, eğer en başından bilseydim… belki de canım bu kadar yanmazdı. Serzenişim yine kendimeydi. Canım yanıyordu, çok fazla.

Ağzımı açmaya, konuşmaya çalıştım fakat sesim çatlıyordu, öncekinden de tiz çıkıyordu.

“Yeni yıla nasıl girersen, öyle çıkarmışsın. Moralimizi bozmamamız lazım. Madem gidiyorsun, son anlarımızı…”

Son an… bunu söylerken nasıl bir hançer saplamıştım kendi kalbime.

“Son anlarımızı güzel geçirelim.”

Önümdeki defterin sayfasını çevirdim, yeşil kalemimi aldım. Dudaklarım kıvırlmış, gözlerim dolmuştu. Ruhumda da aynı tezatlığı hissettim, yazı yazarken bir yazar oldum, kendi kitabımın sonunu yazdığımı zannettim.

Deftere yazmaya devam ettik. Neler yazdık, bilmiyorum. Aklım kalbime karışmış, yok olmuştu sanki. Gece yarısına beş dakika kaldığını bile çay bahçesinde konuşanlardan duyunca fark ettik. Yeni yıl benim için umut ve başlangıç demekti. Ama bu yılın benim için bir son olduğunu bilseydim, daha sıkı sarılırdım geçmişimize.

2012’ye dakikalar kala birbirimize döndük, ben onun yüzünün her santimine tekrar baktım, o da benim. On seneye yakın geçirdiğim zaman bir şerit misali aktı gözlerimin önünden. Şimdi sıkıca sarılsam, tutamaz mıydım onu gitmekten?

“On, dokuz, sekiz…”

Kollarımı aniden boynuna sardım, ellerimden kaçıp gitmesini istemediğim bir kuş misali tuttum onu.

“Dört, üç, iki, bir…”

“Geri dön ve beni yeniden bul, lütfen.”

İçimdeki ses uzun bir zaman onu göremeyeceğimi söylüyordu, dinledim onu. O ne derse ben de onu aynen söyledim, geri dön ve bul beni dedim.

Yağmur yağıyordu üstümüze, kara bulutlardan düşen damlalar ıslatıyordu bedenlerimizi. Hayat acımasızdı. Size verdiği hediyeyi geri almayı çok iyi bilirdi hayat. Kırar dökerdi ama bu sefer kırılan parçaları toplayamayacağım kadar fazla kırılmıştım. Kaç dakika öyle kaldık bilmiyorum, aramızdaki bu kalbimi döküp savuracak güçte olan duygu neydi, onu da bilmiyordum. Tek bildiğim, o gece günlüğümü yazmadığımdı.

“Allahaısmarladık.”

Giden birine Allahaısmarladık diyenler bir kez daha birleşmeden ölmezmiş demişti bir zamanlar Oğuz.

“Allahaısmarladık.”

Son kez değdi gözlerimiz. İşte hayallerini yansılara saklamış ben, tek bir masala tüm gerçekliğimi bağlamıştım. Deftere yazılan o hedefin asla gerçekleşmeyeceğini bilmeyerek baktım ardından. Oğuz’u giderken arkasından izledim, son kez.

 

 

...

 

 

Geçmişe veda ediyoruz, Viraha'ya asıl şimdi başlıyoruz. İlk bölümü ilk haftaya özel yarın atarım diye düşünüyorum. Seven okurlarını bulması dileğiyle...

 

Loading...
0%