@kalopsia
|
Herkese merhaba. Öncelikle şu son beş günde o kadar yoruldum ve o kadar zor bir dönem geçirdim ki... Oturup yazmayı geçtm yatacak vaktim bile olmadı... Söz verdiğim gibi (biraz geç de olsa) yeni bölümü atıyorum. Bu bölüm biraz fazla uzun olduğu için birinci kısmını (PDF'de 24 sayfa) bugün atıyorum, ikinci kısmını da bu hafta atacağım yine inşallah. Tekrar anlayışınız için teşekkür ediyorum. E sonunda, iyi okumalar o zaman.
13.Bölüm
“Sona Kalan Tek Kurşun.”
“bazı kadınlar makyajını ağlayarak temizler.
bazı kadınlar sol göğsünün altında mayın taşır beyler.
oraya ilk ayak basan adam, ayağını çekip gitmeye kalkışırsa eğer;
mayın patlar,
kadın dağılır,
adam ölür, kadının sol göğsünde.
sonra bir daha kim gelip giderse gitsin sol göğsün altındaki kente,
asla aynı etki yaşanmaz.
bir mayın bir defa patlar beyler,
bir kadın, gerçekten, bir defa sever.”
-Mavi Tuğba Karademir
Duvarda yırtılmaktan eskimiş eski bir takvim duruyor, tozlu sayfalarında yazıyor tarih; 12 Nisan 2013. Yine matemli bir hava esir almış Almanya’yı, bulutlar yine hüzünlü, havada yine ağır bir durgunluk var. Sonuna kadar açık olan camlara inat bir yük, bir hüzün var duvarlarda, insanın içini karartan türden bir ağırlık bu. Günler ferah geçsin, kararan ruh aydınlansın diye beyaza boyanan duvarlar şimdi esrar altında kalmış. Bugün, yine bir şehit kaldırılıyor kimsenin bilmediği bir sokaktan. Oğuz, şimdi genç bir delikanlı, buz mavisi ışığın yanında ders çalışıyor. Şimdi yine başka bir kitabın sayfalarında kafasını dağıtıyor. Gün, yine aynı, yine bir eksik. Yine Türk ağlıyor bir diğer gidenin ardından. ‘Dur!’ diyor analar, ‘Ağlama! Benim oğlum şehit oldu, ağlama!’ Ne büyük acıdır, ne büyük sevinçtir bu. Şehit olmak… Babası iki haftadır yoktu Oğuz’un. Üniversiteye gitmiyor, uzaktan tamamlıyordu eğitimini. Günler solgun, sayfalar aynı geçiyordu. Zaman, sanki akmayı bırakmış, gri bir anda takılı kalmıştı. Türkan Karaca, son birkaç yıldır yaptığı gibi iki ayağının üzerinde dimdik durmaya çalışıyordu, şimdi aslanlar gibi yetiştirdiği oğlundan saklamaya çalışıyordu yüreğindeki korkuyu. İşte böyleydi onun sınavı; kocası meçhule doğru gidiyordu her sabah, bazen gelmiyordu akşamları. Evde oğlu vardı, dün küçücüktü, bugün bedenen kocaman. Bir Türk marketinden buldukları meyveleri doğruyordu, kocaman evde yalnız tek tük ses vardı. Bir yanda duvara çarpan güneşlik, her kesişte bıçağın tahtada oluşturduğu ses, akrep ve yelkovanın bitmek bilmeyen yarışı; tik tak tik tak… Kapı üç kez tıklatıldı. Başını gömdüğü kitaptan çevirdi Oğuz, annesi kapının arasından bakıyordu ona yemyeşil gözlerle. “Meyve getirdim annem.” Bahar yoktu gurbette, ten ısınmıyor veyahut üşümüyordu uzunca bir zamandır. Rüzgarın etkisinden uçuşan tül perdeleri topladı Türkan, bir araya getirdi, bağladı. Üzerine bir gelinlik misali örtülen tül perdenin ardından kapadı camı, “Üşütme annem.” dedi, oysa bugün bahardı. Hava yirmileri görmüş, güneş açmıştı. Her eve güneş giriyor, sokaklar sarının en açık tonuyla dans ediyordu. Karaca’ların evi griydi. Soğuk bir mavi, en keskininden. Kör olan gözler değildi, kalpti. Körelen kalbi yeşertmeye, Allah’tan başka kimin gücü yeterdi? “Babamdan haber var mı?” Başını hayır dercesine salladı Türkan, artık üzülmüyorlardı. Daha doğrusu mutlu olamıyorlardı demek mi doğru olurdu maalesef bilinmez. Şükür sebepleri vardı onların, eve giren ekmek, doğan güneş, gelebildiği zaman ise babasının sağlıklı gelmesi yıllardır bekledikleri ve ettikleri şükürlerin sebebiydi. Yürekleri dayanmazdı belki bir gün ellerine geçecek olan tabutun acısına. Kiloları taşıyan Oğuz’un omzu düşer kırılırdı belki tabutun ağırlığından. Akılları hazırdı bu sona, ancak yürekleri saklanıyordu simsiyah bir yalanın ardında. Türkan salona geçti, elindeki kitabına sarıldı. Yanındaki kumandanın tek tuşuna bastı, evin tek ses kaynağıydı şimdi bir haber kanalı. Almanca yükselen bir sesin içinden kelime seçti; ölüm, savaş, Türkiye. Kitabının çevrilen sayfası havada kaldı, bakışları şimdi televizyondaki muhabirdeydi. Ne anlatıyor tam olarak anlamasa da hissediyordu, vatanında bir şeyler oluyordu. “Oğuz!” diye seslendi oğluna. “Şu haberi çeviriver bana oğlum, ne diyor?” Oğuz televizyondaki haber başlığına baktı, mavi bir fon üzerinde yazıyordu. “In den späten Abendstunden wurde im Berliner Stadthotel eine Bombenexplosion verübt. Am Tatort wurde die Leiche eines verdächtigen türkischen Agenten gefunden. Wer hinter dem Anschlag steckt, ist bislang noch unklar.” Konuşmadı Oğuz, bir süre sadece haberi dinledi. “Geçen gece merkezdeki otelde bombalı bir saldırı olmuş, Türk birisinin de cesedi bulunmuş. Ajanmış ama saldırıyı onlar mı yapmış belli değil.” diye çevirdi yazıyı annesine, böyle bir şey mümkün müydü? En derin gölgelerde saklanan Türk Milli İstihbaratı nasıl olur da yakalanıp basit bir haber kanalında ifşa edilebiliyorlardı? Panikle baktı annesi, o da farkındaydı bu anomalinin. İstihbarat istemese, kimse bilmezdi onlar nerede. Televizyonda başı eğilmiş, kanlar içinde kalan bir adam göründü, yüzü gözükmüyordu. Korktu Türkan, o olmasından korktu. “Fırat!” Ne gelen vardı ne giden, yine ancak bir yelkovan sesi; tik, tak, tik, tak… Başından ayrılmadı televizyonun, akşama kadar gelebilecek her türlü ölüm haberine hazırladı kendini. Ne bir resim vardı şehide dair ne de bir isim, belki de mezar taşına bile yazılmayacaktı adı, iki çift kelam yeterli olacaktı onu anlatmaya; MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI. Kimdi bu sefer göçen, kimdi evine sönmeyecek bir ateş giren? Hala bilmiyordu Türkan. Çok geçmeden yelkovanın sesini, rüzgarın uğultusunu, akşam güneşini bir kapı sesi böldü, uzun zaman sonra iki kez tıklanan bir kapı, tak tak. Kucağında durduğunu bile unuttuğu kitabı düştü, hışımla kalktı yerinden Türkan. O kapıya nasıl koştu, nasıl fırladı o bile anlamadı, koşan ayaklarını havada kalan eli durdurdu. İki haftadır dimdik ayaktaydı Türkan ama şu an kapısında durabilecek bir adam, tek bir kelam iki dizini kırmaya yeterdi. Korktu Türkan, ruhunun bir daha asla geri dönmeyecek şekilde parçalanmasından korktu. O, sevdasını kaybetmekten çok korktu. Sonunda ulaştı eli kapıya. Tiz bir gıcırdama ile aralandı. Rüzgara, yelkovana, kuşa, kalp atışına iki haftadır tutulan bir nefes karıştı; gelen Fırat’dı. “Selamınaleyküm.” İşte bu kadar basitti ölüm. Bir an gelecekti ecel, sonra ardından kalanlara sarılması adına bir parça toprak kalacaktı. Ölümle dans eden kahramanların ardındakiler ise korkuya sarınacaktı. Hayatta boğulmamak adına korukuya sarılacak, hayatta kalmaya çalışacaklardı. Zaten denize düştüğünde yüzme bilen nasıl anlardı yılana muhtaç olanı? Kapının pervazına dayadığı elinden güç aldı Fırat, aıcdan inleyerek çıkardı ayakkabısını. Neredeydi, kimleydi, ne yaptı, yaralandı mı bilemedi Türkan. Yine, yıllardır olduğu gibi çıkardığı ayakkabılara uzandı, rafa koydu. Alnından öptü Fırat, kokusunu içine çekti iki haftadır hasret kaldığı karısının. Bu kadar acı da olsa, tek bir yaş bile akmadı kimsenin gözünden. Belki de naaşı gelecekti Fırat’ın daha beş dakika önceye kadar, nasıl oluyordu ölüme bu kadar alışmak, mümkün müydü? Yüzünde okunan bir yorgunluk, kalbinde taşırken yorulduğu bir ağırlık ile konuştu Türkan, “Yemek yaptım, mutfağa geç de koyayım bir tas. Yine incecik olmuşsun.” Saçlarına aklar düşmüştü bu aşkın, yorulmuştu çok fazla. Arka odadan koşarak geldi Oğuz babasının kollarına, “Baba!” Oğluna sarıldı Fırat, karısının aksine oğlunun yüreği hala tazecik, hala canlıydı. İşte en büyük ızdıraplardan biriydi bu onun için; karısının kalbi onun yüzünden yorulmuş, onun yüzünden her bir beyaz tel artmıştı. Bu aşkta en büyük fedakarlığı Türkan yapmıştı. Dudakları dümdüz bir çizgi halindeydi Türkan’ın, hissizleşmiş bir ruh ile koyuyordu yemeği tabaklara. Mutluluk vardı aslında ruhunda, ama artık tepki verecek hali bile kalmamıştı. “Kim?” diye sordu Türkan. Kocasının yüzünde o ifade vardı yine, bedeninde yine aynı çöküş vardı, Fırat ancak bir kardeşini daha toprağa verdiğinde ancak bu kadar kırılırdı. Bugün de bir yiğidin toprağa döndüğünü anlamıştı. Oğuz, içeriden gizlice dinlemeye çalıştı mutfağı. “Mustafa.” dedi Fırat, en yakın silah arkadaşı bir plan uğruna şehit olmuştu gözlerinin önünde. Ne gelirdi elden ecel kapıya dayandıktan sonra? Hangi kahraman yeterli olurdu ölümle savaşmaya? “Planlıydı, değil mi?” dedi Türkan kafasıyla televizyonu işaret ederek. Az da olsa tanımıştı istihbaratçı aklını. Evet dercesine baş salladı Fırat, Oğuz’un da düşündüğü gibiydi her şey. Gölgeler kendi rızaları olmasa göstermezlerdi kendilerini. Bu, onların seçimiydi. Türkleri ifşa ettiklerini düşünen Almanlar, kendi sularında boğulmak üzere terk edilmişlerdi. Nasıl olduğunu sormadı Türkan, anlatmayacağını, daha doğrusu anlatamayacağını biliyordu. Sessizliği, atmaya gücünün yettiği en yüksek çığlıktı. Hüzünle baktı Türkan ızdırap çeken kocasına. Kardeşi dediği adamı son kez uğurlamak zorunda kalmıştı hem de bambaşka bir memlekette. Son çareydi binaya yerleştirilen bombaları patlatmak, kimsenin kullanmamak için dua ettiği son çare. Bunu bilmiyordu Türkan, lakin o bombaları patlatacak düğmeye basmak Fırat’a kalmıştı. O binayı o gece Fırat patlatmıştı. Zorunda kalmıştı. Ne o konuştu, ne de kocası bir süre. Sadece sustular. Bu sefer korkuya değil, hüzne, vedaya, kedere sustular. Ölüme alışmak nasıl olurdu ki? Bu belki de hayatın gerçekleri yüzüne hoyratça vurduğu nadir anlardandı, hayat acımasız da olsa dürüst olmayı seçmezdi. Nasıl seviyordu acaba diye düşündü Oğuz, binlerce kilometre uzaklıkta olan o kız nasıl seviyordu gerçeklere sarınmayı? Hayallerini saklayıp hayatın acı gerçeklerine sarılırken hiç mi yanmıyordu canı? Hiç mi sıkılmıyordu mesela, dinlenmek adına boş hayallere dalmıyor muydu? Oysa onun aksine Oğuz, en çok da bu gibi anlarda hayallere saklanmak isterdi, belki de Yansı daha en gerçek olanı görememişti. Oğuz onun gerçekleri neydi bilmezdi, lakin Oğuz’un bu gerçeği yürek deşen türdendi. Belki Yansı’nın dahi dayanamayacağı türden soğuk bir gerçek. Yansı, görmesi gereken gerçekleri daha görmediği için bu kadar gerçeğin aşığıydı belki, lakin Oğuz en tatsız gerçeklerle yüzleştiği için en çok hayali hep o kurardı çünkü insan günün sonunda ne olursa olsun devam etmek durumundaydı. Bugün, normal bir gündü. Yine soğuk, yine gri, yine bir eksik. Yine isimsiz kahramanlar toprağa döndü, geride kalanlar ise bu toprağı korumaya bir kez daha ant içti.
…
“Alparslan Yavuzoğlu, Özel Kuvvetlerde yüzbaşı. Gölge diyorlar kendisine, şehit düşen timin komutanı. Şu anda Suriye’de örgütün elinde olduğuna dair istihbarat ulaşmıştı. Şimdi ise hareket emri geldi bakanlıktan. Türk ordusunun değerli komutanını kurtarmak ve intikamını almak şimdi bizlerin görevi.” Ankaradaki genel merkezde, karanlık bir toplantı odasında konuşmasını yapıyordu Aybüke. Karşısında kendi ekibi, yanlarında ise Jandarma Özel Harekat komutanları, dışişlerinden diplomatlar vardı. Ona ve ekibine verilen bu görevi şimdi onlara açıklıyordu. “Bu operasyonda Jandarma Özel Harekat ile koordine ilerliyor olacağız.” “Kardeşlerimizin kanını yerde bırakmayacağız evelallah.” dedi oturan bir asker, diğerlerinden ise onaylayan mırıltılar yükseldi. “Elbette. Bizler, sadece intikam almakla kalmayıp, aynı zamanda karşılarına Türkiye Cumhuriyeti’ni almanın ne demek olduğunu en güzel şekilde hatırlatacak bir operasyonun eşiğindeyiz.” Sorgulayıcı bakışların altında kaldı Aybüke, işte fark buydu. Askerler, verilen her bir görevi son derece zeki manevralarla tamamlar, hedefi her daim on ikiden vururdu. MİT ise aldığı nefese dahi karışırdı düşmanın. Jandarma aynayı kırardı, teşkilat ise yansımaya karışır, bizzat aynanın kendisi olurdu. “Ne yapacaksınız?” diye sordu komutanlıktan üst rütbeli bir asker. “Maalesef.” dedi Aybüke. “Bilmeniz gerekenler şimdilik ancak bu kadar. Lakin sadece dökülen kanın intikamı ile yetinmeyeceğime emin olabilirsiniz komutanım.” “Bizler de sizlere karadan ve havadan saha desteği sağlıyor olacağız. Allah yar ve yardımcınız olsun.” “Sağol!” Oda yavaşça boşaldı, geriye sadece Aybüke ve timi kaldı. Şimdi, kocaman toplantı masasının etrafında sadece Ethem, Hakan, Oğuz, Ali ve Aylin vardı. Ceketini çıkardı Aybüke, gömleğinin tek düğmesini açtı. Elleri boğazına ilerledi, sanki boğuluyordu. “Başkanım?” Meraklandı Oğuz, her daim sakin ve sert görmeye alıştığı başkanı şimdi gözlerinin önünde boğuluyor gibiydi. “İyiyim, sorun yok.” “Emin misin?” dedi Aylin. “Uykusuz kaldım şu operasyon yüzünden, o kadar.” diye ivedi bir cevap verdi Aybüke. Neredeyse bir buçuk saattir aynı odada, aynı masa başında ayakta duruyordu, tek bir sandalye çekti ve kendini bıraktı. “Dinlen istersen, daha var gitmemize.” Derin bir nefes kaçtı dudaklarından Aybüke’nin, şu anda kendini düşünme gibi bir seçeneği var mıydı? “Sekiz şehit.” dedi. “Tam tamına sekiz Türk evladı. Dizlerini dövmekten helak olan yedi ana, bir şehidimiz öksüzdü. Onun babası, sevdikleri, karnında bebeği ile kalan sevdalıları, aldığı gelinliği kefen olan gelinler..” Yine sessizlik vardı odada. Oğuz’un sevmediği, lakin her daim beraber yaşadığı soğuk bir sessizlik. Bir kabulleniş, bir yıkım, bir çaresizlik, bir intikam ateşi. Her şey yine aynıydı, bu sefer sadece Ahmet değil, Mehmet vardı fotoğrafta. Oturduğu yerden yavaşça kalktı, kendilerinin ve bazı insanların fotoğraflarının olduğu yeni bir slayt açtı. Başta Aybüke altında Aylin, Ethem, Oğuz diye gidiyordu şema. Yan tarafta ise yine herkes gibi siyah tişört giymiş birilerinin vesikalıkları vardı. “Bunlar bize Suriye’de yardımcı olacak olan arkadaşlar. Şu adam,” dedi elindeki lazerle en sağdaki adamı işaret ederken “örgütün içine birkaç ay önce sızdırdığımız askerimiz. Kendisi özel kuvvetlerde bir üsteğmen, adı Eren Şentürk. Rölünde baya iyi olmalı ki hala açığa çıkmadı. Diğerleri de normal istihbaratçılar ve destekçiler. Bizlere ihtiyaçlarımız konusunda destek verecekler. Orada yaşayan ve çevre sahibi olan ajanlarımız.” “Biz ne yapacağız?” Aybüke, heyecanla bakan Ali’ye döndü, merakına yenik düşmemek elde değildi. Aybüke hafifçe tebessüm etti, “Sakin ol Ali, geliyoruz oraya da.” Slayt yeniden değişti. Bu sefer SİHA ve çeşitli kameralardan çekildiği belli olan görüntüler ve biyometrik görseller ekrana geldi. “Bu adamlar örgütten olduğunu kesin olarak bildiğimiz zanlılar. İsimleri, cisimleri SİHA ve hava araçlarından elde ettiğimiz görüntüleme sistemlerinden bulundu. Yapacağımız operasyonun asıl misyonu bazı belirgin mağara üslerini basıp yüzbaşıyı kurtarmak. Tek sorun, yüzbaşının net konumunu hala bilmiyoruz, bu mağarada saklıyor olmaları da neredeyse imkansız. Mağaraları bassak da ancak pislik temizleriz.” “Neden imkansız olsun ki? İstihbarat mı ulaştı?” diye sordu odanın arkasından bir ses. Aybüke masaya döndü lakin konuşan kişi oturanlardan değildi, ses bizzat karanlık odanın gölgesinde duran, duvara yaslanmış, kolları bağlı izleyen Atlas’a aitti. Yeni gelmiş olmalıydı, şayet az önceki toplantıda yoktu. Aybüke, gözlerinde sinirin kırıntılarını taşıyarak baktı ona. Aralarında bir şey vardı, özellikle son zamanlarda artıyordu. Nefret değildi bu, başkaydı. Adı konmayan başka bir duygu. “Mağaraların konumları çok ortada. Bildiğimizi biliyordur başlarındaki şerefsiz.” “O kadar zeki olduklarını düşünmüyorum başkanım, bence fazla detay düşünüyorsunuz, her zamanki gibi.” Aybüke, Atlas’ın son dediğinde kaldı, şaşırdı. Her zaman detay düşünmek onun karakterinde, mesleğinde ve dahi iliklerinde vardı. İşte bu yüzden bugün bu masanın başında o vardı. “Aptal dediğin düşmanını hafife alarak asıl aptal kendin olursun. Karşında kim olursa olsun, yeneceğini bilsen dahi, düşmanını asla hafife alma Atlas, şayet korumalı olarak takip edildiği düşünülen sekiz askerimiz bu aptalların sinsi planı yüzünden şehit oldu.” Atlas, bunların üzerine sadece sustu lakin gözlerinde yer edinmiş kor kaybolmadı. “Son dediğine nazaran, detay düşünmek benim işim. Şayet detay düşünmek gerekmeseydi bugün bu masa başındaki sen olabilirdin, Atlas. Amma velakin, değilsin.” Ortama gergin bir sessizlik çöktü, kimse konuşmadı. Aybüke’yi bilen bilirdi, asla rütbe hakkında üstünlük taslamaz, kimseye bu kadar keskin olmazdı. İşte yine o duygu hakimdi ortama. Akıllar değil, o duygu hakimdi iki meslektaşa. “Birazdan ateş altıyız.” diye mırıldandı Ethem yanında oturan Oğuz’a doğru. Oğuz da dahil olmak üzere herkes odanın iki ucundaki arkadaşlarına bakıyordu. “Başkanım.” dedi Aylin sessizce. “O zaman akşama kadar hazırlanıp helikopterle çıkıyoruz, değil mi?” Ateş hattındaki bu toplantı odasının suyu olmaya çalıştı Aylin, Aybüke’nin normale kıyasla kontrolünü kaybettiğinin farkındaydı. Yardımcı olmak istedi, yoksa akşam Aybüke’nin bu davranışı yüzünden kendini yiyip bitireceğini biliyordu. Aylin’e doğru sadece başını salladı, odadan çıktı. Arkasından yavaşça Atlas takip etti, diğer herkes odada kaldı. Milli İstihbarat Teşkilatının ana binasının sesini topuk sesleri doldurdu. Toplantı odasının arka tarafında kalan boş bir koridora doğru sert ve hızlı adımlarla ilerliyordu Aybüke, hemen arkasından ise onu Atlas elleri cebinde takip ediyordu. Atlas’ı bir bıkkınlık esir almış olsa da her daim yolu buradan geçiyordu işte, Aybüke’nin yolundan. Köşe bir alana geldiğinde durdu öfkeli kadın, ardını döndü. “Peşimden gelmesene!” “Gerçekten konuşmak istemiyor musun?” “Neden? İstemeli miyim?” Atlas, karşısındaki kadına baktı, duvara yaslandı. Başını yavaşça sağa eğerek baktı gözlerine. Çok uzun zamandır böyleydi bu gözler, öfkeli, koyu, kırgın. “Madem öyle, neden toplantıya gelmedin?” dedi Aybüke. “İşim vardı.” Bunun üzerine minik bir kahkaha saldı kadın. “Hem konuş diyorsun hem de başkanının sorduğu soruya cevap vermiyorsun. Şaka mısın?” Atlas yavaşça kadına doğru yaklaştı. “Bu soruyu başkanım olarak mı sordun?” Aybüke birkaç saniyeliğine afallamış olsa da cevap vermekten geri durmadı. “Kendine gel, Onur Atlas.” “Pekala başkanım, hakkında iddiaya girdiğimiz kızın yanındaydım. Sorumsuzluğum adına özür diliyorum.” Yine aynı kahkahayı attı Aybüke, dalga geçercesine baş salladı. “Bana yalan söyleme.” “Yalan? Ben gayet ciddiyim başkanım. Neden inanmadınız? Kızın bana bakmayacağını mı düşünüyorsunuz” Başını dimdik tuttu, Atlas’ın boyuna ancak topuklu ayakkabılarını giydiğinde yaklaşıyordu. Cesur bir adım attı karşısındaki adama doğru, fısıltıyla konuştu. “Pekala. İnanıyorum diyelim. İddiam hala geçerli. Yap şovunu, kazan iddiayı.” Aniden arkaya dönmesiyle soğuk bir rüzgar çarptı yüzlerine. Aybüke bir yana doğru ilerlerken Atlas yaslandığı duvarda kaldı, başkanının dik lakin asi yürüyüşünü izledi. İlk defa hayatında bir iddiayı bu kadar kazanmak istiyordu. O sırada toplantı odasında kalan tim olması planlanan operasyon hakkında konuşuyordu. “Ama benim sorum yarım kaldı.” diye hüzünle mırıldandı Ali, onun derdi başkaydı. Merakı hala giderilmemiş, başkanının öfkesine kurban gitmişti. Oğuz, ensesine elini attı, genç istihbaratçının ensesini sıvazladı. “Üzülme koçum, Aylin patron cevaplar seni. Dimi patron?” Aylin o sırada Ethem’in parmaklarıyla oynamakla meşguldu. Adının seslenmesiyle başını kaldırdı. “Efendim?” Hakan uyuduğu sandalyeden mırıldandı. “Maşallah, herkes tam takır formunda. Operasyona çok hazırız.” Aylin gözlerini devirmekle yetindi, Aybüke’den öğrendiği kadarıyla operasyonu anlattı. “Biz oraya gidince başka bir ekip şu geçenlerde para akışı gerçekleşen mağazalarla uğraşacak. Özel harekat yüzbaşının olmadığından emin olduğumuz mağaraları temizlemeye başlayacak. Biz de yüzbaşının konumunu bildiğini düşündüğümüz bir adamın peşine düşeceğiz. Yani en geniş hatlarıyla ben de bu kadar biliyorum, ne kadarı doğru tartışılır tabi.” “Eyvallah patron, hadi kalkın, akşama şenlik var.” Hakan oturduğu yerden ayaklandı, uykulu haliyle cüssesini dengede tutmak zor oluyordu. Oğuz’u da ensesinden kavradı, kapıya doğru ilerledi. Herkes, akşam yapılacak hazırlıklardan önce biraz dinlenmeye çekildi, önlerindeki birkaç gün boyunca uykuya dair hiçbir şeye sahip olamayacaklarını adları gibi öğrenmişlerdi.
… “Yansı hocam, şimdi ben aslında çok zeki bir kadınım beni bilirsiniz. Şu sizin nanateknoloji tezini çok şey edemedim.” Minik bir kahkaha saldım oturduğum yerden. Asistan odasındaki koltukta yaslanmış dinleniyordum. Gece ise yan koltukta bir elinde kahvesi bir elinde telefonuyla takılmakla meşguldu. Yeşim hemşire benim dosyalarda tezimin başlığını görünce konuyu açmıştı. Merak ettiğini söylemişti. Normalde gizli tuttuğum tezimi sunuma kadar kimseye anlatmamayı düşünmüştüm ama Yeşim öyle meraklı sormuştu ki tutamadım kendimi. “Bak Yeşim hemşire, tezimin asıl mantığını sana çok basit bir şekilde anlatacağım şimdi.” Uzun masanın ortasına konmuş yapay kalbi elime aldım, hafifçe havaya kaldırdım. "Aslında temelde biyomalzemelerin kendini iyileştirme özelliklerinden yararlanacağız. Yani, hastaların kalp kapakçıkları zamanla yıpranıyor ya da bozuluyor, bunu zaten biliyorsun. Bu durumda yeniden cerrahi müdahale gerekebiliyor. Ama bu yeni kapakçıklar, özel malzemelerden üretilecek ve küçük hasarları algılayıp, kendiliğinden onarılacak. Bu, hastaların daha az cerrahiden geçmesini sağlayacak." Yeşim hemşire son söylediğime şaşırmış olacaktı ki kaşları kalmış, gözbebekleri büyümüştü. Siz hiç her detayını bizzat kendiniz yaptığınız bir şey beğeni alınca heyecandan kıpırdanır mıydınız? İşte aynen öyleydi hissettiklerim, ilk defa bu kadar heyecanlı, bu kadar gururluydum. “Yani hasta bir operasyon geçirse bile, ilerleyen yıllarda tekrar başka bir işlem yapılması gerekmeyecek gibi mi?" Başımı büyük bir heyecanla salladım, aynı anda Yeşim de şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözleriyle elimdeki kalbe baktı. “Bağışıklık gibi düşün, bunu sadece vücut içi olaylarda değil, kalp için de yapacak. Bu kapakçıklar demek, gerçekleşmesi dahilinde yepyeni bir umut demek, hele de bünyesi çok ameliyat kaldıramayan çocuk ve yaşlılar için.” “Vay anam…Yani, şey, valla bravo Yansı hocam, şu genç yaşınızda… Maşallah.” Biliyordum, eğer bunu yapabilirsem Aras gibi birçok diğer çocuk tekrar sokaklarda güle koşa oynayabilir, büyükler ailelerine kavuşabilirdi. Ben de bunun yanında doçentliğe doğru giden yola baş koyardım. Cebimdeki telefon aynı saniyelerde titredi, mesaj gelmişti. Kimden geldiğine bakmak için telefonumu almak üzereyken Yeşim, “Peki hocam, şimdi siz bunu ne zaman yapacaksınız?” Dikkatimi tekrardan ona verdim. “İlk önce sunum, geliştirmek isteyen olursa da ürün. Kendi başıma kalkışabileceğim bir proje olmaz. Şu anlık ancak tezime yazıyorum. Ama isterdim tabi.” Yeşim hemşire saçlarını savurdu, yan tarafına topladı. Oturduğu yerde bana doğru eğildi. Bu halleri onu o yapan şeylerdi; sevecen, sıcakkanlı, flörtöz, meraklı… “Şimdi hocam, peki bu hani robot muydu neydi, o ne iş? Valla çok merak ettim.” “O robot gibi değilde, nanoteknoloji kullanarak bu ağır ilaçların yan etkisini azaltmak için bir şey. Mesela Aras, içmesi gereken ilaçlar o kadar ağır ki yan etkilerinden ötürü diğer organları da yoruluyor. İşte nanoteknoloji ve biyomedikal mühendisliği ile de alınan ilaçların direk ve sadece gerekli dokuya ulaşmasını sağlıyor. Yani en azından o şekilde planladım teoride.” “Doçent doktor Yansı Akar! Kalk!” Gece odaya birden girmişti. Yeşimle konuşmaktan gittiğini bile fark edememiştim. “Kim doçent?” “Neslihan teyze.” Göz devirdim sadece. “Seni bu tezle doçent yapmayacaklarda kimi yapacaklar. Dimi Yeşim hemşire?” dedi Gece. Yeşim heyecanla baş salladı, şimdi ise az öncekinin aksine aralarına ak düşmüş saçlarını örüyordu. “Hadi kalk.” dedi Gece. Normalin aksine sesi daha bir canlı çıkıyordu. İsminin hakkını veriyor diye boşa sallamazdım; gece gibi sessiz sakin bir karakteri vardı. Şu an bu enerji karşısında bocalamıştım. “Nereye be?” “Sıkıldım. Kalk, kafeye mafeye gidelim.” “Nöbetteyken mi?” Gece, nöbette olduğumuz gerçeğini unutmuş olacaktı ki duraksadı, az önceki yerine geri kuruldu. “Ama akşam çıkabiliriz istersen, bu şey, Oğuz’un bir arkadaşı varmış. Restoran açmış, buraya yakın. Bana gitmeden önce bak buraya gidebilirsin, çok güzeldir demişti.” “Gitmeden önce mi? Oğuz nerede ki?” Tam ağzımı açacaktım ki yine sevgili Yeşim benden önce davrandı. “Oğuz kim?” Güzel soru. Harbi, Oğuz kim? Manitam? Sevgilim? Çocukluk arkadaşım? Ben düşünmeye başlamışken benim yerime cevabı ay parçam verdi. “Arkadaşı.” dedi Gece gözlerime bakarken. “Bilmiyorum nerede. İş gezisi falan herhalde. Neyse. Bak bu restoran güzelmiş. Gel bi gidelim.” “İyi, ne zaman çıkarız? Benim mesai bitti. Bugün nöbetim yok” “Benim de yarım saatim kaldı, çıkarız birazdan.” Telefonuma bir bildirim daha düştü ardından, az önce gelen bildirimi de hatırlattı. Baktığımda isminde Oğuz yazdığını gördüm. Mesaj atmıştı. Oğuz: Fotoğraf Nasılsın? Müsait miydin? Attığı fotoğrafta harikulade bir gün batımı, bir de kendisi vardı. Şu tatlı tipine bakarken gülmeme engel olamadım. On üç yıl sonra, olgunlaşmış kalplerimizle birbirimizi tekrardan bulacağımızı söyleseler mutluluktan ağlar, hatta belkide ilk inanmazdım. Ama şimdi işte buradaydı, hala uzakta, lakin bir fotoğraf karesinde vardı yinede. Uzağa gitse bile kendini hatırlatıyordu.
Müsaitim.
Şimdi Geceyle senin şu arkadaşının mekana gideceğiz. Oğuz: Ateş’in mi?
Mesajına ok işareti bıraktım. O bana fotoğraf atmıştı, acaba ben de atsam mı diye düşünerek kameramı açtım lakin Oğuz’un yakışıklı fotoğrafının yanında benim göz altları morarmış, saçı karışmış eşgalim çok hoş durmadı. Vazgeçtim bu fotoğraf sevdasından. Herkes fotojenik olmak zorunda değil be Yansı, üzülme. Bir süre yazışmadık, yazmak istesem de bol bol ekrana baktım. Hani bir an gelir, konuşmayı sürdürmek isteseniz de yazışma ekranından çıkamazsınız, üstte yazıyor gözükmesin diye klavyeye dokunamazsınız lakin aynı zamanda karşıdan mesaj gelirse direk okunmasın diye de sürekli ekranda kalamazsınız. İşte, tam o noktadayım. Oğuz. Özledin mi beni Oğuz’a evet diye yazasım, hatta bağırırken ses kaydı atasım geldi. Çok özledim, daha yeni geldin, her dakika gidiyorsun diyesim geldi. Diyemedim. Utandım.
Hasretinden yataklara düştüm canım. İşte bu mesajın altına uzandığım sedyeden bir fotoğraf attım. Yerine göre bu tipim uymuştu bir kareye. Oğuz: Daha azı kurtarmazdı. Mesela ben seni çok özledim. Fotoğrafıma yeşil bir kalp bıraktı. Gerçekten liseli ergenler gibiydik. İletişimimiz yüzde seksen mesajlarlaydı. Daha yeni görüştüğümüz dönemde sırf görsün, beğensin diye iki üç ay sosyal medyadan gönderme bile yapmıştım. Evet, otuz yaşında bunu bile yapmıştım. Belki de bu çocukluğumuz yarım kalmışlığımızdandı. Belki de birbirimize iyi gelebilirsek gerçekten yan yana tamamlanırdık. Hayal kurmayı kendine bir dönem yasaklamış, hayatı tamamen gerçekleriyle yaşamaya baş koymuş ben şimdi sadece ihtimaller havuzuna birisi için dalıyordum; Oğuz için.
…
“Abi, siz nereden bileceksiniz modayı. Aynı tişörtten koleksiyon yapmış adamlarsınız.” Atlas, üstlerine siyah kıyafetlerini, koruma yeleklerini ve silahlarını kuşanan arkadaşlarının yanında, üssün hazırlık odasındaydı. O ve Ateş dışında bütün tim Suriye’ye, operasyona gitmek için kuşanıyorlardı. Ethem, oturduğu yerden postallarını bağlarken konuştu. “Ya oğlum, sen bu kızı nerde gördün, ne ara gördün de sevdin. Onu geçtim, modaya ne ara merak saldın pezevenk?” “Ethem’im, çok ayıp ediyorsun. Bir kere bunları senin de öğrenmen lazım, yakında çok alımlı bir patron hatunla evleniyorsun.” Atlas geçebildiği kadar dalga geçiyor, arkadaşları ile vakit geçiriyordu. Her zamanki gibiydi işte. Ölümle dans eden istihnaratçılar, geride kalanlar, ve onların bekleyenleri… Bir daha dönemeyeceklermiş gibi vedalaşmak da işin adeti olmuştu. “Sevgili anneciğim sağolsun, gerekli gereksiz her detayı öğreniyorum.” Atlas oflayarak çöktü sandalyeye. Annesi her daim oğlunu yanında tutuyor, Dilruba ile olan bütün provalara götürüyordu. Oğlu ile kameralara poz vermeyi, onunla görünmeyi seviyordu Sevim. “O sevgili anan ve sevgili sülalen yüzünden zaten bugün buradayız.” dedi Hakan, o sırada o da diğer herkes gibi yeleğine silahlarını yerleştiriyordu. “Ee, nasıl bari? Kız yüz veriyor mu sana?” dedi Oğuz kolluklarını takarken. “Nazlı güzel, baya sert mizacı var. Çok kolay yumuşamıyor. E tabi benim gibi deneyimli biri biliyor nasıl kıracağını o buzları.” Sırıttı Atlas, kendisiyle de maytap geçti. Dilruba çok sevecen görüntüsüne rağmen gerçekten erkeklere karşı sertti. “Atlas abi, bana da öğretsene be.” dedi Ali odanın köşesinden. O da yere çökmüş, bağdaş kurmuş çantasını hazırlıyordu. “Vay, koçum. Öğretiriz tabi, bu kadim bilgilerimi sana aktarmak benim gibi bir öğretmen için zevk.” “İngiliz ama Türkçe öğretmeni, huh.” Atlas, Aybüke’nin bu yorumuna da güldü geçti. Aybüke sessiz sessiz bağcık bağlıyor, saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapıyordu. Sessizdi lakin dikkatlice dinliyordu. “Dileyin rusça hocası da olayım başkanım, dert değil. Bilirsiniz beni.” Aybüke arkası dönük olsa da karşısındaki aynadan seçebiliyordu Atlas’ı. İkiside aynadan gö teması kuruyordu. Yüzleri birbirlerine dönük olmasa da gözleri kenetliydi. “Bilirim tabi, bilmez miyim. O kadar rus sevgiliden sonra konuşamasan ayıp olurdu zaten.” Atlas bunu beklemiyor olacaktı ki sırıtan ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı. O sırada bütün tim gülmemek için kendini tutuyordu fakat çabaları çok da bir sonuç göstermiyordu. “Abi şurdaki bantı verin hönküre hönküre gülmeyeyim AHĞAĞ” dedi Ethem hönküre hönküre gülerken. Aylin’in de sinirleri bozulmuş olacaktı ki başı ayakkabılarına dönük iken dişlerini sıkıyordu. “Kes lan! İt.” dedi Atlas yanındaki ayakkabıyı Ethem’e doğru bir kurşun misali savururken. Deponun kapısını bir er araladı, Ethem komutanına da selam durarak Aybüke’ye döndü. “Başkanım, sizleri götürecek olan aracınız hazır. Sizi ve timinizi bekliyoruz.” “Teşekkürler.” Er’e konuşur konuşmaz timine döndü. “Toparlanın hadi, uzun zaman sonra sahalara dönüyoruz.” Atlas hariç herkes ayaklandı, silahını kuşandı. Sırayla deponun geniş kapısından alanda duran helikoptere doğru ilerledi. Aybüke de bacağındaki kemere bıçaklarını yerleştirip çıkacakken Atlas son anda kolundan kavradı. Aybüke biri gördü mü diye etrafına bakınırken Atlas kulağına fısıldadı. “Dikkatli ol.” “Her zaman yaptığımız şey.” dedi Aybüke. “Yine başaracağız.” “Ona ne şüphe.” O da Aybüke’yi geride bıraktı, güneş gözlüklerini de takıp kendi yolunda ilerlemeye devam etti. Aybüke ise çok kısa da olsa arkasından baktı, helikoptere doğru koştu, ardından kapıyı kapadı. Birkaç dakika sonra masmavi semada sapsarı bir örtünün üzerinde uçuyorlardı. Aybüke ekibine baktı. Anka Timi, diye geçirdi içinden. Her biri Türkiye’nin alanlarında en kıdemli, en belirgin asker ve istihbaratçılarıydı. Şimdi helikopterde gülerken konuşuyor, şakalaşaşıyorlardı. Bunu onlara belli etmeden her zaman olduğu gibi içinden dua etti, umarım bir şehit daha vermeyiz diye diledi. Umarım bir kardeşim daha bırakmaz bizi. Bir saat gibi bir süre sonra Suriye’deki askeri üssün hava pistine iniş gerçekleştirmişlerdi. Onları getiren helikopter ve uçağın çok daha kadim bir görevi vardı; sekiz adet tabutu vatana geri götürmek. Askeriyenin hava pistinde hazır ola geçmiş bekleyen askerleri ve saygı duruşunda duran Pistte mühendisleri gördü Anka timi. Onların önünde ise sekiz adet Türk bayrağına sarılı düz tabut vardı. Ethem en öne, Aybüke’nin yanına geçti, bordo beresini taktı. Hazır ola geçti. Geriye kalanlarda yan yana dizildi. Vakit, Türk evladını son kez uğurlama vaktiydi. “Şehit al!” Uygun adım yürüyen askerler sırtlarına aldı tabutları teker teker. Her geçen tabutta insanın kalbine farklı bir acı saplanıyor, olduğu yeri deşiyordu. Televizyonda şehit haberi alıp da üzülen Türk evladının şehit törenlerinden haberi var mıydı? “Uygun adım, marş!” ancak sert bir rüzgar sesi vardı. Bu sessizlik en yüksek çığlıkları bastıracak, en yüksek çıkan feryatları aşacak türdendi. Bu sessizlik artık bütün kelimelerin tükendiği yerdi. “Şehit bırak!” Uçağa taşındı tabutlar, çok geçmeden de geri havalandı. Aybüke, Ethem, Oğuz, Aylin, Hakan, Ali ve diğer binlerce kişinin gözlerinden akan bir yaş vardı, bakışları gri semadaki helikopterdeydi. Her birinin başı dikti, yukarı bakıyorlardu. Tören sona ermişti. “Anka, içeri!” diye seslendi Aybüke. Onları yönlendiren er timi mühendislerin toplantı odasından geçirdi. Onlarca mühendise bakarken gururlanmamak elde değildi. Her biri bugün istihbaratçıların sahip olduğu teknolojilerin temeliydi. Asıl ordu, eli kalem tutan Türk mühendislerden oluşuyordu. Kapalı bir odaya geldiklerinde sırt çantalarındaki dosyaları ve bilgisayarları çıkardı tim. “Nereden başlıyoruz başkanım?” diye sordu Oğuz. Aybüke eli çenesinde volta atıyor, düşünüyordu. Ellerinde en belirgin terörist kamplarının koordinatları vardı, onları temizlemek JÖH’ün göreviydi. Onların asıl meselesi yüzbaşı ileydi fakat komutanın konumuna dair sıfırlardı. Teröristlerin içine sızmış komutanları ise başka bir grupta yer alıyordu. En küçük bir şeye dahi ihtiyaç duyuyordu Aybüke, ellerine ipucu verebilecek tek bir şey… Telefon çaldı. Arayan Çağatay’dı, İstanbul’daki merkezden arıyordu. “Başkanım!” “Ne oldu Çağatay? Görüntü mü yakaladın?” “Yok, görüntü değil ama bir video, başkanım. Lakabı Kameracı denen bir şerefsizden.” Odadaki herkes şaşkınlıkla bakıştı. Aylin yaslandığı kapı pervazından ayrıldı, Ali’nin elindeki bilgisayarı kaptı. “Ekrana bağlanıyorum, gönder.” diye seslendi Çağatay’a. Duvardaki beyaz perdeye yansıdı projeksiyon, çok geçmeden bir film dosyası açıldı. Videoda yüzü gözü puşilere sarılmış yere çökmüş bir terörist, yerde baygın denecek halde yatan, sırtını duvara vermiş bir de asker vardı. Kamuflajları yırtılmış, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Bu, yüzbaşıydı. Yüzbaşı Alparslan Yavuzoğlu. “Yüzbaşı…” Videodaki terörist bozuk bir Türkçe ile konuşmaya başladı. Alay ettiği her halinden belliydi. Başka bir dilde bir şeyler bağırdı önce birisine. Aylin anladı ne dediğini. ‘Kamerayı düzgün tut la boyum uzun çıksın.’ “İt oğlu it.” diye adeta tısladı Aylin. “Vatansız köpek.” Videodaki konuşmaya başladı. “Duymuşam ki taa buralara gadar gelmişseniz. Eminin meni de ziyaret edecekseniz. Bende size şöylen güzel bir kayıt çekem dedim. Demi yüzbaşım.” Yara bere içinde kalmış yüzbaşıya bir darbe daha indi o anda. Artık bilinci kapanmış olacaktı ki inlemedi bile acıdan. “Bu da ne pammuq şeker çıktı ha. Vallahi sizdeki sistem nasıl oldu da bunu yüzbaşı yaptı bilmiram ha!” İğrenç bir şekilde güldü adam. O anda kamera olduğu yerden düştü, yaslandıkları beyaz duvarın aksine ters düşerek bulundukları araziyi gözler önüne serdi. Bu belenmedikti işte. “Lan!” dedi Oğuz. “Konum!” Aybüke de şaşırmıştı bu duruma. Daha az önceye kadar tek bir ipucuna muhtaçken şimdi bu salaklar sayesinde tam konuma erişmişti. Bu, bu kadar kolay olamazdı. Aynı soru işaretlerini Aylin de paylaşıyor olacaktı ki şaşkınlıkla, “Konum bu mu yani? Baya açık ve net olarak? Salak mı bunlar, küçücük bir analizle burayı tespit edemeyeceğimizi falan mı sandılar?” Aybüke sustu, şaşkınlıkla dev ekrandaki videoyu izliyordu. Terörist yine konuştu, kamera tekrar aynı yere bakıyordu şimdi. “Yav bu salakların beceriksizligidir ha. Neyse. Hadi komitan, senlen ne gonuştuyduk. Sevgili MİT, komitanınızın size bir mesaji var.” Sırtını duvara vermiş baygın komutanı biraz daha dürttü Kameracı denen terörist bozuntusu. Komutan öksürüklerin arasından konuştu. “Ben Alparslan Yavuz-Yavuzoğlu. Şu an bir terörist kampında esirim.” Öksürükleri sıklaşıyordu komutanın. Yüzünde saklayamadığı bir acıyla izliyordu videoyu Anka timi. “Sekiz askerimin şehit düşmesi benim bu zekice planı tahmin edememiş olmamdandır. Beni kurtarmaya gelmeyin.” Komutan, artık öksürükleri yüzünden olduğu yerde kıvranıyordu. Yanında, yüzü gözü puşilere sarılmış olan adam aynı iğrenç kahkahayı bir daha saldı. “Üzülme komutan, herkes hata yapar. E biz kapatıyok videoyu, hadi çüüs (Tschüs)” Video kapandı. “Pardon başkanım ve Aylin patron da bu neydi şimdi amına koyayım.” dedi Hakan. “Böyle boş bir kaydı neden bize atıyor ki bu şizofrenler. Üstüne üstlük yerlerini belli ettikleri bir kayıt.” Aybüke Aylin’e döndü, bakışlarıyla anlaştılar. İkisi de bu kaydın ancak bir tuzaktan başka bir şey olmadığını anlamışlardı. “Videodaki konum sizin şu anki konumunuzdan 54 kilometre uzaklıkta.” dedi Çağatay hoparlörün ardından. “Başkanım? Gidiyor muyuz konuma?” diye sordu Ali. Aybüke hala sessizdi fakat umutluydu. Artık elinde bir şey vardı. Şayet bu da tam zamanında gelmeseydi komutanın yerini bulmak için bile sırf günlerce adam takip edeceklerdi. “Hayır.” dedi, sesi netti. “Çağatay, şu videoyu çok hızlıca analiz et, bak bakalım altından neler çıkacak. Siz de şimdilik beklemede kalın, Çağatay’dan gelen dönütle ilerleyeceğiz.” Aybüke cebindeki silahları düzeltti, boğazlı yakasını gevşetti. Herkes beklemede işinin başındayken onları bu salona getiren er yine geldi. “Başkanım.” “Buyur, ismin neydi bu arada?” “Ahmet başkanım. Dilerseniz yemekhanede yemek başladı. Açsanız buyurun lütfen.” “Sağolun, geliyoruz şimdi.” Aybüke oturan timine döndü. İlk önce telefondaki Çağatay’a seslendi. “Çaça, video sende. Sana en fazla iki saat veriyorum. Anka, gelin biz de bir şeyler yiyelim bari. Sonra sahada yorgun argın görmeyeyim sizi. Hadi.” Hep beraber yemekhaneye doğru ilerlemeye başladılar fakat Aylin odada, bilgisayarın başında kalmıştı. Koridoru dahi bitirmeden fark etti Ethem. Odaya doğru geri dönerken seslendi Oğuz ardından. “Nereye?” “Aylin odada kaldı, bir bakayım.” Tamam dercesine başını salladı Oğuz, sonra yoluna döndü. Kısa koridoru iki üç adımında bitirdi Ethem, kapıyı açtığında çatık kaşları, sinirli ifadesiyle oturan bilgisayar başındaki Aylin’i gördü. “Aylin’im, aç değil misin?” Yavaşça sevdiği kadına doğru ilerledi Ethem, sağ arka çaprazında durdu. Uzun, kömür karası saçları yana doğru örülmüş kadını boynundan öptü. O sırada Aylin aynı sinir ve öfkeyle az önceki videoyu başa sarıp sarıp izliyordu. “Bu videoda bir şey var Ethem. Bulmamız lazım.” Ethem, iki kolunu masaya yasladı, Aylin’in arkasından bilgisayara bakıyordu. Kollarının arasında sevdiği kadın varken de düşünmek biraz zordu. “Biliyoruz sevgilim, Aybüke de farkında.” “Biliyorum ama… işte. Ne bileyim. Şunu bulmadan yiyesim yok.” Ethem sevdiği kadını bu seferde hastası olduğu saçlarından öptü. “Peki prensesim.” Aylin duyduğu lakapla hemen dibinde bitmiş olan adama döndü, “Prensesim ne be?” Ethem tam olarak bu tepkiyi bekliyordu ondan, sadece güldü. Son kez kokusunu çekti ve yemekhaneye doğru ilerledi. Yemekhaneye baktığında sol arkada oturan timini gördü ama onlarla oturmayacaktı, planı farklıydı. Benmarilere doğru ilerledi. “Selamınaleyküm kardeşim. Bana iki tane plastiğe hazırlar mısın?” “Emredersiniz komutanım.” Ethem özel kuvvetlerde bordo bereli bir askerdi lakin karşısındaki hu genç erin onu tanımasına şaşırmıştı. “Beni tanıyor musun?” “Hayır komutanım.” “Ee, komutan olduğumu nerden bildin asker?” “Namınızdan Ethem komutanım. Gelir gelmez sizden önce namınız gezindi askeriyeyi.” Ethem bu cevap üstüne sırıttı. Hala bilindik olmak güzel şey diye düşündü. Onun için hazırlanan iki tepsiyi de aldı, geri toplantı odasının yolunu tuttu. Az önce çıktığı odanın kapısını açar açmaz elindeki yemeklerin birini Aylin’nin, bir diğerini ise kendisinin önüne koydu. Aylin, bilgisayardan ayırdığı şaşkın bakışlarını Ethem’e yöneltti. “E madem o zaman o şeyi beraber bulalım.” dedi. Sevdiği kadının gözleri gözlerine aktı, gülerek baktı. Aylin dayanamadı, normalde görev başında yapmayacağı şeyi yaptı, kocaman öptü adamın yanağından. “Kız, dur. Boş oda aratma bana.” dedi Ethem. Aylin güldü. Bu dediğini gerçekten yapma ihtimali bulunduğundan dolayı tekrar koltuğuna kuruldu. O sırada tim yemeğini yerken Oğuz da tepsisini yıkamaya bırakıp bir köşeye sindi. Askeriye belki de telefonun bu birkaç gün içerisinde çekeceği tek ve son yerdi. Yansı’yı aradı. Mesajlaşma kesmiyordu artık, sesini duyması lazımdı. Telefon çok geçmeden açıldı. “Oğuz?” “Yansı.” “İyi misin? Nasılsın? Ne zaman dönüyorsun?” Oğuz ard arda gelen sorulara karşın gülmeden duramadı. Merak edilmek güzel bir duyguydu. Bir yere gittiğinde seni sevenlerin seni merak ettiğini, senin hakkında endişelendiklerini duymak büyük bir nimetti. Bir şükür sebebiydi, hem Yansı hem de başka onlarca şey. “Biraz daha var dönmeme. İyiyim ben. Sen nasılsın, ne yapıyorsun?” Telefonun ardından derin bir iç çekiş yükseldi, Oğuz’un kaşı merakla havalandı. “Yansı? İyi misin?” “İyiyim iyiyim. Şu tezimin sunumuna çok çok az kaldı, ona çalışıyordum.” Oğuz yine gülümsedi. “Doçent Doktor Dilbeste Yansı Akar, çok yakıştı.” Allah’tan birbirimizi görmüyoruz diye düşündü Yansı şayet eriyip gidiyordu her konuşmada. Aynı şeyi Gece’den de işitmişti fakat o zaman ismi bu kadar hoş gelmemişti kulağına. Fakat şimdi aniden bir melodi gibi duyuldu ismi, belki de her şeyi güzel yapan Oğuz’un kendisiydi. Bilemedi. Sevilmek böyle bir şey miydi? “Ee başka ne yaptın?” “Hiiç valla, hastane, hastalar. Akşam işte mesajda dediğim gibi şu restorana gideceğiz Gece ile. Öyle yani.” Konuşsa da dinlesem diye düşünüyordu Oğuz şayet belki de son kez duyuşuydu bu sesi. Her zerresine aç, her zerresine muhtaçtı. “Aa bak bu sabah ne oldu!” dedi Yansı birden. “Gece’nin de hastalarından olan bir yanık vakası var. Allah şifa versin bütün vücudu dördüncü derece yanık, şu an konuşamıyor bile. Allah korumuş gerçekten. Bu sabah yangının çıkışı ile ilgili polisler geldi, biz de girdik hasta zorlanırsa falan diye. Kadın bütün sorulara cevap verdi Oğuz, bayağı konuştu.” “Nasıl yani, o ne demek?” “Kadının elleri ikide bir hareketliydi, biz de en başta kas zedelenmesinden doğan refleksif bir atak olduğunu düşünmüştük. Oysa kadının el kasları yanmamış, elleri ikinci seviyede kalmış. Hasta da işaret dili biliyormuş, elleriyle anlattı. Polisler de bu yüzden işaret dili bilen birini çağırdı hatta. Yangını hastanın arkadaşının eski sevgilisi çıkarmış. Hasta zamanında kız dayak yerken arkadaşını kurtarmış, bu yangını çıkaran manyak da sözde intikam için…” Yansı bir şeyler anlatmaya devam ediyordu lakin Oğuz bir sözde takılı kalmıştı. Az önceki video gözlerinin önünde oynarken aklındaki bütün eksik parçalar yavaş yavaş oturuyordu. “…Hasta da işaret dili biliyormuş, elleriyle anlattı…” Yüzbaşı. Oğuz, az önce videoyu izlerken gözüne çarpan detayları hatırladı, yüzbaşının da elleri anormal bir şekilde hareketliydi lakin sık olmamasından ve dikkat çekmemesinden mütevellit ağır darbe sonucu gelişen kas seğirmesi gibi düşünmüştü. Yanlış düşünmüştü. Hala konuşmaya devam eden kızı hiç istemese de bölmek zorunda kaldı. “Güzelim, ben seni sonra arayacağım. Acil kapatmam lazım. Allah’a emanet ol.” Kapatır kapatmaz az önceki toplantı odasına koştu. Bilgisayar başında Ethem ve Aylin vardı. Odanın kapısını hışımla açmasından mütevellit ikisi de aynı anda ona dönmüştü. “Oğuz, ne oldu oğlum bir soluklan.” dedi Ethem. “Aylin, şu videoyu en başa sar, acil.” Aylin şaşkınlık içerisindeyken sardı videoyu en başa. Ezberine kazınan video tekrar başladı, bu sefer Oğuz’un bakışları tek bir noktadaydı. Bacaklarının az arkasında kalan eller; komutanın konuşan elleri. “Ne oldu?” dedi Aylin, bakışları Oğuz ve bilgisayar arasında halı dokuyordu. “Timi çağırsana Ethem, çok acil. Aylin patron sen de Çağatay’ı arasana.” Çok geçmeden bütün tim ve onlara operasyonda eşlik eden albay odayı doldurmuştu. Aylin ekranı tekrar projeksiyona aktarmış, videoyu yansıtmıştı. “Ne buldun Oğuz?” diye sordu Aybüke. Video tekrardan oynadı, bu sefer albay da izledi. “Bu ne saçmalık! Hiçbir Türk askeri böyle bir saçmalığın karşısında böyle konuşmaz!” “Aynen öyle albayım.” dedi Oğuz. “Zaten komutanın amacı bu değil, konuşma ancak dikkat dağıtmak için. Üründen memnun olduktan sonra videoyu edit için uğraşmalarına gerek kalmamıştır bu itlerin. Belki bir iki kırpmışlardır o kadar.” Herkes daha da meraklanıyor, heyecan basıyordu. Hele de böyle bir operasyona ilk defa katılan Ali. “Nereye çekmek istiyorsun, açık ol.” “Yüzbaşının bir şekilde bizlere ulaşması gerekiyordu, bunların bize böyle bir video çekmeleri de işine gelmişe benziyor. Bakmamız gereken yer konuşmalar ya da yanlışlıkla gösterilen alan değil, eller.” İşte şimdi herkes şaşırmış, bir açıklama beklercesine Oğuz’a bakmıştı. “Komutanın elleri anormal bir biçimde hareketli. Eğer bu videoyu editleselerdi bunu fark edip videoyu silebilirlerdi, bu sebeple komutan her şeyi onların istediği gibi yaptı, videoyu bölmedi ki…” “Onlar bu detayı fark etmesin…” diye tamamladı Hakan tok ve derin sesiyle, “Bayağı iyi.” Aybüke de heyecanlanmıştı içten içe. “Yani, sonucun nedir?” “Sonucum şöyle başkanım, komutanın ellerini analiz edersek eğer asıl konumuna ulaşabiliriz.” “Ellerininin bir işaret olduğuna emin misin? Darbe ve yanık sonucu oluşmuş kas anomalilerine benziyorlar.” “Ben de öyle düşünmüştüm ama bu derece bir atak ve refleks durumu ancak dördüncü derece yanık durumlarında olur. Buradan bakıldığında komutanın vücudunda bir yanık gözükmüyor, kıyafetleri de yanmamış.” “Sen bu yanık zamazingosundan emin misin Karaca, bir tıpçıya sorsaydık.” dedi Albay. O sırada hemşirelik bilgisi bulunan Aylin, “Doğru söylüyor komutanım. Bir sıkıntı yok.” dedi. Onun da sahte kimliği bir hemşire üzerineydi. “Aferim Oğuz, harika iş çıkardın. Sıra artık Çağatay’da. Aradınız mı?” “Buradayım başkanım, nutkumun tutulmasından ses çıkaramadım pardon.” dedi telefondan bir ses. “Çağatay, bu sefer analizi hızlı yapamazsan seni bizzat kendim eğitime alırım. Bilmem anlatabildim mi?” “Çok net, aşırı net, bayağı net hatta.” “Şu ellerdeki dili çözün, koordinatsa koordinat, cümleyse cümle. Bir saate rapor elimde!” “Bir şey soracağım, bu videoda görünen mekanın olayı ne o zaman.” “O tamamen bir tuzak.” dedi Aylin. “Arkada düşme sonucu görülen kısım Suriye’nin doğusunda bulunan bir terörist kampı. Daha önce görüntüsü ulaşmıştı merkeze, hatta boşaltılmıştı da. Fakat yüzlerine sarılı puşinin uç kısımlarına bakınca rüzgar doğuda olduğu yönde değil, batıda olduğu yönde.” “Başka bir rüzgar kaynağından kaynaklanıyor olamaz mı?” diye sordu albay. “Hayır albayım çünkü sorun sadece rüzgarda değil, görünen kısmın bilerek doğudaki kampa benzetilmeye çalışıldığı çok açık. Çok eksik ve yapay unsur var. Rüzgar da birçok noktada batıdaki gibi esiyor.” “Nasıl anladın bunu amı- yani, şey. Nasıl anladın?” diye sordu Hakan. “Suriye’nin doğusuna kurdukları kampta askerlerimizin ne bulduğunu biliyor musunuz?” Herkes, albay da dahil olmak üzere, başının hayır dercesine salladı, Aybüke hariç. “Sıcağı seven nadir türde bir sinek.” diye cevapladı Aybüke. “Aynen öyle. Ölümcül bir böcek. Ve bu videodaki batı kampında hayvan gibi kamp ateşi yanıyor, hatta birkaç tane. Oysa basıldığı zaman ancak bir tane ufacık kömür kırıntısı bulunmuştu doğuda. Yani…” “Bunlar batıda…” İşte şimdi aradığı bütün bilgiler elindeydi başkanın. Bu video, tam zamanında gelmiş olan bir lütuftu. “Çağatay, bir saat. Koordinatları istiyorum, hemen. Anka timi, hazırlanın. Bir saate çıkıyoruz.” Aybüke duvarda asılı olan haritaya bakarken mırıldandı. “Sizi de olduğunuz toprağa gömmezsem, bana da Aybüke başkan demesinler.”
...
Devam edecek.
Bölümün diğer yarısı yarın akşam yayında |
0% |