Yeni Üyelik
15.
Bölüm

“Sona Kalan Tek Kurşun 2. Kısım”

@kalopsia


 

2. Kısım, Part 1

“Dayıcım, . Çok özledim seni.” Akşam saatleriydi. Gece çökmüş, yerini aya bırakmıştı güneş. Yine aynı, kalabalık semtin sokakları doluydu arabalarla. Dışarının soğukluğu ve bağırışlarına tezat sıcacık ve sessizdi Ateş’in mekanı. Loş, romantik aydınlatmalar, lüks tasarımlı dekorasyonlar ve müşterileriyle normal bir akşamdı.

Ateş telefonunda ablasıyla konuşurken arkadan gözüken yeğeni Uzay’la da konuşmaya çalışıyordu. Yeğeni Uzay altı yaşlarında, büyümüş de küçülmüş olan minik bir adamdı.

“Yok.” dedi Uzay tatlı mı tatlış sesiyle. Erkek çocukların sesi bu kadar yumuşak ve tatlıyken büyüdükçe toklaşan sesleri görmek şaşırtıcıydı. Bu minnacık çocuk da bir gün büyüyüp gerçek bir adam olacaktı.

“Niye yok?”

Ateş gülerek ekrana bakmaya devam ederken mutfak penceresinin önüne yaslandı, o sırada gördü kapıdan giren iki kadını; Gece ve yanında kahverengi saçlı bir kadın. Gece’nin asiliği ve asilliğinin yanında daha yumuşak bir mizacı var gibi duruyordu.

“Ateş, orda mısın? Ne oldu?” diye sordu ekrandan ablası. Ateş ise kapıdan girmiş olan kadına bakmakla meşguldu. Yine salmıştı uzun, simsiyah saçlarını, kuşanmıştı siyah kıyafetlerini. Ayağında görmeye alıştığı sivri uçlu topuklular, gözlerinde ise yeşilliklerini daha da belirginleştiren bir makyaj.

Resepsiyonda durmakla görevli olan Sedef onları cam kenarında bir masaya yerleştiriyordu.

“Ateeş! Ablacım, orda mısın? Hay Allah, internet mi gitti acaba?” Ablası hala telefondan kardeşine ulaşmaya çalışıyordu lakin erkek kardeşi kendi manzarasına dalmakla meşguldu, her ne kadar bakması dahi yasak olan bir manzara olsa da.

“Şefim! Masa yediye bir fileto mignon!” Her yerden bir ses yükseliyordu oysa Ateş, kapıldığı yangına kurban gitmek üzereydi. Gece, onun için yasak, onun için imkansızdı. Zaten tanımazdı bile bu kadın onu, unutması daha kolaydı Ateş’in bu sevdayı.

“Abla, ben sana döneceğim sonra, hadi kaçtım,” Telefonu kapadı, hemen ardında ona seslenen aşçıya döndü, elindeki et tavasını kaptığı gibi sanatını konuşturmaya başladı. Gözlerini, bakışlarını çekse de kadından, ruhu ve aklı onda takılı kaldı.

O sırada restorana gelmiş olan Gece burayı tanımıştı. Ortak arkadaşları olan Haziran’ın lise arkadaşının yeriydi burası; Ateş’in restoranı. Hastalarıyla da geldiği bu mekanda içtiği kahvenin tadını unutamamışken burayı unutmak nasıl mümkün olabilirdi ki?

“Baya güzel mekanmış.” dedi Yansı etrafını incelerken. Genelde minimal, sade ve daha ekstra olmayan kafeleri ve yemek yerlerini tercih etmişlerdi hep bu zamana kadar. Özellikle öğrencilik zamanlarında aldıkları intörn maaşlarıyla buranın yanından bile geçemezlerdi. Şimdi iki kadın doktor olarak buradalardı, oysaki arkadaşlıkları, kardeşlikleri, yirmilerindeki gibi taptazeydi.

“Burası Oğuz’un arkadaşının mı demiştin?” Evet dercesine baş salladı Yansı,

“Buraya gelmiştik biz, sende gelecektin ama akşam ameliyatın çıkmıştı. Burası Haziran’ın lise arkadaşının yeri.”

Yansı şaşırdığını belli etmişti. İki farklı dünyada yaşayan arkadaşlarının ortak bir arkadaşa sahip olacağını düşünmemişti. “Haziran Oğuz’u tanıyor mudur sence o zaman?”

“Bilmem, Ateş beyi tanıdığına göre.” dedi Gece. Tam o sırada yanlarına genç bir garson kız yaklaştı. Her halinden öğrenci olduğu harçlık çıkarmaya çalıştığı belliydi fakat bu genç yaşına göre oldukça profesyonel, oldukça elit bir tavır sergiliyordu,

“Hoşgeldiniz, ne arzu ederdiniz bu akşam?”

“Merhaba. Aklımızda bir şey yok, menüde çok hoş duruyor. Sizin önerilerinize güveniriz diye düşündük,” dedi Yansı karşısındaki genç garsona.

“Tabi, müşterilerimizin son dönemde en çok tercih ettiği yemek genelde bu oluyor.” Menüde parmağıyla bir yemeği işaret ediyor, Yansı’ya önerilerde bulunuyordu genç kız. Oysa o sırada Gece zaten bildiği mekana göz atmakla meşguldu. Önceki ziyaretine karşın şimdi daha sakindi ortam, dışarıda şimşekler çakmıyordu bu gece. Aynı loş aydınlatmalar, aynı türde insanlar ve aynı şekilde alevlerin sönmediği bir mutfak. O sırada Gece’in gözüne beyaz önlüklü, geniş omuzlarında bir havlu asılmış adam takıldı. Yanındaki aşçıya bir şeyler anlatırken alevler çıkan tavayı çeviriyordu, pür dikkat işindeydi odağı. Yandan bakınca bile alnındaki teri, saçlarının dağınıklığı, kemikli yanakları hafiften hafiften belliydi.

“Gece!” Gece baktığı yerden kafasını ivedilikle karşsıındaki kadına çevirdi. Yansı ise merakla ona bakıyordu, “Nereye daldın, üç kez seslendim anca duydun.”

“Hiç, öyle. Ne oldu?”

Yansı menüyü Gece’ye doğru çevirdi ve iki ayrı yemeği işaret etti. “Hangisi? Bu ikisi şu an tam yenmelikmiş. Taze gelmiş balıklar.” Gece önündeki isimlere baktı, ikiside ağız sulandırıcı tarzdan yemeklere benziyorlardı. “Somonlu olandan alayım ben.”

Nedensizce gülümsedi Yansı, “Ben de ondan istedim. Sen şarap mı içersin?”

“Chardonnay.” dedi Gece. “Ben de bir koktely rica edeyim fakat alkolsüz olsun lütfen.” dedi Yansı. Genç garson başını sallayarak mutfağın hafifçe görünmesini sağlayan pencereye doğru ilerledi, kağıdı şeflerin aldığı metale yapıştırdı ve gitti. Kızın arkasından bakan Gece’nin gözü hafiften hafiften yine şefe kayıyordu, fark etmedi.

“Ee, doktor hanım, anlat bakalım, nedir senin şu Oğuz işleri? Dökül.” dedi Gece derin sesiyle. Yansı şirin şirin gülümsedi, koltuğunda iyice yerleşti. “Merak ediyor musun?”

“O nasıl soru, saçmalama istersen. Ne zaman umrumda olmadın?” Yansı bilirdi her daim Gece’nin onun ablası gibi hissettiğini. Aynı yaşta olmalarına rağmen Gece’nin gençliğinden gelen, erken yaşta sırtına binen onca yükün sonucuydu işte bu.

“Bana onu anlatsana.”

“Kimi?” diye şaşkınlıkla sordu Yansı.

“Onu, Oğuz’u. Ama şimdiki halinle değil, gençliğinizdeki halini. Merak ettim.”

Yansı duraksadı, hiç gençliğini anlatacağını düşünmezdi, hele de Oğuz’u. Oğuz, onun ancak günlüklerine sakladığı en mühim anılarıydı. “Ne anlatsam ki, bilemedim.”

“Yıllarca yan yana değil miydiniz? Çok zaman geçirmişsinizdir.”

“Öyle tabi de, birden sorunca kalıveriyor insan. Onu daha önce kimseye anlatmadım, ne anlatmalıyım, bilemedim.”

“Nasıl kimseye anlatmadın?” Gece bilirdi yalnızlığı, yatakhanede kızların arkasından konuştuğu gecelere çok mağruz kalmıştı. Ergenliğin en çetin dönemlerinde onca kızın arasında kalmak bir yana dursun, hayatta kalmak için yüreklerini bir kenara atan kızların arasında büyümek kimse için kolay olmamıştı. Gece bilirdi yalnızlığı, kimseyle konuşmamayı, ergen ergen sohbeti etmemeyi, arkadaşlarla kaçamak yapmamayı. Onun arkadaşı yoktu, bir zamanlar kardeşi vardı. Ama Yansı’nın da yalnız olduğunu tahmin etmemişti.

“Arkadaşım yoktu, annemlerle de çok konuşmazdım. Öyle yani, sonra gidince de..sadece bir anı olarak kaldı.”

“Anlat, dinliyorum. Nasıl tanıştınız mesela, onu anlat,”

Biraz düşündü Yansı, dudaklarında oluşan minik tebessüme engel olamadı. “İzmir’deyiz, beşinci sınıfın ilk ayları. Böyle bacak kadarız tabi. Hele ben, minnacığım. Sınıfa nadiren ekleme yaparlardı, sonra bir çocuk gelecek dediler. Sapsarı saçlı bir çocuk girdi içeri, sırtında böyle boyu kadar ninjalı bir çanta vardı hiç unutmam.”

Konuşurken elleriyle de destekliyordu konuşmasını, bunu anlatırken her haliyle eğlendiği belliydi. Tanışmalarını ilk defa anımsıyor, ilk defa birine anlatıyordu.

“Geldi pat diye oturdu yanıma. Bi baktım böyle, sapsarı bir şey. Amerikan sinemasından fırlama, gözler de yemyeşil. Hiçbir şey demedi anca oturdu yanıma kös kös, bir daha da kalkmadı zaten. Geriye kalan altı sene beraber oturduk. Son sene farklı sınıflardaydık, bir de beşinci sınıfta kavga etmiştik, o yüzden kalkmıştı yanımdan.”

“Kavga?”

“Ya bu Uyuz yan sınıftan bir kızı ders çalıştırıyormuş. Kızın adını unuttum şimdi valla, hatırlamıyorum. Hiç de sevmezdim. Neyse, ben bunları bir gün okul sonrası konuşurken gördüm, kız sarılıyor buna falan. Kız da beni o kadar sevmiyor ki hani dedim aha soğutacak Oğuz’u benden. Her dakika beraberlerdi, bir gün gittim kavga ettim kızla başka bir şeyi bahane ederek.”

Gece karşısındaki kadına şaşkınlıkla bakıyordu. “Bacak kadar boyunla çocuğu kıskanmış olamazsın, Yansı. Yapmadım bunu de.”

“Yaptım valla. Şaka gibi ama, tek arkadaşım Oğuz’du şaşırtıcı bir şekilde.”

“Kavga sebebin neydi? Neyi bahane ettin?”

“Bizim sınıfa transfer olduğunda benim yerime geçmişti. Kalkmıyordu da, yani yoksa bilirsin beni çok nezih bir insanım ama uyarıyı anlamayınca tuttum saçından. İlk ve son kavgam olmasa da son kavgayı başlatışımdı.”

Gece normalin aksine güldü, onca senedir arkadaşı olan kızın bu denli olaylı bir çocukluk yaşadığını bilmiyordu. Gece de olaylar yaşamıştı elbet fakat bunlar bir arkadaş kaybetmeme uğruna değil, yaşams uğruna edilmiş kavgalardı. Anlatmamıştı daha önce kimseye fakat anlatmasının da dinlemesinin de bu kadar eğlenceli olmayacağını tahmin edebiliyordu. Yansı bu anılara gülmez, ancak ağlardı.

“Oğuz ne yaptı?”

“Küstü. Gitti sonra sidikli Efe dedikleri çocuğun yanına oturdu, sözde bana ceza verecek bacak kadar boyuyla. Ben ondan uzundum o zamanlar.”

“Nasıl barıştınız?”

“Barışmadık, ama yer değiştirirken Efe’nin sidikli olduğunu bilmediğini bildiğim için yanıma döneceğinden eminim yani. O da sevmez böyle şeyleri. Bir sene zor dayandı, sonra yine geldi oturdu yanıma. Ben onu barışalım diye dürtünce barıştı.”

Anıları aklıma gelmiş olacaktı ki gülüyordu Yansı. Onun kadar derin kahkahalar atmasa da Gece de gülüşüne eşlik etmeye çalışıyordu.

“Şimdi nerede?”

Gülüşü az da olsa soldu fakat neşesi kaybolmadı, buna izin vermedi Yansı. Sözü vardı bir zamanlar en yakını olan kumral saçlı bir çocuğa, ne olursa olsun kenarda köşede bir yerde her daim neşesini koruyacak, saklayacaktı.

“Bilmiyorum.”

“Ne demek bilmiyorum?”

“İş gezisinde falan galiba, detay vermedi. Dönünce yazar bana, herhalde yani. Çok konuşamıyoruz.”

Gece durdu biraz, sadece dikkatlice baktı. Hiçbir şekilde haber almadan, hayatı hakkında detay bile vermeden, ikide bir giden bu adamı nasıl seviyordu da kopamıyordu ondan arkadaşı?

“Ona gerçekten bu kadar güveniyor musun?”

Yine düşüncelere daldı Yansı. Buna sadece güvenmek demek yeterli olmazdı. Bu daha farklıydı. Hayat, birine sadece güvenerek rahat edebileceğin kadar kolay değildi. Güvendiğin yapmasa da, illaki hayat sana bir oyun kurardı güven denen köprüyü sarsacak. Zaten hayat bundan ibaret değil miydi? İnsan denen ruhlar ancak köprüler inşa etmeye çalışırdı ömür boyu; sevgi, güven, iş, saygı… hayat ise ancak bu köprüleri sarsacak zelzelelerden ibaretti. Molozların yanı başında ayakta kalan, yaşardı.

“Güveniyorum. Neden bu kadar güçlü, bilmiyorum ama biliyorum onu gibi hissediyorum, sanki on üç sene ayrı kalmamışız, zamanında sekiz seneden daha çok yakın kalmışız gibiyim. Belki de geçmişte kalan çocuk aklıdır, bilmiyorum.”

“Mesleğini biliyorum mu demiştin? Astronom du, değil mi?”

Evet dercesine baş salladı Yansı.

“Başka bir mesleği olamaz mı?” Yansı anlamadığını belirten bir işarette bulundu. “Yani, ikide bir gidiyor diyorsun, yaralı bereli geldiğini de söylemiştin. Hem de kayıtlarda baya ciddi yaralar da gözüküyor. Tıbbi geçmişine baktın mı hiç?”

Yansı duraksadı, bu aklına gelmemişti. “Hayır, bakmadım.” Gece bunun üzerine çantasında duran tabletini çıkardı, hızlıca hasta kayıtlarının tutulduğu devlet uygulamasına girdi, telefonunda hastaya dair açmış olduğu kimlik bilgisini girdi. Zaten Oğuz hastanenin hastası olduğundan ötürü her türlü bilgi erişimini onaylamıştı.

Gece, indirdiği dosyaya bakarken yüzü kap katı kesildi, beyaz olan yüzü ay misali parladı. “Ne oldu, ne gördün?” diye panikle sordu Yansı.

“Yansı…” Biraz duraksadı lakin ardından devam etti, “Burada görünen kadarıyla en azından, birkaç sene önceye kadar vurulma vakasıyla gitmiş bir hastaneye, uzun süre yoğun bakımda kalmış…”

Durdu Yansı, bir süre düzgün düşünemedi bile. Gördüğü yaraların derinliğini anlamamıştı zaten şimdi böyle duymak, yoğun bakımda kaldığını işitmek zordu, hem de çok. Mesela o gözlerini kapatmışken kim bakmıştı ona soğuk hastane odalarında? Bakanı olmuş muydu annesi yanında olamadığına? Annesi de babası gibi vefat mı etmişti yoksa?

Sorular. Cevaplanmayan sorular. İşte bunlar araya duvar misali girdi mi kırılmıyorlardı asla. Hem seni eziyorlardı, hem de diğer herkesi. Oğuz neredeydi, nasıldı? Oğuz neden bu kadar yaralıydı?

“Ne demek yoğun bakımda kalmış..” Elindeki tableti kendine çekti Yansı, raporlara bir de kendisi baktı. Türkiye’de olduğu görünen iki ameliyatı vardı, ikiside ağır operasyonlardı.

“Bu bir astronom için fazla anormal. Aklıma bir şey geliyor ama… asker olabilir mi?”

Kafasını hışımla kaldırıp karşısındaki kadına baktı Yansı. Oğuz’un asker olabileceği aklının ucundan dahi geçmemişti. Oysa şimdi düşününce birçok eksik parçayı tamamlamak adına yeterli bir önermeydi. “Sanmam. Yani, olsaydı söylerdi herhalde. Neden saklasın ki?”

“Çok bilmiyorum ama…”

Tam o sırada yemekler geldi, masanın başında üşüşen üç beş garson hızlıca servis yaptı. Enfes kokuyordu yemekler fakat bunun derdine düşemeyecek kadar dağılmıştı Yansı.

Birkaç dakika sonra masadan ayrıldı garsonlar, tekrar sükunete kavuştu masaları. Gece ise devam etti konuşmasına.

“Tam bilmiyorum ama bu özel kuvvetler veya özel görevde olanların herhangi bir şekilde mesleklerini açık edemeyeceklerini duymuştum.”

“Nereden öğrendin bunu? Emin misin?”

“Bir arkadaşım asker, o söylemişti zamanında. Tabi, yine bakmak lazım ama.. bu ameliyatlar, senin gördüğün yaralar hiç normal değil. Yani, bunu dediğime inanamıyorum ama, asker değilse de çeteye falan mı karıştı bu adam, mafya mı?”

“Yok.. yok yok. Değil.”

Bir süre konuşulmadı masada. Yemek yendi, çatal sesi kaşığa, onun sesi ise kalabalığın fısıltılarına karıltı. Konuşmadılar yine. Bilinmezlikler eşliğinde yenen bir akşam yemeğiydi bu.

Önündeki balığın son demlerine doğru birden konuştu Yansı, “Arasam mı?” diye sordu kendi kendine.

“Oğuz’u mu?” Başıyla onayladı. “Ara.. yani, açar herhalde.”

“Değil mi, neden açmasın?” Aklında açmayacak diyordu bir sez Yansı’nın, bir diğeri ise açar diyordu, asker değildir, askerse neden senden saklasın ki diyordu. Belki de saklaması gerekiyordu. Bilmiyordu. Kader hiç beklemediği anda hiç beklemediği yerden öyle bir hamle yapmıştı ki feda ettiği her bir piyon elinde patlıyordu Yansı’nın. Sadece sesini duymak, güvende olduğunu bilmek istiyordu. Hala hayatta ve sağlıklı olduğunu duymaktı tek gayesi.

“Gelirim birazdan.” diyerek masadan kalktı, telefonunu da alıp restoranın dışarısında bulunan peyzaj alanına doğru ilerledi. Restoran için hazırlanmış bir bahçeydi. Telefonundan hızlıca son aramalarının en üstündeki numaraya tıkladı. Daha bugün konuşmuşlardı fakat bir astronom telefonunu akşam saat sekizde neden açmasındı, değil mi? Yansı kendisi ve bilmedikleriyle yüzleşirken mutfak tarafında işine devam ediyordu Ateş.

 

Resepsiyonda oturan kadının ayaklanıp kucağındaki çocukla içeri giren kadını karşıladığını gördü Gece. Yavaş yavaş şarabını yudumlarken izliyordu kadını. Boyanmış sarı saçları, üzerine geçirdiği montla gayet normal birine benziyordu. Ya buranın daimi müşterisiydi ya da.. ya da başka bir espirisi vardı bu işin. Mesaisi geç olan bir çalışan da olabilirdi mesela.

Resepsiyondaki kız, Sedef, kadına sevgiyle yaklaşıp onları mutfağa doğru yönlendiriyordu ki Gece o an mutfaktan çıkıp gelen Ateş’i gördü.

“Dayıcım!” Minik çocuk annesinin kucağından inmedi ama kollarını da dayısı için kaldırdı. “İyi misin? Halsiz gördüm seni.” dedi Ateş şakaya vurarak. Oysa gerçekten normale nazaran daha enerjik görmeye alıştığı yeğeni şimdi annesinin kucağına kıvrılmıştı. “Abla, iyi misiniz?”

“İyiyiz iyiyiz, biraz ateşi var gerçi. Sabahtan beri düşürmeye çalıştık, seni görmek istedi. Tutturdu dayıma gidelim dayıma gidelim.” Ateş, ablasının kucağındaki miniği almak için eğilirken tombik yanaklarına da öpücük bırakmayı unutmadı. Ablası ile arasında bariz en az yirmi santim fark olmasından mütevellit çocuk rakım atlamıştır diye düşündü Gece. Sebepsizce onları izliyordu başka limse yokmuşçasına. Oysa o, genelde sevmezdi insanlara bakmayı.

“Yemek yedi mi?”

“Yedi yedi, verebilirsin tatlı.”

“Gel, bak ben sana ne vereceğim. Karamelli mi istersin çikolatalı mı?”

Onlar konuşmaya devam ederken Gece onları izlemeye devam ediyordu. Ne konuştuklarını duyamıyordu. Bu kadını da tanımamıştı. Belki de Ateş evliydi, veya sadece çocuğu vardı. Olamaz mıydı? Gayette olabilirdi. Taş gibi adamdı ne de olsa.

Kadın çocuğu tekrar kucağına alarak bardaki sandalyelerden birine çökerken Ateş de mutfağa geri döndü. Gece önünde boş duran sandalyeye, siyah gökyüzüne döndü.

Neredeyse on dakika oluyordu Yansı gideli. Şarabının son demlerini içerken bir feryat yükseldi arka taraftaki bardan.

“Uzay! Uzay! Oğlum kendine gel, annecim? Annem? Ateş!”

Restorandaki çoğu kişi ayaklanmıştı lakin ancak yerlerinde duruyorlardı. Ateş ise omzundaki havluyu dahi atmadan saniyeler içerisinde koşmuştu yerde baygın yatan çocuğun yanına. “Mehmet, Sedef! Ambulansı arayın çabuk!”

“Dayıcım, dayıcım, duyuyor musun beni?” Başını dizine yasladığı çocuğun göz reflekslerini ve nabzını kontrol etmeye çalışıyordu Ateş. Gece, göz ucuyla onu izlerken içinden, İlk yardım biliyor olmalı diye düşündü. Yansı hâlâ ortada yoktu. Zaman kaybedemezdi; hızla yanlarına koştu.

Anne, şok içinde kıpırdamadan duruyordu, Ateş ise elleri titremesine rağmen kontrolü bırakmamaya çalışıyordu. Ama bu kadarı yetmezdi.

Gece, etrafta toplanmış insanlara dönerek kararlı bir sesle seslendi:
“Ben doktorum, yardımcı olabilirim. Lütfen açılın, nefes alanı verin!”

Ateş, başını çevirip bakmadı ama Gece'nin sesi olduğu gibi üzerine döküldü, kulaklarının içinde yankılandı. Gece yere çömelip adama daha yaklaştı. Ateş’le gözleri ilk kez buluştuğu an, içinde bir şey sarsıldı. Ateş, yeşilin bu kadar keskin ve karşı konulmaz olduğunu fark etmemişti daha önce. Kendisini görmezden gelen bu kadına bakarken bir saniyeliğine kontrolü kaybetti, ne yapacağını unuttu sanki.

“Müsaadenle.” dedi Gece, dizine daha da yaklaşarak. Sesindeki profesyonellik, Ateş’in tüm karmaşık düşüncelerini dağıttı. Gece, çocuğun nabzını kontrol etti, refleksleri denedi. Çocuk kötü durumda değildi ama ateşi çok yüksekti. Gözlerini hâlâ çocuktan ayırmadan konuştu:

“Ne zamandır böyle ateşi? Bulantı, baş dönmesi, kusma oldu mu?”
Annenin sesi titriyordu. “Sabah vardı, düştü sonra. ‘Başım dönüyor’ diyordu, kucağımdan inmek bilmedi. İki kez de kustu sabah.”
“Bu çocuğu doktora götürmediniz mi?”
“Eşim götürecekti, gelemedi. Sonra ateşi düşünce...”
Gece, yüzündeki ifadeyi kontrol etmek zorunda kaldı. Sertleşen bakışlarını yumuşatıp sordu:
“Dışkısına baktınız mı hiç?”
Anne başını salladı. “İshal oldu sabah, onun dışında normal gibiydi.”

Kadın hâlâ panik halindeydi. Ateş ise Gece'nin her kelimesini dikkatle takip ediyordu. Ona yardım etme arzusu ile uzak durma zorunluluğu arasında sıkışıp kalmıştı.

Gece, Ateş’e baktı. İstediği cümleler boğazında düğümlendi ama profesyonelce bir tonda konuştu:
“Bana buz, temiz bir bez ve bir şişe su bulabilir misiniz?”

Ateş, hiçbir şey söylemeden kalktı ve ihtiyaçları getirmek için kalabalığın arasına daldı. Gözden kaybolduğunda Gece, içinde beliren bir rahatlamayı fark etti. Ama aynı zamanda, o keskin bakışların kendisini rahatsız edici bir şekilde etkilediğini de inkar edemedi.

Ateş hızla geri döndü, elindekileri Gece’ye uzatırken nefes nefeseydi. Gece malzemeleri alırken aralarında birkaç saniyelik bir yakınlık oluştu. Ateş, bir şey söylemek istiyor gibiydi ama gözlerindeki çatışma her şeyi anlatıyordu. Konuşması yasak gibiydi; Gece’nin varlığı onun için bir sınırı temsil ediyordu.

Gece de Ateş de, tüm dikkati çocuğa çevirdi, buz torbasını beze sararak alnına yerleştirdi. Ateş ise her hareketini sessizce izliyordu. İçinde büyüyen bu tanımlanamaz duyguyla baş etmeye çalışırken, Gece’nin ona bir kez bile kişisel bir bakış atmaması bir yandan rahatlattı, bir yandan hayal kırıklığına uğrattı.

“Tamam, şimdi bir ambulans çağırmamız gerek.” dedi Gece, Ateş’e doğru dönerken. Göz göze geldiler. Gece’nin ifadesi profesyoneldi, ama Ateş’in içinde fırtınalar kopuyordu.

“Anladım, ben hallederim.” dedi Ateş, sesi kararlıydı ama içinde taşıdığı çatışmayı Gece’den gizlemek için fazlasıyla çaba harcıyordu.

Ambulans çağrılırken Gece son bir kez Ateş’e baktı. O gözlerdeki yasaklı bir duyguyu, gizlenmeye çalışılan bir sır gibi hissetti. Ama bu an, yalnızca birkaç saniyelik bir buluşmaydı. Çocuğun ve annenin durumu ağır basıyordu. Gece’nin kalbinde uyanmaya başlayan o tuhaf hisse rağmen, görevini yapmalıydı.

Ve Ateş... Onun için bu tanışma, kaçınılmaz bir sınırın başlangıcıydı.

“Ambulans geldi!” diye bağırdı arkadan birisi. O an içeri koştu paramedikler, ilk yardımı Gece yaptığından mütevellit hızlıca taşıma yatağına aldılar Uzay’ı, ambulansa taşıdılar.

“Gece! Ne oluyor, ambulans gelmiş.” Yansı, kapıdaki ambulansı görmesiyle içeri dalmıştı. İçeride yaşanan kargaşayı da görmesi çok uzun sürmemişti.

“Ben ambulansla gidiyorum, eşyalarım masada.” diyerek ambulansa bindi Gece.

 

 

...

 

Devamı nerede diyenler, dershaneden ötürü bitiremedim... Sabah saatinde devamını da yazmış ve paylaşmış olurum. Şimdilik kısacık bir kısım olsa da atıyorum. Mahvetti beni bu taşınma ve okul...🫠

 

Loading...
0%