Yeni Üyelik
17.
Bölüm

“Sona Kalan Tek Kurşun 3. Kısım, Son Part”

@kalopsia

Hatalar yarın itibari ile düzeltilecektir. Bu bu bölümümüz için son partımız. Yorum ve oylarınızı esirgemeyin lütfen🪶💕

İyi okumalar♥️

(Profilimdeki karakter Gece... çok güzel olmamış mı karakter kartı🙈🥹)

 

.....

Ben, Türk’üm. Kanımda asalet vardır benim, her damlasında biçilmiş yeminler vardır. Vatana, toprağa, atama, dedelerime, analarıma, bacılarıma sözlerim vardır. İlim ve bilim öğrenip elimdeki kalemle kazanmam gereken savaşlar vardır. Benim, bu vatan uğruna dökülmüş her bir kan damlası adına verilmiş bir sözüm vardır.

Ben, Türk askeriyim. Susuz kalmışçasına vatanıma sevdam vardır benim, hayat damarlarımdır ekilmiş çınar kökleri. Tarihim, zaman çizgisine damga vurmuş en derin düğümdür. Savaş düğünüm, bayrağım en güzel örtümdür. Dağda, bayırda, çayırda, havada, karada, denizde ben varım. Bu vatan, en güzel emanetimdir, ilk sevdam, ilk heyecanımdır.

Ben, Türk kadınıyım. Tarihimde Tomris hatun, Bala hatun, Kara Fatma, Gördesli Makbule, Halide Onbaşı’lar vardır. Kanımda asil Türk kanı, karakterimde asalet, cesaret ve ilmin ipliğinden işlenmiş en güzel giysim vardır. Adımlarım cesur, sert ve kendinden emindir, gerekirse dağları dahi titretir. Avcumun içi kadar olan yüreğimde dağlardan büyük merhametim, sevdam ve imanım vardır. İşte gücüm buradan gelir.

Şimdi zırhlı bir araçta, simsiyah kamuflajlara bürünmüş istihbaratçılar ellerinde kavradıkları silahlarla gidiyordu görev yerlerine. Korumaları gereken bir vatan, geri almaları gereken bir Türk askeri vardı; Yüzbaşı Alparslan Yavuzoğlu.

“Çağatay, sisteme girişi tamamladın değil mi? Hiçbir hata istemiyorum.” Telsizine konuştu Aybüke. Zırhlı araçta o, Ethem, Oğuz, Ali ve birkaç tane daha özel harekat askeri bulunuyordu. Sabah buldukları konuma doğru ilerliyorlardı, Aybüke’nin gideceği konumda Elmas’ın olduğunu da öğrenmişlerdi. Elmas, şu an Suriye’de kendine göre güvenlik önlemleri alınmış bir binada toplantıya veyahut bir alışverişe katılacaktı.

Aylin, Hakan ve bu operasyon için çağırılmış bir özel harekat timi ise video atılmış olan mekana, yüzbaşının sözde tutulduğu yere gidiyorlardı. Yani, en azından öyle sanıyordu dağda saklanan kansız köpekler.

Şehir içinden çıkmaya başlarken durdu araba, Aybüke başka bir araca nakil oldu. Aylin ve Hakan doğuya, Aybüke ajan olarak sızmak için şehir merkezi dışında bir binaya, Oğuz, Ali ve Ethem ise yüzbaşıyı almak adına batıya doğru olan yoldaydı.

Aybüke, bindiği zırhlı lakin daha sivil görünümlü olan araçta kıyafetlerini değiştiriyordu. Çoktan aracın içine kurulmuş olan kadın konuştu. “Aybüke hanım, ben Ankara’dan gelen temsilcilerden biriyim, zaten tanırsınız. İstediğiniz detaylar için buradayım.” Bir yandan onu dinlerken öbür yandan saçlarını topluyor, peruğunu takmakla uğraşıyordu.

“Bilgim var ama sen en baştan geç yine, eksiklik çıksın istemeyiz.”

“Tabi.” dedi kadın ve operasyonun Aybüke’yi ilgilendiren kısmı ile ilgili bilgileri yağdırmaya başladı. “Şu an şehir merkezine çok da yakında olmayan fakat buranın en tercih edilen otellerinden birine gidiyoruz. Otelden rezervasyon yaptırmak istedik ama tüm odalar rezerve edilmiş.”

“Kaç odalı?”

“250.” Bulundukları yere göre gayet kalabalık sayılacak kadar oda vardı fakat bütün otel tek bir isim tarafından kapatılmıştı.

“Otelde düzenlenecek olan bir kokteyl sebebiyle kapalı dediler. Sizin bizlere bahsetmiş olduğunuz takasın burada yapılacağını netleştirdik.”

“Takas kimler arasında ve ne?”

“Hala bitirmedikleri yazılım için kullanacakları bir data set. Yusuf Alastan bunu yüklü bir miktar karşılığında satın almış.”

“Takas bu yüzden burada, bu meblağın devlet tarafından göze batmaması için.”

Evet dercesine başını salladı kadın, Aybüke’yi onayladı. O sırada Aybüke ayağına yeni ayakkabılarını geçirmiş, üzerine siyah elbisesini giymişti. Araba gibi yerlerde hızlıca kostüm değiştirmek artık onun için çok küçük bir meseleydi. Kahverengi saçlarının yerine sarı peruğunu takmış, makyajını yapmıştı. Gözüne geçirdiği formaliteden olan okuma gözlükleri ile şimdi hazırdı.

Takasın gerçekleştiği otelde resepsiyon görevlisi olarak görev alacaktı.

Araba yavaşça girdiği otoparkta durdu, Aybüke de silahlarını yanına aldı. “Göreviniz isimleri incelemek, gözlüğünüzdeki mikro kameralar bütün veriyi İstanbul’a aktarıyor olacak. O sırada sizden görebildiğiniz kadar görmenizi istiyoruz.”

“Aslında sebebini biliyorum ama sormadan edemeyeceğim, Elmas buradayken neden operasyonla el koymuyoruz?”

“Kalabalıklar. Biz de kalabalık olup onları kolayca alabiliriz falat asıl amaç ilk önce Alastan’ı avucumuza alıp önce kurulun bütün Türkiye ayaklarını tespit etmek, daha sonra ise tüm kurulu.”

Arabadan çıktı Aybüke, asıl kimliğinin yanında tavırlarını da sakladı o peruğun altına. Şu an o Milli İstihbarat Teşkilatı Anka Timi Başkanı değil, sıradan bir çalışandı.

İçeri sızma işini Ankara onun adına halletmişti, onun yapacağı şey ise görmekti. Şu ana kadar göremedikleri ne varsa görecek, Alastan’ı avucunun içine almak için gereken bütün bilgileri kollayacaktı. Aybüke, asla başarısız olmazdı, olamazdı. Elmas denen şerefsiz yüzünden en büyük fedakarlıkları yapmışken onu öbür dünyaya gönderene kadar bırakmaya niyeti yoktu.

İçerisi kalabalıktı. Sıradan bir iş kokteyli numarasından alttan alttan gerçekleşecekti takas ama nerede?

İçerisi lüks mobilyalarla donatılmış bir otel lobisiydi, her yer altın varak esaretinde kalmış, her yerde şamdanlar yükselir olmuştu. Takım elbiseli adamlar, kollarının altında gencecik güzel bayanlar vardı.

Gerçekleşmesi beklenen parti saat yedide başlayacaktı, şu an ise saat daha altıydı. Aybüke etrafa iyice bakındı, üst katlara ilerlemek adına bu fırsatını kullanması ona avantaj sağlardı. Yangın merdivenlerine doğru ilerlerken durdu, herkesin kullandığı yeri kullanmalıydı şayet merdivenlerde yakalanması durumunda şüphe daha da artardı. O otelin içerisinde binbir adet tilkiyle beraber kaldı, sözde yalnızdı. Lakin binada bulunan tek kurt yeterdi hepsini avlamaya.

O sırada aynı ülkenin sarıya bürünmüş topraklarında başka bir savaş veriyordu Aylin ve Hakan. İkisi yan yana, arkalarında ise üç adet özel harekat askeriyle kamp alanına giriş yapıyorlardı. Ellerinde silah, yüzlerinde maskeler ile istihbaratçılar siyah kıyafetlere, askerler ise kamuflaja bürünmüştü. “Nerdesiniz lan, çıkın ortaya. İşim gücüm var amına koyayım sizinle mi uğraşacağım.” diye bağırdı Hakan. Yavaş lakin güçlü adımlarla ilerliyordu beş kişi. Videoda gözüken yer burasıydı. Çağırmışlardı, Türk askeri de bu suyun kaynağını kurutmak için buradaydı.

Terk edilmişe benzeyen kampın içine doğru adımlamaya başladı Hakan ve Aylin, birkaç adım arkalarında ise üç adet dağ aslanı vardı. “Abi, sen akademi mezunu muydun?” diye sordu telsizden askerlerden biri. Sorunun muhatabı Hakan’dı.

“İstihbarat akademisi.”

“Maşallah abi, özel kuvvetler komutanı gibisin mübarek. Tü tü tü.”

Hakan dikkatini çevreden çekmeden kulaklığın diğer tarafındakini dinlemeye devam etti, susmadı.

“Askerliği nerede yapmıştın abi? Hani öyle, meraktan.”

“Hakkari.”

“Abi, yanlış anlamazsan, bir şey soracağım ama?” dedi başka bir ses. Bunlar cüssesine nazaran genç askerlerdi. Veya ruhları bunca sertliğin, kirin, tozun arasında hala toz pembe kalmayı başarmıştı, bilinmez.

“Zaten soruyorsunuz soracağınızı.”

“Abi, neden MIT? Valla bıraksam silahını alıp tarayacak, her an herkesle dövüşecek gibisin, tam özel harekat.”

“Bir zamanlar öyleydim.”

“Hassi-!” Hakan bu sefer arkasından gelen askere döndü, asker ise aynı anda boğazını temizlemiş, kendine çeki düzen vermişti. “Rütben neydi abi, şey, komutanım ayıptır sorması?”

Sesinde aynı durgunluk, aynı monotonlukla cevapladı soruyu, “Kıdemli Üsteğmen.”

Aynı anda şaşkınlık nidaları yükseldi kulaktıktan, bu sefer de Aylin susmadı.

“Soru cevabınız bittiyse işinize dönün! Sonra hasbihal edersiniz komutanınızla.”

Aynı saniyelerde bir hareketlenme oldu sağda solda. İşte, gelmişlerdi. Vatanın güzel dağlarını kirleten pislikler, itler ve her türlü mahlukat buradaydı işte. Örgütün adamları buradaydı.

Aylin ve Hakan ellerindeki silahlara sarıldılar, sırt sırta verdiler. Öyle iyiydiler di ki başlarını puşi ile sarmış olan her bir itin yüzünde bir gurur vardı, sözde Türk askerini pusuya düşürmüşlerdi.

“Yav, komitanlarım gelmiş, ne diye korkutusanız! Az misafirperver olun lan!” Videoda gördükleri adam bıradaydı. Bir an akıllarında yüzbaşının gerçekten doğuda olup olmayacağı geldi ama hayır, onlar yanılmamıştı. Eminlerdi, yüzbaşı aslında batıdaydı. Bu kameracı denen puşt sadece doğuya aktarılmıştı.

“Hoşgeldiniz yav! Gözlerimiz yollardaydı ha, valla gelip bizzat alacadım sizi.” Tiksinerek baktı Aylin karşısındaki puşta.

“Yüzbaşı nerede!”

Güldü terörist, zafer kazanmışçasına, akıttığı kanlarda boğulmayacakmışçasına bilmeden güldü. Birazdan başına geleceklerden habersizce güldü.

“Lan, it! Konuş, nerede yüzbaşı?” diye bağırdı Hakan.

“Yav oni geçin de, siz…” Aylin ve Hakan’ın arkasında hazır bekleyen üç askere kaydı gözü, “essah beş kişi mi geldiniz.” Bu sefer ağzından hayvani bir gülüş kaçtı. Her şeyi iğrenç, her şeyiyle beter bir mahlukattı.

“Bana bak, seni bir döverim, ağzına sok-“ Hakan sinirli sinirli konuşmaya çalışırken durdu. “Yok olmuyor, sinirlenemiyorum.” dedi. “Numara yapılmıyor bu puşta. Neyse.”

“Süprüüz, al bak, komitan!” dedi terörist, eli ile küfür çekmişti karşısındaki beş askere.

Tam dövmelik, parçalarına ayırıp parça pinçik etmelik, diye düşündü Aylin. Birazdan o eli onun…. Evet, elini koparmak adına kendine söz verdi.

“Yaa, sen bize şaka mı yaptın lan soysuz köpek!” dedi Aylin yenilmişçesine. “Duydun mu barista? Şaka yapmış bize, tuzağa düşürmüş amına kodumun pezevengi bizi.”

Yüzünde ve dilinde aynı kinaye ile küfür çeken adama döndü Aylin. “Sen kendini ne sandın lan osuruk böceği!” O an çevresinde silahını çekmiş, ortalarına kaldığı onca teröristi düşünmeden çıkardı maskesini ve kaskını.

“Lan, kadın mıydı bu?” dedi bir asker, duymuştu Aylin lakin onunla daha sonra ilgilenecekti. “Ben sesi ince sanmıştım.”

Aylin’in ortaya çıkan yüzüyle şekilden şekle girdi Kameracı, “Bak işte bunu beklemiydim.” Pis pis sırıttı.

“Daha beklemeyeceğin çok marifet var bende, sen bekle, orospu çocuğu.” O sırada Hakan da maskesini çıkarmaya yeltendi, ne de olsa birazdan buradaki bütün pislikler temizlenecekti.

“Bunun dışındakileri gebertin.” dedi Kameracı Aylin’i işaret ederken, “Bunu istiyorem.”

“Sen bizi kandırdın mı lan bok böceği, sümsük.” Aylin adım adım yaklaştı.

“Senin gibi hoş bir bayana yakışır bu sözler, cık.” Aylin sinirleniyordu, tuttu kendini, ona kalkmış olan parmakları tek tek kırmak için bekledi. “Sen neden burda? Evin kocan yoktur?”

“Sana Türk kadınının faziletini göstermeye geldim, Kameracı. Ölürken güzel bir şey gör istedim.“ Ve sert bir yumruk geçirdi Aylin karşısındakinin yüzüne. Etrafta ateş etmeye hazırlanmış olan bütün teröristler sırayla ateş altında kaldı, her biri tek kurşunla kapattı gözlerini. Etraftaki dağlara konumlanmış olan Türk askerleri sırayla indirdi hepsini. Aylin ve Hakan kampı aramaya başladı, ipucu olarak kullanabilecekleri her türlü şeye muhtaçlardı.

This is the Turkish Air Force speaking darling!” Aylin telsizinden duyduğu sesle irkildi, bu tanıdık birine aitti. “Tugay! Şaka yapıyorsun!”

“Yenge! Duydum ki sahalara inmişsin, dedim hemen uçuyorum, söyle nereyi vurayım, söyle.”

Aylin kahkahasına engel olamadı, Tugay Ethem’in arkadaşlarından biriydi. Zamanında Ethem’le sevgili olmadan önce tanışmıştı Tugay’la.

“Biz burada işimizi bitirdiğimizde temizle burayı.”

“Hay hay!”

Hakan ve Aylin en ortada bulunan ve şimdi boş olan barakadaki eşyalara bakıyor, herhangi bir delil arıyorlardı. Ellerine sadece bir dosya geçtiği zaman işleri bitmişti. Teröristlerin saçma sapan bir hile ile tuzağa çekmeye çalıştığı yere bizzat gitmiş, temizlemişlerdi. Suriye operasyonunun üçte biri tamamlanmıştı.

“Tugay! Temizle burayı aslanım.” dedi Hakan ve geride kalan bütün Türk askeri gelen zırhlı arabalara bindi, görev tamamdı.

 

 

 

 

“Deniz üstü köpürür! Ey canım rinanay rina rina nay!” Ali, türkü söyleyen askerlere katılmış, yol boyunca onlarla semaya bağırmıştı. Yanlarında Ethem ve Oğuz onları izlemekle yetinmişti sadece. Oğuz iyiydi; yanında oturan askerlere baktıkça babasını hatırlıyor, olduğu yeri ve sebebini hatırlıyordu. Yanındaki askerlerden sonra bakışlarını tam karşısında oturan düşünceli adama doğrulttu.

“Ethem, ne oldu lan? Niye bu kadar dertlisin?”

“Bir şey yok oğlum, genel işte.” Ethem de başını yerden kaldırdı, bakışlarını karşısında ona bakan, siyahlara bürünmüş adama çevirdi. “İyilerdir değil mi?” Derin bir nefes verdi. İşte içinde bir nefesle tuttuğu dert buydu. En başından Aylin de bu yüzden istemiyordu evlenmeyi. Meslekleri bu olmasa, ikiside vatanı ilk aşkı yapmamış olsa kendini zincirlemez miydi çoktan sevdiği kadına?

Sahada veya ekran arkasında fark etmez, ha Aylin onun için endişeden dört dönüyordu ha Ethem onu düşünmeden duramıyordu. İşte Aylin daha da bağlanmaktan korkuyordu. Gerçi, bunun daha ötesi var mıydı?

“İyilerdir tabi ki oğlum, saçmalama. Aylin’den bahsediyoruz, yemin ediyorum ordaki çadırların sopasını tek tek geçirir götlerine. Tanımıyor musun oğlum sen karını!”

Ethem son dediğine kısık bir sesle güldü, karın demişti. “Karım, değil mi?”

“He bak valla, söyleyince garip oldu. Siz ne yaptınız o işi bu arada? Ne zaman artık resmi olarak gelin veriyoruz seni?”

“Konuşamadık ki oğlum, şu operasyondan vakit mi kaldı. Göt yırttık son bir haftadır. Vakit olmadı. Sağ salim dönünce inşallah, konuşuruz.”

“Korkma oğlum, Hakan da yanında. Göz ucuyla bakanın sıçar çarkına ‘sen benim yengeme mi baktın lan’ diye. Onlarla giden onca askeri saymıyorum bile.”

Ethem biraz daha rahatlamış gözüküyordu, bu sefer onlara kulak misafiri olan bir teğmen konuştu. “Eşiniz harbi bir kadına benziyor komutanım, alayda gördüm kendisini. Türk kadını elbet, sandığınız kadar kolay yenilmez bu kansızlara. İçiniz rahat olsun.”

“Sen evlenince ne yapacaksın oğlum? Bu kadın evinde oturup evimin hanımı olayım diyecek bir kadın değil, biliyorsun patronu. Valla stresten kel kalırsın, yaşlısın bir de.”

“Salak salak konuşma, otuz yedi yaşındayım gerizekalı. Aramızda altı yaş var.”

“Geldik!”

Araba durdu, konuşmalar sustu. Vakit gelmişti.

Seri ve bir o kadar sessiz adımlarla ilerledi bütün askerler. Bir özel harekat timi ve iki istihbaratçı vardı bu görevde. Timin komutanı olan yüzbaşı telsizden yönetiyordu operasyonu. Yapmaları gereken şey iki kilometre ötede konumlanmış olan mağara yerleşkesini basıp esiri almaktı.

“Anka 1, anka 2! Biz girişi temizledikten sonra önden siz ve hemen arkanızda biz olmak üzere gireceğiz.”

“Ne kadar sürer girmemiz?” diye sordu Oğuz. Bunun üzerine gülümseyerek konuştu tim komutanı. “En hızlısı ne kadarsa o kadar, ajan. Merak etme.”

“Eyvallah.”

Yerlerine konumlanmış olan askerler mağara girişinin sakinleşmesi ile tek tek indirdi dağ itlerini, ivedilikle mağara da temizleniyordu.

“Anka! Siz içeri gidin, yapabilir misiniz?” diye nefes nefeseyken sordu komutan, konuştuğu sırada kansız bir piçin son dileğini dinlemekle meşguldu.

“Ayıpsın. Devamı bizde.” dedi Ethem ve Oğuz ile önlerine çıkan tek tük teröriste sıkarak ilerlediler. Mağaranın diplerine doğru kanlar içinde baygın yatan, yırtık kamuflajlara sarılı bir beden vardı.

“Ethem, buraya!” Yüzbaşının durumunun kritik olduğu her halinden belliydi. Mağara, kan ve pislik kokusuyla harmanlaşmıştı. Mide bulandırıcıydı her bir yan. Vatanın taşı toprağı dahi güzelken iki üç piç kurusu nasıl kirletebiliyordu bu vatanı?

Sırtlandıkları adamla zırhlı araca doğru ilerledi iki ajan, sakince yatırdılar. “Şuradan ilk yardım çantasını versene.”

Hızlı hareket ediyorlardı, akan her bir damla kan, geçen her bir saniye altın değerindeydi. Ne tuhaftı değil mi? Boş şeyler için dahi saatlerini feda etmek zor olmazdı insanoğlu için, oysa şimdi öyle miydi? Saniyelere bakıyordu tekrardan yaşamak.

“Aybüke, Çağatay duyuyor musunuz, yüzbaşı bizde. Tekrar ediyorum, analizler doğru çıktı, yüzbaşı batıda bulundu, dönüyoruz!”

 

 

Gülüşen insanlar, kadehlerini tokuşturan kadınlar ve hiçbir şeyden haberi olmayan, lugatı ancak para olan salak insanlar. İçinde bulundukları oyundan dahi haberleri olmayan, ancak feda edilen piyonlar. İşte bunların tam ortasında, Suriye’de bir otelde resepsiyonda duruyordu Aybüke. Yusuf Alastan hala yukarıdaki odasından çıkmamıştı.

Ofladı, pufladı, adam yine çıkmadı. “Ailecek inat maşallah.” diye mırıldandı.

O sırada gelenlere İngilizce konuşup davetiyelerine bakıyordu. Formaliteden gülümsemesi vardı yıllardır gülmeyen yüzünde. Az önce yüzbaşının kurtarıldığını öğrenmişti. Başarı. İşte başarı onun ruhunu dinginleştirecek olan tek şeydi.

Belki bir de o, o seni dinginleştirebilir.

Hayır. Hayır.

“Aybüke, alışverişe başlıyorlar galiba. Koyduğumuz sensörde hareketlilik var.”

“Çıkıyorum.”

“Hayır, dur! Dur! Alastan!”

Başını çevirmesiyle karşısında Yusuf Alastan’ı görmesi bir oldu. Adamı fotoğraflardan tanıyordu elbet, lakin gerçek hayatta ellerinden bu denli kanlar akan bir adamla karşılaşacağını düşünmezdi, daha doğrusu böyle bir adamla karşılaşmanın böyle olacağını düşünmezdi.

Soğuktu Alastan; buz gibi bakışları, dolgulu olduğunu bildiği yüzü ise ifadesizdi.

“Yukarıda başka bir şeyler var. Alastan şimdi oraya çıkıyor olmalı.”

“Takip?”

“Et.”

Alastan ve çevresindeki adamların yukarı doğru cam asansörle yükselmesiyle başladı operasyona Aybüke. Ne alışverişi yapacaklarını ve bunu kiminle yapacağını görmesi lazımdı. Normalde İstanbul’dan çıkmayan Alastan bizzat kendi ayaklarıyla gelmişti buraya. Alışveriş ciddi olmalıydı.

“Hey! Sen kimsin?” sesiyle olduğu yerde kaldı Aybüke. Taklit ettiği bozuk İngilizce aksanıyla kaybolduğunu anlatmaya çalıştı. “Aşağı in, aşağı!” dedi korumalardan bir tanesi. Korumaların devamının başka katlara ilerlediğini gördüğünde tutmadı kendisini, adama sivri topuklusuyla bir tekme savurdu. “Al sana aşağı, it.” Adam mükemmel bir acıyla olduğu yere düştü, kıvrandı. Bayıltmak için attığı yumruk sonrası temizlik odasına sürükledi adamı. Oteldeki kameraların hiçbirinin aktif olmadığını biliyordu, Alastan bunu bizzat kendisi yapmıştı çünkü kimsenin kameralara sızmasını istemiyordu. Özellikle MIT gibi kimseler.

Koruma ona vakit kaybettirmişti, şimdi içeride olması gereken odanın kapısında iki koruma ve şifreli bir kilit sistemi vardı. “Sen kimsin?”

“Oh pardon me, I think I got lost. So sorry.”

“Hasbinallah ya.” dedi koruma kadının gerçekten aptal sarışın bir İngiliz olduğunu düşünerek.

Aşağı doğru inerken konuştu, “Giremiyorum içeri. Ne yapacağız? İçeride olması gereken herhangi bir kadın var mı kimliğine girebileceğim.”

“Annem.” dedi telsizden bu sefer farklı bir ses, “Annem orada olmayacaktı ama Elmas’ı dışarı çıkartırsan Sevim olarak içeri sızabilirsin o girene kadar.”

Konuşan Atlas’dı. Merak edip operasyona bağlanmış, Çağatay ile ekranın ardında kalmıştı. Normalde konuşup Aybüke’nin dikkatini dağıtmayacaktı fakat bu bilgiyi de ondan başkası bilmezdi. Zaten düşmana bu kadar yakın olduğu için alınmıştı time. Atlas, sırf bu bağları yüzünden ajan olabilmek için en ağır sınavları vererek olduğu konuma gelmişti. Bunu çok iyi bilirdi Aybüke.

“Tanımazlar mı?”

“Annemin yüzünü ordakilerden gören yok. Alastan’ı görmeden girip çıkarsan gerisi kolay. Anlasalar dahi kaçmış olursun.”

Dediğini yaptı, sarı saçlarını şekle soktu ve üstüne aldığı kabanla yine aynı kilitli kapıya döndü. Gözünde siyah güneş gözlükleri, tavrı, duruşu, kıyafetleri ile o tam bir Alastan’dı.

“Anneme çok benzedin.”

“İltifatı geçtim, bizzat küfür olarak kabul ediyorum.” Sadece güldü Atlas.

Bir MIT çalışanı değil de Alastan’ın yeğeni olan Atlas olarak aradı Yusuf’u ve babasının partiye gelmesi konusunda yalan söyleyince istenen oldu, Alastan damadına olan kinini düşmana belli etmemek adına dışarı çıktı ve sakince alt katlara ilerledi.

“Kimsin?” diye sordu koruma. “Sevim. Sevim Alastan.” Kapılar sonuna kadar açıldı, hem de saniyesinde. İçeride tek tük adam, korumalar ve masa üzerinde takası gerçekleşecek olan bilgisayar duruyordu.

“Sen de kimsin? Bu kadar hoş bir kadının bize eşlik edeceğini bilseydim Alastan’dan bir oda isterdim.”

“Sevim Alastan.” Sesler sustu, cesaret kayboldu. Bir ismin sonunda Alastan vardı ise bu konu orada kapanmış demekti.

“Aybüke, orada bir boklar dönüyor.” Bulunduğu ortamdan ötürü konuşmadı Aybüke fakat içinden ‘burada bir boklar döndüğünü bildiğim için buradayım’ demeyi de ihmal etmedi. “Alastan bina dışına çıktı, bilgisayar orada hala ama!”

Olduğu yerde kıpırdandı, iyice etrafına baktı. Bilgisayara bakmak için uzattığı eli havada kapıldı. “Parasını vermeden önce mala bakmak isterim, nihayetinde paranın çıktığı yer benim bankam.” dedi Sevim Alastan nidasıyla. Bilgisayara bakmasıyla beraber kapağın aslında bir bomba düzeneğine bağlandığını anladı. Bu bilgisayar değildi, aktif bir bombaydı. Kapak açıldığı gibi sayım aktive olmuştu.

“Aybüke çık oradan!”

Alastan kendi lehine yapacağı alışverişe saldırıda mı bulunmuştu yani? Bizzat ele geçirmek için aylarını verdiği o data setleri bizzat kendi elleriyle mi yok edecekti? Alastan tarafından konmuş olan para çantası da olduğu yerdeydi. Kaytarma veya kaçma işin içinde değildi.

“Aybüke çık oradan, hemen!” Bu sefer bağıran Çağatay değil yine Atlas’tı.

“Ne oluyor!” dedi adamlardan birisi, herkes silahlarını çekmişti. Aybüke kapıya doğru koşarken silahını çıkarmış, adamlardan bazılarını vurmaya başlamıştı. Buradan tam tamına 39 saniye içerisinde çıkmak zorundaydı, yoksa işler hiç ama hiç hoş olmayacaktı.

O sırada İstanbul’da elleri saçlarında Aybüke’nin gözlüklerinde bulunan mikro kameradan izliyordu olanları Atlas ve Çağatay.

“Abi ne yapacağız, başkan çıkamaz-“

“Kes sesini Çağatay, çıkacak!” Çıkacak diye tekrar etti içinden, hep çıktı, yine çıkacak.

Saniye otuzlardan inmiş, onları gösteriyordu.

Ne bomba imha edebilirdi ne de o kapıyı kırabilirdi Atlas bulunduğu yerden. Elleri kolları bağlıydı.

7, 6…

“Aybüke! Çık şu göt deliğinden!”

Adamlara tekme savururken masada duran ve ne olduğunu bilmediği çiplerden aldı, koşmaya başladı.

4,3…

“Aybüke!”

Koşuyordu kadın, o an kapının kulpunu tuttu. Kendisine son defa bir şey hatırlattı.

Sona kalan tek kurşun her daim bizimdir, Aybüke. Öleceksen de şerefinle öl.”

2,1…

“Aybüke!”

O an Suriye’nin en tercih edilen otellerinden birinin en üst katı patladı. Alastan, binanın önündeyken vahşetle izledi görüntüyü. Bombayı o koymamıştı. Parası, bilgisayar, her şey o odada o bombayla yanmıştı. Alastan’ın itibarının büyük bir parçası da havaya uçuşan küllerle beraber yok oluyordu yavaş yavaş.

İstanbul ile olan bağlantı kesildi, Aybüke’ye dair olan bütün iletişim kanalları kapandı.

Kurul başkanı bu beklenmedik patlama haberini alınca duraksadı, kaşları çatıldı. Bugün, buraya kim tarafından konulduğu bilinmeyen bomba iki tarafa da ağır kayıplar verdi. Bu bomba Alastan’a yolun sonunu, Aybüke’ye ise yeni bir yolun başlangıcını gösterdi.

...

 

Bu sefer dayanamayacağım, vereceğim minnak bir spoi. Bir sonraki bölüm bu hikayenin en iyi dönüm noktalarından olduğunu düşündüğüm bir şeyi öğreneceğiz. Sonraki bölüm tarihi yine haftaya salı bu saatler gibi gözüküyor.

İyi geceler👋🫠

Loading...
0%