27. Bölüm

“Tan Vaktine Beş Kala” 1. Kısım

Kalopsia
kalopsia

 

Canlar, merhaba! Yeni bölümün ilk kısmıyla geldim.
Bölümümüze başlıyoruz, iyi okumalar!

 

AY, AZ KALSIN UNUTUYORDUM. Sakince profilime tıklayın ve profil resmimin arkasındaki kolaja bakın... ÇILDIRIYORUM! Çok güzel değiller mi🫠🥲

 

Telefonda veya kullandığınız cihaz bilgisayar değil ise ekranınızı yan çevirerek tüm görseli görebilirsiniz. İsimler çıkmaz ise en solda siyah saçlı askeri kıyafet giyen kadın Aylin olmak üzere şöyle gidiyor;

 

Aylin-Yansı-Gece-Aybüke

 

Diğer karakterleri de dilerseniz bir süre sonra koyarım oraya. Çok uzattım, iyi okumalar♥️🐦‍🔥🥀

 

❤️‍🩹

 

 

 

 

15. Bölüm

 

"Tan Vaktine Beş Kala"

1. Kısım

 

Aybüke, 2015

 

Ben gençliğini unutmaya mahkum bırakılmış, yaşken eğrilmiş bir çınardım. En kurak çöllerde bıkmadan, usanmadan açmak için su damlası aramaya ant içmiş bir çiçek; bir günlük yaşamına bütün dünyayı sığdırmaya çalışmış bir kelebek… Ben Aybüke’ydim. Sevgiyi toprak altına gömmüş, umutlarını simsiyah kalemlerle karalamış, benliğinden vazgeçerek vatanı kurtarmaya çalışmış bir Türk evladıydım. Şimdi, kalbimdeki kurak çöllere düşmüş yağmur toprak oluyordu gönlümde. Hayatımda hiçbir zaman açmamış çiçek bugün kalbimde yeşermeye yüz tutuyordu.

 

Bugün günlerden 17 Aralık, 2015. Ben bugün evleniyorum.

 

Dün tarihini yalvar yakar aldığımız nikahıma hazırlanıyordum, göz altlarım mordu. Heyecandan uyumayı geçtim oturmak bile haram olmuştu sanki. Şimdi bir mağazada kabindeydim; denediğim beyaz elbiseye bakıyordum. Günlük bir şeydi, çok bir olayı yoktu ama güzeldi. Dizlerimin üstünde bitiyordu, kaban giysem kapanacak boyutta olan, kollarındaki tülde minik incilerle süslenmiş bir elbiseydi. Hazırlanmak için çok bir vaktim yoktu, hızlıca sırt çantamdaki tek tük aldığım malzemelerle göz altlarımı kapadım, tarakla saçlarımı taradım. Kendime şöyle bir baktım, hiç fena değildim. Gelinlik giymeyecektim. Oluşabilecek masrafları en aza indirmek, nikahı da gizli tutmak ilk hedefimizdi. Yani, Onur her ne kadar ısrar etmiş olsa da gelinliğe ihtiyaç duymuyordum. Eğer isteseydim kenarda duran bütün parasını harcayacağını biliyordum ama eğitim kıyafetimle bile gitsem güzel hissetmemi sağlıyordu. İşte bu nadirdi, hayatımda da ilkti. Kendine olan saygısı bile adamların pabuçlarıyla ezilmeye çalışılmış olan ben şimdi aynadaki yansımama gözlerimi kaçırmadan bakabiliyordum; bir adam beni böyle güzel sevmişti işte.

 

Saçlarım şansıma dalgalıydı ama çok boştu. İçimdeki kız çocuğu ilk defa süslenmek, güzel olmak istemişti bu kadar. Kafamı perdeden çıkardım, küçük dükkanda duran elemana seslendim, “Pardon! Rica etsem bir bakabilir misiniz?”

 

“Buyur güzel kızım.” Gözlükleri burnunda tatlı bir kadındı.

 

“Saçıma takabileceğim minik bir toka var mıdır acaba? Kollarımdaki incilerle uyuşan belki?”

 

Kadın sıcak bir tebessümle beklememi söyledi, döndüğünde benden izin alarak saçımın bir tutamına incili bir toka taktı. Kendime baktım aynadan, bir an tanıyamadım. Elleri yıllarca yaralarından dolayı kanlı kalmış, kıyafetleri eğitim kıyafetlerinden ibaret olmuş, kaşları hep çatık dolaşmış ben şimdi bembeyaz bir elbisenin içinde, ayağımda postallarımla duruyordum.

 

Şaka maka gelin olmuş gidiyordum.

 

Telefonum bildirim sesiyle titreşti. Bir kalp vardı adında.

 

Sevgilimmmm (4 m ile yazdım bak), hazır mısın? Akademiden çıkıyorum ben salmadı koç. Couldn’t say(söyleyemedim) nikahım var hocam çıkmam lazım :D

 

“Salak ya.” Kendi kendime aptal aptal güldüm. Hala Türkçe’si arada yetersiz kalıyordu. Bir saate kadar yetişmemiz gereken bir nikah vardı hem de herkesten ve her şeyden gizli.

 

“Güzel kızım, sen böyle aklandın paklandın. Özel değilse, nereye böyle?” Kadın minicik boyuyla bana bakmış gülümsüyordu. Normalde susardım ama gülüşü kalbime seslendi adeta.

 

“Nikahım var teyze.” Kadın şaşırdı, gülümsedi.

 

“Gizli mi evleniyorsunuz yoksa?” Güldüm, zaten mezuniyetimden itibaren bütün hayatım sırlarla dolu olacaktı, erkenden başlamıştık işte.

 

İlk defa çiğnediğim bir kural. Hem de tamamen kendim için, bizim için.

 

Evet manasında başımı salladım, eşyalarımı ve az önce giydiğim sivil kıyafetlerimi yeniden çantama tıktım. “Teyzem borcum ne kadardı?” Kadın birden geri çekildi.

 

“Ay yok kızım! Olur mu öyle şey, benim hediyem olsun. Hadi, hadi git geç kalma sevdana.”

 

“Teyz-“

 

“Şş, şş! Sakın, hadi. Hadi git.”

 

Bir an durdum. Şu an yanımda ne kardeşlerim, ne de anam babam vardı. Ailem yoktu, geride kalmışlardı. Tektim, potansiyel bir silahtım, akademik bir dehaydım; ama hiç sevilen bir kız çocuğı olmamıştım. Ailem dedikleriniz size arkasını dönerken kuytu köşeden çıkan yabancılar size açabiliyorlardı kollarını.

 

“Kızım söyle bakayım bir ihtiyacınız, eksiğiniz gediğiniz var mı?”

 

“Allah razı olsun teyzem. Her şeyimiz tam.” Kadının nedense gözleri dolmuştu.

 

“Sen bu oğlanı çok seviyorsun belli. Dükkana girdiğinde yüzünde renk yoktu, mesaj geldi, gözlerine ışık geldi.” Güldüm, seviyordum bu oğlanı, doğruydu.

 

“En azından yarısını ödeseydim.” Ne desem de ikna edemedim. Tekrar aynaya döndüm. Ben, Aybüke Akman, birazdan Aybüke Coleman’dım.

 

Kadın bana sarılınca geri durmadım, duraksasam da tek kolumu ona sardım. Kabanımı da üstüme geçirdikten sonra kapüşonumu saçlarımı bozmadan takmaya çalıştım. Sırt çantamı da omzuna takarken kadın bir soru daha sordu, “Böyle mi gideceksin kızım?” Başımı salladım. Yavaş yavaş koşmaya başlarken konuştum, sonrasında gelip yeniden teşekkür edecek, gerekise hediye verecektim.

 

“Çok teşekkür ederim teyze. Allah razı olsun, yarım saatim kaldı! Geleceğim yine!” Dükkandan çıkmış koşuyordum ayağımdaki postallarla. Kim bilir nasıl salak salak gülümsüyordum şimdi.

 

Belediye binasının önüne geldiğimde blazer takımı giymiş bir adam gördüm. Müstakbel eşim.

 

Biraz uzakta durdum, saçımı kapüşonun altından düzeltirken ona doğru yürüdüm. Beni gördüğünde merakla bana döndü, üzerimdeki siyah kabana baktı.

 

Onu bina içine doğru çektim, gelin için ayrılmış olan odaya geldiğimizde yavaşça şapkamı kaldırdım; saçımdaki inciyi görmesiyle kaşları havalandı. Montumu da çıkardım, şimdi hazırdım. Boy aynasına döndüm, hemen arkamda durmuş bana bakıyordu. Şaşkınlığı sevince dönüştü, saçımı bozmamak için yana iteledi, belimden sarıldı. Aynaya bakarken bizi gördüm; ilk defa bu kadar mutluyduk belki de. Ne de olsa herkesin ‘hayır’ına kocaman bir çığlıkla evet diyecek iki deli aşıktık.

 

“Çok güzelsin…”

 

“Siz de fena değilsiniz, beyefendi.” Sırıttı, yanağımdan öptü. Bize bakmaya doyamadım, şu anı kaydetmek, ömrüm boyunca burada kalmak istedim. Cebindeki telefona uzandım, fotoğrafımızı çektim.

 

Elini tutmam için uzattı, “Hazır mısın?”

 

Elini nasır tutmuş ellerimle sıkıca sardım, hazırdım. Kol kola yürüdük bomboş olan salona. Girdiğimde orada oturan ve burada çalıştığı belli olan iki şahit duruyordu, Onur ayarlamış olmalıydı diye düşündüm.

 

Beni yavaşça sandalyeme oturttu ve hemen yanıma geçti.

 

“Gelin ve damadımız da geldiğine göre nikah akdine başlayabiliriz.”

 

Oturmuyor olsaydım onca bedensel denge eğitimine rağmen düşerdim. Hem de ilk defa şiddetten değil, heyecandan.

 

“Gelin hanım, adınız soyadınız?”

 

“Aybüke Akman.”

 

“Damat bey, adınız soyadınız?”

 

Bir an cevap gelmeyince bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim, alık alık bakıyordu. Güldüm. “Onur, adın adın!”

 

Oh yeah um, Onur Atlas Coleman.” Şanlıurfalı bir Türk kızı olarak yanımda oturan İngilize gülmeden duramadım. Tuhaf bir ikiliydik.

 

Nikah memuru da gülmüştü bu haline. Daha sonra şahitlerin isimleri alındı, kalbim göğsüme sığmıyordu.

 

“Evlenme isteğinizi beyan ettiniz. Beyanlarınıza ve evlenmek için ibraz etmiş olduğunuz belgelere göre evlenmeye engel halinizin olmadığı anlaşılmıştır. Bir kere daha sayın şahitler ve bizlerin huzurunda söyleyiniz.”

 

Çok geçmeden o soru geldi.

 

“Sayın Aybüke Akman, hiç kimsenin baskısı altında kalmadan özgür iradenizle ve kendi arzunuzla hastalıkta sağlıkta, iyi günde kötü günde, sayın Onur Atlas Coleman’ı eş olarak kabul ediyor musunuz?”

 

Son bir kez daha sevgilim olan adama baktım. Ben, Aybüke. Bütün hayatımı bir evet ile yeniden yazmaya karar kıldım.

 

“Evet!”

 

 

 

 

 

 

 

Ankara’da Milli İstihbarat’a ait özel hastanede yatıyordu yaralı kadın. Gözleri kapalı, nabzı düşüktü. Kocaman bir odada, tek başına uyuyordu. O kadın Aybüke’ydi; saatler öncesinde bir bombalı saldırıda ağır yaralanan Aybüke.

 

Hızlıca Ankara’ya getirilmiş, ameliyata alınmıştı. Vücudunda ağır yanık ve yaralar vardı. Hala hayata tutunuyor oluşu bir mucizeydi. Herkesin demeye alıştığı gibi; o güçlüydü, kolay kolay pes etmezdi. Hayat onu sert savurmuş, en hoyrat tufanlara hazırlamıştı.

 

Şehrin ışıklarının uzaktan görüldüğü boş bir arazideydi hastane, Kale dedikleri MİT binasının yanında. Cihaz sesi, kapı dışından gelen adım sesleri dışında hiçbir şey yoktu duyulan.

 

Hastanenin en üst katında ücra bir odaya alınmıştı Aybüke. Gece saat iki civarındaydı. Doktorlar dışında pek kişi yoktu; genç bir adam hariç.

 

Atlas, hızlı ve sessiz adımlarla yangın merdivenlerinden en üst kata çıkıyordu.

 

Üzerine geçirdiği siyah kapüşonlu ve şapka ile yüzünü kameraların görebileceği her açıdan kapatmış, görev merkezinden herkesten habersiz çıkmıştı. MİT başkanı da dahil olmak üzere onun burada olmasına izin vermezlerdi, biliyordu bunu.

 

İkişer üçer atladı basamakları, adım sesi dahi yoktu. Gölge misali yürüdü koridorlardan. Çok geçmeden aradığı odaya ulaştı.

 

298 No’lu Oda

 

İzinsiz Girilmesi Yasaktır.

 

Kapıyı sessizce araladı, oradaydı kadın; beyaz sedyeye uzanmış uyuyordu. Kahverengi saçları beyaza tezat yastığa yayılmıştı, elleri serum girişleriyle doluydu. Yüzü başta olmak üzere hastane önlüğünün kapatmadığı yerler çizik ve yaralardan ibaretti. Ona kırmızı yakışırdı ama böyle değil.

 

Atlas odanın içerisine doğru ilerlerken yavaşça kapüşonunu açtı, sandalyelerden birini yatağın yanına çekti; şapkasını çıkarıp komodine yerleştirdi. Atlas, kıdemli bir ajandı, belki de Elmas Operasyonu için bir kilitti: Fakat bu odada sadece Onur’du. Hataları kalbine saplanmış, en ağır fedakarlıklara göğüs germiş, yarım kalmış Onur.

 

Diğer bir yarısı yatakta bilinçsiz yatan Onur.

 

Zamanın onun için 2016’da durduğu Onur.

 

“Başkanım.” Mırıldandı, sanki yanında duran kadın onu dinliyormuş gibi konuştu. “Sizi böyle görmek hiç yakışmadı.” Hafifçe güldü bu dediğine. Dirseklerini dizlerine yasladı, esmer kadının gül yüzüne odaklandı.

 

“Aybüke.” Yıllar olgunluk getirmişti ikisine de. Ne büyük bir acıydı bu böyle, kadere inat sökmek istedikleri düğümlere bağlanmıştı ikisinin de hayatı. İkisi de ayrılmak isterken bağlanmıştı bir gemici düğümüyle.

 

Sekiz dokuz sene evvel canlı gördüğü teni solmuştu; göz altları daha mor, saçlarının kahvesi daha soluktu.

 

Gül, aynı güldü. Saklanmak için bir defter arasına konmuş kıpkırmızı bir gül gibi; korunmak için solmuştu.

 

“Şu an benim varlığımı hissetseydin çok büyük ihtimalle şu kablolarla boğardın beni.” Acı bir tebessüm etti.

 

“Keşke hissetseydin Aybüke, beni ellerinle boğmana bile razıydım.”

 

Yatakta duran ele uzanmaya çekindi; o eli tutmaya hakkı var mıydı bilmiyordu. Yıllar öncesinin yükü hala sırtında ona bir zindanı yaşatıyordu. O, bu zindanla yaşayacağını anladığı günden bu yana acısını haylazlıkla, çapkınlıkla, neşeyle veyahut şakayla kapatmaya çalışmıştı: Buna zorunda bırakılmıştı. Bunu bilmezdi Aybüke.

 

“Hava çok soğuk, keşke kar yağsa. Sen seversin.”

 

Durdu. Cevap olmasa da o konuşmaya devam etti.

 

“Şunca zaman sonra ben olarak karşındayım, bir sürü söyleyeceğim olur sanırdım; söyleyecek tek bir mantıklı cümlem yokmuş.”

 

Kadının elindeki derin izi gördü. Yüzünde anlamsız bir tebessüm belirdi.

 

“Akademiye ilk girdiğinde şöyle bir yaram olsun diye dört dönüyordun. Tebrik ederim, nur topu gibi bir izin kalmış.”

 

“Kalk şu yataktan Aybüke, bağır çağır. Beni döv, bana sinirlen, ceza ver. Sadece… ne olursun kalk. Ağzıma sıç, gıkım çıkmayacak.”

 

Bir süre daha sessizlik hakim oldu odaya, karşısındaki kadına uzun bir süre baktı Atlas. Uyanık olduğu zaman ona bu kadar bakmasına hayatta izin vermezdi.

 

“Çok özür dilerim, Zümrüdüanka. Yemin ederim bilerek yapmadım. Bir gün gelecek, öğreneceksin. Rabbime tek duam, o güne ikimizin de sağlam çıkması. O günden sonra senin peşini bırakırsam al tetiği vur çek.”

 

Birden yüzü ekşidi. “Çok keko oldu ama… anladın sen beni.” Kıkırdadı, sanki kadın onu dinliyormuş gibi konuştu. Geleli bir saat olmuştu, şimdi saat gece üçtü.

 

Gece boyu kaldı, konuşmadı. Konuşacak, anlatacak pek bir şeyi yoktu; oysa bir daha görüşsek susmam herhalde demişti kendisine. Yalanmış. Hayatta en çok konuşmak istedikleri karşısında kelamsız kalıyormuş insan.

 

Tan vakti yaklaşıyordu, şafak sökmek üzereydi. Atlas uyumamış, gizlice sıvıştığı odada yatan kadını izlemişti. Sekiz sene boyunca şu yüzden nasıl ayrı kalabilmişti bilmiyordu. Bir daha böyle bir fedakarlık yapması gerekse artık yapamazdı, işte bunu biliyordu.

 

O denli bir vazgeçiş ancak damarlarında deli kan akarken olurdu; hayatın gerçekleriyle dövülmüş bir adamın kalbi bir daha buna el vermezdi.

 

Odanın kapısı açıldı, odaya iki üç adam birden girdi. Saat sabah yediye gelmişti. Atlas, şiş gözleriyle oturduğu yerden kalktı, fark etmeden ağlamıştı. Gözleri kızarık, saçları dağınıktı. Yatakta hasta yatan kadından pek de bir farkı kalmamıştı.

 

İçeriye giren takım elbiseli adam Atlas’ı görmesiyle duraksadı, yüzünü şaşkın bir ifade esir aldı. Daha sonrasında çatık iki kaş çıktı ortaya.

 

“Onur Atlas” dedi adam tok sesiyle. Yanında iki adam daha vardı; hemen ardında duruyorlardı.

 

Atlas yiyeceği azarın farkında olarak cesaretle konuştu, “Başkanım.” Karşısında duran adam Milli İstihbarat Teşkilatı başkanıydı.

 

“Ne işin var burada?” Atlas cevap vermedi, karşısındaki adamın cevabı net olarak bildiğini biliyordu. Yalana gerek yoktu. Adam bir süre Atlas’a baktı.

 

“Bizi yalnız bırakın, odaya da kimse girmesin.” dedi arkasında bekleyen adamlara; o saniye odada yalnızca Aybüke, Atlas ve başkanları Mustafa kalmıştı.

 

Atlas ayakta dikiliyor, yürekle bakıyordu adamın gözlerine.

 

“Ne işin var burada dedim sana.”

 

“Bence cevabı biliyorsunuz, başkanım.” dedi Atlas sakin bir tonla.

 

O saniyede Mustafa başkanlığını, Atlas da ajanlığını bir kenara koydu; şu an Aybüke’nin iyiliğini istemiş iki adam olarak konuşuyorlardı.

 

Aybüke, Şanlıurfalı bir ailede büyümüştü. On altı yaşına kadar çeşitli zorluklarla büyümüş, birçok kültürel ve dini baskının altında gelişmişti. Babası, itibarına önem veren ağalardan biriydi; aşırı zengin değillerdi ama Aybüke hep ruhu boş bir çocuk olarak büyümüştü. On altı yaşının sonlarına doğru evinden kaçmak zorunda bırakılmış, hayatını yaşamak istemiş bir çocuktu. Liseden aldırmıştı babası onu; bir ağaya gelin verecekken son dakika cebinde beş parasız kaçak bindiği ilk otobüsle İstanbul’a gelmişti. Onu, öylesine bir sokakta görev esnasında bulmuş olan bu adam -Mustafa- yetiştirmişti, hem de bir asker olarak. O yüzden şu genç yaşına inat çok yetenekli bir diplomat olarak çıkmıştı fakülteden.

 

“Onur Atlas.” dedi Mustafa. “Sakın.”

 

“Merak etmeyin, eğer öyle bir şey isteseydim bilinci açıkken gelirdim, başkanım.”

 

“Onu unutmanı söylemiştim. Benim için değil, onun için! Seni göreve aldığıma pişman etme.”

 

Sustu Atlas, cevap vermedi.

 

“Bir daha görev dışı saatlerde onun yanında bulunmayacaksın, bu operasyon bittiğinde de başka bir yerde görev yapıyor olacaksın. Bunu unutma; sekiz yıl nerede saklandıysan oraya döneceksin.”

 

Yine sustu, konuşmadı.

 

“Onun için de endişelenme, gerek yok. Kalkacak. Gidebilirsin.”

 

Bu son damlaydı; bu adam istediği kadar Atlas’a hakaret edebilir, kızabilirdi. Fakat Aybüke hakkında endişelenmemesi gerektiğini söyleyemezdi.

 

“Şu an o yatakta yatan; endişelenme, kalkar, git dediğin kadın benim karım!”

 

“Eski karın!”

 

Sesleri yükselmişti, Atlas yine yatan kadına döndü, uyanmamıştı.

 

“Nasıl boşandığımızı biliyorsun.”

 

Bir kağıt parçasına atılmış küçük bir karalamayla boşanmak belki de yalandan aşıklar için mümkündü, evet. Onlar, isimlerinin üstünü dahi karalamış olsalar da kesememişlerdi bu bağı. İçten içe biliyorlardı bunu.

 

Dini nikahlarını bozmaya güçleri yetmemiş, üç kez bir kelimeyi söylemeye ikisinin de dili varmamıştı. Bu bağın üstü sekiz senede tozlanmıştı sadece.

 

“Senin yüzünden.” diye devam etti Atlas. İçinde birikmiş olan kederi sekiz sene sonra burada çıkarmayacaktı, her şeyin bir vakti vardı elbet.

 

Adam aynı kırgınlık ve öfke ile bakıyordu genç adama. “Bu neyi değiştirir? Boşanma sebebini unutma Onur Atlas. Onun iyiliği için yaptığımı biliyorsun. Sekiz sene sonra… berbat etme.”

 

Gözlerinde birikmişti yaşlar; tutuyordu. Bu adamın önünde ağlamayacaktı, kinaye ile gülümsedi. “Haklısın.”

 

Komodindeki şapkayı kafasına geçirdi, kapüşonunu taktı, kapıya doğru ilerlerken adamın kulağına yanaştı. “Ama madem manevi kızım dediğin kadını gerçekten umursuyorsun, onun için endişelenme dediğin kadına bir silahmış gibi davranmayı bırak. Ben mahvetmeyeceğim; ama sen de şurada yatan kadının nasıl bu hale geldiğini unutma. Neden bu genç yaşta bu kadar iyi olduğunu unutma, sana yaranmak için nelerden vazgeçtiğini unutma, bugüne ulaşabilmek için neleri ve kimleri geride bıraktığını unutma.” Gidecek iken yine duraksadı. “En önemlisi de, o kadının kırılmış bir kız çocuğu olduğunu unutma. Ben mahvetmeyeceğim; onu artık üzmeyeceğim ama sen de karşındakinin insan olduğunu unutma. Eğer o çocuğu unutursan, artık karşında beni bulursun. Unutma, o sekiz senede ben de büyüdüm, başkanım.”

 

Odadan seri adımlarla çıktı. Geride hasta yatağında yatan kadın, acılar, kafese tıkılmış anılar, zincirlenmiş duygular ve ona yorgun gözleriyle bakan bir adam kalmıştı. Bu kadar kalabalığın içinde yalnızdı Aybüke, diğer yarım dediği adam gittiğinden bu yana da bu kadar kalabalıkta hep tek başına kalmıştı. Şu an olduğu gibi.

 

 

 

“Çağatay!” Atlas, üzerinde günlük kıyafetleri ile girdi operasyon üssüne. Herkes Ankara’daydı. Tim, Suriye’den kurtarılan yüzbaşı ile dönmüştü. Bakanlığa teslim etmeden önce yüzbaşı ile konuşmak istiyordu Aybüke, bunu onun yerine Atlas ve diğerleri yapacaktı.

 

“Odadalar.” dedi Çağatay. Atlas, time özel ayrılmış olan salon tarzı odaya ilerledi. Girdiğinde yüzbaşı tekli koltukta oturuyordu, hemen yanı başında ise Ethem, Ali, Oğuz ve Hakan vardı.

 

“Yüzbaşım, hoşgeldiniz. Geçmiş olsun.”

 

Baş selamı verdi yüzbaşı. Bu adamlar onun için aynı yola baş koymuş adamlardı ne de olsa, her biri vatan uğruna canını riske atmaya ant içmiş kahramanlardı.

 

“Tedaviniz in iyi geçtiğini umuyorum. Sizin için de uygunsa…” Başıyla onayladı yüzbaşı, sorgu için hazırdı. Yaraları az da olsa hafiflemiş, konuşmasına olanak sağlayacak duruma gelmişlerdi.

 

Atlas karşısında duran tekli koltuğa oturdu, elindeki dosyaları bıraktı. O sırada içeri Aylin de girdi, Ethem’in yaslandığı koltuğa oturdu.

 

“Görev yerinize doğru ilerlerken etkisiz hale getirilmiş İHA’lar tarafından bombalı bir saldırıya uğradınız. Timinizden hayatta kalan tek kişi sizsiniz. Sizleri peofesyonel test öncesinde dinlemek istedik.”

 

Sessizlik hüküm sürdü; söz konusu sekiz şehitti. Acısı hala dinmemiş olan sekiz Türk evladı.

 

“Buna şans mı demeli yoksa ceza mı, inan bilmiyorum…”

 

“Başımız sağolsun.”

 

“Vatan sağolsun.” Hep bir ağızdan çıktı bu iki kelam. Her şeyi anlatmaya yeterdi.

 

“Kaçırıldığınız andan itibaren ne hatırlıyorsunuz?”

 

Yüzbaşının durgun bakışları beyaz duvarda, halıda, tavandaydı…

 

“Bomba patladığı anda gitti bilincim, tek tük sürüklendiğimi anımsıyorum. Asıl kendime geldiğim zaman bir evdeydim. Camlar vardı naylonlarla kaplanmış, etrfaı bomboş bir arazi gibiydi. Sonra konuşmam için işkence ettiler; aynı hikaye yani. Sonra mağarada kaldım, yine işkence. Aynı.”

 

“Sizden ne hakkında konuşmanızı istediler?”

 

Düşündü yüzbaşı, “Genel TSK.. ama onun dışında benim istesem de bilemeyeceğim bir şey sordular. İHA verileri, Suriye’de Türk mühendislerin yerleştirdiği radyasyon temelli sensörler falan… tam hatırlamıyorum, genelde dayaktan bilincim kaymış oluyordu.”

 

“Hep böyle teknik bilgiler için mi bilgi satmanı istediler?” diye sordu Oğuz.

 

“Çoğunlukla.”

 

“O zaman bunlar sandığımız adamlar değil.” dedi Oğuz, yüzbaşı ona merakla baktı. Oğuz konuştu.

 

“Sizi kaçıran terör örgütü mensuplarının bu örgüte dahil oldupunu sanıyorduk. Kıyafetleri, armaları falan gibi detaylar hep buna işaret etmişti ama bunlar sizin dediğiniz bilgileri isteyecek adamlar değil.”

 

Anka Timindeki herkes birbirine anlamışçasına baktı; başka bir örgütün kılığına girerek bu işi kimin yaptığını çok iyi biliyorlardı.

 

“Ben.. anlamadım?” Yüzbaşı tek kaşı kalkıkken baktı.

 

“Detay veremeyiz ancak suikastı düzenlemiş olan şerefsizler sandığınız terör örgütüne dahil değil.”

 

“Karalama mı?” diye sordu yüzbaşı.

 

“Evet.”

 

“Kim?”

 

“Maalesef, gizli tutuluyor.”

 

Atlas belgeleri topladı; önceden ulaştıkları saha analizlerinden bu sonuxa ulaşmışlardı fakat teyit etmek istemişti Aybüke. Onun yerine timi yaptı.

 

“Ben ne zaman döneceğim Tunceli’ye?” diye sordu yüzbaşı.

 

“Sizleri, Ankara’da biraz daha misafir edecekler diye biliyoruz fakat daha detaylı Mustafa başkanımızdan öğrenebilirsiniz.”

 

Peki dedi yüzbaşı, en değerli bilgiler ondaydı. Gözlemlerinden çok değerli bir istihbarat çıkabilirdi, Ankara mutlaka bunu iyi değerlendirecekti.

 

“Biraz istirahat edin yüzbaşım. Geçmiş olsun.” Yüzbaşıya eşlik etti Atlas, birkaç kişi daha onlarla odadan ayrıldı. Ethem, yaslandığı koltuktan Aylin’e baktı, operasyon sonrası görememişti onu, özlemişti.

 

Herkes odadan çıkarken başıyla işaret yaptı kadına, Aylin görmedi. Biraz daha salladı başını, göz kırptı, görmesini sağlamak istedi, görmedi.

 

“Komutanım, ne yapıyorsunuz?” diye sordu arkasında duran Ali, Ethem bu sesle bocaladı. Bozuntuya vermemeye çalışsa da Aylin sağolsun Aliş’in karşısında bir şizofren gibi gözükmüştü.

 

Ey aşk, sen nelere kadirsin.

 

“Hiiç, öyle kafamı oynatıyorum Ali’ciğim. Malım ben, şizofren tanısı koyacaklardı belge kaçırdım.”

 

Ali alık alık baktı.

 

“Git Ali. Hadi oğlum, deh. Hakan’la güreşçilik falan oynayın, hadi.”

 

Olayı kavrayamamış olacaktı ki başını olmaz manasında salladı Ali. “Yok komutanım, valla özledim burayı, sizinle de görüşemedik. Bera-“

 

“Lan!” Yükseldi Ethem, birkaç göz onlara dönünce boğazını temizledi, Ali ile sessizce konuşmaya devam etti, “Defol lan, valla söylerim Hakan’a bir daha acımaz sana, fukara sümüğü gibi kalırsın minderde. Hoşt!”

 

“Ayıp ediyorsunuz Ethem komutanı-“

 

“Lan!” Hafif bir silke geçirdi Ali’nin ensesine, onlar orada cebelleşe dursun sonunda Ethem’e bakmıştı Aylin. Göz kontağı kurulduğu gibi başıyla son on beş dakikadır vermek istediği mesajı verdi.

 

“Komutanım gideceğim valla, bırakın.” Ethem gözlerini zor da olsa Aylin’den çekti, ensesini tuttuğu, iki büklüm olmuş çocuğa baktı. Ensesini bıraktı, Ali de anında çıktı.

 

Şimdi Aylin kafasıyla işaret veriyordu.

 

‘Oraya gitmemize gerek yok, burası boşaldı zaten.’

 

‘Gitseydik..”

 

‘Yok, burası iyi. Hem, kalabalıktır çatı şimdi.’

 

‘Ya değil- yalnız mı kalmamız lazım? Yalnız kalmamızı gerektiren şeyler mi yapacağız?’

 

‘Ya! Ethem! Cıvıma, hayır tabiki.’

 

‘Ya..”

 

‘Ethem!’

 

 

Sinirinden güldü Aylin, başını iki yana salladı. Nasıl olduysa şimdi odanın iki ucundan baş ve gözleriyle konuşuyorlardı. Ali bunu gördü, gram bir şey anlamadı ama komutanının aşkını da sorgulamadı. Büyük adamdı, rol modeldi; aşık olursa o da gerekirse bıkmadan usanmadan üç yıl sevdiğinin peşinden koşacak, sevdasını elleriyle koruyacaktı. Kapı eşiğinden bakmaya devam ederken öte yandan yüzbaşıyı gönderme merasimi devam ediyordu.

 

“Aliş! Sahada pasif kaldığını duydum.” dedi Hakan arkasından. “Gel seni bir ölçeyim ben..”

 

“Aşkolsun komutanım, haberi kimden aldıysanız yanlış anlatmış.” Hafifçe sırıttı Hakan, biliyordu: Ali yaşına göre cengaver bir ajandı. Tozu dumana katardı. Omzuna attığı eliyle onlar başta olmak üzere herkes artık odayı terk etti. Aylin ve Ethem yalnız kalmıştı.

 

Ethem koltukta yayılmış olan kadının yanına yanaştı, o da oturdu. Sevdiği adamı kollarıyla sardı Aylin, uzanırken beline sarıldı. İkili koltukta gerinerek sarılmış, uzanıyorlardı. Beline sarılmış olan kadını kafasından öptü, sarıldı. Operasyon boyunca görememişti. Özlemişti, hem de çok.

 

“Duydum ki sahaların tozunu attırmışsın.” Kadının saçlarını sevdi koca parmaklarıyla.

 

Gülümsedi Aylin, “Uzun zaman olmuştu sahaya çıkmayalı. Özlemişim.” diye cevapladı kadın.

 

Ethem de gülümsedi. “Ey Allah’ım..” Tavana baktı dua edercesine, “Adam öldürmeyi özleyen bir sevdiğim var.”

 

Yattığı yerden adamın yüzünü göremiyordu ama hafifçe bir silke geçirdi göğsüne.

 

Bir süre konuşmadılar, sadece dinlendiler.

 

“Aylin?” diye sessizce mırıldandı Ethem bir süre sonra.

 

“Hm.”

 

Kafasını göğsüne koymuş olan kadına baktı, “Hani operasyon da bitti ya..”

 

Devam etmesini söyleyen bir mırıltı çıkardı Aylin.

 

“Biz ne yapsak, sözlensek mi artık?” Aylin’in kapattığı gözleri faltaşı gibi açıldı.

Söz

 

Evlenme teklifi

 

Evlilik

 

Yaslandığı yerde dikleşti, “Söz mü?”

 

Ethem aniden doğrulan kadına bakarken baş salladı, her şey tam yapılmış olarak evlenmek istiyordu sevdasıyla.

 

“Söz yapacak mıyız ki?”

 

“Neden yapmayalım? İstemiyorsan yapmayız tabi.”

 

“Yok! İstemediğimden değil, isterim de… ne bileyim.”

 

Aylin’in yüzüne gelen saçlarını kulak arkasına geçirdi, yanağını eliyle okşadı.

 

“Neyden çekiniyorsun fıstığım? Söyle. Açık ol bana.”

 

“Ben ailenle hiç tanışmadım.” Sert karakterinin aksine ürkek bir kedi gibi mırıldanıyordu.

 

“Ben seni onlara anlattım.”

 

“Ben de seni anlattım ama anlatmakla olmaz ki…”

 

Üzerinde atamadığı yorgunlukla gülümsedi Ethem.

 

“Ben seni öyle bir anlattım ki, sanki benimle Karadeniz’deymişsin gibiydi, gibiydi de… sen neden şimdi taktın ki kafana?”

 

“Ya beni.. Neyse ya, boşver. Yok bir şey.” Tekrar adamın göğsüne sarıldı ama bu sefer Ethem meraklanmıştı. Kadını nazikçe kollarından tutarak az önceki dik konuma getirdi, Aylin yüzüne bakmadı.

 

“Yüzüme bak fıstığım.” Kadının çenesinden tutarak gözlerini kenetledi. “Ne oldu?”

 

Yüzündeki ciddiyetin yerini masum bir hüzün aldı.

 

“Ya beni sevmezlerse?” Ethem bocaladı, beklemiyordu. Aylin’i ailesine anlatmıştı ama tam olarak tanıştırmaya fırsatı olmamıştı. Şu ana kadar da Aylin’in böyle bir konuda endişe duyuyor olabileceğini tahmin etmemişti. Durdu, bir süre okşadığı yüze baktı. Verdiği tepkiyi o da kendinden beklememişti; kahkaha atıyordu adam.

 

Aylin kendi endişesine nazaran hayvanca gülen adama baktı, bükülmüş kaşları yeniden çatıldı. Bu sefer yumuşak değil sert bir tokat geçirdi karnına, “Ethem! Gülmesene!” Durduramadı kendini Ethem.

 

“Neye güldün bu kadar ya! Ya evlenmiyorum lan, git kendinle kıy nikahını falan. Götüne yakarsın kınayı.” Aylin oturduğu yerden kalkarken iki güçlü kol tarafından tutuldu, koltuğa çekildi. “Bırak! Bıraksana öküz!” Debelense de güçlü kollardan kurtulamadı.

 

Ethem iki kolunu da sevdiği kadına sıkıca sardı, başından, yanağından, burnundan öptü.

 

“Sevgilim…” dedi yumuşak sesiyle, “Müstakbel eşim.”

 

“Aynen, sen sıç sonra sıva.”

 

Yine gülümsedi Ethem, “Benim ailem seni sever, çok sever hem de. Seni sevmeyecekler de kimi sevecekler?”

 

“Nerden biliyorsun?”

 

“Çünkü ben seni çok seviyorum. Yetmez mi?”

 

Sinirli ifadesi çarpık bir gülüşe evrildi Aylin’in, “Yeter.”

 

“Hem zaten… senin işinin başındaki halini görseler komutanım derler. Öyle bir kadınsın yani, hani bilmiyorsan…”

 

Güldü Aylin, aynı anda yine bir silke geçirdi Ethem’in koluna.

 

“Annem serttir demiştin.” dedi Aylin.

 

“Hee, doğru valla. Bak onu unuttum. Valide sultandan korkulur. Valla zor mor ama sevdircen artık kendini.”

 

Yine panikle dikleşti Aylin, oysa Ethem şaka yapıyordu. Endişeli ifadesi şakadan ibaretti.

 

“Ya Ethem! Şaka mısın?”

 

Yine güldü Ethem. Bu sefer kendini tutamadı. Aylin de kalktığı gibi iki katı olan adamı dövmeye başladı.

 

“Ya var ya.. seni nikahta masa başında bırakmak var ama!” Her bir kelimesinde başka bir yerine vuruyordu Aylin.

 

“Ya- ya tam-ah! Tamam güzelim valla şaka- ah! Dur kız! Valla şaka ya!”

 

Durmadı Aylin. Ona ciddi konularda şaka yapılmaması gerektiğini çoktan öğrenmiş olması gerekirdi Ethem’in.

 

“Elin de sert ha! Otuz yedi yaşındaki adamı- ah! Dövdün ya vall- valla helal olsun.”

 

Durdu Aylin, dinlendi, “Defol git kimle evlenirsen evlen köpek.” dedi Aylin.

 

“Nasıl kimle? Terk mi ediyorsun beni şu an.”

 

“Hee, aynen! Ondan!” Odadan çıkmaya yelteniyordu kadın. Ethem sırıtarak üstünü başını düzeltti, kapıya doğru yürüyen kadına iki adımda yetişti. Kapı açılacakken kapandı, Ethem Aylin’i kendi ile kapı arasında sıkıştırdı.

 

 

[+16] Bu kısmı atlamak isteyen olursa diye belirtelim...❤️‍🔥🫢

 

“Lan-“ Aylin dibinde eğilmiş ona bakan adama döndü, “Ne yapıyorsun.. hödük müsün Ethem sen?” Dibindeki bu adamdan etkilenmemek elde değildi.

 

Ethem kadının saçını bir eliyle itti, diğer eli kapıya yaslıydı. Kadının yanağından öptü yavaşça, boynuna indi. Huylanıyordu Aylin, çok özlemişti.

 

“Bırakmam seni ben.” Dudakları kadının boynundayken konuştu. “Sen benim efulimsin.”

 

“Neyinim neyinim?”

 

Efulim, sevgilim, sevdiğim, ilk ve sonum, ömrüm…”

 

Eridi Aylin, kaskatı kesilmiş kalbi atmaktan bir hal oldu; heyecandan yoruldu.

 

Ethem gözlerini sevdasına kitledi tekrardan, “Seni benden başka kimse sevmesin zaten, en çok ben, bir tek ben seveyim seni. Yetmez mi?” dedi Ethem. Aylin’in yüreği titredi. Yeterdi, şu koca dünyada yaşamak için bu adam ona yeterdi.

 

“Yeter.” Dibinde duran dudaklarla arasındaki mesafeyi kapatmak için parmak ucuna yükseldi, kaç gündür hasret kaldığı adamı dudaklarından öptü. Ethem boşta kalan kolunu kadının ince beline sardı, diğer bir eli arkalarındaki kapıyı sessizce kitledi.

 

Aylin dudaklarını araladı; öpüşmeleri alev aldı, hoyratlaştı. Onlar hiçbir zaman sakin insanlar olmamışlardı, bu hayatları ve meslekleri için geçerli olduğu kadar ilişkileri için de geçerliydi.

 

Işık da kapandı, sadece odanın mutfak kısmından gelen led ışıkların aydınlığı kaldı odada.

 

Ethem, beline kolunu sardığı kadının kucağına zıplamasını sağladı, Aylin uzun bacaklarını Ethem’in beline sardı. Daha az önce kapının yanında duran kadın şimdi bir masanın üstündeydi. Elleri vücutlarında geziyor, günlerce ayrı kalmış bedenler birbirlerini hatırlıyordu. Aylin’in elleri Ethem’in kazağına ilişti, çıkarması için yukarıya doğru çekti. Ethem mesajı almış, birkaç saniye susadığı dudaklardan ayrılıp kazağını kenara fırlatmıştı. Aylin’in elleri Ethem’in gençliğinden gelişmiş, özel harekatta ise daha da artmış olan karın kaslarında gezindi.

 

Bu sefer Ethem Aylin’in ceketini sıyırdı, üstündeki boğazlı kazağı tek hamlede çıkartıp masaya düşmesine izin verdi; Aylin de siyah atleti ile kaldı. Adamın elleri kadının sırtında birleşti, aşağı doğru ilerledi. Elleri bacaklarını aralarken baldırlarına yerleşti.

 

“Ethem.” diye nefeslendi öptüğü dudaklarda. Ethem konuşmasa da boğazından çıkan sesler yeterli bir cevaptı. Adamın dudakları kadının gerdanını buldu, kokusundan nasiplendi, özlediği tene kavuştu. Tekrar kulak arkasına döndü.

 

“Aylin.. Yanarız.” dedi boğuk bir sesle; oda sımsıcaktı.

 

“Yanalım.” dedi Aylin, başı geri düşmüştü.

 

Gülümsedi Ethem, zor da olsa kadının gözlerine baktı karanlıkta, “Şimdi değil, burada değil. Böyle değil.” Burnundan öptü kadının. Kadın da çocuk misali güldü, sarıldı. Aşk bedenlerini bir kış günü ısıttı. Bir ipliğe bağlı olan hayatlarına aşklarının yükü her gün daha da çok bindi. Aşk her daim vardı artık, Ethem’in önceliği her daim vatandı. Şimdi vatanında bir sevdiği daha vardı.

 

Kollarında sıkıca tuttuğu kadın onun ilki, sonu ve sonsuzu olacaktı.

 

 

Soğuk kış günler üşütürdü bedenleri, ama sıcak bir yaz günü de ısıtmaya yetmezdi Alastan malikanesini.

 

Yusuf Alastan evine dönmüştü.

 

Hoyratça yürüdüğü koridor öfkesiyle titredi, duvarlar dahi gelecek olan kasırgayı sezdi.

 

“Tanju’yu çağırın!”

 

Hızlıca çalışma odasına girdi, bir an durdu. Kurulda yaşanan olaylar karşısında sergilediği sabrı bitmişti. Tan vakti yaklaşmış, karanlığın bir örtü misali sardığı gerçekler kendini göstermeye başlamıştı.

 

“Ab-“

 

“Yazılım bitti mi Tanju!”

 

Gözleri şaşkınlık ve korkuyla açıldı Tanju Coleman’ın. Derin bir şekilde yutkundu.

 

“Ben- biz, sizin getireceğiniz çipi bekliyorduk.”

 

“Yok çip! Unut onu. Bir ay içinde bu yazılım bitecek Tanju. Şirkette toplantı yapacaksın, ben de takip edeceğim. Ben çipteki verilerin işine bakarken sen şirkette yazılımı bitireceksin.”

 

“Çip neden yok?”

 

Boynunu kütletti Yusuf. “Neden yok biliyor musun Tanju… s**tiğimin üyelerinden birisi sözde beni kuruldan düşürmek istemiş.” İğrenç bir ironiyle güldü, “Beni düşürmek istemişler! Beni!” Masadaki eşyalar duvara savruldu, aynalar kırıldı. Öfkeler yansımalara saklandı, aynalar bile dayanamadı. Çatladı, kırıldı, paramparça oldu.

 

“Eğer bunu bitirmezsen Tanju, sadece seni bitirmekle kalmam.”

 

Adamın gözlerine yanaştı, sertçe baktı. Karşısında İngilizlerin sevmediği mavileri vardı, “Hayatının en büyük acısını yaşarken çekersin. Bunun yanında gümlettiğin her bir teslimat mallarını ne yap ne et bul. Gerekirse bunu yaparken öl!”

 

“Şimdi s*ktir git.”

 

Tanju odadan anında ayrıldı, odasına dönmedi. Şirketin yolunu tuttu. Soğuk namlu, ensesine hiç olmadığı kadar sert yaslanmış, bekliyordu. Ve Tanju bununla yaşamayı beceremeyecek kadar korkak bir adamdı.

 

“Nereye?” diye sordu arkasından bir kadın. Kulağına götürdüğü telefonu ile döndü Tanju, ona seslenen kişi Sevim’di. Onun için endişelenmediğinin, sadece içeride konuştuklarını merak ettiği için sorduğundan neredeyse tamamen emindi. Soğuk bir kadındı ama sevmişti.

 

“Ölüme gidiyorum Sevim.” Aynı monotonlukla cevapladı kadının sorusunu. “Ama merak ettiğin şey bu değil sanırım.”

 

Kadın topuklu terlikleri üzerinde yavaşça yanaştı adama, üzerine aceleyle geçirdiği ceketin yakalarını düzeltirken adamın yüzünü kendine yanaştırdı, “Hayır. Ama sen yine de geceye kadar gelmeye bak.”

 

Yoluna döndü Tanju, gecenin bu saatinde tek telefonla herkesi topladı.

 

Şirketin toplantı odası yazılım için görevlendirilmiş olan sekiz yazılımcı ve sekiz korumayla doluydu; her biri için aynı anda çıkmaya hazır olan sekiz kurşun demekti bu.

 

İvedi ile ulaştığı odaya girdi Tanju. Hemen konuya girdi.

 

“İstediğiniz data seti artık yok. Başka bir yol bulun.” Mühendisler şaşkınlık ve endişeyle bakıştı.

 

“Ama müdürüm, onsuz istediğiniz SİHA deaktivasyonunu yapmak imkansız!”

 

Bir elini sertçe masaya vurdu adam, “Ben sana neyin imkansız oldğunu mu sordum! Şimdi ne istiyorsanız isteyin, bana detaylıca nerede olduğunuzu anlatın. Bu program bir aya bitmezse sadece siz değil, şirket, onca aile, hatta belki de ülkede toz dumana karışır.”

 

“Aslında bir yolu daha var.” dedi masanın en ucunda oturan bir çocuk, ensesindeki namluyu bilmesine rağmen rahattı. “Madem çip yok, elimizde tek koz kalır. Ama siz onu bize getirebilir misiniz emin değilim.”

 

Tanju karşısındaki bu cahil cesarete hayranlıkla baktı; uzun zaman sonra böyle aptal bir intihar vakasıyla karşılaşıyordu.

 

“Sen kimsin?”

 

“Mühendis.”

 

“Konuş.”

 

“Madem data set gitti ve madem gücünüzün yeteceğini söylüyorsunuz…” Diğer mühendisler de ne diyeceğini merakla bekliyorlardı, “Bize SİHA’ların güvenlik protokolünü getirin, yazılım bir haftada bitsin.”

 

Kaşları şaşkınlıkla havalandı Tanju’ nun. Bahsettiği protokol devletin en güçlü zihinleriyle korunuyordu. Adını anmak bile cesaret isterdi fakat imkansız değildi. Sadece zordu.

 

Biraz düşündükten sonra konuştu Tanju, “Peki, tamam. Ama eğer onu bile çaldıktan sonra başarısız olursanız ilk önce senden başlarım.”

 

“Siz bunu düşünmekle vakit kaybetmeyin sayın müdürüm, SİHA protokollerini çalarken kullanacağınız plan için bekletin.”

 

“Cesursun. Aptal denecek kadar cesur ve ukala.”

 

“Sizin okullarınızda büyüdüm, yaşken eğen sizdiniz.” Aptal cesaretini sizden öğrendim.

 

Bakışlarını çocuktan çekti, herkeste gezdirdi, “Şimdi anlatmaya başlayın, şu an bu yazılım neler yapabiliyor?”

 

Bir mühendis yansıttığı sunumdan anlatmaya başladı.

 

“Daha bitmedi ama şu anli haliyle sistemine entegre edeceğimiz alandaki hava sensörlerini kandırıp sinyallerini bozabilir. SİHA ve İHA’ların kontrolünü tamamen etkisiz hale getiremese de önceden alınmış olan farklı data setler sayesinde bir nevi körlük yaratabiliyor. Başkanımız Yusuf Alastan’ın özel isteğine göre de işlendiği sisteme bağlanacak olan toprak köklerinden zehirli madde salınımı yapabilme özelliğini ekledik.”

 

Şaşırdı Tanju, “Böyle bir şeyi Yusuf Alastan mı istedi?”

 

“Evet, müdürüm.”

 

Düşündü Tanju, bu program sadece Suriye’ye veyahut benzer üs alanlarına konmakla kalmayacak gibiydi. Yusuf’un Tanju’ya bahsetmediği bir planı olmalıydı.

 

“Ummadık taş baş yarar Yusuf Alastan abimiz..” Mırıldandı. Tekrar onu bekleyen mühendise döndü, “Devam et. İşte şimdi dikkat çekici oldun.”

 


...

Devam edecek...

 

 

Bölüm : 27.12.2024 16:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...