30. Bölüm

“Tan Vaktine Beş Kala” 2. Kısım

Kalopsia
kalopsia

Merhaba☺️

Dün gece uygulamanın güncellemeye girmesi sebebiyle bölümü şimdi atabiliyorum. Yorum ve oylarınız yazmam için beni destekliyor..

İyi okumalar dilerim❤️‍🔥🥀

 

 

15. Bölüm

“Tan Vaktine Beş Kala”
2. Kısım

 

Hastanenin en üst katında, ücra bir köşedeki odaya ilerliyordu Anka timi. Operasyon başkanlarını ancak ziyaret edebiliyorlardı. Herkes dağıldığı yerlerden ancak toplanabilmişti.

Ateş, üzerinde uyarı bulunan kapıyı araladı. Yatağında uzanmış, tabletinden operasyon raporlarını gizliden gizliye inceleyen Aybüke olabildiğince hızlı toparlanmış ve kapıya dönmüştü.

İçeriye sırayla giren Ateş, Aylin, Ethem, Oğuz, Ali, Çağatay, Hakan ve en son Atlas’ı gördü.

“Aybüke Başkan, çok geçmiş olsun.” diye girdi konuya Oğuz. O sırada ayakta yan yana dikilen ajanlarına baktı Aybüke. Hepsinin yüzü ciddi ve asıktı.

“Başkanım, bunları da şöyle bırakıyorum.” Hınzırca komodine yüzlerce çiçekten oluşan buketi bıraktı Ali; komodine bile sığmamış olan yapraklar Aybüke’nin kafasına çarpıyordu.

“Bu ne be?” Ağzına gelen yaprakları tükürdü Aybüke.

“Ben yaptırdım başkanım, şöyle şatafatlı olsun dedim. Nasıl?” Çağatay aralarında en kısa olduğundan arkalarda kaybolmuştu.

“Harika kardeşim, ellerine sağlık. Aybüke’nin ağzından giriyor burnundan çıkışa doğru ilerliyor.” diye bıkkınlıkla konuştu Hakan.

“Aşk olsun Hakan komutanım. Niye öyle dediniz ki şimdi. Siz beğendiniz değil mi Aybüke başkanım?”

Çiçeklerle ters ters bakışırken söylendi, “Bayıldım.”

Ağır ağır koltuğa doğru yürüdü Hakan ve Ethem, oldukları yere çöktüler. Odada kimse yoktu onlardan başka, dinlenebilirlerdi. Aylin de yatağın başına doğru ilerledi, bir ajan olarak değil de bir dost olarak konuştu kadınla.

“Nasılsın? Yanıkların iyi mi?”

Yorgunluğunun esaretinde baş salladı Aybüke, oysa canı yanıyordu. Patlama yüzünden bazı kemikleri kırılmış, vücudunun birçok yeri yanmıştı.

“Beni bırakın da neler oldu, dinliyorum.” diye toparlanmaya çalıştı Aybüke, kahverengi saçları önceki gibi düzenli değil, açık ve dağınıktı.

“Burada rütbeden çıkabilir miyiz?” diye sordu Ethem oturduğu yerden. Aybüke’nın onayından sonra bir abi olarak konuştu, “Bu haldeyken sana iş anlatmayacağız Aybüke.”

“Vazgeçtim, rütbeye geri dön.”

“Aybüke.” dedi Ethem harfleri uzatarak. Yaralı yatan kadın her ne kadar başkanı da olsa aynı zamanda onun kız kardeşiydi.

“Yüzbaşı ne dedi? Konuştunuz değil mi?” diye sordu Aybüke. Elleri bağlı duvara yaslanan Oğuz cevapladı.

“Senin uyanmanı bekleyecektik ama Atlas, ‘Aybüke biz konuşmazsak şiddete başvurabilir’ dediği için konuştuk.”

Aybüke’nin gözleri odanın çıkışına yakın duran adamı buldu, çoktan ona bakıyordu Atlas. Gözlerini ondan çektiğinde konuşan Ethem’di.

“Yüzbaşı çok konuşmadı: İHA verileri, Türk mühendislerin yerleştirdiği sensörleri falan sormuşlar. TSK için de isim falan almak istemişler. Aynı hurafeler. Sen takma kafana. Sen kalkana kadar bizde.”

“Yüzbaşıyı almak istediler mi?”

“Bakanlık şimdilik rapor takibi istedi, hala bizimle yüzbaşı.”

Bir süre kimse konuşmadı, odaya sessizlik hakim oldu. Aybüke’nin yastığını düzeltti Aylin, Oğuz gelen yemeği hazırladı, Ali başkanının kıyafetlerini düzenledi. Atlas ise kapının hemen dibinde, ondan olabildiğince uzakta durdu. Bedeni ve yüzü ondan uzakta, kalbi ve ruhu her daim bu odanın duvarlarındaydı. Bakışları yatağın yanındaki lavabo aynasındaydı: Aybüke’yi gizliden gizliye yansımasından izliyordu. Çenesi ve yanaklarında morarıklıklar yer etmişti. Sanki esmer teninden kan çekilmişti, solgun görünüyordu.

Ali sağı solu karıştırıken eli komodine fırlatılmış olan tablete çarptı, tablet yere düşerken ani bir refleks ile tutmuştu. Tabletten açılmış olan raporlar görünüyordu.

“Ali, getir onu bana.” dedi Ethem. Aybüke durdurmaya çalışsa da çabası boşunaydı.

“Uyumadan çalıştın değil mi?” diye sordu Ethem elindeki tabletten açılmış raporlara bakarken. “Hiç dinlenmedin.”

“Dinlendim, abi.” Şu an konuşan başkan veya komutan değildi; Aybüke ve abisi yerine koyduğu Ethem’di.

Tartışmaları uzayacakken odanın kapısı yeniden aralandı, doktordu gelen. “Merhaba Aybüke hanım, sizlere de merhaba. Nasıl hissediyorsunuz?”

Yattığı yerden bayık bayık baktı Aybüke, “Süper.”

Elinde muayene aleti ile yaklaştı doktor, ayaklarına örtünmüş pikeyi kaldırdı.

“Hissettiğinizde söyleyin lütfen.” Ayak tabanındaki hareketlenmeler arttıkça konuştu. Bazen makina durdu dedi, bazen hala çalışıyor. Ucuz kurtulmuştu bu patlamadan.

“Ne durumda doktor? Ne zaman kalkabilir?” diye sordu Ethem. Atlas da olduğu yerde hafifçe dikleşmişti.

“Ayakları üçüncü derece yanık, savrulmanın etkisiyle cenin pozisyonuna geçmiş gibi duruyor, ayakları da en yakın kısım olmuş. Üstüne basmaması bizler için mühim.”

“Ne kadar basamayacağım?” diye korkuyla sordu Aybüke, olabilecek en hızlı şekilde evine yani iş başına dönmek istiyordu.

“En iyi ihtimalle iki hafta. O da tedavinizi hiç aksatmazsanız.”

Elleriyle başını sıvazladı, kolları da acıyordu. Hissettiği acıyla inlememek için dudağını dişledi.

“Fakat durumunuz iyi seyrederse bir iki güne taburcu edebiliriz. Yürümemek kaydıyla.”

Odadaki herkes bu habere sevinebilirdi, bilenler hariç. Aybüke dilediği gibi taburcu olabilirdi fakat gideceği bir evi veya evinde ona bakacak biri yoktu. Sabahtan akşama işbaşı yapan kadın aynı şekilde odasına koydurttuğu koltukta uyur kalkardı. Aile denen şey hayatında hiç varolmamış iken bir eve ihtiyaç duymamıştı.

Doktora bir baş selamı ile teşekkür etti, o odadan çıkarken gözleri kapı yanında ona bakan yeşilleri buldu. Ethem abileri bilmese de o adam onun yalnızlığını bilirdi.

“Duydun doktoru. Biz de gidelim, daha yormayalım seni. Hadi millet, kalkın.”

Aylin, ikide bir yaprak döken çiçeği kaldırmaya çalışırken sinirle soludu.

“Kim aldı lan bu çiçeği, alacağınız şeye başlayacağım şimdi! Kafam kadar. Ali!”

“Aylin patron valla Çağatay dedi bunu alalım bak buna kadınlar bayılır diye. Yargısız infaz oluyor şu an ama!”

Aylin ve diğer herkes aralarında kaybolmuş analiste döndü, o da şeker çalmış küçük çocuk misali bir tavana bir de yere bakıyordu.

“Çağatay hayatında kaç kadın görmüş de onun sözüne uyuyorsun Allah aşkına ya.” dedi Aylin, derin bir gülüş çıktı Hakan’ın ağzından.

“Ya! Aylin patron ya! Aşk olsun yemin ediyorum yani hakkım yeniyor burada.”

“Sus.”

“Tamam.” Ani parlaması solmuştu Çağatay’ın.

Oğuz arkadaşlarının aksine Ethem’in yerine kurulmuş, Hakan’ın yanında somurtuyordu. Herkes kendi işindeyken kendi dertleriyle anı bozmak istemiyordu. Oğuz, kolunda bir sarsılma hisseder gibi olunca yanındaki adama döndü. Baş hareketleri ve kalkık kaşı yetmişti konuşmaya.

‘Ne oldu, niye somurtuyorsun?’ diye soruyordu Hakan.

“Yok bir şey. Boşver. Hadi kalkalım.”

“Bir şeye ihtiyacın olursa biz Ethem’le Ankara’da kalacağız. Ararsın, yakında tutacağım.” Telefonunu Aybüke’ye doğru sallarken geri geri adım atıyordu Aylin.

Odadan ilk çıkan Atlas idi, ardından diğerleri takip etti. Aybüke yeniden tek kalmıştı. Kocaman pencerelerden şehrin manzarasına baktı, bunca kalabalıkta yeniden tek kalmıştı. Fakat bu sefer bu şehrin en kuytu köşesindeki kız değil, en yükseğindeki diplomattı.

Odadan çıkanlar çıkışa doğru ilerliyordu, en arkada duran Hakan da Oğuz’un ritmine ayak uydurmuş, ona bakıyordu.

“Efendim, Hakan?” diye sordu Oğuz önüne bakmaya devam ederken.

“Sen anlat.”

“Neyi?”

“Ne varsa.”

“Yok bir şey.” Ensesini kaşıdı Oğuz, loş ışıklı koridorlardan geçmeye devam ediyorlardı. Yanlarından geçen hemşire ve hastalar onlara bakmadan duramıyorlardı şayet Çağatay hariç her biri bir seksenin üzerinde ajanlardı. Dikkat çekiyorlardı.

“Oğuz.” Durdu Hakan, kendisiyle beraber yanında yürüyen adamı da durdurdu. “Çok konuşmayı sevmem, var bir şey işte. Anlat, kurtul.”

Oğuz eskisinin aksine yorgun bakıyordu Hakan’a. O da kendisinin farkındaydı. Yormaktan yorulmuştu. Hep yorulmuştu bu hayatta ama en çok sevdiğini dilediğince sevememek yormuştu onu.

Hakan anlamıştı onu, “Biz bir kaçalım o zaman.” diyerek telefondan Ethem’e yazdı. Arkadaşını da kolundan çekerek hastane çıkışına doğru ilerledi, Ankara’da öğrenciyken gittikleri mekana gideceklerdi yeniden.

“Abi, ben merkeze geçiyorum. Aybüke başkanın patlamadan önce aldığı çipi çözmemiz lazım. İyi geceler size.” dedi Çağatay.

“Biz de otele geçelim Aylin’im.” Tamam dedi Aylin, Ali de onlarla gelecekti. “Atlas?” diye seslendi Aylin. Atlas başka bir yöne dönmüş gidiyordu.

“Siz gidin, benim biraz işim var.” demekle yetindi. İstihbarat sadece devlet sırrını saklamak veya sadece düşmanı bulup en kuytu köşede nefesini kesmek değildi. Hayatını ince bir ipin üzerinde kurmuşken en ağır yükleri taşıyabilmek demekti istihbarat. Her birinin yükü birbirinden ağır, birbirinden farklı ve birbirinden saklıydı. Kimse bilmez, yardım edemezdi. Düşman her daim uzakta olmazdı, bazen düşman en derinde insanın bizzat kendisinde saklıydı.

“Dökül.” dedi Hakan sandalyesine kurulmuşken. Geldikleri mekan sade ve bütçe dostu, minik bir yerdi. Öğrencilik zamanı en çok buraya gelmişlerdi. Bu duvarlar onların geçmişine şahit olmuştu, bugününe de olacaktı.

Oğuz yorgunluk çökmüş yüzünü sıvazladı.

“Dilbeste mi?” diye sordu Hakan. Oğuz kafasını ona doğru çevirdi. “Dilbeste.” diye tekrarladı Hakan’ın dediğini. “Dilbeste…” Gülümsedi, bu ismin kullanılmasına hep karşı olmuştu Yansı.

“Bu isminin kullanılmasından nefret eder.” diye konuştu Oğuz, elinde tuttuğu bardağa bakarken anılarını yokladı. Tozlu raflar İngiltere’de kırılmış, onca zaman kırık dökük olduğu yerde kalmıştı. Birer birer toplamak ellerimi kanatmaz diye düşündü Oğuz.

“Dilbeste ne demek biliyor musun?” diye acı bir gülümseme ile sordu. Hayır dedi Hakan.

“Gönül bağlamış, aşık olan kişi demek Dilbeste. O bu isminden nefret ederdi gençken.” Hakan merak etse de soru sormadı, Oğuz ne anlatmak isterse onu anlatacak, kendi aklında da kalbinde de başlamış yangınlara çare bulacaktı.

“Annesi terk edildikten sonra aşktan korkar oldu. Hiç kimseyi sevmedi.” Mekan karanlıktı, tek tük renkli ışıklar vardı boş sahneyi aydınlatan. Karanlığa gömülmek iyi gelmişti Oğuz’a.

“Dilbeste ismini babası koymuş, kızıma aşığım falan filan diye. Şerefsiz. Neyse..”

Hakan arkadaşını sessizce dinlemeye devam ederken bardağını doldurdu. En başında merak etmişti bu Dilbeste denen kadını. Bir zamanlar yine bu mekanda sadece ismi geçmişti. Geçmişte kaldı diye geçiştirmişti Oğuz ama şu an yeni yeni kanayan bir yara vardı Hakan’ın karşısında.

“Ben Dilbeste ismini seviyorum.” diye devam etti Oğuz, “Onun aşktan korkmadığı düşüncesi hoşuma gidiyor.”

Hakan az da olsa tanımaya başlamıştı bu Yansı denen kadını. “Sence bu bencillik mi?” diye sordu Oğuz Hakan’a. Aynı şekilde Hakan da bardağına ulaştı.

“Bilmem. Bu konular hiç benlik değil. Bilirsin, pek olayım değil.” Oğuz’a döndü, başı eğik durmuş, alnını sıvazlıyordu. “Ama ben buna bencillik demezdim. Asıl bencillik, tekrar buluştuktan sonra bile kadere karşı geliyor olmanız bence.” Oğuz alttan baktı Hakan’a, böylesine derin bir cevabı ondan beklememişti.

“Nasıl yapayım oğlum?” diye sordu Oğuz. “Mesleğim, amacım belli iken ben bunu nasıl yapayım. Gel beni sev ama ben sana hiçbir şey söyleyemem mi diyeyim? Ceza mıyım lan ben bu kıza?”

“O zaman hiç çıkmayacaktın karşısına.” dedi Hakan. Şimdi arkadaşının yeşillerinde pişmanlık ve ağır bir yük vardı.

“Ama madem çıktın ve bu kız seni itmedi, sen de sıçıp sıvama.” diye ekledi Hakan.

“Sağol.” dedi sesinde kinaye ile Oğuz.

“Her zaman.”

Mekan geceye doğru dolmaya başlıyordu. Çoğu gençlerden ibaretti. Kendince hoş bir atmosferdi. Kokusunda anılar, gençlik ve hatalar vardı.

Bir süre süren sessizliğin ardından yine konuştu Oğuz.

“Döndüğümüz ilk gece apar topar İstanbul’a gittim.” Hakan bunun pekala farkındaydı ama bir türlü soramamıştı sebebini.

“Ne görmeyi umdum bilmiyorum, gittiğimde bir hastasını kaybetmişti. Bana bağırarak ağladı, tutmam gerektiği kadar sıkı tutamadım, kollarımdayken büküldü dizleri. Tutamadım.”

Oysa Oğuz yüzlerce kilo kaldırmış adamdı. Konunun acısı bu gerçekte saklıydı.

Hakan normalde meraklı bir adam değildi ama ilk andan beri bu kadın dikkatini çekmişti; kim on üç sene beklenmeye değer olabilirdi ki?

“Benden dürüst olmamı istedi, sen kimsin de ben seni bu kadar beklemeye mahkum oluyorum dedi. Haklı.”

Kaşları havalandı Hakan’ın, sert bir kavga gerçekleşmişti İstanbul’da.

Oğuz alkolün verdiği etkiyle mayışmış, koltukta yayılmıştı. Hala Yansı’yı düşünüyor hala öfkeleniyordu.

Ne Hakan konuştu ne de Oğuz. Dakikalar saatleri kovalarken Oğuz’un gözleri sarı bir bulanıklık gördü.

“Senin pil çoktan bitmiş.” dedi Atlas karşılarına otururken. Oğuz net olarak seçemese de Atlas’ın da gözleri şişmiş, saçları dağılmıştı. Taktığı kapşonun altından belliydi dağınıklığı.

“Sence sorununuz mesleğin mi?” dedi Hakan.

Oğuz durdu, bir süre düşünse de cevabı değişmedi.”Evet.”

“Gerçekten sadece bir astronom olduğunu düşünelim. Yine karşılaştığınızda gidip çat diye diyebilir miydin ben seni seviyorum.” Oğuz boşluğa bakmaya devam etti. Cevabı yine Hakan verdi. “Demezdin. Yine şimdiki gibi onun yanında olmaktansa elinde rakıyla ağlardın.”

Oğuz yine konuşmadı çünkü Hakan gayet haklıydı. Onların sorunu asla dışarıdaki sebeplerden ibaret olmamıştı; birbirlerinden sakınmışlardı kendilerini. Onlar gençken de ancak dost kalmışlardı.

“Haksızsam haksızsın de bir daha ağzımı açmam.” diye ekledi Hakan. Atlas da çökmüş ifadesiyle izliyordu onları.

Oğuz her daim kendini bir duvar misali Yansı’nın arkasında tutmuş, ona belli etmeden her zaman için dayanabileceği duvar olmaya çalışmıştı. Bir insan bunu neden yapardı? Cevabı olgunlaşmış yürekler bilirdi: Bunun adı aşktı. Gençliğin acemiliği belki bunun adını koymaya yetmemişti ama şimdi adı konan bu duyguya geç kalınmıştı. Oğuz’un aşkı geç kalınmış yılları telafi etmeye yeter miydi? İşte bunun cevabını aradı baktığı boşlukta, bu cevabı ona ancak Yansı verebilirdi.

Kafasına diktiği rakılarla kendine gelmeye çalıştı Atlas. Yorgundu, hem de çok. Yıllardır taşıdığı maskenin ağırlığı ancak gösteriyordu etkisini. Bu uzun yolda artık Atlas’ın da gücü tükenmişti. Oğuz’un aksine konuşamazdı, konuşmamalıydı. Derdini karanlığa, bardak bardak rakıya ve içine döktüğü gözyaşlarına anlatırdı ancak. Şimdi Oğuz’a destek olma, belli etmeden de olsa kendi hatasını bir şekilde telafi etme çabasındaydı.

“Şu haline bak.” dedi Atlas karşısındaki adama, “Berbat bir haldesin.”

“Sağol kardeşim, sen de.” Yüzünü sıvazladı Oğuz. Atlas haklıydı.

“Sen gerçekten bu kadar mı seviyorsun bu kızı?” diye sormadan edemedi Atlas. Oğuz sadece baktı, gözlerinden cevap belliydi. Evet, aşıktı.

“O zaman neden hala saçma bir rakı masasındasın.” diye sordu Oğuz’a.

“Öyle kolay değil işte.”

“Zor görünen bazı şeyleri karmaşık yapan tek şey bizim şu üç gramlık akıllarımız. Bak bunu tecrübe ettim işte.” dedi Atlas. Normalde böyle cafcaflı cümleleri kendine saklar, bir aptal misali ancak şakaya vururdu hayatı.

“Ne yaşadın oğlum? Sen çok mu içtin?”

“Hayır.” dedi Atlas bir bardak daha içerken.

Bir süre daha konuşmadılar, tek tük insanların sesleri dolduruyordu ortamı. “Aşıksan git konuş kardeşim. Böyle ergen ergen takılma bizimle. Otuz küsür yaşında adamsın, kız çocukluğunuzdan bugüne çıkmamış aklından. Üstüne üstlük İngiltere’de çıkmış karşına.”

“Allah aşkına Atlas, ne diyeceğim kıza. Ne mesleğimi söyleyebiliyorum ne bir bok! İkide bir kayboluyorum, sorunca ‘neredeydin’ diye konuşamıyorum. Neden vücudun yara bere içinde deyince öyle mal gibi kalıyorum. Lan ben kızı görebilmek için operasyonda elimi kestim elimi!” Sargı bezlerine sarılı olan elini havada sallıyordu. “Sen hiç bu kadar çaresiz olduğun bir aşka düştün mü?”

Durdu Atlas, konuşmadı. Sadece baktı. Bazen en çok gülenlerin kahkahaları en derin acıların üstünü örten köprülerdi, bunu ancak kalbinde uçurumlarla yaşayanlar duyardı. “Hayır tabiki, ben öyle ilişki falan gelemem.” dedi Atlas. Bir bardak daha içti, ardından bir tane daha.

“Sen gecelik kızlarla takılınca sormuyorlar tabi sana işin gücün ne, nereden geliyor bu yara bere.”

“Haklısın. Sormuyorlar.” Oysa tek gecelik ilişki sanılan her gece boş bir otel odasında tek bir fotoğraftan ibaretti. İşi buydu Atlas, ustaca yalan söylerken üstüne yemin etmek.

“Git konuş, Oğuz. Gerekirse bas nikahı. On üç yıl sonra bile unutmamışsın kızı. Meslekti carttı curttu atma kendi önüne bahane diye. Çok yetenekli adamsın, istersen bütün dünyadan da sakınırsın onu.”

Şaşkın şaşkın baktı Oğuz, “Nereden biliyorsun?” diye sordu Atlas’a.

“Aşık adamlar öyle yapmaz mı?” Masadan kalktı Atlas, gerisinde oturan iki adamı da bıraktı, kapüşonuyla beraber Ankara’nın soğuk gecesine daldı. “Size iyi eğlenceler.”

Geride kalan Oğuz, Hakan’a baktı.

“Kaçacak mısın?” diye sordu Hakan.

Oğuz yine aynı karanlığa baktı, cevap orada değildi. Belki bu yolda ikisi de çok yıpranacaktı, hatta belki de Oğuz hayatındaki en büyük bencilliği yapacaktı. Ama o gün mesajında yazdığı gibi bir daha onu bırakmayacaktı. Ve en önemlisi, kendini duygularından alı koymayacaktı. Yüreğine vurduğu zincirlerin hepsini sökecek, bundan sonra atılmış olan her bir bağ ancak Yansı’ya ait olacaktı.

“Hayır. Bu sefer kaçmayacağım,”

 

 

 

 

Geçmiş yaraların kabuklarını soymak bir seçimdi, bu yaraların intikamını almak da öyle. Gece Yaman, son birkaç haftadır geldiği malikane yolundaydı. Tek bir amacı vardı, bunun uğrunaydı bunca sabır.

Siyah kabanına sarınmış bir şekilde hızlıca ilerliyordu. Bülent denen adam yeniden çağırmıştı onu, yine saçma sapan bir işlem için olduğunu düşünüyordu Gece. Fakat bugün o dosyayı alacaktı. Bu yola çıkmasına sebep olan o dosya.

“Gece hanım, hoşgeldiniz.” Bülent rahatsız edici gülümsemesiyle açmıştı kapıyı.

Gece konuşmadı, ezberlediği yoldan ilerlemeye başladı. “Bugün alt kata inmeyeceğiz Gece hanım.” diye seslendi ardından Bülent, arkasını dönüp baktığında merdiven başında duruyordu, “Beyefendinin odasına buyurun lütfen.” Önden yürüdü Bülent, Gece’yi Yusuf Alastan’ın odasına kadar götürdü.

Yürüdüğü koridorlar altın varaklarla süslenmiş, göz yorucu bir kalabalıklığa sebebiyet vermişti. Duvarlarda tuvaller, heykeller ve tek tük fotoğraflar vardı. Ev hissiyatı vermeyecek şekilde boyanmıştı duvarlar.

“Dosyayı fizandan getirdiniz sanırım Bülent bey.” dedi Gece adamın arkasından yürüken, “Bu iş gerçekten fazla uzadı.”

Bülent’in durmasıyla Gece de durdu, ona dönen adamdan gözlerini çekmedi. Korkmuyordu.

Bülent, yüzünde şaşkın bir gülümseme varken yanaştı. “Tanıdığım en cesur kadınlardansınız Gece hanım. Otuz yaşındaydınız, değil mi?”

Çenesi kasılmıştı Gece’nin, kaşları ciddiyetle çatılmıştı. Evet, dedi başını sallayarak.

“Bu dosyayı o kadar istediniz ki araştırmadan edemedim. Normal bir hastaya ait raporlar bunlar, bir çocuğa.” Gece’nin gözleri açılmıştı.

“Raporu ilk işlemden sonra alacaktım.”

“Evet, öyle. Hala alacaksınız. Sadece… size biraz daha ihtiyaç duyduk diyelim. Ne de olsa ben ipleri elimde tutmayı seven bir adamım, siz de ihtiyaç duyduğumuz bir doktor.”

Bu sefer kinaye ile bakan Gece’ydi. Bir adım attı yanında duran adama doğru, “Hayatım boyunca birçok cerrah ile karşılaştım. Ortak özellikleri neydi biliyor musunuz?” Adam tek kaşı kalkmış bir şekilde dinlemeye devam etti kadını. “En iyiler her daim en deli olanlardı. Ve ben, iyi bir cerrahım, Bülent bey.” Güldü Bülent.

“Bana sizden korkmam gerektiğini mi ima ediyorsunuz?”

“Asla. Sadece bir gerçeği sundum.”

“Bu gerçeği bilerek yaşayacağım o zaman, Gece hanım.”

“Kendinize yaptığınız en büyük iyilik olur.”

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanlar en cesur olanlar olurdu. Gece’nin kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı, bu nedenle bu hayatta geri durmamıştı, durmayacaktı.

Bülent eliyle koridoru gösterdi, ilerlemeye devam ettiler. Geldikleri oda yer altındakinin aksine daha normaldi. Bir yatak, masa ve karanlık perdeler vardı.

Masa başındaki koltukta oturan adam yabancı bir sima değildi.

“Yüz nakli.” dedi tok ses. “Bunu gerçekten yaptınız mı?” Gece, arkası dönük olan adama baktı, Bülent odanın bir kenarına sinmişti. Birkaç koruma, Bülent, Yusuf ve Gece dışında kimse yoktu odada. Gece şaşırmıştı, hastaneye gelen bir vakayı nereden biliyorlardı?

“Beni bunun için mi çağırdınız?” diye sordu sakince.

Alastan yüzünü dönmüştü, normalin aksine sakindi. “Otur.” dedi önündeki sandalyeyi işaret ederken. Gece sorgulamadı, işaret edilen yere oturdu. Ciddiyet e merakla izliyordu yaşlı adamı. Bir gerçek uğruna çıktığı bu yol onu nereye götürecekti artık kestiremiyordu.

“Yüz nakli vakasına seçilen doktorlardanmışsın. Doçent ve profesörlerin arasında tek uzmansın.”

“Bunu nereden biliyorsunuz?”

“Bunu yapacak mısınız?” diye sordu Alastan.

“Hastane içinde tutulan vakayı nereden duydunuz?” Gece sorusunu tekrarlamaya devam etti. Cevabını alana kadar durmayacaktı.

“Yara durumu olmayan insanlarda nakil nasıl yapardınız?”

“Bunu nasıl öğrendi-“

“Çok soru soruyorsunuz!”

“Çok cevap istiyorsunuz.” diye cevapladı Gece. Adam küçümseme ile baktı yüzüne.

“Başımı ağrıttın.”

“Hastamın bilgilerini size söylemeyeceğim.”

“İstesem tek bir işaretimle bütün hasta kayıtlarına ulaşabileceğimi anlattılar mı sana?”

“O zaman o aynı işaretle ulaşın istediklerinize. Ben sizin bilgi kaynağınız olmayacağım.”

Yusuf memnun olmuş bir ifadeyle baktı Gece’ye. Bülent’e döndü, “Genç bir hemşire seçerken damarında deli kan hala akıyor mu kontrol etmek lazım, Bülent.”

“Cerrah.” dedi sert bir nidayla, “Ben bir cerrahım.”

“Ben de Yusuf Alastan. Seninle tanışmamıştık değil mi? Madem bu kadar kuralsızsın, tanışmaya değer gibisin.”

El uzatmıştı Alastan, Gece birkaç saniye ona doğru uzanmış olan ele baktı. “Gece.” dedi gözlerini adamın gözlerine korkusuzca dikmişken, “Gece Yaman.”

“Madem cevap vermeyeceksin sevgili Gece…” İşaret parmağı ile alnını gösterdi, “Migrenim çok azdı bu aralar.” Koltuğunda geri yattı, Gece ise aynı ciddiyetle yerinden kalktı. Çoktan masa üzerine dizilmiş iğnelerden birini aldı. Alnına enjekte etmeye başladı ilacı, yumuşak olmadı. Hatta bakışları yaptığı iş yerine odanın kenarına sinmiş olan Bülent’te idi.

“Gelecek vadeden birisin. İstesen seni en zirveye taşıyabilirdim.” dedi Yusuf gözleri kapalıyken.

“Size o zirveye kendimin çıkamayacağını düşündüren nedir?”

“Aptal cesaretin.” Sinirini iğneden çıkarmamak için dişlerini sıktı Gece. İşlemi bitirinceye kadar sustu, hızlıca botoksu tamamladı. Gecenin bir saatinde saçma sapan bir işle uğraşmak zorundaydı. Hayat onu bir uçtan diğer uca çok hızlı savurmuştu.

Tek istediği basit bir dosyayken bilmediği bir akıntıya kapılıyordu. Korkmuyordu ancak bilinmezliğin getirdiği şüpheyi de hayatı boyunca sevmemişti.

“Bitti.” dedi Gece, koltuktan çantasını da aldı ve çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Arkasından gelen Bülent’i de takmadı, sadece bu çukurdan çıkmak istiyordu.

Sabah saatlerine yakın bir zamanda arabasıyla yollardaydı. Malikanenin şehir dışına yakın olması en az iki saat yolculuğa tekabül ediyordu. Arabasına bindi, yarım saat sonra telefonundan aynı numarayı tuşladı.

TTLine ücretsiz müşteri hizmetlerine hoş geldiniz. Kişisel verilerinizin korunması-“

“Kömürden Elmas’a, yoktan Yakut’a.” Bir süre sonra konuşmaya alıştığı o ses doldurdu arabayı.

“Dinliyorum.”

“Bana dosyayı vermemekte ısrar ediyorlar. Buna daha fazla katlanabilir miyim bilmiyorum. Sinir bozuyorlar.”

“Dosyayı sana ben de bulurum, bunu biliyorsun. Asıl amacını unutma. Sana ne sordular?” dedi telefondaki kişi.

“Hastanedeki gizli vakalardan haberdarlar.” dedi Gece.

“Hastanenin içinde bu vakayı kimler biliyordu?”

“Birkaç cerrah, ben ve başhekim. Bir de hastanın kendisi işte.”

“Başka kimse bilmiyor muydu?”

“Sanmam.”

“Hastanede bir ajanlarının olduğunu mu düşünüyorsun?”

“Emin değilim. Bu adamların yönetim kurulunda falan olmadığından eminsin değil mi?”

“Evet.”

Yola bakarken direksiyonu daha sıkı kavradı Gece, “Kim bu adamlar? Ben neden şu an buradayım? Sen kimsin! Ne oluyor Allah aşkına.”

“Bunları bilmene ihtiyaç yok. Sen bana bildiklerini anlat yeter. Ben de sana istediğin dosyayı bulmak için araştırmaya devam ediyorum. Dosya Bülent’in şirketinde özel bir sanal kasada tutuluyor. O dosyayı sana vermeyecektir.”

Direksiyona vurdu Gece, öfkelenmişti. Tek gayesi kardeşi hakkında ona anlatılmayanları bilmekti fakat günden güne bir akıntı ile savrulduğunu hissediyordu.

“Bunca şeyden sonra bana bir cevap borçlusun. Kim olduğunu bilmiyorum ama cevabımı vereceksin.” Telefonu kapattı Gece, yine aynı hastane yolunu tuttu. Saatler geçtikçe trafik artıyordu. İnsanlar işlerine gitmek için çıkmıtşı yola, Gece’in karnı açlıktan gurulduyordu.

“Allah aşkına sen de başlama ya.” Bir ses daha yükseldi karnından. Büfeden bir şeyler yerim diye düşündü Gece ama direksiyonu kıran elleri farklı düşünmüştü. İstikametini yakındaki restorana doğru çevirdi Gece, Ateş’in restoranına.

Geldiğinde kapalı olan mekana baktı, neden burada olduğunu bilmiyordu. Ne zamandan beri kahvaltıya önem verir olmuştu? Ne zamandan beri öğünlerini böylesine lüks bir mekandan yer olmuştu? Bilmiyordu işte.

“Ben neden buradayım Allah’ım ya..” Sessizce arabasına geri binmek istese de yakın mesafede duran bir motorsikletli dikkatini çekmişti. Kaskını çıkartan kişi mekan şefinden başkası değildi. Siyah deri ceketi, kaskı ve motoru ile Boston’un sokaklarından fırlamış gibiydi. Tıpkı Gece gibi o da karşısındaki kadına şaşkınlıkla bakıyordu.

“Gece?”

Mekan kapalıydı ama Gece buradaydı. “Şey, ben işe gidecektim. Kızlar kahvaltı istemişti de..” Ateş uzak durmaya çalıştığı bu kadının geldiğine sevinmişti. Bilseydi, evden çok daha erken çıkar, koşarak gelirdi.

“Restoranı birazdan açacağız ama istersen ben hazırlarım.”

Neyi hazırlayacaksın acaba gerizekalı diye geçirdi içinden Ateş, baş şef kahveden sonra kahvaltı mı hazırlayacak?

“Yok, ben şurada bir yerden alırım. Şimdi uğraştırmayayım. Ben gideyim..” Arabasına yönelen kadın durduruldu, Ateş kapısının önüne geçmişti ani bir refleksle.

“Zor değil, gel. Yani, istersen.”

Ne yapıyorsun gerizekalı, kadının önünü kestin. Ateş, oğlum sen harbici salaksın. Git de git de!

Gece başıyla onaylayınca eli ayağına dolaştığını belli etmeden anahtarlarını çıkardı Ateş. Bugün elemanlarından daha erken gelmişti mekana, iyi ki de gelmişti.

Gece sabahın soğuğunda kabanına sıkı sıkı sarıldı, içeriye girdiğinde dolu görmeye alıştığı mekana sükunet hakimdi. Ateş mutfağa doğru ilerlerken atkısını ve ceketini çıkartıyordu. Aralığın ortasında soğuk sertti.

“Sen de gel istersen mutfağa. Ne istersin?”

Ne isterdi ki Gece? Normalde kahvaltı bile yapmazdı. “Bilmem.”

“Kızlar?” diye sorduğunda boş boş baktı Gece Ateş’e. “Kızlar kahvaltı istiyor dememiş miydin?”

“Ah, şey. Evet, şey istediler… tost.”

“Tost?” diye tekrarladı Ateş. Menüsünde tost bulunmayan Michelin yıldızlı bir restorandan tost istenmesine alışık değildi.

“Tost.” dedi Gece, utançtan yanakları kızarmıştı. Az önce esip gürlediği malikanedeki benliği içine kaçmıştı.

Ateş şaşkınlığını bıraktı, gülümsedi. “Peki, gel o zaman. Beraber yapalım.”

Bu sefer şaşkınlıkla bakan Gece’ydi.

“Tost yapmayalı uzun zaman oluyor. Nasıl sevdiğini anlat, yapayım.” diye açıkladı kendini Ateş.

Gazete ve dergilerde boy göstermiş olan şef şimdi ona bir tost yapacaktı. Evet, aynen böyle olacaktı. Ateş’in önderliğinde mutfağa geçtiler. Ateş, Gece’nin uzun ve açık olan saçları için bir toka uzattı.

“Isıtmaları açtım, birazdan ısınır.” diye seslendi Ateş içeriden bir yerlerden. Gece ise mutfakta sağa sola bakıyordu. Kabanını çıkardı, şef önlüğünü giymiş olan adama baktı. Elindeki tepside tost için gereken malzemeler vardı. Ciddi ciddi tost yapacaklardı.

“Al.” dedi Ateş, gülümsüyordu. Gece, ona uzatılmış olan mutfak önlüğüne baktı.

“Bu ne?”

“Beraber yapacağız dedik ya. Önlük.” Aynı şaşkınlıkla bu sefer adamın gözlerine baktı. “Mesai saatleri dışındayım hanımefendi, artık biraz işin ucundan tutacaksınız.”

Gülümsemesi çok güzel diye geçirdi içinden Gece. Bir gülümsemeyi beğenmeyeli uzun zaman oluyordu. Şu an bile farkında değildi düşüncelerinin.

Önlüğü aldı ve başından geçirdi, arkasından bir düğüm attı. Beyaz, düz bir mutfak önlüğüydü. Restorana üç kez gelmişti, üçünde de camdan dışarı bakmak yerine mutfak boşluğundan Ateş’i izlemeyi tercih etmişti. Hoşuna gitmişti sebepsizce.

Tepsideki malzemeleri tezgaha dizerken Gece hala onu izliyordu. Sanki mutfak Ateş’in en mahrem alanıydı, Gece’nin burada olması yasaktı. Malzeme dizerken bile yüzünde işine karşı olan ciddiyeti takdire şayandı.

“Çok ciddisin.” diye mırıldandı Gece, düşünceleri kendi kendime çıkmıştı.

“Efendim?” Duraksadı Ateş.

“Çok ciddisin. Bayağı dikkatlisin anlamında.” Normalde Gece içinden geçenleri ağzından kaçırmazdı, dilinin düğümü de ruhu gibi gevşemişti.

Sıcaktan Gece, sıcaktan.

Anladım diyerek başını salladı Ateş, yine gülümsedi, “Tezgahın da benim ameliyat masam olduğunu hayal et.” dedi Gece’ye. Hakkı vardı, bir cerrah misali dikkatliydi mutfakta.

“Söyle bakalım, ne tostu istersiniz?”

Güzel soru diye düşündü Gece. Kaşarlı tosttan bildiği başka tost yoktu, tostun da mı çeşidi olurdu? Tost tost değil midir işte!

“Bilmiyorum,” derken melül melül bakıyordu yeşil gözleriyle. “Tost?”

Bu sefer sesli güldü adam, baş sallarken kahkaha atıyordu, “Tost.” diye tekrarladı Gece’yi. “Pekala, tost o zaman.”

Utanmıştı Gece ama kaçıp gitmek de istememişti. Az önce karanlıkta verdiği savaşlardan sonra bu adam iyi gelmişti. Oysa kendine dair verdiği yeminler vardı; ilişkiye girmemek, aşık olmamak, saçma hatalara düşmemek gibi. Sanki şimdi elinde tuttuğu kalem kendi çizgisini kendisi çiziyordu. Eli kontrolü kaybetmişti.

“Ayvalık tostu yedin mi hiç?” diye sordu Ateş. Gece’nin yüzü bir anda ekşidi.

“Okul kantininden evet, gerçekte hayır.”

Sırıttı Ateş, “O zaman yiyeceğin en güzel ayvalık tarifini veriyorum sana. Hazır ol.” İçeri doğru yürümeye başladı Ateş, gittiği yerden seslendi, “Kızlar kaç kişiydi?”

Birkaç saniye düşündü Gece, yalanını boyadı da boyadı. En kötü tostları hemşirelere dağıtırdı ya da güzel olursa üç dört tanesini Yansı ile gömerlerdi.

“Dört.”

Ellerinde malzemelerle döndü adam. Sırayla sebzeleri kesmeye başladı. Gece de onun başında tek tük yardımlarda bulunmakla yetinmişti.

Eğer bir gün Ateş’e uzak durması gereken kadın için tost yapacağını söyleseler inanmazdı.

Eğer bir gün Gece’ye birinin yanında olmaktan mutluluk duyacağını söyleseler inanmazdı.

Hayat, inanmadıklarını sana yaşattığında mucizesini gösteriyordu. Bazısı buna tesadüf diyordu, bazısı ise yazılmış olan kaderi.

 

 

 

 

Tanju Coleman son birkaç gündür aralıksız bir şekilde çalışıyordu, ensesindeki soğuk namlu varlığını hatırlatıyordu. Önündeki bilgisayarlara yorgunlukla baktı, günler geçiyordu. Yazılımı bitirmek için süresi azalmıştı. Son birkaç gündür eve gitmemiş, şirkette sabahlamıştı. Alastan’ın dediğine göre bu kısa sürede SİHA’ların güvenlik protokolünü almak imkansızdı, o kadar zamanları yoktu.

“Müdürüm.” diye seslendi yazılımcılardan biri. Tanju sinirle baktı, son günlerde gergindi. “İlk faz sorunsuz çalışıyor.”

Ağrıyan başını sıvazlamayı kesti, bakışları genç yazılımcıya döndü. Duvarlarda tehditlerin yankıları vardı hala. Alastan’ın bağırışları, ölüm korkusu ve kurul baskısı iz çıkarmıştı.

İlk faz tamamlanmıştı.

“İlk faz neleri kapsıyordu, tekrar al.” dedi Tanju heyecanla yerinden ayaklanırken.

“Açık hava sahalarının denetimi, sensörlerini bozacak olan radyasyon programı temel olmak üzere…”

Konuşan adamı böldü Tanju, “SİHA’lar? Kaçıncı fazdalar?”

“Onlar için hala üçüncü faza gelmemiz lazım müdürüm.”

Düşünceyle dudağını dişledi Tanju, kanıyordu. Ağzında tatlı bir kan tadı vardı. Acısı can yakmıyordu, aksine hoşuna gitmişti.

“Bu gece de buradayız. Hiç kimsenin boş işlerle uğraşmasını istemiyorum. Birinci fazın raporunu da çıkarın.”

Odasından çıktı, şirketin soğuk koridorlarında ilerlemeye başladı. Cebindeki telefon kaç gündür susmamıştı, son aramalarındaki numaraya tıkladı.

“İlk fazı tamamladık abi. Raporunu size gönderiyorum yarım saate.”

“Bir boka yaradım desene.” Boynunu sağa sola çevirdi Tanju, bu adam onu her daim sinir edecekti. Bir kere bulanmıştı kara mürekkebe, yıkanıp da kurtulmak imkansızdı.

“Saygılar.” diyerek kapadı telefonu. Karşıdaki aynadan kendisine baktı, göz altları gençliğindeki gibi mordu. Kendine sözü vardı oysa; ezilmeyecekti bir daha. Tanju zeki bir adamdı. Sözünü illa tutardı, hele de kendine verdiği sözler bir yeminken.

Telefonundan başka bir numarayı aradı. “Sevkiyat ne durumda?”

“Sınıra doğru ilerliyoruz. Sıkıntı olmayacak, geçeceğiz.”

“Harika.” dedi Tanju, telefonu kapattı. En üst katta bulunan odasına doğru ilerledi, geldiğinde oda soğuktu. Bilgisayarının başına geçti, çalışmaya devam etti. Onu takip etmiş olan genç yazılımcı ise şimdi geldiği yere dönüyordu. O da telefonunu çıkardı, üç haneli numarayı çevirdi.

“Merhaba, yasadışı bir sevkiyat hakkında ihbarda bulunacaktım.”

Siyahların ilk adımı attığı bu satrançta kuralları belirleyen taraf hiçbir zaman garantide olmamıştı. Işığın olmadığı bir yerde gölge de karanlığa karışır, benliğini kaybeder ancak karanlıkla yaşardı. Oyun gerçek oyuncular girince başlardı: Fakat gerçek oyuncuların kim olduğunu bulmak hiç bu kadar karışık olmamıştı. Bu oyunda kimse sanıldığı kadar aptal değildi, ilk kural bundan ibaretti.

En zeki olduğun yerde girdiğin savaş ancak egonu tatmin eder. Rakibinin ışıksa kendinin gölge olduğundan emin ol. Ego besleyecek oyunlar aptalların işidir. Ancak gerçek bir uğurda savaşmaya mahkum bırakılanlar savaşçı olur. Savaşı sevenler ise ahmak.

“Sevkiyat sınıra yaklaşıyor. Evet, Yunanistan’a doğru.”

 

🥀❤️‍🔥🌗

Bölümde en sevdiğiniz veya merak ettiğiniz kısım ne oldu?
Umarım sevmişsinizdir. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere🫢

Bölüm : 27.12.2024 17:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...