@kalopsia
|
Merhaba ve sürpriiz!🤭 Yeni bölümün geçmiş kısmını bu sefer bir başkasından dinliyoruz efendim. Ben Viraha’yı yazarken ilk defa bu bölümde ağladım.
Arkaya dertli bir müzik koyun, iyi okumalar♥️ (Devamı Çarşamba gecesi🙏🏻) bu bölümümüz sadece bölüm girişlerinde olan geçmiş olduğu için kısa. Yorum ve beğeni atmayı unutmayın lütfen🙏🏻 …
"Yalanlar ve Mahkumları"
1. Kısım
2015, Aybüke Denize bakmayı severdim. Kokusu ve sesi sanki ruhumun yerine çığlık atıyor, sertçe kayalıklara çarpıyordu. Ruhumda bir kafes vardı, varlığını hissediyordum; taşıması çok ağırdı. İçimde kalmış olan çocukluğum kapısı olmayan bir kafese kapatılmıştı. Ben hayatım boyunca hiçbir zaman şu deniz kadar özgür olamamıştım.
İstanbul…Büyük şehirdi. Sokaklarında kaybolmayı severdim, kendimi kaybettiğim anlarda fark bile etmiyordum; şehre sığınıyordum. İstanbul dağınık şehirdi, kaybolanı saklar, fark ettirmezdi. Evim yoktu benim, bir İstanbul vardı işte. Zamanında ana baba dediklerimden kaçmak uğruna heba ettiklerimden dolayı nasırlıydı ellerim. Şimdi sahilin taşlarından birine İstanbul’lu evsiz bir kedi misali çökmüştüm. Ellerime bakıyor, yere değmeyen ayaklarımı sallıyor, hırçın dalgaların nidasını dinliyordum.
Kaçmadan önce efsaneleri anlatılırdı İstanbul’un, bir tanesinde acımasız olduğunu söylerlerdi. İstanbul beni kaybedermiş. Ben de bunu duymaya ihtiyacım varmış gibi çıkıp gelmiştim bir gece buralara. Daha on altısında bir çocuk, yanıp sönen sokak lambalarının eşliğinde koca şehir İstanbul’da. Hani denizi izliyorum dedim ya, oradan devam edeyim.
Asla geçmez dediğim günlerim tıpkı bu sular gibi aktı, geride acısını bıraksa da geçti. Bir zamanlar on altı yaşındaki küçük kızın elleri şimdi nasırlıydı, aklı binbir türlü ilimle dolmuştu. Ona sahip çıkanlar olmuştu. Seni kaybeder dedikleri İstanbul ona sahip çıkmıştı. Liseyi bitirdikten sonra akademiye yazılmıştım. Karanlıkta beni bulanlar beni bir silah olarak büyütmüştü. Atmayan kalbini vatanı uğruna feda eden biri olmam için çağırmıştı beni İstanbul. Oturduğum sahil kenarında insanlar geçiyordu, hava soğuktu. Çay satıyordu insanlar, diğer bir yanda martılar ayak ucuma konuyordu. Tek tük balıkçılar dizilmişti sahil boyunca. Ellerim üşümüştü, montumun cebine daha da soktum. Onu bekliyordum. Akademiden izin alış çıkmıştık dışarıya, bu işi hemen halletmemiz lazımdı. Yere yetişmeyen ayaklarımı sallarken sağa sola bakınmaya devam ettim, fotoğrafçı hemen ilerdeki sokaktaydı. Beş dakika on dakika olmuştu. Ben hala onu bekliyordum. “Güzel kızım, al için ısınsın.” dedi az önceden beri çay tezgahında duran amca. Oturduğum kayalıktan kafamı kaldırdığımda babacan bir tavırla gülümsüyordu bana. Çaya uzandım, içmeyecek olsam bile ellerimi ısıtmak için aldım, “Sağol amcacım.” Deniz o kadar hırçındı ki dalgalardan yükselen damlalar pantolonuma uzanıyordu adeta. İstanbul, yine bir Aralık günü griye boyanmıştı. Cebimdeki telefonu saate bakmak için çıkardım.
14.46, 16 Aralık 2015
Aybüke: Vazgeçtin galiba? (14.46) Terk mi ediliyorum şu an? (14.47)
Attığım mesaja baktım, hiç aktif olmadı. Alt tarafı bir fotoğraf lazımdı. Fizandan çekinip gelecek değildi ya?
Aybüke: Cevap da vermiyor. (14.53) Bitti. Ben terk ediyorum seni. (14.54) Gidiyorum ben. (15.04)
“Dalin civcivi! Götümüz dondu burada. Kesin saçımı başımı düzelteyim diye on beşinci fotoğrafını çekiniyorsun.” Kendimce sinirlendim, öfkelendikçe ayaklarım daha da hızlı sallandı denize doğru. “Nereye gidiyorsun acaba beni bırakıp?” Arkamdan güçlü kollar sardı beni, yanağıma kocaman bir öpücük bıraktı. İşte, anlatmıştım ya. Denize benzetmiştim olanları. İşte bütün öfkem sinirim de gitti gelen bir başka dalgayla. Yerine huzur geldi, sevgi geldi, aşk sardı kollarımı. O geldi…
“Yemin ediyorum beş dakika daha bekletseydin aha şuradaki amca beye kalırdın.”
Kollarını etrafıma dolamışken üşümüş bedenimi ısıtmak istercesine daha da sıkı sarıldı. Aceleyle akademiden çıkmamızdan ötürü üstümde bana kaç beden büyük geldiğini bilmediğim montlarından biri vardı.
Tombul olduğunu düşündüğüm yanaklarımdan öptü, sonra gözlerimdeydi öpücükleri. “Oh! Gençleştim.”
Kıkırdadım.. hayır. Baya baya kahkaha attım İstanbul’a doğru. Herkes duysundu. Ruhu paramparça olan Aybüke aşık olmuştu akademisindeki bu İngiliz oğlana.
“Hadi, geç kalacağız. Sözde izin aldık akademiden ama kimse beraber olduğumuzu bilmiyor.” “Boşver sen milleti. Hadi kalk! Kalk kalk kalk! Kartopu gibi olmuş burnun.” Parmaklarıyla burnumu sıkıştırdı, acıyla yüzümü ekşittim.
“Sanarsın beş yaşındaki çocuğuz, yapma ya! Onur!” Aslında çocuktuk. Küçücüktük daha. O yirmi birinde genç bir delikanlı, ben yirmimde genç bir kız. Daha çocuktuk ama sırtımızda dünyanın yükü vardı sanki, o kadar kambur hissediyordum hayatta.
Ellerimi ellerinin içine aldı, çok uzakta olmayan binaya doğru yürümeye başladık. Ne heyecanlıyım, anlatamam. Sanki ruhuma hapsolmuş kafes ilk defa kırıkacak, içimdeki çocuk özgür kalacak. Yıllar önce halı altına silkeledim kalbim belki de tekrar atacak… Tekrar doğacağım için nasıl heyecanlıyım ama…
Caddede arabalar aynı gürültü ve hızla ilerliyordu, binalar led ışıkları ve yeni yıl süsleriyle dolup taşmıştı. Koyu grinin dışındaki tek renk kırmızı, sarı ve yeşildi. İstanbul umut rengine boyanmıştı.
Tıpkı bizim yüreğimiz gibi Aybüke, bizim de yüreğimiz umutla dolup taşmadı mı?
Yanımdaki adam asla elimi bırakmadı, sıkıca kavradı. Ben 2011 yılında liseye başlatılmıştım beni koruyan manevi babam tarafından, akademiye alınmıştım kaç yüz tane sınavla! Bana ‘senin ne de kaybedecek bir şeyin yok, madem kalbin de yok, gel vatanın için savaş. Bu zekayı boşa harcama kızım.’ demişlerdi. Başımı çaresizim aklıyla koyduğum yol bana en güzel çareleri vermişti. 2012 yılında liseyi dışarıdan bitirip akademi sınavlarını dereceyle geçmiştim. Doğduğum günden beri sövdüğüm kaderim bana Onur’u getirmişti ta İngiltere’den. Babası İngilizdi ama Onur her daim Türklüğünü savunur, kanında asil Türk kanı aktığını söylerdi.
Adamın bizden iyi Türkçesi var Aybüke.
Minik bir insan değildim. Yirmi yaşımda 1.76 boyunda yetmiş kilo, tabiri caizse ‘dana’ gibi kızdım ama ellerim onunkilerin içinde minnacık kalıyordu. Ben kendimi ilk defa bir yerde bu kadar ait hissediyordum. Hayatım boyunca yaptığım gibi sığmak için küçülmeme gerek yoktu, o beni taşıyabilecek kadar büyüktü.
Caddeden karşıya koşarak geçtik. Gelmiştik, hayatımda ilk defa kendi kendime aldığım bir karar sayesinde giriyordum bu kapıdan içeri.
Ha gayret diyordu içimdeki çocuk, kıracağız bu kafesi. Haydi…
“Merhaba, biz nikah tarihi almak için gelmiştik ama.”
“Sağ tarafta koridorun sonundaki oda.”
“Teşekkürler.” Bırakmadı elimi, danışmada bulunan kadının söylediği odaya doğru el ele yürüdük. Daha dün gibi hatırlıyorum; ilk gördüğümde kavga etmekten adam gibi dövüş eğitimi yapamamıştık bile. İkimiz de disiplin yemenin kıyısından dönmüştük yıllarca. Şimdi içimde büyüttüğüm nefretim onun toprağında can bulmuş, aşk olmuştu. Can olmuştu. Kurak yüreğime serpilmiş can suyumdu.
“Tarihi en erkene ne zaman alabiliriz?” Görevli memur gözlük altından bakıyordu ikimize. Belgelerimiz önündeydi. “Aceleniz niye?” Bana baktı. Gözleri yüzüme, daha sonra da karnıma indi. “Burada hamile olduğunuz görünmüyor.”
Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Ne hamilesi! Daha bir ay önce öpüşmüştük zaten!
“Hayır! Hamile değilim. Sadece… hızlıca evlenmek istiyoruz. O kadar.” Sesim içime kaçıyordu memur karşısında. Akademide esip gürleyen Aybüke neredeydi şimdi? Memur biraz daha baktı dosyalara. Bir sorun görmemiş olacaktı ki tarihlere bakarken konuştu. “3 Mart.” “Olmaz!” Yanımda yükselen Onur’a döndüm, ben de farkındaydım. Çok geçti. Zaten herkesten gizli kıyacağımız minik bir nikahtan ibaret olacaktı. Evlenmemiz yasaktı, zaten akademiye gitmeye beni ikna etmiş manevi ‘velim’ de izin vermezdi. Onur’un ailesini ancak anlattıklarıyla bilirdim; onlar da izin vermezdi.
Adam tek kaşını kaldırmış bize bakarken benim yerime o konuşmaya devam etti. “Abi, en en en yakın tarih lazım bize.” “Mesela?” “Mesela bugün abi.”
Adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Evet, belki yangından mal kaçırıyorduk. Fakat kaçırmasak o yangın gerçekten çıkar, ikimizi de kül ederdi. Biz anka kuşları değildik, küllerimizden tekrar doğamazdık. Yüreğimizde ezilecek çiçekleri küllerinden yeniden açtıramazdık.
“Beyefendi…” dedim kısık çıkan sesimle. “Biz birbirimizi çok acıya rağmen bulduk. Bakın, çok süslü kelime bilmem. Hayatım boyunca kendimi de acındırmadım. Neyse odur.” Adamın dikkatini çekmiş olacaktım ki bana dönmüştü. “Ama biz birbirimizi ölesiye döven iki öğrenciyken aşık olduk. İmkansızı başardı şu öldü sandığım ruhum. Lütfen, dosyalarda da size sıkıntı çıkaran bir şey görmediyseniz, en yakın tarihe verin bize şu nikahı.”
Belki de ilk defa bu kadar fazla konuşmuştum birine. Belki de ilk defa bir şeyi bu kadar yürekten dilemiştim. Allah bilir, ben ilk defa sevdaya düşmüştüm. Yirmi yaşındayım dedim ya, işte şu ruhum aşık olduktan sonra olgunlaşmış, büyümüştü. Tekrar yaşama tutunmuştu. Ben bir kez yaşamanın tadını almıştım, kolay kolay bırakamazdım.
O benim aldığım ilk nefesti, belki de bir daha alamayacaktım. Tutabildiğim kadar tutacaktım şu nefesi.
Adam biraz daha bakındı dosyalada. Gözleri bir bende, bir Onur’da, bir de masasındaki külüstür bilgisayardaydı. “Tamam. 17 Aralık, yarın. Elimden ancak bu gelir.”
Olduğum yerde sıçrayacaktım, ayaklarım yere değmiyordu sanırsam. Ayaklarıma baktım, hayır hala yerdeydim. Onur’a baktım, bana benim gibi bakıyordu. Aşk gibi. Ben yarın evleniyordum. Herkesten habersiz, yalnız yanımdaki adam ve yoldan bulmayı umduğum iki şahitle.
Evrak işlerini bitirdikten sonra tutuşan ellerimizi sallaya sallaya çıktım binadan. Hava erken kararmıştı. Caddenin karşısında sahil kenarına geçtik. “Onur.” dedim. Kendi sesimi tanıyamadım, ben hiç böyle mutlu olmamıştım. Tuhafsayışım bundandı belki de.
“Aybüke. Aybüke’m.” Bana döndü. İç içe geçirdiğimiz ellerimizi kaldırdı, elimi dudağına götürdü. “Ömrüm.” Elimden öptü. “Vatanım.” Avcuma kondu öpücükleri. “Zümrüdüanka kuşum.”
Tüm İstanbul duysun, ben bu adamı seviyorum. “Zümrüdüanka mı?” Turkuaza kaçan gözleri benim kahvelerime can oluyordu. Gözlerinden öptüm. “Evet, Zümrüdüanka.” ‘Ne demek istiyorsun’ dercesine kaldırdım kaşımı. İlk defa bana bunu söylüyordu. Benim küllerimden doğmuş bir kuş olduğumu düşünüyordu ise bu yanlıştı. Ben hiçbir zaman kül olmamış, en büyük yangınlarımı yaralarıma buz basa basa atlatmıştım.
Ben hiç kül olmamıştım, küllerimden doğamazdım. Ben zaten yaralı da olsam hala vardım. Bir şekilde kalmıştım.
“Biz seninle kül olacağız. Yangınlar geçecek üstümüzden, mevsimler geçecek, günler geçecek, saçımıza ak düşecek. Biz her yangından sonra kül olup yeniden doğacağız.” Yanımızda akıp giden denizin dibinde ben de eriyordum sanki. Deniz benim yerime atıyordu çığlıkları. Kalbim, hayatımda ilk defa sadece umutla dolmuştu. Başka bir şey yoktu; ümit sarmıştı şu kırık yüreğimi.
“Biz hep yeniden doğacağız. Rabbim bizden razı olur, Aybüke. Ben inanıyorum, sen de inan.”
Kafamı kaldırarak baktığım adamın sarı saçlarına beyazlar düştü, kar yağıyordu yavaş yavaş. Denize baktım, hala hırçındı. Kar yağdı, ne de olsa her denizin üstüne kar yağardı.
“Öğrenirlerse… o zaman ne yapacağız Onur?” “Öğrensinler.” “O ne demek ya! Ciddiyim ben.” “Umrumda değil. Ama illa bir cevap istiyorsan…” dedi kafasını gökyüzüne doğru kaldırırken. Boynundaki kırmızı atkısına aklar düşmüştü. “Kül olur, yeniden doğarız. Hayatımız savaşla geçti Aybüke. Bu sefer bitti dediğimiz yerde, artık aşkımız için savaşacağız. Bırak öğrensinler, illa öğrenecekler. Ölmediğim sürece, sen bana izin verdiğin sürece ben sana yine gelirim, hep gelirim. Bırak öğrensinler.”
Karşımdaki adama baktım, yüzündeki her bir çehreyi sanki ezberlememişim gibi biraz daha aklıma kazıdım. Çok aşıktım ve belki de bu bile isteye kendime doğrulttuğum bir silahtı. Aşk denen silahı bile isteye kalbine doğrultan iki aşık… deliydik işte. Bırak öğrensinler Aybüke, sen yine savaşırsın. Hem vatanın için, hem aşkın için yine savaşırsın.
Parmak uçlarımda durdum, pembe dudaklarına yanaştım. Hava kararmıştı ama üstümüzdeki sokak lambası yetiyordu bizi aydınlatmaya. Öptüm onu, dudakları ısıttı üşümüş bedenimi. “Seni seviyorum, Onur. Ne olursa olsun gel, hiç gitme. Beni sakın bırakma.”
“Kapından kovsan bile mi?” “Kapımdan, bacamdan, odamdan, yüreğimden, kendimden… nereden kovarsam kovayım hep gel. Ben… seni çok seviyorum.” Bunu söylerken bile acıdı yüreğim, sevgi ne demekti bu adamla öğrenmiştim. Bilmezdim önceden. Öpüşen çiftleri sevmezdim, evlenenleri anlamazdım. Sarılanlardan tiksinirdim. Çocuk yapanları yargılardım. Ben sevgiye dair her şeyden nefret ederdim küçükken.
Oysa ben küçükken çok kırıkmışım, ilk defa denizdeki yansımamı görünce anlamıştım.
“Aybüke Coleman.” Güldüm. Şanlıurfalı bir aileden kaçan ağa kızının İngiliz bir adamla evleneceği tahmin etmezdim. Boynumdan öptü hafifçe. “Sevgilim.” Kızarmış kulaklarımdan öptü, üşüdüklerini fark ettim. “Müstakbel eşim.” Artık otuz iki diş sırıtıyordum. Sıkıca sarıldım boynuna, boyum yetmese de zıpladım. En çok ona, bir tek ona sarıldım. Yirmi yıl sonra da olsa, ben ilk defa nefes almıştım şu iki günlük dünyada.
“Seni seviyorum, Zümrüdüanka. Bundan sonra istesen de bırakmam.”
…
Ankara, 2023
“Aybüke Hanım, başkanım sizleri odasında bekliyor.” Durdum. Zırh misali giydiğim topuklularım üzerinde döndüm konuşan kadına. İstihbarat teşkilatı başkanının asistanıydı. “Konuyu söyledi mi?”
“Hayır, Aybüke Hanım. Sadece ivedilikle çağırdığını belirtmemi istedi.” “Tamamdır, geliyorum hemen.”
Kapısında durduğum odamdan içeri girdim.
Aybüke Akman, Dışişleri Bakanlığı Özel Operasyonlar Başkanı.
Masamda hazır bekleyen çantamı, askılıkta ip misali düz duran ceketimi de aldım, binanın en üst katına doğru yürümeye başladım. Yolda gördüğüm onca insanın baş selamını alıyor, başkanın odasına doğru yürüyordum.
Ben, Aybüke Akman’dım. Dışarıdan sert bir kış, içeride yarasını yamamış bir kadındım. Evim bildiğim bu bina, masam, odam ve işim tek hayatımdı. Çok klasik, değil mi? Yalnız bir kadın, zor bir geçmiş ve işine olan bağımlılığı. Hayır, ben bundan ibaret değildim.
Akademiden dereceyle mezun olmuştum, yirmi sekizimde özel operasyonlar başkanlığına atanmıştım. Her gün olduğu gibi nizami bir biçimde toplanmış saçım, ceketim ve koridorları delip geçen topuk seslerimle yürüyordum. Başkan beni ne için çağırmıştı bilmiyordum ama elime birkaç hafta önce geçen dosyayla bağlantısı olduğundan emindim.
Birkaç hafta önce masamda duran dosyaya bakmıştım, Türkiye’nin en uzun mafyalarından biri açık vermişti. Yıllardır inceleme altında olan bir araştırmanın izi bulunmuştu; çoğu dünya ülkelerinin içinde olduğu bir kurul vardı. Ne varlığını duyan olmuştu ne de ismini. Yıllardır bir hayaleti avlıyorduk ama sonunda bir ucunu bulmuştuk.
Hedefim olan kağıya ulaştığımda iki kez tıklattım, gel komutuyla içeri girdim. “Başkanım.” “Gel Aybüke.”
Baş selamıyla işaret ettiği koltuğa oturdum. Yanında duran panosu tamamen boşaltılmıştı, dikkatimi ona verdim. Kavram haritaları, konumlar, haritalar ve fotoğraflar asılmıştı. Burada derin bir plan hayat bulmuştu.
“Sana iki hafta önce bir dosya yolladım. Okumuşsundur.” “Elbette başkanım.” “Güzel.” Baş salladı, yerinden kalktı ve projeksiyonunu açtı. Şimdi koca ekranda tek bir metin yazılıydı;
Elmas Operasyonu
“Operasyon için kısmi anlamda yeterli bilgiye ulaştık. Tam tamına iki yıl sürse de sonunda kurulun varlığına dair bir kanıtımız var.”
Alastan. Yusuf Alastan.
“Türkiye’nin doğusunda yapılan silahlı saldırıda yakalanan bir terörist konuştu. Bize Alastan ismini verdi. Zaten mafya ayağı olduğunu tespit etmiştik fakat kurulla olan bağlantısı daha mühimdi. Bekledik, bulduk.”
Ekranda bazı fotoğraflar belirdi. “Şimdi bu detayları atlıyorum, daha sonra detaylı olarak konuşacağız zaten.”
Slayt gösterisi başka bir sayfaya geldi. Sırayla kimlikler belirdi sayfalarda. Karşımda kumral, yeşil gözlü bir adamın vesikalığı ve bilgileri vardı. “Oğuz Karaca. Babası 2013 Almanya merkezli saldırı şehitlerinden biri. Akademinin yanında fizik dalında astronomiden diploması var. Almanya’da aktif görev alan biri, İngiltere’deki okul için öğretmen olarak atayacağız. İstihbaratın en güçlülerinden. Zeka testleri takdire şayan. Operasyon ekibine dahil.”
Bir başka fotoğraf yansıdı ekrana. “Aylin Bayer. İstihbaratın deli kadını.” Bu dediği üzerine başkana döndürdük bakışlarımı. “Alanının en iyi kılık değiştireni, sızamadığı yer, anlamadığı şey yok. Altı dil biliyor. Sağlık lisesi mezunu. En değerli ajanlarımızdan. İsviçre’deydi, iki gün önce özel istekle bu operasyon için Ankara’ya geldi.”
“Bu da Ethem Alaz. Kuş ol dersin kuş olur, istediğin karaktere bürünür. Aylin ve bu ikisi senin kolun kanadın olur sahada. Diğerlerinin aksine özel kuvvetler askeri, kıdemli başçavuş kendisi.”
Sayfa yine değişti, bu sefer daha genç bir çocuk göründü ekranda. “Yeni mezunlardan. Derece ile mezun, senin gibi. Yaşına başına bakma, çoğumuza taş çıkartacak türden. Cevher. İlk operasyonu bu olacak ama eğitmenleri özellikle önerdi onu. Sana teslim ediyorum.”
“Çağatay, zaten tanıyorsun. İstanbul Teknik Üniversitesi Yapay Zeka ve Veri Mühendisliği Fakülte birincisi, Yale üniversitesinde bir yıllık staj yaptı daha yeni. Bu operasyonun işini görecek adam bu.”
Başkanı durdurdum. “Ben bu operasyonda hangi roldeyim?”
Bana döndü, oturduğu yerden baktı. “Şu andan itibaren özel operasyon başkanlığını senden alıyorum. Bu operasyon tamamlanana kadar seni operasyon başkanı yaptık. Bunda ancak sana güvenebilirim.”
Şaşkınlığımı saklamadım, dürüst oldum. Bunu beklemiyordum. Çok uzun zamandır sahaya çıkmamıştım, en son çıktığımda yeni mezun bir ajandım. Daha önce operasyon başkanlığı yapmış olsam da ilk defa bu denli büyük bir plan bana emanet ediliyordu. Bizzat sahaya çıkacaktım.
“Emredersiniz başkanım.” “Bitmedi.” “Buyurun,” “Bir adamın daha var.” Bakışlarımı ekrana döndürmemle bütün kaslarımın gerilmesini hissetmem bir oldu. Ayaktayda duruyordum ama sanki bütün dengem alt üst olmuştu. Ekranda biri vardı,o muydu bilemezdim. En son yirmisinde gördüğüm adama benzemiyordu bu. Sarı saçları hafif koyulaşmış, yüzü geçen yıllarla beraber olgunlaşmış, otuzlarında karizmatik bir adam vardı. Bir daha göreceğimi düşünmediğim geçmişim. Bir zamanlar geleceğim.
Şimdi ise sadece geçmişimde yer edinmiş bir anı.
“Onur Atlas Coleman. Alastan’ın yeğeni.” Hakkında soruşturma açılmış, açığa alınmıştı. Yıllarca geçen sorgulamalara maruz tutulduğunu duymuştum.
“Genç ve çok yetenekliyken mesleğinde açığa alındı. Bilirsin, illaki duymuşsundur. Seninle aynı yerden mezunmuş.”
Biliyorum.
“Öyle mi? Hala soruşturması devam ediyor sanıyordum başkanım.”
“Yıllarca etti zaten. Perişan oldu çocuk. Ama son bir yıldır hafif denetime alınmıştı. Şimdi tamamen kapandı dosyası. Mesleğe bir süre önce geri döndü.”
Ekrandaki fotoğraftan çekemiyordum gözlerimi. Arada sırada merak ediyordum acaba şimdi nerededir diye. Onu en son 2016’da görmüştüm, dosyası o yılın sonlarına doğru açılmıştı.
“Şimdi nerede başkanım?” Durduramadım kendimi, bilmek istedi. Ben değil, eskilerden kalanlar bilmek istedi. “İngiltere’deki okulda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni. Dediğim gibi, bir süredir o kuluçka merkezindeki adamımız. Onun tekrardan aklanması sayesinde son bir yılda en çok verye ulaşabildik. Operasyonda seninle olacak Aybüke, o hep sahada bulunacak. Kolun, kanadın artık neyim dersen… o bu operasyonun kilit noktası. Bundan sonra seninle.”
Boğazımda düğümlendi, kaldı ince bir sızı. Nefes alamadım. Konuşamadım. Hissedemedim.
Tekrar bir araya gelemeyiz, ortalığı yakarız. Bundan sonra tamamen ayrıyız… Biz asla beraber olmamalıyız, hataydı… Git Aybüke… Git Onur.
“İzninizle başkanım, lavabo-“ “Tabi, kızım.”
O odadan nasıl çıktım bilmiyorum. Girdiğim kadınlar banyosu boştu, kapıyı kilitledim. Şu anda kimseye tahammülüm yoktu.
Ayağımdakileri taşımak, omuzlarımı kaldırmak zor geldi. Ben, Aybüke, çok uzun yıllar sonra ilk defa olduğum yere çöktüm, dizlerim taşımadı bu yükü. Ağır geldi. Birden bir musluk misali akıverdi yaşlarım. Dizlerime vurdum. Gelmemeliydi, biz tekrar bir araya gelmemeliydik. Ben onu görmemeliydim. “Allah’ım!” Feryatlarımı bir ben duydum. Tanıdıktı bu sahne, yıllar öncesine aitti. Kapıya yaslanmıştım. Bir zamanlar yaslanacak birilerim olurdu, hepsi teker teker gitmişti hayatımdan. İşte böyle kapılara ihtiyaç duyardım arada. Yetiyorlardı bana.
“Hayır. Hayır, bir daha olmaz! Hayır Aybüke, bu sefer yıkılmayacaksın.”
Sen Zümrüdüanka’sın. “Kalk.” Kızdım kendime, kendimi toparladım. Aynada yıllar önceki benden kırıntılar yakaladım. Sertçe yüzüme su çarptım. Aynadaki kadına iyice baktım. “Sakın, Aybüke. Bu operasyonu asla batırmayacaksın. Ant içtiğin gibi, vatanı bu şerefsizlerden koruyacaksın. Kendine gel.”
“Sen busun.”
Bir daha baktım aynadaki kadına. “Sen bundan ibaretsin.”
Odaya geri döner dönmez masa başında beni bekleyen başkanı gördüm. Hiçbir şey olmamış gibiydim, hatta daha bile güçlü. “Ne zaman başlıyoruz başkanım?” “Hemen şimdi.” Başımla onayladım. “Timini topla. En yakın zamanda detayları sana birebir aktarıyor olacağım.” Baş selamı verip çıkacakken durdurdu. “Aybüke! Dosyalara kayıt için bir kod ismi lazım. Sonra değiştirebilirsin, şimdilik bir şey söyle.”
Biraz düşündüm, isim zaten belliymiş. “Anka.” Denizi seviyorum. Bir deniz çok hızlı değiştirebilir anları. Akar gider, durmaz. Bazen sakinleşse de akmayı asla bırakmaz.
Şimdi olduğu gibi deniz bütün ezberimi bozabilir. Beklemediğim yerden vurabilir, beni boğabilir.
Anka Timi bugün doğmuştu. Allah’ın izniyle de bundan sonra hep var olacaktı; her yangından sonra kül olup yeniden doğacaktı.
'Tıpkı benim, Senin, Bizim gibi.' ...
🥀💔🪶
Girişi sevdiniz mi? Bekliyor muydunuz olanları? 🫢 |
0% |