22. Bölüm

"Yalanlar ve Mahkumları" 2. Kısım, Günümüz

Kalopsia
kalopsia

 

Yazıya geçmeden önce...merhaba. Evet, hala hayattayım çok şükür. Öğrenci olduğum için yetişmem neredeyse imkansız fakat hu yazmayı bırakacğım anlamına gelmiyor. Hayallerim ve yazdıklarım benim tek çıkış noktam, kolay kolay bırakmam. Bugün atayım diye kurstan dönerken metrobüste yazdım bölüm sonunu.. durmak yok!

3. Kısımın da sonu kaldı, onu da İnşallah Sali gibi atıyor olurum.

Bana birkaç soru gelmişti, öylesine onları da yanıtlayayım bari.

En sevdiğin çift kim?

Kesinlikle Ateş ve Gece. İsimlerini bile özel olarak koydum, ilerleyen bölümlerde anlayacaksınız. Ayyy, düşündükçe bile kıpır kıpır oluyor içim. Eminim siz de onların dinamiğine bayılacaksınız. (Yani umarım jsjsj) Net olarak favorilerim...

Yazarken en zorlandığın karakter/an?

Alastan dememi bekleyebilirsiniz veya arkada dönen kurgu ama cevabım... Oğuz ve Yansı. Ben kendi hayatımda da durgun olan bir insan değilimdir, ilişkilerim serttir. Sadece romantik anlamda değil (zaten bir ilişki yapmadım :)) Ama onların bu yumuşak ve duygusal ilişkilerini yansıtmak benim için aşırı zor oluyor. Bazen böyle boş boş ekrana bakıyorum.

Bizi ne bekliyor?

Şu bölümler sakindik valla... spoiler olmasın ama sizi bekleyen şey kaos kaos kaos :D Bir arkadaşım var, her şeyi kolay kolay beğenmez. Kurgumu ona anlattığımda (yarısını okumuştu kitabın) abartmıyorum benimle iki gün konuşmadı. Çok iyiymiş. Umarım onun sevdiği kadar siz de seversiniz.

E o zaman kısa biraz ama iyi okumalar. Sabrınız için teşekkür ederim.. Bu kadar kısa olmasına karşılık size söz üçüncü kısım 20 sayfa atacağım. Olmazsa atmam :) Söz söz.

 

2.KISIM

Kapkaranlık bir oda, kocaman bir şehir, tek masa, onca farklı lider… O günlerden biriydi işte: Kurul toplantısı.

Her yerde fakat hiçbir yerde olan bir odadaydı toplantı.

Loş fakat göz acıtan bir ışıkla aydınlatılmıştı oda, kaç metre bilinmeyen upuzun bir masa duruyordu tam ortada. Herkes yerine geçmek için gelmişti; gelmemek, kendi beyinlerine doğrulttukları ahmakça fakat öldürücü bir kurşun olurdu.

Onca cip indi otopark alanına, yüzlerce insan kendi gölgesiyle yürümeye başladı. Odadaki yerler doluyordu. Toplantı başlamak üzereydi.

Alastan Suriye’den çıkarak acil alarmı verilen bu toplantıya katılım gösterecekti; o da şimdi otoparktaydı. Daha birkaç saat önce ondan habersiz bir bomba patlamıştı, hem de onun organizasyonunda, önemli hir alışveriş sırasında. Almaya çalıştıkları çip hazırlanan imha kodu için yapısal değer taşıyordu. Çip yoksa, veri tabanı yoktu.

“Cevat!”

“Buyrun efendim.” Orta yaşlarda bir adam koştu onu çağıran adamın yanına. İki eli kanda olsa da gitmesi gerekirdi herkesin ona; yoksa ellerine bulaşmış kanlar bizzat onların olacaktı. Bunu bilmeyen ahmaklar zaten şu an toprak altındaydı; en azından bir kısmı öldüğünde gömülmüştü.

“Bombayı kimin patlattığını öğrendin mi?”

“Efendim-“

“Cevat!” Durdu Alastan, arka çaprazında küçülmeye çalışan adama yaklaştı. “İsim ver, yoksa bir başka bomba olarak seni patlatırım.”

“Arıyoru-“

Tek bir tokat sesi yükseldi otoparkta, ardından bir silah sesi. Az önce küçüldükçe küçülmeye çalışmış olan adam şimdi tam olarak yerin dibindeydi.

“Götürün şu iti.”

Yeniden yoluna döndü, Cevat’ın yerini bir başka adam doldurdu.

Binaya doğru giden asansöre bindi. Biliyordu; kurul birazdan büyük bir kaosla açılacaktı, en azından Alastan için.

Aynı düzen vardı toplantı odasının dışında; kontroller, biraz daha kontrol ve tehdit edici bakışlar. Sıradan düzen.

“Günün kahramanı da buradaymış!”

“Viktor.” Sakince arkasını döndü, odaya giden koridorda biriyle karşılaşmayı beklemiyordu, hepsinin çoktan odada toplandığını düşünmüştü.

Viktor Raskarov, Yunanistan’ın kuruldaki temsilcisiydi. Bebeksi yüzü, tek gözünde yer edinmiş yaraya tezat parlıyordu, saçları göz acıtacak derecede iğrenç bir sarıydı. Asla sevecen değildi, Türk’lerden de nefret ederdi. Alastan bu neşeli görünen tavrının altındaki kinayenin de farkındaydı; birkaç saat önce kontrol dışı patlatılmış olan bomba Alastan’ın hanesine konmuş en büyük eksiydi. Ölüm burnunun ucunda ona göz kırpıyordu. Bugünkü alışverişten getirmesi gereken şey bir veri seti iken ellerinde kan vardı. Bu sefer başkasının değil, kendisinin kanı.

Ona doğru bakan, lüzumsuz bir şekilde sırıtan yüzün ortasından vurmak istedi Alastan ama yapamazdı. Kurulun her bir üyesi bizzat koruma altındaydı. Zaten ip ucundayken böyle bir hata yapması kurtulma şansını da sıfırlardı. Hata hatayı, yalan yalanı çekerdi; irade dışı bir hareket zaten yan yatmış bir balığın kaçınılmazı olabilirdi.

“Bomba bir alışveriş yapmışsın dediler.” Bu sefer kahkaha atıyordu, Yusuf’un ise kırış kırış yüzü gerildikçe gerilmişti. “Kurul toplantısı sıkıcı olacaktı, sayende az bir hareket gelmiş oldu, değil mi?”

Kürklü kolunu Alastan’ın omzuna attı. “Üzülme dostum, her daim arkandayım. Ama kaybettiğin dosya hakkında bir şey yapamam.” Yüz kasları kopacaktı sanki, damarları belirmişti alnında. Viktor yavaşça kulağına doğru eğildi, “Ama dosyanın bir türü daha yoktu, değil mi? Pardon, unutmuşum. Sadece ben değil, kimse bir şey yapamaz gibi duruyor Alastan.”

Yusuf kendini toparladı, kimse onu ezemezdi, ezdirmezdi. Bu kurula girerken ailesini bile feda eden biri tek bir dosyayla çökemezdi. İçindeki derdi kamufle eden bir sırıtışla döndü Viktor’a.

“Benim adım Yusuf Alastan, Viktor."

Yüzü ekşidi Viktor’un, niçin adını zikrettiğini anlamamıştı. “Biliyorum, dostum.”

“Emin misin? Bana beni tanımıyormuşsun gibi geldi bir an.”

Omzuna atılmış kolu tek eliyle çöp misali kaldırdı, yere savurdu. Siyah ceketini de düzelttikten sonra karşılarında duran toplantı odasına doğru ilerledi. Viktor daha başlangıçtı

Kapı açıldı. Gözüne batan sarı ışık eşliğinde upuzun bir masa belirdi oda ortasında. Masa etrafında çoktan herkes toplanmıştı, asilliğini bozmadı. Kendi yerine doğru ilerledi, omuzları dikti. Bütün gözlerin onun üzerinde olduğunu bilerek davranıyordu koltuğuna.

“Oraya değil, Yusuf Alastan.” dedi bir ses. Tanıdıktı. Bu sesle beraber bütün katılımcılar ayaklandı, kurulun şemasında en üstte bulunan en büyük soru işareti gelmişti; kurulun isimsiz lideri. Karanlıktan ötürü yüzü belli olmuyor, sadece yaşlı bir adam olduğu sesinden anlaşılıyordu. Lider asla hiçbir üye ile direkt iletişime geçmez, bunu adamlarına yaptırırdı. O, dünyadaki bütün insanları geçin, kurulun dahi bilmediği kocaman bir gölgeydi.

Alastan, her zaman oturduğu koltuğunu geri ittirdi. Oraya oturma derken neyi kastettiğini anlamıştı. Toplantının konusu oydu, o nedenle onun yeri bugün liderin karşısında, masanın diğer ucundaydı. Liderin adamları eşliğinde geçti diğer uca, herkes aynı anda geri oturdu.

“Bugün senden beklediğimiz bir dosyaydı. Yazılımı bitiriyoruz demendi, bitti demendi. Ama bir bomba haberi geldi Alastan, hem de sana emri verilmediği halde patlamış olan bir bomba. Dost ülkelerden biri ile yaptığın alışverişte patlayan bir bomba.”

“Bombayı ben patlatmadım. Bunu biliyorsunuz.”

“Bunun iyi haber mi olması gerekiyor?”

Çene kasları kasıldı, sırayla ona dönmüş aşağılayıcı gözlere baktı. Hepsine teker teker, derinden baktı. Ben hala buradayım demek istedi ama buna kendisi bile zor inanıyordu.

“Sayın liderim, izninizle.” dedi Viktor, Alastan’ı sorgulayan moderatör olmak istiyordu. Hatta bunun için can atıyordu.

“Hayır.” dedi liderin yanında duran yardımcısı. Liderin adına cevabı iletmişti. Bu, net bir hayırdı.

“Rosalia.” dedi adam. Moderatörün Fransız, eski bir diplomat olan Rosalia mahlaslı üyenin yapmasını istedi.

“Sizin kontrolünüz altında gerçekleştiğini bildiğimiz bir etkinlikte bir bina patlıyor, sizin haberiniz bile yok. Haberinizin olmadığına emin misiniz, Alastan?”

“Buna inanmamanız için bir sebep yok.” Güldü Rosalia, cevabı hazırdı. “Bomba patlamadan hemen önce binadan çıkmışsınız.”

Doğruydu. Alastan’a yapılmış olan bir arama sebebiyle insanlardan uzaklaşması gerekmiş, izole olabileceği bir yer olan arabasına gitmişti. Arabasına binemeden patlamıştı bomba.

“Bu bir tesadüf. Önemli bir haber almıştım, izole olmak adına arabama gidiyordum.”

“Ne haberi ki siz bu kadar… izole olmak istediniz. Etrafınızdaki herkes zaten tanıdıktı, değil mi?” Seslerindeki kinayeyi alıp yok etmek, boyunlarına urgan misali dolamak istedi. Akbaba misali herkes düşen ilk yeme koşuyordu. Ama Alastan düşmeyecekti.

Aldığı haberin Tanju gibi bir meymenetsiz hakkında olduğunu söylemek istemiyordu, ağır bir yaptırım alırdı. Bunun yanında sahip olduğu ağırlığı da kaybetme şansı vardı.

Alastan, sevmediği damadı yüzünden ipin ucunda.

“Ailem hakkındaydı.”

“Böyle giderse, yakında olmayacak insanlar yüzünden yani.” diye mırıldandı Viktor. Çok eğleniyordu bu toplantıda, normalde onun tek eğlendiği kısım sahada bizzat kapsun yaşandığı anlar olurdu. Bugün bir ayrıcalıktı.

“Bize yazılımdan bahset. En son bir ay demiştin. Vakit bitiyor, Alastan.”

“Dosya yandı. Aynısını üretemediğimiz için aksayacak fakat bu bitmeyeceği anlamına gelmiyor. Şu anki hali ile basit düzenekli olduklarını tespit ettiğimiz hava kontrol uydularının sinyalini bozuyor.”

“Senden adam öldürmeni istemedik, masa başı iş istedik. Bugüne bakılırsa, patlamalı bir şeyler sana daha çok uyarmış.”

Rosalia’ya tehditkar bir şekilde baktı. Korkmuyordu. Hele de bir kadından, asla. Belki ülkesi için Rosalia bir tehdit unsuru olabilirdi ama Rosalia ancak cürmü kadar yer yakardı Yusuf’n gözünde. Viktor, Watson ve diğer bütün üyeler gibi.

Elini kaldırdı lider, herkes sustu. Rosalia yerine döndü. Lider söyleyeceklerini yanındaki adam aracılığı ile tek tek iletti; her biri netti.

“Şu an ne kadar dikkat çektiğinin farkında mısın? Sen ne yaptığının farkında mısın Alastan?”

Biliyordu. Farkındaydı. Bu bomba dünya tarafından ilgi çekecek, gündeme düşecek ve sebebi merak edilecekti. Bu bombayla sadece Yusuf Alastan ismi değil, Kurul da dikkat çekmişti.

“Bu aptallığının sonucunu biliyorsun.”

“Ben gidersem, programı asla bitiremezsiniz. Kimse veri bankamdaki kadar veriye bir daha ulaşamaz. Bensiz, büyük hareketi gerçekleştiremezsiniz.”

İlk gülen Viktor oldu, ”Bizlerin çok iyi hırsızlar olduğunu unuttun galiba. İş adamı değiliz biz Alastan, senin gibi iş etiklerimiz yok.”

“Sadece bomba değil, son aylarda sana verdiğimiz hiçbir işi bitiremedin. Teslimatların çalındı, ulaşamadı. Programın asla bitmedi. Salakça bir alışverişi bile kontrol edemedin, Yusuf. Sence şurada oturmaya gerçekten değer misin?”

Teslimatlar… Son aylarda devlete takılan, patlatılan, çalınan ve güme gidenlerin sayısı arttıkça artmıştı. Lojistik müdürü olan Tanju’yu ilk beceriksizliğinde vururdu, hala hayatta olmasının tek sebebi kız kardeşiydi. Boynunu kütletti Alastan, buradan canlı çıktığı anda biliyordu ne yapacağını Tanju denen damada.

“Beni çok çabuk astınız gözünüzde. Bu kurula girerken en büyük fedakarlığı benim yaptığımı unutuyorsunuz. Beni unuttunuz, hatırlayın.”

“Hatırlamakta sorun yok. Malum, gündemden düşmüyorsun.”

Viktor’a bakmadı bile, baktığı tek bir gölge vardı, o da tam karşısında oturuyordu. Arkasından vuran ışık gözlerini delse de çekmiyordu bakışlarını. Netti, ben buradayım diyordu.

“Biz seni unutmadık ama sen içinde bulunduğun yeri unutmuş gibisin. Merak etme; seni, gerçekleştirmek için yemin ettiğin vaatlerinle anıyor olacağız.” Başının hemen arkasına soğuk bir namlu değdi. Yüzü hala kasılmış duruyordu. “Umarım boş yeminlerin yüzünden ateşin harlanmaz.” Namlunun değmesiyle Alastan’ın içeriye alma hakkı olan iki adamı da silah çekti. Kaderin ipi, kopacak hale geldi; gerildi, gerildi, gerildi…

O sırada liderin gölgesinde bir hareketlilik oldu, elinde bir telefon belirdi. Aynı anda Alastan’ın arkasında görünmeyen adama bir el işareti yaptı.

Dur.

Dünyaya saçılmış gölgeler, üyeler, boş gözlerle bakışmaya başladılar. Çoktan bir silah sesinin yükselmiş olması gerekiyordu ama Alastan hala masa başında yüzünde ayni sertlik, duruşunda aynı diklikle duruyordu. Silahın ucu ise hala beyaz düşmüş saçlarının arasında yer edinmiş, bekliyordu.

Aynı gölgede tekrar bir hareketlilik oldu. Liderin yanındaki adam da ona döndü, dinledi. “Son bir şans daha verildi.”

İşte bu sefer gözbebekleri şaşkınlıkla büyüyen sadece Alastan değil, herkesti.

“Bu ne demek oluyor?” diye çıkıştı Rosalia.

“Nasıl?” dedi bir başkası.

Bildikleri en karanlık gölge bu zamana kadar hiçbir ışık demeti süzdürmemişti kendinden. Karanlığın bile kendi gölgesi vardı şimdi.

Ondan daha üstü mü var?’ diye düşündü Alastan. Dik durmak onun için farzdı, içinde kopuyordu fırtınalar. O da şaşırmıştı. Onu kim neden kurtarmıştı?

“Yazılımı bir sonraki toplantıya kadar bitir, şansın kaderin olsun.”

Düşman hangi taraftı? Kimdi? Siyah piyon ilk hamleyi yaparken kurali kim bozmuştu? Ve bu kural ihlali, neden göz ardı edilmişti? Kuralsızların kurallarını bozmaya kimin gücü yetmişti?

 

 

Sabah olmuştu. Uzay, beyaz bir sedyede uzanmış, serumunu alıyordu. Annesi başında oturmuş başını sıvazlarken dayısı odanın dışındaki camekanın dışında yere oturmuş, bekliyordu. Dün gece ilk müdaheleyi Gece yapmış, ambulansla o da gelmişti. Ateş soğuk kanlı fakat bu hayattaki en değerlisi olan yeğeni için panikle hareket etmişti. Ablasını sakinleştirmeye çalışmış, kollarında tutmuştu. Onu sakinleştiren ise Gece olmuştu.

Merak etme, iyi olacak. Müdaheleyi yaptım zaten, korkmayın. Sakin ol.’ demişti koluna dokunarak, bu da yetmişti aslında. Nasıl ve neden yetmişti bilmiyordu. Asla güven duymaması gereken bu kadına sanki ömrünü emanet etse güvenebilirmiş gibi hissediyordu.

Hisler yanıltıcıdır Ateş, sen onlara kanma.

Yeğeninin tahlillerini bekliyorlardı, ablası içeride o ise kapı dışındaydı. İşten çıkmıştı; yorgundu. Yere çökmüş, sırtını soğuk duvara vermişti.

“Kahve?” dedi dolgun bir kadın sesi. Ateş’in kapalı gözleri açıldı, tepesinde beyaz önlüğü ile duran kadına baktı. Önlük, vücudunda siyaha tezat tek şeydi.

Bir de teni, geceleyin çıkan ay misali.

Gece, elindeki kahveyi yere çökmüş olan adama uzatmış bekliyordu, yeşilleri Ateş’in gözlerine odaklanmıştı. Gram eğilmemişti, dimdik duruyordu topukluları üstünde. “Yani, sizinkiler kadar iyi olmasa da... İş görür herhalde.” Gözlerinde herhangi bir duyguyu yakalamak zordu; daha ince bir bakış gerektiriyordu. Ama daha fazla baksa sanki bir daha çıkamayacaktı çimen gözlerinden.

“Sağol.” dedi usulca kadının elindeki kahveyi alırken. Ellerini beyaz önlüğünün cebine koydu, yere çökmüş oturan adamın hemen yanında dimdik dikildi. Bir şey söylemiyor, sadece duruyordu. Bir şekilde destek vermek istiyordu. Oysa zaten doktor olan oydu, zaten yardım etmişti ama yetmiyor gibi hissetmişti. Bir süre öylece durdular; biri dimdik ayakta hemen diğerinin başında, biri de duvardan destek alarak duruyordu soğuk, mavi bir hastane koridorunda.

“Gece gelen çocuk hastanın tahlilleri çıktı mı?” diye sordu Gece. Bir an ona soruyor gibi düşününce başını kaldırdı Ateş, telefonda konuşuyordu.

“Biraz daha seri olmalarını rica eder misin lütfen. Bekliyorum. Tamamdır, sağol.”

Telefon görüşmesinden sonra aynı sükunet esir aldı koridoru. Arada hastalar, insanlar geçiyor; hemşireler Gece’ye selam veriyorlardı.

Gece tam odaya doğru adım atacakken konuştu Ateş, oysa ondan son on beş dakikadır olduğu gibi uzak durması, konuşmaması lazımdı. Bir ip vardı onu ona çeken, sanki ucu o kadındaydı; çektikçe çekiyordu kendine doğru,

“Teşekkür ederim, şey… gece edemedim panikten. Sağol.”

“Görevim bu, iyi olmanıza sevindim.”

İçeri doğru hareketi yeniden kesildi, bu sefer ilk konuşan Gece oldu, “Siz de gelin içeri, yani, isterseniz.” Elini cebinden çıkartıp yavaşça yerdeki adama uzattı.

Şimdi bu eli bırakması, itmesi gerekiyordu Ateş’in. Kaybolduğu ormanlardan çıkması, uzatılan eli reddetmesi, soğuk duvarı kuzgun siyah saçları olan, ay tenli kadına tercih etmesi gerekiyordu. Kaderin cilvesi en belirgin haliyle oynuyordu Ateş’le.

Ateş, o eli geri çevirdi. Varlığından bile haberi olmadığı ip şimdi ikisine de düğümlendi. “Sağol.” Tek eliyle destek aldığı duvara tutundu, kalktı. Az önce yerden baktığında dev olan kadın küçüldü, Gece ondan en az yirmi santim kısaydı. O kalktıkça kadın da yüzüne bakmak adına yavaşça kafasını kaldırdı.

Uzattığı eli geri cebine soktu, kolay kolay çıkmazdı bu el. İstemsizce uzanmıştı sanki karşısındaki adama. Madem reddetmişti, bir daha öyle kolay kolay çıkmazdı. Zaten sadece dostane bir refleksti, o kadar.

“Doktor hanım.” diyerek kalkmaya yeltendi ablası, Gece ise ellerini oturması adına işaret etti. “Lütfen lütfen, oturun.” Annesinin gözleri şişmişti, saçları dağılmıştı. “Oğlumun nesi var doktor hanım? Sadece hipotermi, değil mi?”

“Şimdilik öyle, tedbir almakta fayda var. Ben yine geniş çaplı bir test istedim. Ne olur ne olmaz, aklınız rahat etsin.” Başını sağolun dercesine sallıyordu ablası.

“Allah göndermiş sizi bize, siz de olmasanız belki… Allah’ım!” Avuçlarıyla yüzünü sıvazladı.

“Kusura bakmayın sizin de adınızı öğrenemedim. Ben Nilay, Ateş’in ablasıyım.” Elini dostça uzattı kuzgun saçlı kadına.

“Merhaba, Gece. Tanıştığıma memnun oldum.”

“Burada mı çalışıyorsunuz Gece hanım?”

“Evet, plastik cerrahıyım.”

Anladım’ dercesine başını salladı, bakışlarını uyuyan oğluna geri çevirdi.

“Nilay!” diye bir sesleniş yükseldi dışarıdan, bakışlar kapıya çevrildi, saniyeler içerisinde kapıda bir adam belirmişti.

“Uzay! Oğlum.” Yatakta yatan çocuğa doğru davranırken güçlü bir kuvvetle sarsıldı, Ateş onu duvara yaslamıştı.

“Şimdi mi geldi lan oğlun olduğu aklına?”

“Ateş! Dur, yapma. Dur!” Ablası yerinden fırlamış, kardeşinin koluna sarılmıştı. Gece de olan biten karşısında şaşırmış, izliyordu. Kavga olacaktı, belliydi.

“Nerdesin lan sen? Çocuğunu hastaneye götürmek yerine neredesin sen!”

“Bacanak! Bırak yakamı, yeter be.” Ateş’in kolları arasından kaçmaya çalışsa da gücü yetmiyordu. O sırada yatakta kıpraşmaya başlayan çocuk dikkatini çekti Gece’nin, Uzay uyanıyordu. Aile arasında yaşanan olaya ne kadar karışmak istemese de tok bir ses ile konuştu. Uzay’ın etkilenmesini istemiyordu; hiçbir çocuk büyüdüğü zaman kavgalı geçen çocukluğu yüzünden yüksek seslerden korkmamalıydı.

“Ateş!…bey. Ateş bey, yeğeniniz. Uyanıyor.” Ateş’in gözlerine diktiği yeşilleri net bir mesaj veriyordu, ‘kavganızı dışarıya çıkarın ve çözün.’

Ateş, onu uyaran kadına bakarken iki yakayı kavramış ellerini bıraktı, sarhoş adamı da aldı, sürükleyerek dışarı çıkardı.

“Nerede sürttün lan a***n oğlu. Ablam aradığında niye açmıyorsun it.” Dişlerini sıkarak, bağırmadan, öfkeyle konuşuyordu. Ablasına döndü, “Sana aylardır söyledim. Yine söylüyorum, bu adamı boşa. Artık şu adamı bi sikir et abla!”

Ablası da son saatlerde dolmuş olacaktı ki ağlıyordu sinirinden. Aynı zamanda da kardeşini sakinleştirmeye çalışıyordu ama kendisi bu kadar dağılmışken bir diğerini toparlamak daha zordu.

“Anne?” diye mırıldandı bir ses, genç doktorun bakışları camdan yatağa döndü. Uzay uyanmıştı ama annesi şu an yanında olamayacak kadar dağılmıştı.

“Merhaba.” dedi Gece tok sesine nazaran bir yumuşaklıkla. Uzay, yarım yamalak araladığı gözleriyle karşısındaki bu yabancıya bakmaya çalışıyordu. “Beni hatırladın mı? Belki önlük olunca hatırlayamamışsındır.”

Başını salladı çocuk.

Minik bir tebessüm yerleştirdi yüzüne Gece. “Hani birkaç hafta önce restoranda yanıma gelmiştin, kahve siparişi vermiştim ben sana. Adımı sormuştun.”

Tek amacı ailesi kavga eden bu çocuğu oyalamaktı, başka bir gayesi yoktu. Aklına gelen ilk konu ise o tanıştıkları gündü işte; tabi o zaman Ateş’ten ve yeğeninden bir haber bir kadındı Gece.

“Adın neydi?” dedi çocuksu diliyle. “Gece.”

“Gündüs gibi mi?”

Bu sefer gülüşü büyüdü kadının, çocuk da gülmüştü; hatırlanmıştı.

“Evet, gündüz gibi.”

Dışarıdan bağırış sesleri gelmeye devam ediyordu. “Senin ismin ne? Tanışamadık biz seninle.”

Kapı açıldı, Gece kafasını yavaşça kaldırdı; gelen Ateş’ti. Dışarıda ablası ve kocasını bırakıp yeğeni için dönmüştü.

“Usay.” dedi mamur çocuk sesi. Bu sefer Gece bir taklite büründü.

“Gezegenler ve yıldızlar gibi mi?” dedi çocuğun baştaki sorusuna ithafen. Bu sefer çocuk da sırıttı, yaşına göre çok akıllıydı.

“Gesgenler ve yıldıslar gibi.”

“Dayım.” dedi Ateş, yatan çocuğun başını okşarken öptü.

Karşısında duran kadına baktı, o da ona bakıyordu.

“Kan tahlilleri az önce geldi telefonuma. Vitamin ve mineral değerlerimiz düşük görünüyor. Kansızlığımız var. Onun dışında iyiyiz, bir süre beslenmesine dikkat etmesi gerek, hava almıyorsa da üşütmeden güneş görmesi iyi olur. Ben birkaç takviye yazacağım. Onun dışında yeterli.”

“Teşekkür ederiz.”

Başını eğdi cevap olarak. Herkes dün geceden beri ayaktaydı, yorulmuştu. “Serum bittiğinde çıkış yapabilirsiniz. Bir sorun olursa ben zaten buradayım, üst katta odam. Diğer doktorlarımız da bir iki saate gelecektir mesaiye.”

Eli kapının kulpunu tutmuşken durdu, arkasından çoktan ona bakıyor olan adama döndü. “Bir ara o kahvenin tarifi ne ise istiyorum. İçine ne kattıysanız..başka bir yerde bulamadım.” Konuşurken nedense bir utangaçlık vardı sesinde. Ateş’i diğer tanıdıkları gibi göremiyordu; onun için farklıydı. Bir türlü anlam veremediği bir sebepten beyni fonksiyonlarını yitiriyordu sanki.

O sırada Ateş’in gözbebekleri büyümüştü, şaşırmıştı. Aklı başka kalbi başka konuşuyordu onun da.

 

Bizim ona yaptığımız kahveyi aramış…

Sus, ne alakası var. Sadece güzel bir kahve aramış; baş şef kahvesi sonuçta. Bi bok arama.

“Tabi.. Yani, veririm.”

İçinde normal malzemer olan bir kahveydi aslında. Kadına yakıştıdığı için ekstadan bir karamel şurubu koymuştu, o kadar. Sanki karamelin tatlı ama tuzlu hali bu kadına özgüydü. Ona, karamel kokusu yakışırdı.

“İçine ne koydunuz gerçekten? Yani, kahve, su belki süt..”

Donakalmış şaşkın suratını düzeltti Ateş, minik bir tebessümle konuştu.

Gerçi konuşan kendisi değilmiş gibi hissetti adam; bildiği Ateş, görevi neticesinde riskli grupta olan bu kadınla ancak istihbarat almak için konuşurdu o kadar..

“Lezzet malzemede değil, işin kendisinde yatar. Nasıl pişirdiğimi görmeniz lazım. Bir gün restorana gelin, bizzat göstereyim.” Gece’nin kaşları hafif de olsa havalandı. Şaşırmıştı. Hatta, Ateş de şaşırmıştı kendisine.

Siktir. Kadından uzak duralım derken tekrar çağırmak nedir gerizekalı. Kahve, su, süt de geçsene it.

Baş sallamakla yetindi Gece. “Gelirim..Yani, kahve için.”

Ateş her daim insanoğlunu cezbetmiştir. İlk görenler dokunmak ister, ona yaklaşmak. Oysa bu kadar cezbedici bir şeyin yaktığını acı bir şekilde tadarlar. Günün sonunda ateş ya söner ya da harlanır ama uzattığınız el yanmıştır. Geçmesi zaman alır, hatta bazen iz bile kalır.


 

Bölüm : 27.12.2024 01:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...