24. Bölüm

“Yalanlar ve Mahkumları” 3. Kısım

Kalopsia
kalopsia

Benden beklenmeyecek hareketler, iki gün sonra bölüm atıyorum.. Allah Allah.. sjjsjs

Merhaba canlar! Umarım iyisinizdir. Şimdi şöyle; bu bölüm kurgu planına baktığımda bu sahneyle sonlanıyor bölümümüz o nedenle çok uzatmadan son kısmı da atmak istedim ki söz verdiğim gibi başka bir bölümü atabileyim. Bugün bölüm attığımdan mütevellit bir sonraki bölüm hafta içi en geç İnşallah Cuma akşamı gibi gelir.
Ayrıca daha şimdi Kitappad'in etik kuralları falan filan yazan kısmı okudum, maalesef kitabın birçok kısmını kırpmak durumunda kalacağız.. Bir kere askeri bir kurgu olduğu için illa gerilim olacak ama elimizden geldiğince sansürleyeceğiz artık.

Kısa bir son part ile baş başa bırakıyorum sizleri.

Keyifli okumalar❤️‍🔥🥀🖤

 

...

Buğulu bir camın hemen yanındayım, damlaları izliyorum. Teker teker akıp gidiyorlar aşağı doğru, tutanları yok. Bazıları büyük, bazıları küçük, bazılarıysa hızlı; öylece akıyorlar işte bir camın üstünden. Artık sayacak durumdayım. Kim bilir ne kadar oldu şu damlacıklara dalalı.

Oğuz gideli kaç gün olmuştu, bilmiyorum. Bir süre sonra sayamadım. Beni sadece bir kez aramıştı, sonrası yoktu. Şu küçücük ekrana bütün olasılıkları bağlamıştım, belki aramıştır diye ameliyat sonraları aça aça bozdum ekranı. Yoktu; Oğuz hala yoktu.

Gece ile konuştuklarımız hala aklımda duruyor, onun dediği gibi asker olma ihtimali çok yüksekti. Neden daha önce düşünememiştim bilmiyorum. Belki de aklım birdenbire öyle bir boşluğa düşmüştü ki hayat düzenim tepetaklak olmuştu. Birden Oğuz çıkagelmişti, bu bile yeterdi aklımın durmasına.

Geldiğinde ona soracaktım elbet ama söylememe imkanı çok yüksekti; yine de deneyecektim şansımı. Böyle günlerce onu beklemekte sıkıntı yoktu, on üç sene beklemişim zaten, biraz daha beklerdim. Hatta belki bu sefer geleceğini bildiğimden beklemesi daha kolay olurdu.

Ben ne ara seni bu kadar bekleyecek denli özlemişim, Oğuz?

 

Rüzgar hızlıydı, tüy yumağından olma bulutlar hızla ilerliyordu gri semada. Camın ardındaki ışıklar buğuluydu şimdi. Hastanedeydim, odamda ayaklarımı küçük pufa uzatmış ofis koltuğumda duruyordum öylece, gece saat bilmem kaç.

Masada yüzüstü duran telefonuma kayıyordu gözlerim, gelen her bir bildirim dikkatimi çekiyordu; hepsi boştu.

 

“Nerdesin Oğuz? Neden seni bu denli bekliyorum ben? Ne yaptın bana…”

Belki de gelmezdi, ya da şu hastane aciline yine yaralarla gelebilirdi. Korkuyordum, o yüzden hastaneden ayrılmam zordu o yokken. Beni arayamazsa ama yaralı olursa diye dört günün üçü kalıyordum burada. Gece beni her ne kadar ikna etmeye çalışsa da buradaydım işte, gidemiyordum. Zaten dört günün üçü nöbete tek kalan ben de değildim, Gece de benimle kalıyordu. Benim kalmadığım dönemlerde de kendisini tamamen işine vermişti o. Bu denli ne vardı unutmak istediği bilmiyorum, ‘çalışmak iyi geliyor Yansı, unutuyorum’ demişti bir keresinde. Kalp cerrahıydım günün sonunda ama hiçbir sevdiğimden çekip çıkaracak gücüm yoktu şu derdi tasayı; hiçbir kırık kalbi onaracak tedavi de bilmezdim.

Öyle bir kalp cerrahıyım işte; yüreği tedavi etmeyi bilmeyiz biz cerrahlar, anca avucumun içi kadar olan bir kas kütlesi benim bildiğim.

Karanlık çöktükçe şehrin ışıkları buğulanıyor, çoğalıyordu. Odamın ışığını kapatmıştım; bir tek masadaki minik lambam yanıyordu. Hiçbir zaman çok ışığı sevmemişti gözlerim.

Kapım aralandı yavaşça, bir kafa göremedim ama boşluktan içeri sızan bir el ve tuttuğu bir de yemek poşeti vardı; Gece’ydi. Ancak moralim bozuk olduğunda takındığı minik tebessümü vardı yüzünde.

“Yemek?”

Aynı buruk tebessümle baş salladım, o içeriye girerken ben de masamda yer açtım.

Masamın yanındaki sandalyelerden birini çekti, karşıma oturdu. Daha fazla ışığa ihtiyaç duymadık, sanırım ikimiz de alışıktık karanlığa. Fazlası göz ağrıtıyordu sadece.

Bir süre konuşmadık, biz alışıktık böyle sessizliklere. Belki de bu yüzden bu kadar iyi arkadaştık, dosttuk, hatta kardeştik. Ben kendi ablamla bile bu kadar yakın olamamıştım. Yazar günlüğümün sayfalarında; ‘ben aileme sevgimi göstermem, gösteremem.’

 

“Sana da hiç oluyor mu?” diye sordum karşımdaki kadına, “Küçükken mutlusun, iyisin, hoşsun. Yağmurlar yağıyor, çiçekler falan açıyor kalbinde. Genç hissediyorsun, olman gereken yaşta. Sonra bir bomba patlıyor tam şurada..” Bir elimi hala masaya bakarken kalbime koydum. Sanki Gece’ye anlatmıyor, kendi ruhuma sesleniyordum. Yarım kalmış, küçüldükçe küçülmüş olan ruhuma.

“Sonra kıymıklar batıyor, acıyor. Geçmiyor. Bilmediğin acılar saplanıyor yüreğine. Sonra karanlıklara saklanıyorsun, bekliyorsun. Sonra bir şey oluyor, yine alt üstsün. İstediğin kadar büyü..”

 

“Hayatına hiçbir iyiliği yakıştıramıyorsun.” dedi birden. Kafamı kaldırdım, hafiften sarıya bulanmış yeşilleri bendeydi. Sanki ne anlatacağımı baştan anlamış, sonunu kendisi getirmişti. Bu masalı o da yazmıştı. “Sanki her şey daha da kötü olacakmış gibi oluyor, ne kadar iyilik sunsa da hayat sana sen inanmıyorsun. Yara almış olan küçüklüğün tedavi olmadan büyüyor.” Gözleri titredi, dikkat etmesem anlamayacağım kadar hafifti, “Sonra hiçbir doktor düzeltemiyor işte. Bahsettiğin duygu buysa, sanırım biliyorum.”

Ah.. başka ne denir? Ah çekmekten başka elden ne gelir?

“Biz niye bu kadar…” dedim, gerisi gelmedi.

“Kırgınız?” dedi Gece.

Dudak büzdüm bilmem dercesine. Ben de bilmiyordum neydik ama biraz kırık, biraz yıpranmış biraz da yaşlıydık…

“İki yarım bir tam.” dedi Gece, bu sefer burukça gülümsüyordu bana. İşte kardeşim dediğim kadın soğuk ifadesini kuşanan, çatık kaşlarıyla dahi adam döven o güçlü Gece değildi; benim yanımda kendi olan, benim için de olsa minikten gülümsemeye çalışan, kuzgun siyah saçlarına inat benim için karanlığı aydınlatmaya çalışan bu kadındı benim kardeşim.

Keşke ben de bu kadar güçlü olsaydım; güçlü olmaya mahkum bırakılmadan.

İki yarım bir tam, bizdik. Yansı ve Gece.

Yemek çoktan bitmişti, oturuyorduk öylece. Bir telefon çaldı, hızlıca baksam da benim değildi. Aranan Gece’ydi.

“Tamam, geliyorum hocam.” dedi ve telefonu kapattı, bana döndü. “Başhekim çağırıyormuş, bir gidip bakacağım.” Tamam manasında başımı salladım. Gitmeden önce tekrar bana döndü, “Hayat bazen güzel şeyler sunuyor Yansı. Bana sunmadı ama sana sunarsa, karanlıktayım derken onu kaçırma.”

Kapı kapandı.

Şu kadının sert duvarlarının ardındaki kız çocuğunu çok merak ediyorum. Ama gördüklerime dayanamayacağım diye de korkuyorum. Yıllardır arkadaşımdı, dostumdu ama hiç kendini açamayacak kadar kapatmıştı. Ben de zorlamamıştım, istersen ben hep buradayım demekle yetinmiştim.

Başımı geri yasladım, ayaklarımı yeniden uzattım. Son aramalarım hala boştu. “Of! Tamam, bakmayacağım. Yarım saat bakmayacağım.” Telefonumu çekmeceye koydum, öylesine durmaya devam ettim. Ayağım stresten sallanmaya başlamıştı, dışarıdaki Aralık yağmuru daha da şiddetlenmişti. “Bakmayacağım.”

Bakmayacagım, cagım, cagım! Ey irade, neredesin, neredesin kurban olduğum.

Koltuğuna kurulmuş yaşlı dedeler misali saçım başım dağılmış, hırkamda kaybolmuştum. Ellerim karnımda birleşmiş, bacağım sallanıyordu. Arada gelen bildirim sesleriyle bacağım daha da hızlı sallanıyor, merakım artıyordu. Beklediğim olmasa gram umrumda olmazdı.

Kaşlarım çatıkken bakışlarım çekmeceye dönüp durdu. O gelene kadar günün her saati telefon başında onu bekleyemezdim, beklememeliydim.

“Ben arasam mı acaba…”

“Hayır, hayır. Aramadıysa işi vardır, ya da aramak istemiyordur belki de.”

Arardı, değil mi?

“Yansı hocam, çocuk hasta. Değerleri düşüyor!” Aniden açılan kapıyla kendime geldim. Telefonmuş, yemekmiş hepsini unuttum, oturduğum yerden hızlıca fırladım, koşarak iki alt kattaki yoğun bakıma doğru ilerledim. Telefon da çekmecem de kalbimle beraber kaldı.

 

“Oğlum! Oğlum! Doktor hanım birşey yapın ne olur!” Yetiştiğim gibi giyinerek camlı odaya daldım, kalbi durmuştu çocuk bir hastanın. Nakil bekleyenlerdendi ama daha o kadar minnaktı ki.. ben kendi kalbimi versem sığmazdı sanki.

“Defibrilatör getirin! Koş, koş, koş!”

Küçücük bir kalp gözlerimin önünde durmuştu, atmaktan yorulmuştu sanki. Oysa onun daha yaşaması gereken heyecanları, kalp atışları vardı.

Şok vermeye devam ettim, atışlar düzelmedi. Kalp masajına geçtim. Annesi camekanın dışında duruyor, kim bilir yüreğinde ne ağıtlar yakıyordu.

“Hayır, Can. Yaşayacaksın. Hayır.” Adı Can’dı.

Her bir hareketimle sanki gözlerimde teker teker yaşlar birikiyor, akmayı bekliyordu.

“Oğlum! Can!”

Soluklarım karışıyordu, yorulmuştum. Bütün enerjimi kalp masajına vermiştim, yaşayacaktı. Can, biraz daha dayanacaktı nakle kadar…

“Hocam.” dedi düşük çıkan bir ses. Duymadım. Kim bilir o yatakta kaç dakikadır kalp masajı yaptım.

“Hocam…” Kimseyi duymuyordum. En sonunda güçlü bir erkek sesi ilişti kulağıma, “Yansı hocam! Durun. Hastayı kaybettik, durun artık…” Başhekimdi gelen, yanında duran kadın da Gece.

 

“Hayır!” Selzenişim kendimeydi, bu kadar küçük çocuklar dünyaya bu kadar erken veda etmemeliydi. Her ne kadarkötü de olsa şu dünya, her çocuğun yaşama hakkı vardı; gülmeye, oynamaya, haylazlık yapmaya… Can yaşam dolu bir çocuktu. Odada oyunlar oynadıklarımdan biriydi. Adı gibi Can’dı canandı.

O artık yoktu.

“Hayır!” dedim, yumruğumu kalbinin üstüne geçirdim son hamle olarak. Kalbi hiçbir şekilde atmadı.

“Ölüm saati 23.44..” Başhekim benim yapmam gerekeni yaptı; ben o kadar güçlü değildim şu an.

Ayaklarım yere basıyor gibi olsa da yıkıldım. Kaç çiçek soldu gönlümde, bilmiyorum. Kaç binam yıkıldı, kaç göz yaşı dökülmek için hazırlandı, bilmiyorum.

Annenin feryatları duyulmayacak gibi değildi, etrafında hemşireler vardı. Ben, bir çocuğu daha nakil olmaması yüzünden kaybetmiştim.

Şimdi söylesin biri bana, kaç fırtına bu kadar azgın bir acı serperdi yüreğe?

Saçım başım dağılmış, algım kapanmışçasına çıktım odadan. Yere çöken anne, ona sarılmış ağlayan bir baba ve yanlarında ağlayan bir başka genç kız..

Kim bilir bu gece kimin hayatı altüst olmuştu.

Etrafımda neler olup bittiğini algılamadan yürüdüm odama doğru. Yol üstündeki oturağa oturdum, sanki biraz daha ayakta durmaya çalışsam ayaklarım tutmayacak, devrilecektim. Dolmuş gözlerim hala salmıyordu yaşları.

Doktor olmak o kadar eğitim, onca yıl emekten falan zor değildi… Elinden kayıp giden canlar, solan yaşamlar, ümitle bakan çaresizler yüzünden zordu. Elinize tomarla para geçse ne olur? Hekimi hekim yapan vicdandır derdi üniversite hocamız. Al işte, tomarla para, al işte kayıp giden yedi yaşında bir can.

 

Oturduğum yerden toparlandım, odama yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Son kırk dakikada bir can kayıp gitmişti ellerimden; bunu bilerek yürüdüm.

Kapımı karanlığa açtım, masamın kenarına yaslanmış büyük, siyah bir silüet vardı; camdan dışarı doğru bakıyordu. Kapıyı açmamla bakışlarımız kesişti; Oğuz’du.

 

Onun yeni duş aldığı belli olan ıslak saçları, siyah eşofman takımı yanında benim kepazeliğim duruyordu. Elleri ceplerinde yaslanmıştı masama, bana bakarken yüzünde oluşmuş gülümseme bana bakarken solmuştu. Şimdi yüzünde saf bir endişe ve merak vardı. Kim bilir ben ne haldeydim.

“Yansı..” Yavaşça doğruldu, gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Kapıyı yavaşça kapatıp adım atmaya çalıştım. Bir adım, sonra bir tane daha, bir tane daha…

“Sen, neredesin?” diye fısıldadım. Kontrolüm de yaşam misali kayıyordu elimden.

Endişeli bakışları yüzümde, ardından vücudumda kontrol edercesine gezindi.

“Neredesin sen Oğuz?”

Yaşlarım tam sınırdaydı. Ağlamaya başlasam durmayacaktı ama kendimi tutan ben değildim. İlerledikçe Oğuz’a yaklaştım, o bu çıkışıma tepki olarak olduğu yerde kalmıştı, sadece yaslandığı yerden doğrulmuş bana bakıyordu.

 

Sinirli miyim değil miyim ben bile fark edemedim, hızla soluk alıp verirken gözlerim kızarmış gibiydi. Yavaşça adama doğru yaklaştım. “On üç yıl sonra hiçbir şey yokmuş gibi geldin. Tamam dedim, konuşuruz anlaşırız. Sen-sen şu an ne yapıyorsun da beni günlerce arkandan bekletmeye hakkın var!” Artık emindim, ağlıyordum.

 

“Sen kimsin ben seni arkandan bu kadar bekliyorum Oğuz, ne hakkın var..” Ona ulaşınca daha fazla dayanamadım, duvar bildiğim gölgeye yeniden sığındım; oysa şimdi ona bağırıyordum. Dayanamadım, kollarına ulaştığım gibi kırıldı dizlerim. Günlüğüme yazmışlığım çoktur; ben bir bu adamın yanında böyle ağlarım diye.

 

Eskide kalmadı mı o, Yansı? Hala mı?

Omzuna vuruyordum, düşmemem için kollarını bedenime sarmıştı. Yavaşça yere oturmuştuk; gözlerim dışarıdaki yağmura düşman daha hızlı akıtıyordu yaşlarımı. Bir elim onun tişörtünü sıkıca tutmuş, bir diğeri ise omzuna vurur olmuştu.

Sinirim veya öfkem ona değildi, kimeydi bilinmez. Belki hayata, belki de.. bilmiyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum.

 

“Çok özür dilerim..çok özür dilerim güzelim.” Fısıldarken saçlarımı öpüyordu, kolları bütün bedenimi sarmış, soğuk zemine oturtmamıştı. Ben salya sümük ağlamaya devam…

“Çok özür dilerim..”

“Eğer..” dedim birden, “Eğer konuşmadan gideceksen bir daha asla geri gelmemek üzere git. Ya da bana bir şey söyle Oğuz, seni bekleyeceğimi zaten biliyorsun..” Bu bir zafer miydi yoksa yenilgi mi bilemedim. Onu her daim her şeyiyle beklemek…

“Ben..” Duraksadı. Söylemezdi. Ben konuştum. Az önceki öfkeme inat yeni traşlanmış yüzünü kavradım iki elimle. “Asker misin?” Bunu beklemediği aşikar bir şekilde bana baktı.

“Madem konuşamıyorsun, ben konuşayım. Yeter ki çözelim şunu… yoruldum Oğuz. Zaten yorgundum, sende dinleneyim derken yolun daha başında yoruldum.”

Konuşmadı, gözlefi titredi. Sadece baş salladı, o da çözmek istiyordu bunu, anlamıştım.

“Asker misin?”

Gözlerime baktı.

“Astronom değilsin ama, değil mi?”

Bu sefer evet manasında salladı başını, onunla beraber ben de salladım. Yüzlerimiz yakındı, gözlerinin her bir titreyişini görüyordum karanlığa inat.

“Mesleğini bana hiç açıklayacak mısın?”

Konuşmadı lakin bilmiyorum diyordu gözleri, onu da okudum. Tam ağzını aralayacakken sustu, vazgeçti.

“Söyle.” dedim ona cesaret verircesine. Kararsızdı düşüncesini söylemek hakkında.

“Ancak…” Yine baş salladım hevesle, “Evlilik bağı ve birinci dereceden yakınlar..” dedi.

Evlenmeden söylemesi yasaktı. Nasıl bir meslekti bu böyle? Minik bir tebessümle baş salladım. Soru cevaba devam ettim, madem ancak buydu şansımız, kullanacaktık. Gerekirse hep böyle konuşacaktık.

“Hep gidecek misin böyle?”

Baş salladı, arada.

“Yaran var mı?”

Yok.

Gözlerine baktım, gözlerime baktı. İkimizin de bakışları yüzlerimizin her bir zerresinde can buldu, iyice baktı. Ezberlemek, her detayını hafızama kazımak ister gibi baktım; onun gibi baktım.

“Her soruma böyle cevap verecek misin?”

Evet

Güldüm bir nefes misali.

“Bu kadar cevaba hala hiçbir şey bilmiyorum…”

Özür dilerim diyordu gözleri, özür dilerim Yansı.

“Az önce çocuk bir hastamı kaybettik.” Ağlama sebebimi anlayacaktı ki merakı az da olsa gitmiş, yerine hüznü bırakmıştı. Ağlamam yine şiddetlenmişti.

“Yedi yaşında, kalp nakli bekleyen bir hastamdı. Az önce durdu kalbi. Ve ben o sırada yine aptal bir telefon başında seni bekliyordum.”

 

Gülerken ağladım, kızdım. En çok kendime kızdım. Nedenini bilmezdim ama en çok hatayı yine kendimde buldum. Yine ağladım.

Dağılmış saçlarımdan bir tutam aldı, yüzümü ortaya çıkardı. Burnumdan öptü hafifçe.

“İstersen..” Gözlerine baktım, söylemeye çalıştığı şey neydi ise gözleri titriyordu, kızarmıştı hafiften. “İstersen giderim, Yansı. Hayatında beni istemezsen eğer…”

Bunu beklememiştim, gözlerine döndüm. “Onu nereden çıkardın?” dedim. Oysa bunu söylemesi çok normal değil miydi Yansı? Az önce kendi ağzınla demedin mi sen kimsin diye.

 

“Acı çekiyorsun Yansı, ben sana şu dünyada acıyı bırak bir ah çektirmek dahi isteyen son kişiyim. Ben sana nefes olmaya çalışırken senin onda boğulmanı istemiyorum. Ama, ben buyum ve bunun için senden özür dilerim…”

Kaşlarım hüzünle havalandı, onun da kalbi sıkışmıştı, hissettim.

“İsteyerek değil…” dedim. Bunu bizzat kendime söyledim.

“Değil.” dedi başını sallarken, alnını alnıma yasladı. “Yemin ederim değil.” Burunlarımız değiyor, alınlarımız yaslanıyordu. İkimiz de birbirinden farklı iki savaşın yorgunlarıydık ama günün sonunda, yine, yeniden, birbirimizde hayat buluyor, beraber dinleniyorduk.

 

“Senden olabildiğinin en dürüstünü olmanı istiyorum Oğuz. Bunu yapabilirsin, değil mi? İmkanların el verdikçe bana anlatmanı istiyorum.”

Başını salladı yeniden.

Ellerimi saçlarına götürdüm, ıslak tutamlarına doladım parmaklarımı.

“Belki o zaman yorulmayız.” dedim. “Seni yeniden bırakmak istemiyorum.”

 

Gözleri gözlerime değdi, geçmişime nazaran aşırı dürüsttüm. Belki de bu can dediğimiz şeyin elimizden ne kadar aniden gidebileceğini öğrenmiş olmamdandı. Ertelemeyi unutmuştum doktorlukla.

“Son soru..” dedim. Elleri hala belimde, beni soğuk zeminden koruyordu. Bacağına oturtmuştu.

Dinliyorum dedi baş sallamasıyla.

Sormadan önce tebessüm ettim, az önceki öfkemi ve yaşlarımın üstünü tek bir tebessümle kapatmak istedim.

“Beni özledin mi?”

Bunu da beklemiyordu, gözleri güldü. Dudakları hafiften kıvrıldı. Ben bu adamı özlemiştim, yalan yok. Belki geçmişimiz yarımdı; konuşamadıklarımız, yapamadıklarımız ve anlatamadıklarımızla doluydu fakat geleceğimiz yan yana olabilirdi. Biz bunu yapabilirdik. Zamanında sevmek için çok gençtik, sevgi nedir belki onu bile bilmezdik. Sanki şimdi birbirimizi tamamlamaya yetebilirdik.

“Çok özledim Yansı’m. Çok özledim…”

Adımız belki hala sevgili değildi fakat elbet onun da zamanı gelirdi. Şimdi, şu ana odaklandım. Az önce bir can kayıp gitmişti elimden ama diğer sevdiğim yanımdaydı.

Şu an, sadece bunun için şükrettim.

“Seni çok özledim Fındık.”

Bölüm : 27.12.2024 01:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...