@kalopsia
|
7.Bölüm
“Zincire Vurulmuş Özgür Ruhlar”
Gül kokuyorsun bir de
Amansız, acımasız kokuyorsun
Gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
Dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun
Hırçın hırçın, pembe pembe
Öfkeli öfkeli gül
Gül kokuyorsun nefes nefese.
-Edip Cansever
“Uyuz.” Cevap yok. “Uyuz.” “Hm.” “Uyuz!” “Efendim Fındık! Ne oldu güzelim? Ne Uyuz Uyuz!” derken yerinden sıçradı Oğuz, ağaca yaslanırken okumaya çalıştığı kitaba bir türlü odaklanamıyordu yanındaki bıcırık yüzünden. “Gömüldün yine kitaba! Sıkıldım, az biraz sosyal hayata dön.” “Ya kızım sahile niye indik? Kitap okumaya çağırmadın mı beni?” “Ya nereden bileyim cidden kitaba gömüleceğini.” Yansı, Oğuz’u zar zor da olsa masa başından koparmış, kitap bahanesi ile sahile sürüklemişti. Şimdi sırtlarını dayadıkları ağaç eşliğinde kitap okuyorlardı, yani en azından Oğuz okumaya çalışıyordu. “Ne yapmamı istersin tam olarak? Ne yapayım da eğlendireyim seni Allah için bir söyler misin?” Bakışları ile elindeki kitabı işaret etti Yansı. “Ne okuyorsun, bana da bahset mesela.” Yalan yok, kitaplara sıfır ilgi duyan on dört yaşındaki arkadaşından böyle bir istek duymak şaşırtmıştı Oğuz’u. “Gerçekten dinleyecek misin? Yoksa her zamanki gibi ben konuşurken zavallı otları mı koparacaksın.” Ofladı Yansı, şayet karşısındaki çocuk adı gibi biliyordu huyunu kızın. “Ya söz bak, valla dinleyeceğim. Hem, merak ettim kapağı da güzelmiş.” Yerinde kıpırdandı Oğuz, rahat bir pozisyona geçince ise anlatmaya başladı. “Kitap Platon’un bir kitabı, adı Symposium. Şölen anlamına gelirmiş o zamanlar. Kitapta şu an okuduğum yerde bir mit anlatılıyor.” Karşısındaki küçük kızın hikâyeyi gerçekten dinlediğini görünce hevesle anlatmaya devam etti Oğuz. “Adı Androjenler Miti. Mite göre, başlangıçta biz insanlar dört kollu, dört bacaklı, iki başlı ve iki cinsiyetli varlıklarmışız. "Androjenler" olarak adlandırılıyor ve hem erkek hem de kadın özelliklerini taşıyormuşuz. Ancak bu Androjen denilen varlıklar -yani insanlar- çok güçlü ve kibirliymişiz, bu yüzden tanrılar androjenleri cezalandırmak istemişler.” Pür dikkat karşısındaki çocuğu dinliyordu Yansı, arada gerçekten dikkatini çekerdi Oğuz’un anlattıkları. Zamanında yine sırf Oğuz anlattı diye Şeker Portakalı’nı bile okumuş, sonra saatlerce Zeze için ağlamıştı. “Zeus, bu güçlü varlıkları zayıflatmak ve onları daha az tehlikeli kılmak için her birini ikiye bölmüş, böylece bir insanı oluşturmuş. Böylece o günden sonra her yarı, diğer yarısını aramaya ve ona tekrar kavuşarak bir bütün olmaya çalışmış.” “Vay be. Androjen demek. Benim yarım kayboldu, denize falan düştü herhalde.” Genç kızın yorumu üzerine güldü Oğuz. “Şurada bir mit anlatalım da kültürlensin dedik, ona bile dertlendin be kızım.” derken gülümsüyordu. “Belki de denize düşmemiştir.” diye devam etti Oğuz. “Nerde o zaman bu. Belki de direk kalbim yoktur, mantıken yarım da hiç oluşmamıştır.” Bunun üzerine kızın suratına baktı Oğuz. Ruhunda bu kadar duygu barındıran, yetmezmiş gibi Oğuz’un da ruhunu besleyen bu kızın nasıl kalbi olmayacaktı? Kalbi kesinlikle vardı, hatta belki diğer yarısının kalbi de ondaydı. “Belki de.” dedi Oğuz. “Yakındadır veya aslında tanışmışsındır da fark etmemişsindir.” dedi Oğuz denize doğru bakan kızı süzerek. “Acaba senin yarın nerededir uyuz?” “Çok da merak etmiyorum.” Nasıl yani dercesine döndü kız yanında uzanmış olan çocuğa. “Hiç mi?” “Belki de çoktan bulmuşumdur. Kim bilir?” derken sırıtıyordu Oğuz. Yansı ise gülmekle yetinmiş, denize bakmaya devam etmişti. Bulmamış olsa bile, şu an yanında olan kalbi kendisine uydurmaya razıydı.
»»——————————-««
“... gerçekleşen sempozyumda kendisinden bir yıla yakın haber alınamayan...” Havalimanının bekleme salonlarında yer alan dev ekranları yaşanan vahşeti anlatıyor, insanların dikkatini çekiyordu. Binlerce can kurtarmak için bir araya gelen doktorların partisinde bir can son nefesini vermişti. Uçağa binmeden önce Oğuz’u tekrar görmeyi umut etmiştim fakat vurulma olayından sonra ses seda çıkmamıştı kendisinden. Yıllar sonra görmüştüm lakin tek adamakıllı cümle kuramadan yine sessiz bir veda etmiştik. Ne kadar şaşırsam, öfkeli olmuş olsam da belki tekrar konuşmaya başlarız diye düşünmüştüm, yanılmışım. Havalimanının çıkışına doğru valizlerimizi sürüklüyor, olabilecek en kısa sürede dinlenip toparlanmayı istiyorduk çünkü İngiltere macerası sona ermiş, hastane denen gerçek tekrar başlamıştı. Yoğun günler bizi bekliyordu, birkaç saatten fazla dağınık kalma gibi bir lüksümüz yoktu. Gece, kiraladığımız arabayı İngiltere’de teslim etmiş, havalimanında bıraktığı arabasına geri dönmüştü. Valizlerimizi yerleştirip yola koyulduğumuzda ancak açabildim telefonumu. Uçak modundan çıktığım saniye düşen cevapsız arama ve bildirimlerden bir tanesi özellikle dikkatimi çekti, bu bir SMS’ti.
+44 987…: Madem yıllara inat tekrar kesişti yollarımız, bu sefer dört kolla sarılırım, istesen de bırakmam Fındık. “Uyuz...”
»»——————————-««
Oturduğu koltuktan mutfak tezgahında duran telefona bakıyordu Oğuz. Bacağını sallayıp duruyor, tüm algısını sadece öylece duran telefonuna veriyordu. ‘Şu an uçakta olmalı’ diye geçirdi aklından. Veda dahi edemeden gitmişti tekrardan, belki de veda etmemeliydi en başından? Belki de bir işaretti, bilmiyordu. “Başlayacağım Fındık’ına da Elmas’ına da nerden çıktın birden.” diyerek ofladı. Elleri ile yüzünü ovdu, saçlarını karıştırdı. Yüreğinden söke söke kopardığı kız şimdi yıllar sonra başka bir ülkede karşısına çıkmış, geçmişi hatırlatmıştı. Ya görmezden gelecekti ya da sıkıca sarılacaktı. Ruhunu ele geçirmiş birkaç duygu vardı Oğuz’un; vatan aşkı, öfke, nefret... ve bir de adını koyamadığı bu duygu. Sevgi desen içi boş kalırdı anlatmaya, şefkat ise yetersiz. Aşk? Aşk dese yetmezdi. Bu aşk değil, başka bir şeydi. Daha güçlü, daha kutsal. Tezgâhta duran telefona küfürler yağdırarak ilerledi Oğuz. Ne kadar küfre bulansa da yapmak üzere olduğu şeyi engellemeye yetmiyordu. Madem geçmişin en derininden çıkıp da İngiltere’de bulmuştu onu, o zaman sıkıca sarılacaktı ona, bir daha kolay kolay bırakmamak üzere. “Madem gerçekten bir daha buldum seni, öyle kolay bırakmam.” Zaman, yürekte bir ağırlık da olsa iyileştirmeyi çok iyi bilirdi. Zamana bırakmayı becermiş olan cesur kalpler vakti gelince tekrar atmayı çok iyi bilirlerdi, hatta eskisinden bile daha hızlı, daha fazla.
»»——————————-««
Bir süre sonra, İstanbul
“Evet, aynen. Acılı olan Urfa mıydı Adana mı? Tamam o zaman iki adet Urfa rica ediyoruz. Teşekkürler, sağ olun.” Hastanenin karşısında gece boyu açık kalan restorandan yemek siparişi vermeye karar vermiştik Gece ile. Yine nöbetteydik ve yine acıkmıştık. Gece’nin odasına tüm hastalarımın kontrolünü yapıp kurulmuş, telefonumda geziniyordum, şayet iki aydır liseli ergenler gibi bildirim beklediğim biri vardı. En son görüşmemizin üzerinden iki ay geçmişti. Kendisi İngiltere’deki okulda astronomi öğretmenliği yaptığını söylemiş, baloya da bir arkadaşının daveti ile konuk olarak geldiğini söylemişti. Türkiye’ye döner dönmez sosyal medyadan takip isteği atmış, beyefendi yıllar sonra iletişime geçme lüksünde bulunmuştu. Neyse canım, arkadaşım işte konuyu deşmeye gerek yok diyerekten kabul etmiştim isteklerini. İki aydır da sadece yazışıp konuşuyorduk. Odasına kurulduğum doktor arkadaşım bir hastasının kontrolünü bitirmiş olmalıydı ki geniş pencereli, uğruna savaş verebileceğim odasına döndü. “Yemek mi söylesek?” derken masasının başına kuruluyordu kurban olduğum, ben ise odasındaki elit koltuğa kurulmuş, ayaklarımı uzatıyordum. “Ben o işi hallettim bile.” derken sırıtıyordum çünkü daha sadece bir saat önce diyete girmeye karar vermiştik. O bir şeyler ile uğraşırken ben liseli aşıklar gibi telefonuma sırıtıyordum. “Sen hayırdır.” dedi birden. “Bana telefon bağımlısı diye azarlayan kıza bak. Manita mı yaptın yoksa.” “Yok canım.” derken hafiften panik vardı sesimde. “Ne alakası var manita falan, aa! Sende, ilahi.” Gece bana sırıtarak bakıyor, ben ise bu konuyu nasıl en hızlı şekilde kapatabileceğimi düşünüyordum. Yeşim hemşire yine yetişti, kendime not; yeşim ablaya dürüm ısmarla. “Yansı hocam, acile vurulma vakası getirdiler.” Bugün plastik ve çocuk bölümleri dışında nöbete kalan bir tek ben olduğum için oturduğum yerden fırladım, acile doğru koşturmaya başladım. “Bilgi.” dedim yanımdaki hemşireyle koşuştururken. “Erkek hasta, 35 yaşlarında, göğsünden vurulmuş, az önce getirdiler.” Birkaç dakika içinde acile ulaşmıştım. Sedyeye yatırılmış olan hastanın hemen yanında sağlık ekipleri duruyordu, kanamaya bez ile baskı yapmakla meşgullerdi. “Hocam nabız yüz yirmi, tansiyon dokuza beş. Olay yerinde çok kan kaybetmiş.” Etrafımda dört dönen asistanların sesleri kulağımı dolduruyordu. Hastanın gömleğini kesiyordum şimdi. “Kurşunun çıkış yerini görmem lazım, yavaşça çevireceğiz, bir, iki, üç!” Adamın sırtını yavaşça çevirmiş, kurşun çıkış noktasına bakıyordum. “Akciğerin üst lobundan çıkmış gibi duruyor. Hipovolemik şok riski de var. Sponge ver!” Müdahaleden sonra ellerimdeki eldivenleri çıkartırken yanımdaki asistan doktorlara döndüm. “Damar yolundan volüm genişletici verin. Hastanın EKG’sini de görmek istiyorum.” İlk müdahaleden sonra az önce adamı getiren sağlıkçıların yanına ilerledim. Hastayı nerede nasıl bulduklarını sorunca bir ihbar sonucu ulaştıklarını lakin olay yerinde yaralıdan başka birinin bulunmadığını öğrendim. “Polis ekipleri gelmiştir herhalde.” “Hastanede konuşabilecek duruma gelince sorgu yaparlar diye düşünüyoruz bizde hocam, çok bir bilgimiz yok.” Yanlarından teşekkür ederek ayrıldım. Odaya döndüğümde Gece’nin bilgisayarında çalıştığını gördüm ve masasına koyduğu yemek paketi dikkatimi çekti. “Geldi mi iki gözümün çiçeği!” diyerek pakete doğru atıldım. Gece ise o anda masasını toparlamaya başlamış, yer açıyordu. “Diyetin ilk saatinde Urfa gömmemizi görmezden geliyoruz herhalde.” “Bu sayılmaz.” diyerek yemeğime daldım. Telefonum, az önce olanların etkisiyle fırlatıldığı koltukta duruyor, dikkatimi çekiyordu. İki aydır sosyal medya üzerinden az da olsa konuşuyorduk Oğuz ile lakin son birkaç gündür neredeyse hiç yazmıyordu, bende işi vardır diye düşünerek asla üstelemiyor, ilk mesajı ondan bekliyordum. Mesaj atsın diye gönderi paylaşmam kısmını es geçiyorum sevgili kendim, çok da gerekli bir detay olmasa gerek. Dakikalar saatleri, saatler ise günleri kovaladı. Vurulmuş olarak gelen hasta ancak iyileşmeye başlamış, yanındaki mafya bozuntusu tiplerin isteği ile özel odaya alınmıştı. Başka bir günün, başka bir sabahıydı tarih. Koridorda ilerliyordum, ellerimi beyaz önlüğümün ceplerine koymuş, eksik imzaları tamamlamak için danışmaya doğru yürüyordum. Hastanede peşimi bırakmak gibi bir niyeti olmayan sevgili ablam, Yeşim hemşire, arkamdan seslenmesi ile durdum. “Hocam! Yansı hocam!” diyerek koşuyordu bana doğru. “Efendim Yeşim hemşire, buyur kimi getirdiler acile.” Yanıma gelince elleri dizlerinde eğilmiş, soluklanıyordu. “Yok hocam bu sefer acile değil, yani acile ama normalde sizin görmeyeceğiniz bir hasta.” Anlamadım dercesine baktım karşımdaki hemşireye. “Anlamadım?” “Bileğini burkan erkek bir hasta, özellikle sizi istedi.” “Yeşim hemşire, ben kalp cerrahıyım farkındasınız değil mi? Baksın işte acildeki asistanlardan biri.” “Bende öyle dedim zaten hocam da inat etti. Kalbim de de sorun var deyip durdu.” İlerlemem yine durmuş, bıkkınlıkla dönmüştüm yanımdaki kadına. “Nesi varmış kalbinde, onu da mı burkmuş?” “Kalbimin- ne demişti- andon bilmem nesiyle dikilmesi lazım mı bir şeyler dedi hocam işte, anlamadım ki!” “Baksın bir asistan, taburcu etsinler sonrasında. Gerekirse psikiyatri için kâğıt yazsınlar. Gerçekten bir derdi var ise muayeneye bekliyor Yansı Hoca dersiniz.” Yoluma doğru dönmüştüm, ilerleyeceğim sırada bağırdı Yeşim hemşire. “Hatırladım vallahi! Androjenler demişti.” Olduğum yerde durup arkamda yüzünde bir şey başarmışçasına gülümseyen kadına baktım. Androjenler... “Ne dedi dedin?” “Androjenler. Kalbinin onarılması için size mi ihtiyacı varmış ne.” Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Ya aklım bana oyun oynuyordu ya da ben sonu olmayan hayallerimden birine dalmıştım. Hemşireye tamam diyerek acilin yolunu tuttum. O olmasa da ihtimali bile heyecanlandırmaya yetiyordu kalbimi. Midemde ise ya kelebekler havalanmıştı ya da dün gece yediğim makarna sindiriliyordu. Hızlı adımlarla ilerledim acile doğru, içimde olan onu görme isteği ile karşılaşırsam ne diyeceğim konusundaki belirsizlik savaşa girmiş, panikle hareket etmemi sağlıyordu.
»»————————-««
Ofisinden ayrılmış, hastanenin en alt katında yer alan arşive doğru yol alıyordu Gece. Uzun zamandır ulaşmaya çalıştığı kayıtlar vardı fakat bir türlü erişemiyordu. Telefondan erişim kısıtlıydı. Arşivin kapısını aralamış, sanal kayıtlara erişim olan bilgisayarların bir tanesine kaydını yapmıştı. Kaydına baktırmak istediği hastanın adını en az üç kere denese de her birinde erişime engelli olduğu bildirimi ile karşılaşmış, engellenmişti. “Bu böyle olmayacak.” Oturduğu yerden kalkıp görevlinin yanına doğru ilerledi. “Gece hocam, buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” “Kolay gelsin, ben ne zamandır bir hasta kaydına ulaşmaya çalışıyorum lakin hem mobil arşivden hem de bu bilgisayarlardan kısıtlanmış gözüküyor.” “Allah Allah, sadece şifrelenmiş özel hastalara uygulanır bu erişim. Maalesef sadece üst yöneticilerin erişimi var. Fakat isterseniz ulaşmak istediğiniz dosyaya dair bir dilekçe yazın, ben ileteyim.” “Çok sevinirim.” Gece, uzatılmış olan kalem ve kâğıda yazmaya başladı. Uzun zamandır ulaşmaya çalıştığı bu dosya onun için kritik bir öneme sahipti, çünkü yıllar önce bakamadığı bu dosyaların kocaman bir ihlali örttüğünü biliyordu Gece. Dilekçeyi bitirir bitirmez asansöre doğru ilerlemeye başladı genç kadın, o sırada telefonu çaldı. “Efendim?” “Gece!” İsmine bakmadan açtığı aramadan çok tanıdık bir ses yükselince şaşkınlıkla isme baktı. Haziran “Haziran! Döndün mü?” “Az önce geldim eve.” Haziran da dörtlü grubun bir parçasıydı lakin bir yıldır Amerika’daydı. Avukat olduktan sonra on iki aylık özel bir eğitime katılmıştı. “Akşam nöbette misiniz? Yansı’yı da aradım ama açmadı.” “Hayır değiliz ama bilmiyorum Yansı boş mu. Neden ki?” “Yeni gelmişken buluşalım, kaç aydır hasret kaldım size. Liseden çok yetenekli bir şef arkadaşım yer açmış İstanbul’da, oradan rezervasyon yaptırdım.” “Dilruba müsait miymiş?” “Evet, gelirim dedi o da. Sen?” “Tamam, bende ayarlıyayım randevuları, konum atarsın.” “Harika! Tamamdır akşam görüşürüz güzelim, öptüm.” Telefonu kapattıktan sonra odasına ilerledi ve aklındaki her bir soruyu bir tarafa süpürdü. Çünkü şimdi ilgilenmesi gereken onlarca hastası vardı.
»»————————-««
Acilin normale göre sakin olan atmosferine girince damarlarımda dolaşan panik ele geçiriyordu panik. Ya Oğuz değilse gelen kişi? Hızlıca ilerledim ve acilde bulunan danışmaya doğru ilerledim. “Merhaba, beni soran bir hasta varmış, buruk bilek vakası?” “Şu perdesi yarım kapalı olan sedye hocam.” derken parmağı ile acilin köşesinde bir sedyeyi işaret ediyordu. Kendimi toparladım, derin bir nefes aldım. Çok da heveslendiğimi belli etmemek istercesine yavaş adımlarla ilerledim, ulaşınca perdenin ucunu elimle araladım. Ve evet, kocaman cüssesi ile sedyeye yarım yaslanmış, arkası dönük kumral bir adam. Oğuz. “Buyurun, özellikle çağırtmışsınız, şikâyetiniz nedir, yaralı androjen beyefendi?” dedim gülen bir ses tonuyla. Yüzünü diğer yöne dönmüş olan Oğuz elindeki telefonu indirmiş, arkasına dönmüştü. Döndüğü an koptu içimde bir fırtına. Yeşilin en güzel tonu yeniden karşımda. Oğuz yüzüne yıllar önceden kalan ve hasretinden yandığım çapkın gülümsemesini tekrar takınmış, tam gözlerimin içine bakıyordu. Gözleri gülüyordu adeta, tıpkı benimkiler gibi. “Yansı.” “Androjen Bey.” Bu dediğime kıkırdadı, güldüğünü görmek bile dokunuyordu kalbime. Yıllar önce de çok severdim Oğuz’u güldürmeyi lakin şimdi güldüğünde gönlüm bir ayrı hoş oluyordu. Urfa dürümden o, gece yemeyecektin. “Androjeni anlatmakla anlatmamak arasında kararsızdım, hatırlamana şaşırdım.” Ben de şaşırmıştım. Nasıl anlatabilirdim ki karşımdaki adama o beni bıraktıktan sonra anlattığı her bir hikâyenin kitabını alıp altını çize çize defalarca okuduğumu, anlatamazdım. “Birden geldi işte aklıma.” Oğuzun bakışları biz konuştukça gözlerime, yüzümün her bir milimine ve dudaklarıma kayıyordu. Fakat dönüp dolaşıp baktığı yer yine kahvelerdi. “Madem o kadar ısrar ettin, söyle bakalım neyin var? Ayrıca nasıl geldin sen İngiltere’den, niye söylemedin?” “Bileğim burkuldu.” derken havaya kaldırdığı elini bana gösteriyordu. Ben ise ikinci sorumu cevaplamadığını yine fark etmiş fakat üstelememeye karar vermiştim. Elini elimin içine alarak incelemeye başladım. “Bunu bir asistan doktor da yapabilirdi. Bunun için bir kalp cerrahına ihtiyaç duyduğunu sanıyorum.” dedim sesimde bir kinaye ile. Ben eline bakmak için biraz daha yaklaşmıştım lakin yüzlerimizin bu kadar yaklaştığını fark etmeyecek kadar dikkatimi işime vermiştim, oysa nefesini boynumda hissedebileceğim kadar dibimdeydi. Kafamı bir an kaldırmamla beraber burunlarımızın değmesi bir olmuş, daha da yakınlaşmıştık. Ne zaman olduğunu fark etmesem de Oğuz’un arkamızda bulunan perdeyi diğer eli ile örttüğünü gördüm. “Bileğinin üzerine mi düştün.” derken o kadar yakınımdaydı ki söylediğim her bir kelime, ağzımdan çıkan her bir nefes onunkine karışıyordu. Bunun üzerine bakışları bir gözlerime, bir de dudaklarıma değdi. Cevap olarak ise cıklamak ile yetindi. Yüzündeki o küçük gülümsemeyi alıp fırlatmak istedim yüzünden, şayet kendileri elimi ayağıma dolandırıyordu. “Şey o zaman...” Hm dedi bakışları dudaklarımdayken. “Şey yapalım biz.” Gülümsemesi milim milim de olsa büyüyor, yüzümün her bir zerresinde bakışlarını gezdirmeyi sürdürüyordu. Göğsüm şimdi kontrol edemeyeceğim şekilde inip kalkıyor, onun göğsüne değiyordu nefes aldıkça. “Bir MR’a- yani şey röntgen isteyelim.” derken kendimi toparlamaya çalışıyordum, şayet nefesime karışan nefesim de gülüşü kadar sarhoş ediciydi. MR çektirmesi gereken onun bileği değil benim olmayan beynimdi. Gözleri gözlerimi buldu tekrardan. “İsteyelim hocam.” Demesi kolaydı tabi. Şerefsiz. Zaman nasıl bir olgunluk getirdiyse yüzüne ağzım açılmıştı adamın karşısında. Bir de salya akıtalım Yansı, ne dersin? “Röntgeni isteriz istemesine de sen benim sorumu cevaplamadın.” dedim yavaşça toparlanarak. Tek kaşını havalandırdı. “Neden döndün İstanbul’a?” “Ne oldu, gelmese miydim?” “Ya yok o yüzden değil tabi ki de.” Olduğum yerde dikleştim, yine bakışlarım, gözlerine döndü. “Arkadaşımı görmek istedim diyelim.” dedi. Arkadaş derken? “Arkadaş mı olmak istiyorsun?” diye sordum. “Değil miyiz?” diye sordu kaşını havalandırarak. “Olmak ister misin?” diye sordum en cilvelisinden. Lakin bu cesaretin birdenbire nereden geldiğini dahi bilmiyordum. Olduğu yerden hareketlendi, yatağın uçuna doğru yaklaştı, yaklaştı... “İsterim.” dedi, sesi bir fısıltı misali çıkmıştı lakin çok net duyabileceğim bir mesafedeydim. Sağlam olan elini yavaşça dağınık topuz olan saçıma götürmüş, yüzüme düşen tutamları yana doğru itekliyordu. Sonra eli saçımdan yavaşça aşağı doğru ilerlemeye başladı. “Her dakika bir sebep olmadan sesini duyabilen...” elleri yanağıma doğru ilerlemiş, lakin parmak uçları sadece değer gibi olmuştu. “Gözlerindeki toprakta, aldığın nefeste, aklında, zihninde...” saydığı her bir maddede başka bir yere ulaşıyordu elleri, bakışları. “Kalbinde, teninin her bir zerresinde, dudaklarının pembesinde...” Elleri dudaklarımda geziyordu. Sadece derin ve ağır bir nefes verdim. Şimdi ise bir elini kalbimin üzerine yaslamıştı. “Yüreğinde yaşamaya hak tanıdığın tek arkadaşın olmak isterim, istiyorum.” Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemedim, tam olarak mala bağlamış bir şekilde kaldım. Geri adım atmaya çalıştım lakin konuştuğu sırada bacakları arasında durduğumu fark etmemiştim. Ağzımı konuşmak için aralasam da bu tuhaf anı bozma potansiyeline sahip tek bir şey söylemek geldi aklıma. “Şey, röntgen.” Bu dediğim üzerine ağır ağır gülmüş, peki doktor hanım diyerek dibimden ayrılıp ayaklanmış, perdeyi açmıştı. “Şey, Serhat!” diye seslendim asistana. “Buyurun hocam.” “Hastayı toprağa- ee şeye- röntgene alalım.” Oğuz sadece bu halime kıs kıs gülmekle yetinmiş, Yeşim hemşirenin önderliğinde röntgene gidiyordu. “Serhat.” “Buyurun hocam.” “MR boş mu?” “Evet hocam, neden?” “Ben gireceğim.”
...
Oğuz, İstanbul'a dönmüş... Yansı'ya ise eskinin tam tersine utangaç yaklaşmıyor.. Oğuz neden İstanbul'da? On üç senedir ayrı kaldığı aşkına ulaşması tek uçak biletine mi bakıyordu, yoksa aşk göründüğü kadar kolay olmayacak mıydı?
|
0% |