@kelebekruhhu
|
Hızla odama geçtim. Burada kalmak istemiyordum. Araf arkamdan sesleniyordu ama onu duymak istemiyordum. “Odama giremezsin!” Dedim. “Odan da benim sen..” cümleyi tamamlamasına izin vermedim. “Ben senin kölen değilim, burada kalıyorum diye her şeyi söyleyeceğin ve yapacağın anlamına gelmez!” Dedim sertçe. Kolumdan tutup, merdivenlerden indirmeye başladı. “Ne yaptığını sanıyorsun?” Dedim fakat oralı bile olmadı. Kapının önünde bulunan korumaları ilk kez görüyordum ve sanırım onlarda beni! İlk geldiğimde kapının önünde kimse yoktu. Beni gördükleri şekil hiç iyi izlenim vermiyordu. Başımı öne eğdim, yeterince rezil oldum. Orada bulunan bir arabanın kapısını açtı ve beni içeri fırlattı. Ayağımda ayakkabı bile yoktu... “Nereye götürüyorsun?” dedim daha sakin bir sesle. “Ait olduğun yere!” dedi ve hızla arabayı çalıştırdı. Ait olduğum yer mi? Benim ait olduğum yer neresiydi? Bağırıp çağırmak istedim ama kime karşı bana nefretle bakan birine karşı mı? Ölmek istiyordum, her şeyden o kadar bıktım ki, şimdi ölüme götürse seve seve giderdim. On sekiz yaşında ki bir kızın hiçbir yere ait olmamasına mı ağlayayım, kimse tarafından sevilmemesine mi? Yoksa istenilmemesine mi? Bu kız artık yaşamak istemiyor, onu bile çok görürler! Zulüm etmek daha cazip geliyor insanlara... Gözlerimden yaşları sildim, böyle aciz görünmek çok utanç vericiydi. Araf göz ucuyla bana baktı. Daha hızlı sürmeye başladı. Konuşmamama şaşırmış gibiydi. “Bu da yeni taktik mi?” dedi. Yüzümü ona doğru döndürdüm. “Sen, şımarık küçük bir çocuksun! Ne anlarsın ya!” dedim ses tınımı yükselterek. Sinirlenip arabayı o kadar hızla kullanmaya başladı ki, oradan oraya savruluyordum. “yeter! Durdur arabayı!” dedim. “Nereye gideceğimizi merak etmiyor musun?” diye sordu. Bu yolun sonu ölüm... Aileme verdiği an ölüm ile kuçaklaşacaktım. “Sen, hiçbir şeyi bilmiyorsun, böyle devam et hadi daha hızlı sür arabayı,” dedim. Telefonu ısrarla çalmasına rağmen bakmadı. Şehir dışına çıkmak üzereydik ve ikimizde artık kabullenmiş gibi sessizdik. Tam bitti dediğim anda arabayı ani bir frenle durdurdu. Bunu beklemiyordum, başım arabaya çarptı. “Allah kahretsin,” deyip arabadan indi. Başımın kanadığını hissediyordum ama umursamadan bende indim. “Senin derdin ne? İstemediğini iliklerime kadar hissettirmene ne gerek vardı, söylemen yeterliydi. Orada seninle kalmazdım zaten.” Diye çıkıştım. Kara gözleri, zifiriydi. Nefretle mi bakıyordu, yorgun mu bakıyordu hiç anlam veremedim. “Ya susup kalman ne işine yarıyor, e tamam, hadi gidelim ver aileme ailemde beni, benden yaşça büyük birine versin. Tamam, Allah aşkına yeter sizin istediğiniz gibi olsun her şey, yeter ki beni rahat bırakın. Şu dünya bana bir odayı bile çok gördü!” Deyip, olduğum yere çömelerek ağladım, hıçkıra hıçkıra... “Ne evliliği lan, ne diyorsun sen?” diye bağırdı. Kendimi o kadar boktan hissediyordum ki, şu an yerin dibine girmeyi bile razıydım iki günlük kişi bile beni istemiyordu. Ailem, neden istesin ki?.. “Gidelim, uzatmaya gerek yok!” dedim ve arabaya bindim tekrardan. “Sana diyorum, ne evliliğinden bahsediyorsun?” dedi sinirle. “Seni ilgilendiren bir konu değil, istediğin oluyor işte ait olduğum yere gidiyorum!” dedim ve önüme döndüm. Sertçe kapımı kapattı. Dışarda ağzının içinde küfürler saydırıyordu, ama kime karşı? Arabaya yaslandı ve bir sigara yaktı. İlk kez içtiğine şahit oluyordum. Ellerinin arasında tuttuğu sigara ile o kadar karizmatik bir duruşu vardı. Ama neye yarar, kalbi yoktu... Sigarayı yere atıp, arabaya bindi. Derin bir sessizlik vardı. Arabayı, eve doğru sürmeye başladı. Başladığımız yere geri geldik, arabadan indim fakat ayaklarım çok acıyordu belli ettirmemeye çalışarak, korumalara dahi bakamadan içeri girdim fakat Selim bey bizi bekliyordu sanırım. Aynı gözler zifiriydi ve bize öfke ile bakıyordu. Mahcubiyetle önüme baktım. “Nalin, kaşına ne oldu?” dedi ve yanıma yaklaştı. Elimi kaşıma götürdüm, yara olmuştu. “Önemli değil, bir yere çarptım,” dedim ama ikna olmamıştı, Araf’a döndü: “Araf, dışarı konuşalım.” Dedi. “İzninizle, önce ben sizinle konuşmak istiyorum, yalnız.” Dedim. “Tamam, çalışma odama geçelim.” Dedi ve üçüncü katta bulunan çalışma odasına geçtik. Odada bulunan koltuğa oturdum, Selim beyde yanıma oturdu. “Konu Araf ise...” “Hayır, yani onu şikayet etmek için değil. Hiç tanımadığı biri ile aynı evde kalmak istememesini anlayabiliyorum, sadece neden bu kadar sert ve katı onu anlayamıyorum.” Dedim. “İki hafta önce eşimi ve kızımı bir çatışmada kaybettik. Onun gözleri önünde oldu her şey ve her şeyden kendini sorumlu tutuyor. Yaşadığı yeri bırakma durumunda kaldı. Aniden sen gelince de afalladı sadece biraz zaman tanı, her şey yoluna girecek.” Dedi. “Başınız sağ olsun, çatışma kısmını anlamadım, buraya gelirken de biz aynısını yaşadık bağlantısı var mı?” “Evet, ama kızım gerisini sorma ve sadece buraya ne için geldiğini unutma! Ve senden ricam Araf ile aranı bozacak bir şey olmasın. Çabuk sinirlenen biri.” Dedi. Haklıydı, ben unutmamalıydım. “Artık kızım, bey demene de gerek yok amcan say beni de.” Dedi. Başımla onayladım. Aşağı indi bende kendi odama geçtim. Banyoya girdim ve suyun altında kendime hakim olamayarak ağlamaya başladım. Banyonun kapısı tıklatıldı. Çekingen bir tonla “Kim o?” dedim. “Benim!” diyen Esma ablaydı. “Efendim Esma abla,” diye seslendim. “Seslendim ama duymadın merak ettim, iyi misin? Selim bey size vermem için bir şeyler gönderdi. Odaya bırakıyorum o zaman.” Dedi. “tamam,” dedim ve kapının kapatılma sesini duydum. Havluya sardım bedenimi, çıktım. Odanın içinde ayakta askılıkta çeşit çeşit kıyafet bulunuyordu, yanında bir çok ayakkabı kutusu ve komodinin üstünde yeni bir cep telefonu. Kendi dolabımda bulunan pantolonumu ve tişörtümü giydim ve aşağı indim ama etrafta kimse görünmüyordu. Mutfağa geçtim. Esma abla yemek hazırlıyordu. “Kolay gelsin Esma abla,” dedim. Güler yüzü ile “Sağ ol,” dedi. “Şey, ben kimseyi göremedim Selim bey gitti mi?” diye sordum. “Evet, Araf ile çıktılar.” Dedi. “anladım,” deyip mutfaktan çıktım. .... Bu kıyafetlerle ne yapacaktım, kabul etsem mi etmesem mi? Yatağın üzerine oturmuş, elimdeki telefon ve kıyafetlerle ne yapacağımı düşünüyordum. Of gurur yapılacak bir şey olmadığına ikna etmeye çalışıyorum kendimi ama yok olmuyor. Telefondan saate baktım gece iki olmuştu, yemek yemeyeceğimi söylemiştim şimdi ise açlıktan ölüyorum. Mutfağa doğru söylene söylene yol aldım. “Aç kalsam olmuyor, yemek yesem olmuyor, bu ne saçma bir ikilem ya!” dedim ve ışığı açmaya gerek olmadığını düşünerek direkt buzdolabını açtım. “Yok ya yarına kadar idare ederim,” diye söylendim ama midemle zıtlaşıyordum. “Of, sarma çok güzel görünüyor,” dedim ve tencereyi çıkardım. Dolapları karıştırıyorum ama karanlık olduğu için tabak bulamadım. Bir tane çatal çıkardım ve tencereden yemeye karar verdim. Sandalyeye oturdum ve yemeye başladım. O kadar güzeldi ki yemeye doyamadım resmen. Ama garip bir şey vardı, insan hisseder ya birinin ona bakmasını o his ile kapıya doğru baktım ve Araf’ın orada olduğunu gördüm, elim titredi ve sandalyeden kalkarken bileğimi burkuldu, ağzımdan “ah!” diye bir ses çıktı. Araf beni kolumdan yakaladı. Onunla konuşmanın sırası diye düşündüm. Fakat hiç beklemediğim anda, ada tezgahına oturttu. Ve bileğime baktı. Buzdolabında buz çıkardı ve ayağımın üstüne koydu. “konuşabilir miyiz?” dedim. Fakat elindeki buzu bana verdi. “Devam et buza yoksa şişkinlik olur.” Dedi ve çıktı. Ardından öylece kalakaldım.
|
0% |