Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11.Bölüm "Kanlı Operasyon Ve İtiraf"

@kitap__gezegeni1

Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım🦋

 

Keyifli okumalar✨️

 

 

 

​11.Bölüm "Kanlı Operasyon Ve İtiraf"

 

"Gece her seferinde sorduğum sorulara cevap vereceksiniz." Yine Pars'ın sesini duyunca göz devirdim. "Ayrıca göz devirme bana, cevap ver!" Söylediği şeyle etrafıma baktım. Nasıl bilmişti göz devirdiğimi? Kamera falan mı yerleştirdi? "Boşuna etrafına da bakma, görmüyorum sizi ama nerede nasıl tepki vereceğini, hangi cümlede nasıl davranacağını iyi biliyorum." Derin bir nefes aldım, bir an peşimize takıldı diye şüphe etmedim desem yalan olur.

 

"Anladım komutanım, başka bir isteğiniz var mı?" Sordum. Operasyona çıktığımızdan beri hiç susmadan ne yapmamız gerektiğini anlatıp duruyordu. "Operasyonda mıyız teftişte miyiz belli değil arkadaş." Ağzımın içinde söylendim.

 

"Söylenme bana!" Sinirli bir şekilde uyardı beni. "Her şeyde beni bilgilendireceksiniz, sıktığınız bir kurşundan bile haberim olacak." Yukarıya bakıp sabır diledim. Valla delireceğim ya!

 

"Albayım, Allah'ınızı seviyorsanız harekat merkezinden alın şu adamı. Yemin ediyorum biraz daha konuşursa sıkacağım şuracıkta kafama, o da kurtulur ben de." Benim söylenmemle diğerleri gülerken ben ağzımın içinde söylenmeye devam ediyordum. Albaydan önce Pars cevap verince bir kez daha göz devirdim.

 

"Canımı sıkma Gece! Dediklerimi yapmazsanız yanınıza gelirim." Yapar mı? Yapar valla, onu orada zor bırakmıştık zaten. Geleceğim diye tutturup durmuştu.

 

Evden çıktıktan sonra bizimle birlikte karargaha gelmişti ve Serhat albaya göreve katılmak istediğini söylemişti. Albay ise kesin bir dille hayır deyince ısrar etti ama albayın fikri değişmedi. Tabii Pars'ın inadı da eksilmediği için gideceğim diye tutturdu. Albay da son çare olarak harekat merkazinden sürekli bizimle konuşup iletişim halinde olabilirsin diye bir fikir atmıştı ve son durum tam olarak buydu. Helikoptere bindiğimizden beri kulaklıktan ne yapmamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Hatta aynı şeyleri defalarca tekrarlamaya bile başlamıştı. Valla patlamama az kalmıştı.

 

"Allah'ım şu kullarını bir gör de şu telsiz bağlantısını kes, valla kendimi şu dağlardan aşağıya yuvarlamamak için zor tutuyorum." Dua ederek önden ilerlemeye devam ettim.

 

"Gece komutanım isyanlarda olduğuna göre bu sinirini bu itlerden çıkaracak demek." dedi Anıl.

 

"Valla ben sinirimi direkt bunun sorumlusundan çıkarmak istiyorum ama durum ve şu andaki şartlar buna pek elverişli değil Anıl." dedim. "Neyse ben bunları hep kenara yazıyorum zaten, bana yapılan şeyleri unutmam ve fazlasıyla o kişinin burnundan getiririm." Şu anda kulaklıktan hem albay hem Pars hem de bilgisayarın başındaki asker bizi dinliyordu ve ben açık açık Pars'ı tehdit ediyordum.

 

Sanırım bana bir cesaret yüklemesi yapıldı.

 

Son sözlerim olarak tarihe adımı kazırlar ve komutanına diklenmeyi, tehdit etmeyi seviyordu diye anlarlar artık beni.

 

"Ben üstü kapalı bir tehdit mi sezdim yoksa bana mı öyle geldi?" Gülerek sordu Batuhan.

 

"Valla ben üstü kapalı değil açık açık tehdit sezdim." diyerek cevap verdi Görkem. "Keşke şu kadar cesur olsaydım, her önüme gelene posta koyardım." diye de ekledi.

 

"Sen posta koymayı bırak Görkem de mayına basmamaya çalış." Pars'ın uyarısıyla gülmemek için kendimi sıktım. "Son operasyonda yaşanan o saçma mayın basma olayını bu operasyonda istemiyorum."

 

"Yok komutanım niye basmayım ki? Sizi duyanda bile bile bastığımı sanacak. Ben sadece bastığım yere dikkat etmediğim için sık sık mayına basıyorum." O belli zaten, bile bile basacak kadar deli olduğunu düşünmüyordum. Yani umuyorum.

 

"Bence bundan sonra dikkat et kardeşim, anladığım kadarıyla Batuhan bir hayli senden bıkmış, seni mayının üstünde bırakır gider valla." dedi Barış. "Malum Pars komutanımın da tersinin pis olduğunu Gece komutanım ve Enes'e kızmasından anladık. Bir de ondan fırça yeme." Sessiz bir şekilde bu cümlelerini kurdu ama kulaklıktan Pars'ın duyduğuna adım kadar emindim.

 

"Teğmen!" Uyarı dolu sesini duyunca yanılmadığımı da anladım. "Sizin iyiliğiniz için bağırıyorum ben, eşek başı olarak gelmedim herhalde buraya." Sanırım o da haklıydı. O gün bizim yaptığımız doğru değildi ama onun sormadan bağırmasıda doğru değildi. İki tarafta suçluydu yani.

 

"Şimdi gevezeliği bırakın ve etrafınıza bakarak ilerleyin." Göz devirdim, sanki yaramaz çocuğunu okula yollayan ebeveyn gibi davranıyordu. O aile çocuğu okula göndermiş ama gitmeden önce bir güzel tembihliyor ki çocuğu yaramazlık yapmasın, Pars'ın yaptığı da tam olarak buydu bence.

 

"Ama komutanım biraz abartmadınız mı?" Sordum ama keşke sormaz olaydım.

 

"Abartmıyorum Gece! Abarttığımı düşünüyorsan yanınıza geleyim de başınızda bekleyeyim, belki bu şekilde abartmamış olurum senin gözünde." Bir daha ağzımı açarsam ne olayım. Ölecek olsam dahi ağzımı açmam artık.

 

"Sustum komutanım. Siz küçük çocuk tembihler gibi bize ne yapıp yapmayacağımızı söyleyin biz de ona göre davranalım. Hatta bu omzumdaki tüfek nasıl kullanılıyorsa onu da bir zahmet söylerseniz çok güzel olur. Çünkü ben bir bok bilmiyorum!" Benim söylenmemle arkamdakiler yine gülmeye başladı, Pars ise homurdandı. Neyse ki bu konuşmanın dışında aramızda başka konuşma geçmedi, sessiz bir şekilde kamp alanına vardık.

 

Burada uzun süredir aranan terör örgütü üyesi varmış. Bu adam neredeyse bu dağlardaki bütün kamplarda bulunuyordu ve bizim için oldukça önemli biriymiş. Hem bir terör örgütüne çalışıyor hem de kadın tüccarlığı yapıyormuş. Bazen kadınları bu dağlardaki itlere bile getirdiği oluyormuş. Bunların dışında birkaç defa silah sevkiyatlarında da görünmüş ama ellerinden kaçırdıkları için uzun süredir yakalanamamış. Bir de yanında üç kişi oluyormuş sağ kolu ve sol kolu gibi bir şey bu adamlar, üçüncü kişi ise kadınları bulan kişiymiş. Onlarla pek ilgisi olmasada günün çocuğunu o üç şerefsizin yanında geçiriyormuş. Kime çalıştığı belli değil ama bu adamlara kadınları getiriyorsa terör örgütüne çalıştığı anlaşılıyordu. Yani bu dört adam bize lazımdı ve sağ ele geçirmemiz gerekiyordu.

 

Kamp alanına gelince elimi kulaklığa götürüp konuştum. "Kamp alanına geldik komutanım, on dakika içerisinde içeriye gireceğiz."

 

"Dikkali olun Gece, en ufak bir şeyde beni bilgilendirin." Edişeli sesini duyunca iç çektim. Onun bizi çocuk gibi uyarıp tembihlemesine kızıyorum ama o da kendi açısından haklıydı aslında, bir benzer olayla bir timini daha kaybetmekten korkuyordu. Kim bilir şu anda harekat merkezinde nasıl endişeli bir şekilde bizi bekliyordur. Endişesini bize belli etmemek için de elinden geleni yapıyordu, şimdiye kadar. Bu cümlesinden sonra o endişesini net bir şekilde fark etmiştim. Onda sinir dışında bir duygu yakalanmıştım ve bu da korkuydu. Bizi kaybetme korkusu, aynı şeyleri yaşama korkusu...

 

"Barış görüş açısı açık olan bir yere geç ve mümkün olduğunca silahını kullanmadan bizi uyar." diyerek herkese görevini açılmaya başladım. "Anıl ve ben içeriye gireceğiz o sırada da Enes ve Görkem de nöbet tutan teröristleri halledip bizim arkamızdan içeriye girecek. Batuhan ise etrafa bomba yerleştirecek. Sağ ele geçirmemiz gerek dört kişiyi aldıktan sonra kamp alanı imha edilecek."

 

"Anlaşıldı komutanım." Herkes beni onaylayınca hepimiz dağılmaya başladık. Anıl'la birlikte kamp alanına girince etrafıma baktım, saat çoktan gece yarısını geçmişti ve bu saatte çoğu terörist uyumuştur. Onlar o tatlı uykularındayken ise biz bir onlara kabusu yaşatıp bu dünyadan yok edecektik.

 

"Anıl sen çadırlara bak ben de mağaraya giriyorum." dedim, kulaklıktan zaten Pars bizi duyduğu için ona da açıklama yapma gereği duymadım. "Görkem ve Enes siz de nöbetçileri hallettikten sonra yanımıza gelin, biriniz Anıl'ın yanına diğerinizde benim yanıma."

 

"Anlaşıldı komutanım." İkisi aynı anda konuşunca Anıl'la birlikte ayrıldık. Zaten teröristler uyuduğu için kılık değiştirmeye gerek duymadık. Dışarıda gördüğüm kadarıyla üç beş kişi anca vardı. Onları da sessizce haklederdik.

 

Bir mağaranın önüne gelince ilk önce çevreyi sonrada hafif başımı uzatıp içeriyi kontrol ettim. Kimse olmayınca yavaş ve sessiz adımlarla içeriye girdim. Birkaç adım atmıştım ki inlemeye benzer bir ses duydum. Nasıl desem sanki birinin canı acıyormuş ya da konuşmaya çalışıyormuş gibi bir sesti.

 

"Mağaranın içinde sesler duyuyorum, seslerin olduğu yere gideceğim şimdi." dedim hem timi hem de Pars'ı bilgilendirmek amaçlı.

 

"Komutanım bu adam kadın tüccarlığı yapıyor ya belki buraya gelme amacıda bu şerefsizlere kadın getirmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Sonuçta bu piç kadınları bu dağlardaki itlere getirdiği için buralarda görünüyor." Barış'ın dediği şeyi düşündüm, haklı olabilirdi. Keyfi istediği için gelmemiştir kesin bu adam, illaki ya bir işi düşmüştü ya da bu kamptakilerin işi düştü ve o yüzden geldi.

 

"Barış haklı olabilir adamları ararken kampta kadınlar var mı diye de kontrol edin." deyip seslerin geldiği yere doğru ilerledim. Seslere yaklaştıkça ağlama sesleri olduğunu anlamıştım. Biri hem çırpınıyordu hem de ağlıyordu.

 

Sonunda sesin olduğu yere gelince mağaranın içindeki bölmeden başımı uzatıp içeriye baktım, üç kadın vardı ve başlarında da bir adam vardı. Adamın kadınlardan birinin kıyafetlerini çıkarmaya başladığını görünce öfkelendim. Diğer kadınlar ise oldukları yerde çırpınıyordu. Hepsinin elleri ayakları ve ağızları bağlıydı, bu yüzden sesleri inleme ye benzer çıkıyordu.

 

Kimseyi bilgilendirmeden içeriye girdim ve bel kayışımdaki kasaturamı aldığım gibi adam daha neye uğradığını anlayamadan boynunu kestim. Adam kanlar içinde yere yığılırken bıçağın üstündeki kanı eğilip onun üstüne sildim. "Orospu çocuğu!" Tükürürcesine söylenip doğruldum, hıncımı alamadığım içinde cansız bedenine sert bir tekme geçirip üzerinden atladım.

 

"N'oluyor Gece? Niye bilgi vermiyorsun?" Kulaklıktan Pars'ın sesini duyunca derin bir nefes aldım. Bilgilendirmedim diye kızmasa bari.

 

"Adam öldürdüm komutanım." Gayet rahat bir şekilde cevap verdikten sonra adamın saldırdığı kadının yanına gidip diz çöktüm. Ağzı bağlıydı ve içli içli ağlıyordu, bir de az önce başına gelecek şeylerden dolayı korktuğu için titriyordu. İç çekmeden durmadım. Bir kadın için en kötü olaylardan birini yaşamak üzereydi. Neyse ki erken gelmiştim.

 

"Aferin Gece, umarım bana bilgi vermemenin ve adamı öldürmenin bir gerekçesi vardır." Pars bana kızarken ben kızı ürkütmeden ağzındaki bez parçasını boynuna indirdim. Kızın benden çekindiği ve geriye doğru kaçmaya çalıştığını fark edince onu ürkütmeden konuştum.

 

"Korkma sana zarar vermem." deyip omzumdaki Türk bayrağını gösterdim. "Türk askeriyim ben." İçeriyi cılız bir el feneri aydınlattığı için ve az önceki korkusundan dolayı üzerimdeki üniformamı görmemesi olası bir şeydi. "İzin verirsen ellerini ve ayaklarını çözeceğim. Eğer biraz daha burada kalırsak birilerine yakalanma olasılığımız artacak." diye ekleyince hızlı hızlı başını sallayıp onayladı beni. Gülümseyip ellerini ve ayaklarını çözdüm. Kız en fazla yirmi üç yaşında olmalıydı. Daha küçüktü, hatta şu anda ailesinin yanında, sıcacık yatağında yatıyor olması gerekiyordu ama o buradaydı, bu piçlerin elindeydi.

 

Kızın ellerini çözdükten sonra diğer iki kadının da yanına gidip ellerini ve ayaklarını çözmeye başladım. O sırada da Pars'a cevap vermediğim için konuştum. "Tabii ki de var komutanım, ben durduk yere adam öldürecek biri değilim." dedim. Bu kadınların da elini çözdükten sonra doğruldum. "Bir döl israfının bir kadına saldırdığını görünce kendimi tutamadım ve boynunu gövdesinden ayırdım. Pişman mıyım? Asla, yine olsa yine yaparım. Hatta vaktim olsaydı hiç üşenmez işkence bile ederdim ama bu şerefsiz şanslı olacak ki sadece kafasının gövdesinden ayrılmasıyla kurtuldu elimden." Kendimle gurur duyarmış gibi kurdum cümlemi, ben olmasaydım kim bilir bu kız ne yaşayacaktı ama neyse ki tam zamanında gelip kurtarmıştım onu.

 

Sinirle ayağımın altındaki adama bir kez daha tekme attıktan sonra ilerledim, ilk önce dışarıyı kontrol ettim. Etrafın temiz olduğundan emin olunca tekrardan konuştum. "Biriniz acil buraya gelin ve kızları alın, kamp alanından oldukça uzak ve güvenli bir yere götürün."

 

"Benim işim bitti komutanım, geliyorum." dedi Enes.

 

Enes gelene kadar etrafı kontrol ettim, o gelince ise kızlar korkmasın diye biraz onlarla konuşup tekrardan mağaranın içinde adamları aramaya başladım. Mağaranın bir tarafına komple bakmıştım ve aradığımız adamları geçtim onlara dair tek bir iz bile bulamamıştım. Mağaranın geri kalan yerini de aramak için arkamı dönüyordum ki kulaklıktan Barış'ın sesini duydum. "Komutanım aradığımız adamlardan biri kaçıyor!" Siktir ya! Nasıl fark etmişlerdi?

 

"Ben adamın peşinden gidiyorum siz de diğerlerini bulun." deyip koşarak mağaradan çıktım. Tam Barış'a adamın ne tarafa doğru kaçtığını soracaktım ki ileride koşan bir karartı gördüm. Sormayı es geçip adamın peşinden koşmaya başladım.

 

"Komutanım bombalarla işim bitti, ben de sizinle geliyorum." dedi Batuhan. Ona cevap vermeden adamların peşinden koşmaya devam ettim. O sırada adamın elinde gördüğüm telsizle hemen konuştum.

 

"Adamın elinde telsiz var, diğerlerine haber verecek. Adamlar bizim varlığımıza uyanmadan bulun ve yakalayın." dedim. "Batuhan sen de adamın önüne geçmeye çalış ben arkasından devam ediyorum. Zor durumda kalırsan silahını kullan." diye de ekledim.

 

"Gece kamp alanından ne kadar uzaklaştınız?" Kulaklıktan Pars'ın seni duyunca bir anlığına omzumun üstünden arkama baktım ve tekrardan önüme dönüp koşmaya devam ettim.

 

"Oldukça uzaklaştık komutanım, neredeyse kamp alanı görünmeyecek." dedim.

 

"Adama sıkın ve yakalayın, ama ölmeyecek bir yerine sıkın. Bacağına sıkabilirsiniz, kaçma ihtimali neredeyse sıfır olur." Onun önerisiyle bir kez daha arkama baktım, büyük ihtimalle telsizden diğerlerine haber vermişti ve bütün kamp bizim geldiğimizde haberdardır, bunu bizimkilerin kulaklıktan konuşmasından da anlayabiliyordum.

 

"Komutanım adam görüş açımda, sıkayım mı?" Batuhan'ın sorusuyla adama baktım, benden oldukça uzaktı ve bu zifiri karanlıkta onu zor görmeye başlamıştım.

 

"Sık Batuhan." dedim koşmaya devam ederek.

 

Saniyeler içinde bu sessizliğe bürünen dağların içinde patlayan silah sesi yankılandı, aynı zamanda da Batuhan'ın acı dolu sesini duydum. Kaşlarım çatıldı, bir anlığına olduğum yerde durdum.

 

"Batuhan iyi misin?" Endişeli bir şekilde sordum.

 

"N'oldu?" Aynı benim gibi endişeli bir şekilde sordu Pars da.

 

"Komutanım kolumdan yaralandım." Aldığım cevapla vücudama bir korku yayıldı.

 

"Ne demek yaralandım Batuhan?" Bağırarak onun olduğu yere koşmaya başladım. Şu anda o adam falan aklımdan uçup gitmişti, bir tek yaralanan Batuhan vardı aklımda.

 

"Sanırım adamlardan biri daha kaçmış." dedi zorlukla. "Ben tam peşinden koştuğumuz adama ateş edecekken farklı bir noktadan bana ateş edildi." O zaman ilk kaçan adam bu değildi, bundan önce biri kaçmıştı. Ya da dışarıdaydı ve biz kampa girmeden bizi fark edip kaçmıştı.

 

Nefes nefese Batuhan'ın olduğu yere gelince durdum, bakışlarım kolundan akan koyuluğa kaydı. Bu karanlıkta kan olduğu anlaşılmasa da ben anlamıştım, o yere damlayan sıvının kan olduğunu nerede olsam tanırdım. Beni geçmişime sürekleyen, acı günlerime götüren bu bu kanı nerede olsa tanırım.

 

Benim için bugün kanlı bir operasyon olmuştu, tıpkı o gün olduğu gibi... O operasyonda da çok kan dökülmüştü, tıpkı şu anda Batuhan'ın kolundan damlayan kanlar gibi. Yine geçmişime doğru çekildiğimi anladım, kendimi kaybettimi hissettim. Yine acım beni yalnız bırakmadı.

 

ÜÇ AY ÖNCE

 

Elimdeki ipleri kaç günün sonunda çözdükten sonra derin bir nefes aldım. Sonunda onları bulabilecektim. Kurtulmuştum artık, silah arkadaşlarımın naaşlarını bulabilecektim.

 

İpten kurulduktan sonra bir adım atmıştım ki uyuşan ayaklarımla yere düştüm. Ellerimle yerden destek almaya çalıştım ama elleriminde ayaklarımdan bir farkı yoktu, onlarda uyuşmuştu, hissetmiyordum. Birkaç defa düştüğüm yerden kalkmaya çalıştım ama işe yaramadı. "Lanet şeyler yürüsenize!" Sanki tüm suç ayaklarımdaymış gibi onlara kızıp vurdum. Dolu gözlerim bir anlığına yerde kurumuş ve koyulaşmış kan lekelerin kaydı. Burası karanlıktı ama onları fark etmiştim. Arkadaşlarımın kurmuş kanlarıydı bunlar.

 

Onların kanıydı, onlardan bana kalan tek şeydi bunlar. Acımasızca onları vurup kanlarının yere akmasına sebep olmuşlardı.

 

"Bu kanlar yerde kalmamalı." Kendi kendime mırıldandım, yerden kalktım, ayaklarımdaki uyuşukluk hâlâ geçmediği için birkaç defa yalpaladım ama yanında durduğum duvara tutunup destek aldım. Derin bir nefes alıp son kez yerdeki kanlara bakıp bu harabe yerden çıktım. Hâlâ ayaklarımda uyuşukluk geçmediği için zar zor yürüyordum.

 

Dışarıya çıkar çıkmaz gün ışığı gözümü aldı. Bir süre ışığa alışmaya çalıştım. Günlerdir, hatta haftalardır o karanlık evdeydim ve uzun zaman sonra gün ışığı görüyordum. Gözlerimin alışması biraz zaman almıştı bu yüzden.

 

Dağ bayır demeden her yerde onları aradım, en ufak bir iz için yerle bir bütün olup tek tek o toprağın üstüne baktım. Hatta fare değiline bile baktım diyebilirim ama onlara dair tek bir iz yoktu. Küçük bir kan lekesi bile yoktu etrafta.

 

Güçsüz bir şekilde kendimi sırt üstü taşlı toprağın üstüne attım, gökyüzüne baktım. Kaç gündür onları arıyorum bilmiyorum ama hava tekrardan kararmaya başlamıştı, bir gün daha bitmek üzereydi ve ben onları bulamamıştım.

 

"Ne diyeceğim ben ailenize? Çocuklarınızın cansız bedeni bile yok ama siz şimdi onların fotoğraflarının olduğu boş tabuta bakıp ağlayacaksınız sonrada sanki içinde çocuğunuz varmış gibi feryat edip sarılacaksınız mı diyeceğim?" Gökyüzüne bakarak konuştum, sanki beni oradan izliyorlarmış gibi gözlerimi gökyüzünden ayırmadım. "Onlara dair gördüğüm tek şey yere birikmiş kanlarıydı mı diyeceğim?" Gözümden akan gözyaşı toprağa karışınca iç çektim.

 

"Siz her koşulda bana yardım ettiniz şimdi yanımda yoksunuz ama siz yine yardım edersiniz. Bana bir işaret verin de ailenizin karşısına boynu bükük çıkmayayım." Olmadı, ne bir işaret verdiler ne de onlara dair bir iz buldum. İlk defa beni yapayalnız bırakıp gittiler. İlk defa yalnızlığı iliklerime kadar hissettim. Hayatım boyunca hiç bu kadar yalnız olmamıştım.

 

"Canınız sağ olsun be. İlk defa bana yardım etmediniz diye gücenmem size, ilk defa bana bir çıkar yol göstermediniz diye onca yardımınızı göz ardı etmem." Kendi kendime mırıldanıp doğruldum. Birazdan helikopter gelirdi. Albaya haber vermiştim, onlarda bizimkilere dair bir şey bulamamıştı ve benim geri dönmem için koordinatları istemişti. Vermiştim ama geri dönemezdim, arkadaşlarımı bulmadan gidemezdim. Onları bir şekilde bulmalıydım. Gerekirse o adamları bulup zorla konuştururdum ama illaki bulurdum.

 

"Size söz veriyorum onları bulup bu dünyayı onlara cehennem yapacağım." Son kez gökyüzüne bakarak kurdum bu cümleyi. Kulağıma gelen helikopter sesiyle etrafıma baktım, az ilerleden buraya doğru helikopter geliyordu.

 

"Üzgünüm komutanım ama geri dönemem." Helikoptere bakarak konuştum. Yere uzanmadan önce attığım telsizi alıp tüm gücümle bir taşın üstüne atıp kırdım. Arkama bile bakmadan bu boş araziden koşarak uzaklaşmaya başladım.

 

Bir kan dökülmüştü o gün, onun ardından bir kan daha, bir kan daha derken birçok can yok olup gitmişti ama hiçbirinin kanı yerde kalmamıştı. Biz olduğumuz sürece hiçbir şehitin kadını yerde kalmazdı. Bu gökte dalgalan kırmızı bayrak o dökülen kanlar sayesinde özgürce dalgalanabiliyordu, tıpkı hırçın bir deniz gibi. O dökülen kanlar sayesinde biz özgürce bu ülkede yaşayabiliyorduk. Yine bu dökülen kanların hesabını bir başka asker sorup onların kanını yerde bırakmıyordu. Her dökülen kanın hesabı sorulurdu, sorulmayada devam edecekti. Sorulmazsa işte o zaman bizim için savaşan onca askerin yüzüne öteki tarafta nasıl bakacaktık?

 

İşte tam da bu yüzden gidip onların yere damlayan tek bir kanının hesabını soracaktım ki bu ülkede yaşamamın hakkını verecektim, ileride ben de öldüğümde veya şehit olduğum orada beni bekleyen askerlerin yüzüne rahatça bakabilecektim. Şimdi onların hesabını sormadan o helikoptere binip gidersem nasıl bakacaktım onların yüzüne? Nasıl boş mezarlarına gidip onlarla konuşacaktım? Sırf bu yüzden ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin bunların hesabını bu şerefsizlerden soracaktım. Onları bulacaktım ve yakalayacaktım.

 

_______

 

Aklıma gelen anılarla iç çektim, Batuhan'ın kolundan yere damlayan kanları gözlerimi ayırmadan izledim. Tıpkı o gün olduğu gibi onunda kanı yere akıp toprağa karışıyordu.

 

Ya o da bırakıp giderse beni?

 

"Batuhan!" Telaşla konuşup yanına koştum, kanayan kolunu ellerimin arasına aldım. "Kolun kanıyor." Elime bulaşan kanları umursamadan sırtımdaki çantayı yere indirip içinden sağlık kitini çıkardım.

 

"Önemli bir şey değil komutanım, küçük bir sıyrık sadece." deyince hızla ona baktım, önemli bir şey değil mi?

 

"Önemli bir şey değil mi?" Dişlerimin arasından sordum. "Ne demek önemli bir şey değil Batuhan? Kanıyor işte kolun!" Sesimin bu dağlarda yankılanacak derecede bağırdım ve bunu sesim yankı yapınca fark ettim ama umursamadım.

 

Batuhan'ın şaşkın bakışlarını umursamadan sargı bezi alıp yarasına bastırdım. "Komutanım iyi misiniz siz?" Butuhan'ın şaşkın sesiyle yine ona baktım.

 

"Nasıl iyi olayım Batuhan? Görmüyor musun kolun kanıyor!" dedim, bakışlarım yine koluna kaydı. "Yine birinin kanları benim elime bulaştı." Sessizce mırıldandım ama beni duyduğundan emindim. "Benim yüzümden oldu, keşke peşimden geleceğini söylediğinde itiraz etseydim." Ne dediğimin farkında bile değildim, tek bildiğim benim suçum olmasıydı. Şu an ağzımdan çıkan tek kelimenin bile farkına varamayacak kadar kendimi kaybettiğimi hissediyordum.

 

"Komutanım saçmalamayın niye sizin yüzünüzden olsun?"

 

"Saçmalamıyorum ben!" Ona bağırmamla bir kez daha şaşkınca bana baktı, şu anda bana ne olduğunu çözmeye çalışıyordu, hatta kulaklıktan bizi dinleyen Pars, albay ve diğeride ne olduğunu anlamıyordur. Ben bile bana ne olduğunu anlayamıyordum. "Benim yüzümden oldu işte, benim yüzümden yaralandın. Bak..." deyip ellerimdeki kanı gösterdim, ellerimdeki kanı göstereceğim diye onun yarasına tampon yapmayı bıraktığımı fark edince telaş yaptım, hemen sargı bezini tekrardan yarasına bastırdım. "Bak ellerime, yine kan oldu. Tıpkı o gün olduğu gibi. O günde herkesin kanı bana bulaştı ve sonra beni bırakıp gitter. Sen de gideceksin." dedim. Gözümde biriken yaşlar etrafımı görmemi engelliyordu artık.

 

"Bak senin de kanın yere akıyor, onlarında aktı ve sonra gittiler. Biliyoum ben gideceksin sende. Sonra da beni bu kanlı operasyonla baş başa bırakıp kâbuslarıma ortak olacaksın." Batuhan artık her sözlerimden, her cümlemden sonra daha da dumura uğruyordu, ne diyeceğini nasıl tepki vereceğini şaşırmıştı.

 

"Komutanım bakın..." diyordu ki avazım çıktığı kadar bağırdım.

 

"BENİ TESELLİ EDECEK CÜMLE KURMA SAKIN! GİDECEKSİN SENDE ONLAR GİBİ! KANDIRMA BENİ!" Gözleri şaşkınca açıldı, böyle bir çıkış beklemiyor olmalıydı. Ben de şu anda kendimi kortol edebilsem böyle davranmazdı zaten ama ne dediğimi bir türlü fark edebiyordum, ne yaptığımı ise bilmiyordum.

 

"Komutanım bir şey yapın, nasıl davranacağımı şaşardım ben." Bir cümle daha kurdu ama bu cümleyi bana kurmamıştı, ya kulaklıktan bizi dileyen albayla Pars'a ya da kamp alanında diğer adamları yakalamaya çalışan time söylemişti.

 

"Gece kendine gel, Batuhan iyi olduğunu söylüyor, küçük bir sıyrıkmış işte." Sanırım durumum çok kötüydü, çünkü Pars bizi takip edebilmek amaçlı kulaklıktan dinliyordu ve en ufak bir şeyde aşırı tepki veriyordu, şimdi ise beni teselli ediyordu ama şu anda nasıl davrandığımı, nasıl konuştuğumu anlayamıyordum. Sanki kendimi kaybetmiş gibiydim, davranışlarım ve ağzım benim kontrolüm dışında hareket ediyordu ve ben bunları fark edemeyecek kadar kendimi kaybetmiştim. Sanki bilincim açık ama etrafımda olan şeyleri anlayamayacak kadar kendimi kaybetmiş gibi bir şeydim. Çok değişik bir şeyin içindeydim.

 

"Yalan söylüyor komutanım, kanıyor işte kolu. Küçük bir sıyrık olsa bu kadar kanar mı kolu? Bakın hâlâ durmadı kan, akmaya devam ediyor, aktıkça o kendinden geçecek sonrada kollarımın arasında can verecek." Titreyen sesimle zar zor konuşabildim. Bir kişiyi daha kaybetmeyi düşünmek bile beni bu hale getiriyorsa ya geçekten birini kaybedersem ne yaparım düşünemiyorum.

 

"Gece kendine gel dedim! Batuhan iyi ama sen değilsin!" Pars'ın bana bağırmasıyla az önceki korkum gitmişti, yerini sinire bıraktı.

 

"İyiyim ben! Asıl iyi olmayan sizlersiniz! Görmüyor musunuz kanıyor kolu! Bunu göremeyecek kadar kendinizi kaybetmişsiniz! O adam yüzünden oldu, o vurdu onu, o bu hale getirdi onu!" Az önce kendimi suçlarken şimdi başkasını suçluyordum. Gerçekten ne dediğimi, ne yaptığımı beynim bile kavrayamıyordu.

 

"Üsteğmen Gece Sayer derhal kendine gel! Komutanın olarak emrediyorum!" Pars daha fazla sakin kalamadan rütbesini konuşturunca sinirle güldüm.

 

"İYİYİM BEN! KENDİMDEYİM! İYİ OLMAYAN BATUHAN, KAN KAYBEDİYOR!" Biz kulaklıktan Pars'la birbirimize bağırmaya devam ederken Batuhan'ın sesi bile çıkmıyordu. Ne diyeceğini, nasıl tepki vereceğini bilemeden beni izliyordu. Bir ara kulaklıktan bizimkilerin sesini duydum ama sonra sesleri kesilmişti. Sanırım onlarda şaşkınca beni dinliyordu ya da adamları halletmeye çalışıyorlardı.

 

"Durmuyor, durmuyor bu kan!" Kendi kendime mırıldandım, elimdeki kana bulanmış sargı bezini atıp yeni bir tane aldım.

 

"Biriniz hemen Gece'nin yanına gidip bakın ona." Kulaklıktan yine Pars'ın sesini duydum ama umursamadım, ona cevap vereceğim diye kanı bir türlü durdurmaya başaramadım zaten.

 

"Dur hadi, lütfen dur artık, akma daha fazla." Titreyen sesimle kan dursun diye konuştum. "Durmuyor bu." deyip Batuhan'a baktım. "Kurşun içeride mi kaldı sence. Eğer kaldıysa bu çok tehlikeli, onu çıkarmamız lazım." Şaşkınca bir koluna bir de bana baktı.

 

"Hayır komutanım kalmadı içeride, sıyırdı sadece. Yok yani içeride kurşun falan." Beni rahatlatmak amaçlı sakin bir şekilde konuşmuştu. "Verin siz bana sargı bezini, bir su için ve rahatlayın." Başımı hızla iki yana salladım.

 

"Olmaz, sen iyi bastıramazsın." dedim saçma bir bahane bularak. Ben tüm dikkatimi onun yarısına vermiştim ki arkamda duyduğum sesle o adamın geldiğini sandım, bacağımdaki beylik tabancasını aldığım gibi arkamda kimin olduğuna bakmadan arkamı dönüp ateş ettim. Ateş etmeden önce Batuhan refleksle kolumu tutup havaya kaldırdığı için kurşun karşımdaki kişiye gelmedi.

 

"Ne yapıyorsun sen?" Sinirle Batuhan'a dönüp sordum.

 

"Asıl siz ne yapıyorsunuz komutanım? Karşınızdaki insana bir baksanıza!" Kaşlarım çatıldı, tekrardan arkama baktım ve büyük bir şokla beni izleyen Barış'la göz göze geldim.

 

Aman Allah'ım... Ben az kalsın Barış'ı mı vuracaktım yani? Bu kadar mı kaybettim kendimi?

 

"Ne oluyor orada?" Kulaklıktan Pars'ın sesini duyarken ben suçlulukla bakışlarımı Barış'tan kaçırdım, işte tam bu esnada sanki bir rüyadan uyanıyormuşum gibi hissettim. Az önce kurduğum cümleler, davranışlarım ve az önce yanlışlıkla Barış'ı vurma girişimim bir bir gözlerimin önünde canlandı. Sanki ateşe deymişim gibi hızla ellerimi Batuhan'ın yarasından çektim.

 

"Ben özür dilerim, fark edemedim, ne oldu anlamdım." Telaşlı bir şekilde saçma bir cümle kurdum. Ne olmuştu bana böyle? Pars yaralandığında da aynısı olmuştu ama bu kadar kötü olduğumu ilk defa görüyordum. Az kalsın Barış'ı... Allah'ım ne oluyor bana böyle? Ya Batuhan olmasaydı? Ya Barış'ı vursaydım?

 

Ayağa kalkıp yüzümü sıvazladım. Ben iyi değildim, hem de hiç iyi değildim. Benim acil birinden yardım alıp tedavi olmam lazımdı. Bu riskle bir daha göreve çıkamazdım, belki de bu son operasyonumdu çünkü herkes benim ne kadar kötü olduğumu fark etmişti. Durumumu fark ettilerse bile görevden bile uzaklaştırılabilirdim ama ikinci bir uzaklaştırmaya kaldırabileceğimden emin değildim. Bu yüzden ilk işim iyi bir psikolog bulmaktı ve kimsenin bu durumumu araştırmaya kalkışmamasıydı.

 

Sessizce gidip tedavi olacaktım, kimsenin ruhu bile duymayacaktı

 

"Barış ben özür dilerim." dedim zorlukla, kendimi hiç iyi hissetmiyorum, birazdan şuraya düşüp bayılacak gibiydim. "Ben kaybettim bir anda kendimi."

 

"Komutanım bir su için." Benim dediklerimi umursamadan cantasından çıkardığı suyu bana uzattı, hiç düşünmeden alıp suyu kafama diktim. Sanki yıllardır su içmiyormuşum gibi, içim yanmış gibi bütün suyu bitirdim.

 

Göz ucuyla Batuhan'a baktım, bir eliyle yarasına baskı uyguluyordu. Yarısına fazla bakmadan gözlerimi kaçırdım, bir daha kendimi kaybedemezdim. "Barış, Batuhan'ın yarasıyla ilgilen ben kaçırdığımız adamları arayacağım." deyip bir şey demelerine izin vermeden hızla yanlarından uzaklaştım.

 

"Gece timden ayrılma." Kulaklıktan Pars'ın sesini duysamda cevap vermeden onlardan uzaklaştım. Kulaklıktan diğeride bana seslenirken ben kaçırdığımız adamları aramaya başladım. Hem yaptığım şeyi telafi etmeye çalışıyordum hem de az önce olan şeyleri unutmaya çalışıyordum. Hele ki Barış'ı vurmaya kalkışma mı unutmaya çalışıyordum. Ya gerçekten vursaydım düşüncesini şu anlık düşünmek istemiyordum.

 

Yaklaşık yarım saat adamları aradım, yarım saatin sonunda bizimkilerde yanıma gelmişti, neyse ki az önce olan şeyleri bir kişi bile konuşmadı. Hatta kulaklıktan Pars'ın sesini bile duymadım diyebilirim.

 

Az ileride gördüğümüz mağarayla Görkem konuştu. "Komutanım ben şu mağaraya bakayım, belki oraya saklanmışlardır." deyip yanımızdan uzaklaştı. Biz de etrafa dağıldık, çok fazla uzaklaşacaklarını sanmıyordum, sonuçta yakında hiç kamp alanı yoktu, illaki bir deliğe girip saklanışlardır.

 

Tam da düşündüğüm gibi olmuştu aslında. Anıl'ın beni çağırması üzerine yanına gidince bir deliğe girdiklerini anldım. Yerde bir çukur vardı ve oraya girmişlerdi, bu çukur bir geçit gibi bir şeydi sanırım. İlk başta düz iniyor sonra sağ taraf doğru toprağın altında ilerliyordu.

 

Adamları oradan çıkardıktan sonra kamp alanına geri döndük. Kamptaki teröristlerin hepsi etkisiz hale getirilmişti zaten, diğer adamlar yakalanmıştı, sağ kalanları da yanımıza aldıktan sonra kamp alanını patlatıp imha ettik. Adamlarla birlikte Enes'in yanına döndük, o kadınlarla bizi bekliyordu ama kulaklıktan olan biten her şeyi duymuştur zaten, bunu bana bakan bakışlarından anlamıştım. Korkarak değil ama endişeli bir şekilde bakıyordu bana, tıpkı diğerleri gibi. Neyse ki hiçbiri o ana dair hiç ağzını açıp tek kelime bile etmemişti. Bu sessizlik helikopter gelene kadar sürdü.

 

Helikopter gelince ise kadınlarla ve adamlarla birlikte bindim helikoptere, sessizliğimiz ise yine devam etti. Arada yakaladığımız adamların seslerini duysamda ne dediklerini dinlemedim. Çünkü kaçmaya çalıştığım olaylar bir bir aklıma üşüşmeye başlamıştı. Özellikle Barış... Onu vurma düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. Peki karargaha dönünce ne diyecektim komutanlarıma? Nasıl hesap verecektim?

 

Off zor bir gün beni bekliyordu aslında. Neredeyse sabah olmak üzereydi ve ben onlardan kaçacak bahaneler arıyordum. İlk önce kendim düşünüp olayları kavramam lazımdı ama bir türlü onlara nasıl bir bahane sunacağımı bulamamıştım.

 

Ben düşüncelerimle boğuşurken helikopter karargahın bahçesine indik. Herkes sırayla inerken en son ben indim. Bahçede albayı beklerken onun yerine Pars karşıladı bizi. Göz ucuyla bana baktıktan sonra diğerlerine hitaben konuştu. "Adamları ve kadınları götürün, sonrada gidip dinlenin." Bana demese bile ben de kaçmak amaçlı onlarla gidecektim ki tekrardan konuşunca durmak zorunda kaldım. "Sen hariç üsteğmenim." Yutkundum, nasıl kaçacaktım şimdi ben bu adamdan.

 

"Odama geç beni bekle." deyince yerdeki bakışlarım onu buldu. Konuşmak için ağzımı açmıştım ki elini kaldırıp konuşmama müsaade etmedi. "Odama geç dedim Gece." Mecbur itiraz etmeden odasına gittim.

 

Bir yere oturmadan etrafımda dönmeye başladım, ona söylersem bana yardım eder miydi bilmiyordum bu yüzden de ona gerçekleri söylemekten çekiniyordum ve söylemeyecektim de. Kendi sorunumu kendim halledip kendim çözecektim. Gizlice tedavi olacaktım ve bundan kimsenin ruhu bile duymayacaktı.

 

Peki şimdi ne bahane uydurup yanından kaçacaktım?

 

Ben kafamda türlü bahaneler üretirken kapının açıldığını duydum, etrafımda dönmeyi kesip içeriye giren Pars'a odaklandım. "Otur." dedi odasındaki küçük masanın etrafında olan sandalyelerden birini göstererek.

 

Bir şey demeden sandalyeyi çekip oturdum, o da tam karşıma geçince ona bakmadan bekledim. "Operasyon sırasında yaptığın şey neydi Gece? Bir derdin varsa söyle de yardım edelim." Cevap vermedim. "Bir derdin olduğu beli. Sen kendini öyle bir kaybettin ki arkandan gelen Barış'a bile ateş etmeye kalkıştın. Ne derdin, ne sorunun varsa söyle elimden ne geliyorsa yapayım." Yine cevap vermedim.

 

"Konuşmayacak mısın?"

 

"Bir derdim yok komutanım, aynı siz yaralandığınızda olduğu gibi biraz telaş yaptım sadece." dedim.

 

"Her yaralanan görünce böyle telaş mı yapacaksın Gece? Askeriz biz, illaki yararlanacağız, hatta şehit bile olacağız, kan göreceksin ve sen birkaç saat önce olduğu gibi sürekli bu şekilde mi davranacaksın." Yutkundum, anlamış mıydı acaba sorunumu?

 

"Bir daha tekrarlanmayacak komutanım, üçüncüsü olmaz. Bir anlığına kendimi kaybettim sadece." Yine yalan söyledim ama bir daha tekrarlanmaması için elimden geleni yapacaktım.

 

"Ben sana bir daha tekrarlanacak mı diye sormadım, sorununun ne olduğunu sordum Gece." Ne diyecektim şimdi, off bu işin içinden nasıl kurtulacaktım acaba? "Cevap bekliyorum." demişti ki çalan telefon kurtarıcım oldu. Pars telefonunu çıkarırken ben etrafıma baktım, bahaneler bulup bir an önce onun sorularından kaçmalıydım.

 

"Ben seni sonra ararım Aras, işim var şimdi." dedi, ona bakmadan konuşmalarını dinledim. "Niye gidiyorsun? Askeriyeden mi çağırdılar?" Sanırım Aras gidiyordu ve Pars da abisi olduğuna göre kardeşini yolcu etmeliydi, yani kurtuluş biletim Aras sayesinde elime ulaşmıştı. "Tamam uçak saatine daha var, ben işimi halledip geleceğim yanına." Sanırım biraz erken konuşmuştum. Pars telefonu kapatır kapatmaz yine konuşmaya başladı.

 

"Evet Gece seni dinliyorum." Allah'ım bu adam niye unutkan değil ki?

 

"Bir sorunum yok benim, size de bir şey anlatmak zorunda değilim." deyip oturduğum yerden kalktım, bir şey demesine izin vermeden arkamı dönmüş gidiyordum ki o da ayağa kalkıp gitmeme izin vermeden kolumdan tuttu.

 

"Ne demek bana bir şey anlatmak zorunda değilsin?" Sinirle sordu. "Ben senin komutanınım ve operasyon sırasında oluşan bir sorunu sormaya hakkım var ve aynı zamanda senin de o sorunu anlatmak gibi zorunluluğun var. Yok öyle anlatamayacağım deyip kaçmak." Haklıydı ama anlatamazdım, yardım edip etmeyeceğini bilmiyordum.

 

"Pardon ama ben size bir şey sorduğumda cevap veriyor musunuz?" Bu sefer ben ona sordum. Boştaki elimi kaldırıp boynundaki künyeleri elimin arasına aldım. "Benim künyem niye sizin boynunuzda? Operasyon sırasında neden Enes ve bana bağırdınız? Geçmişinizi niye bize anlamadınız? Niye gizemli davranıyorsunuz? Bunlara cevap verdiniz mi komutanım?"

 

"Özel hayatla işi karıştırma Gece!" Sinirle güldüm.

 

"Özel hayat?" dedim ve biraz düşündüm. "Özel hayatın ne olduğunu biliyor musunuz? O boynunuzda taşıdığınız künye bana ait ve siz bana ait bir şeyi bana vermiyorsunuz, aynı zamanda nereden bulduğunuzu da söylemiyorsunuz. İlla öğrenmek için sizi şikayet mi etmem gerekiyor? O zaman mı söyleyeceksiniz?" Sordum ama bu sefer o cevap vermedi. "Geçmişinizi anlatmamanız özel bir hayat, size kalmış yani ama Enes ve bana bağırmanız, aynı zamanda bu künyeyi saklamanız özel hayat değil. Özellikle bu künye benim özelim, sizin benim özelime el atmanız ve sorduğumda cevap vermemeniz hiç adil değil. Üstelik bunlara cevap vermiyorken gelip benim özelimi sorup cevap istemeniz hiç olmadı." Evet saçma bir bahaneydi ama mantıklıydı, en azından kaçmam için bana yetecek bir mantıklıktaydı.

 

"Ben sana bu künyeyi nereden bulduğumu ve neden bende olduğunu söylersem sorununun ne olduğunu söyleyecek misin bana?"

 

"Evet söyleyeceğim." Bir anda ağzımdan çıkmıştı ama onun gelip bana bu künye olayını anlatmayacağını bildiğim için sıkıntı yoktu.

 

"Gerçeği itiraf edersem sen de itiraf edeceksin?" Doğrulamak amaçlı sorunca başımı sallayıp onayladım.

 

"Aynen öyle, sen itiraf et ben de edeyim." İtiraf edemeyeceğini bildiğim için yüzümde alaylı bir ifade peydah olmuştu.

 

"Bu künyeyi dört yıl önce senden aldım. Seni dört yıl önce bir dağ başında yarı baygın ve işkence görmüş bir halde bulduk, hastaneye götürdük ve o sırada hemşire üstünden çıkan eşyaları bana verdi. İşte tam o günden beridir bu künye boyunumda ve hiç çıkarmadım." Şaşkınca ona baktım, itiraf etmeyeceğini kendime öyle bir inandırmıştım ki bu sözlerine bir hayli şaşırmıştım.

 

"Yıllardır boynumda taşıma amacım ise seni ilk gördüğüm gün etkilendim ve bu künyeyi boynumdan hiç çıkarmadım. Bu etkilenme yıllar içinde aşka dönüştü. Seni sadece birkaç saat görmüştüm ve o da kanlar içinde görüşümdü, onun dışında ne seni araştırdım ne de bir fotoğrafını gördüm. O dört yıl önce gördüğüm görüntü gözlerimin önüne geldikçe bu etkilenme aşka dönüştü." Sertçe yutkundum, şu anda kulaklarıma ilişen cümleler doğru muydu? Benim duyduğum şeyler gerçek miydi?

 

"Pars benden bir şeyler öğrenmek için yalan söyleme." dedim sinirle, geçmiş karşıma alay ediyordu benimle. "Koskoca adam oldun ama ilkokul çocuğu gibi ortaya saçma bir sebep sunup ağzımdan laf almaya çalıyorsun." Yalan olduğuna emindim, sırf ağzımdan laf almak için söylüyordu bunları.

 

"Yalan değil Gece, bu söylediğim şeyler tamamen gerçek." Göz devirdim, hâlâ yalan söylüyordu.

 

"Pars bir git işine ya, çocuk muyun ben? Gelmişsin karşıma abuk subuk konuşuyorsun, yaşından başından utan da yalan söyleme bari..." diyordum ki sözümü keserek kendisi konuştu.

 

"İşte bu yüzden senden gerçeği sakladım! Sen sorduğunda bu yüzden kaçtım, böyle tepki vereceğini biliyordum. Hatta yüzüme bir yumruk bile geçirirsin diye düşündüm ama tepkilerin tam da düşündüğüm gibi oldu." Üzgün bir şekilde konuşunca yutkundum. Gerçek miydi yani bunlar? "Ben senden bir şey öğrenmek için aşk gibi güçlü bir duyguyu niye araya katayım da seni kandırayım? Niye duygularınla oynayayım? Uzun süredir tanımıyorsun beni ama ben tam olarak böyle biri miyim senin gözünde? Bir şey öğrenmek için karşımdakinin duygusunu umursamadan yalan mı söylerim? Özellikle aşk gibi bir duyguyu araya katarak." Dumura uğramış gibi onu izledim ve onu dinledim. Ciddiydi, bana aşıktı.

 

"Sen..." deyip sustum, ne diyeceğimi bilemedim. "Sen beni seviyorsun." dedim zorlukla. "Hem de dört yıldır."

 

"Evet ben seni seviyorum, sadece birkaç saat gördüğüm ve etkilendiğim kadını seviyorum, hem de dört yıldır." Boğazım kurumuş gibi yutkundum. Duyduklarıma nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. Ne diyeceğimi bilmiyordum.

 

Kesinlikle künye olayının altından böyle bir sebep çıkmasını beklemiyordum. Hatta Pars bu künyede yazan ismin sadece benzerlik olduğunu söylediği zaman bile daha mantıklı gelmişti bana ama beni seveceği, hem de dört yıl boyunca seveceği aklımın ucundan dahi geçmemişti, geçmezdide.

 

Sadece bir sinirle o benden sakladığı şeyleri söylerse bende söylerim diye onunla inatlamıştım ama bu itirafın beni dumura uğratacağını, şoka sokacağını ve bir tepki dahi veremeyecek hale getireceğini asla düşünmezdim. Hatta itiraf bile etmeyeceğine o kadar emindim. Ama şu anda... Duyduğum şeyler asla beklediğim şeyler değildi. Daha doğrusu ben bu künye olayında mantıklı bir sebep bile beklemiyordum ki. İsim benzerliği gibi saçma bir sebep bekliyordum.

 

Ne yapacaktım şimdi ben? Yıllardır biri beni seviyordu, yıllar sonra beni seven bu adam komutanım oluyordu, benim psikolojik olarak iyi olmadığım bir dönemde beni sevdiğini söylüyordu, ne yapacaktım ben? Nasıl davranacaktım şimdi?

 

Selam nasılsınız?

 

Bölüm nasıldı?

 

Pars sonunda Gece'yi sevdiğini itiraf etti. Doğru bir zaman mıydı yoksa biraz beklemeli miydi?

 

Gece'nin neyi var sizce? Pars yaralandığında da aşırı tepki vermişti?

 

En sevdiğiniz sahne?

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın🤍

Loading...
0%