@kitap__gezegeni1
|
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım🦋
Keyifli okumalar✨️
23.Bölüm "Test"
Boynumda hissettiğim inanılmaz ağrıyla gözlerimi araladım. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp boynumu tutmak için elimi uzattım ama hareket ettiremedim. Başımı eğip ellerime baktım. Bir sandalyede oturuyordum ve ellerim sandalyenin arkasında bağlıydı. Yüzümü buruşturup ellerimi hareket ettirmeye çalıştım ama bileklerimdeki ip öyle sıkıydı ki bu mümkün olmadı, hatta bileklerim sızlamaya bile başladı.
Gözlerimin önüne gelen son olaylarla neden sandalyede bağlı bir şekilde uyandığımı hatırladım. Etrafıma baktım, Başak neredeydi acaba? Ya da ben neredeydim?
Kırk yılın başında başıma buyruk davranmadan Pars'a haber verecektim ama şans işte, telefon çekmediği için yapamadım. Herhalde hayat bana mesaj veriyordu. Başıma buyruk davranmam gerektiğini, başka şekilde davranmanın bana yakışmayacağını falan anlatmaya çalışıyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı çünkü.
Etrafıma baktım, eski bir depodaydım. Başak'ın tutulduğu yere benzemiyordu çünkü onun tutulduğu yer böyle değildi. Burada varil yoktu. Etrafta cam kırıkları, paslı çiviler ve birçok tahta paletlerle doluydu.
Duyduğum kapı sesiyle deponun kapısına baktım. Geriye doğru açıldığını görünce hızla gözlerimi kapattım. Belki bu şekilde yaparsam uyuyorum diye yanımda konuşurlardı ve bende bir şeyler öğrenmiş olabilirdim.
Kapı açıldıktan sonra yanıma doğru yaklaşan birden fazla ayak sesi duydum. O zaman birden fazla kişi yanıma geliyordu. Sakin soluk alışlarımdan burnuma parfüm kokuları doldu. Birden fazla farklı parfüm kokuları vardı. Bayılmadan önce burnuma dolan kokuyu düşündüm. Burnuma hiç parfüm kokusu dolmamıştı sanırım. O zaman bu adamlar benim başıma vuran kişi değildi, ya da onun adamları da olabilirdi.
Adım sesleri oldukça yanıma yaklaştı ve sanırım tam önümde durdu. Kulaklarıma dolan seslerden karşımda duran damarın birinin hareket ettiğini anladım. Hışırtı sesi gelmişti, kumaşın sürtünme sesi gibiydi. Kolunu falan kıpırdatmış olabilir. Kumaş sesinin ardından farklı bir ses duydum. Dıt diye bir sesti. Sanki, birini ararsın ve o kişi telefonu açana kadar çalan ses gibiydi. Birini mi arıyordu acaba?
"Kız uyandı." Duyduğum şeyle kaşlarımı çatmamak için kendimi sıktım. Benden başka kız mı var? Çünkü ben uyanık değilim. Yani uyanığım ama onlara uyuyor taklidi yapıyorum.
"Tamam." dedi aynı ses. Bir süre etrafta hiç ses çıkmadı. Hatta adamların nefes alışverişlerini bile duymadım. Bu tuhafıma gitti. Bunu anca bir asker, bir bordo bereli yapabilirdi.
"Sence ne zamana kadar bu numaraya katlanacağız?" Duyduğum başka sesle düşündüm. Umarım içeride başka biri vardır da ondan söz ediyorlardır. Uyuyor taklidi yaptığımı anlamaları imkansız.
"Bu gidişle uzun bir süre." Bu seste az önce telefonla konuşan kişinin sesiydi. Bir süre etrafta yine sessizlik oldu. Daha sonra ise az önce konuşan kişi konuştu.
"Kızmasalar?" Kim neye kızıyordu? N'oluyor burada ya? Gözümü açsam mı ki? Meraktan çatlayacağım.
"Bir şey olmaz." dedi telefonla konuşan kişi. "Beklersek sabaha anca biter işimiz." dedi ve cümlesi bittikten sonra yüzüme boşaltılan buz gibi suyla çığlığı bastım.
Kış ayında soğuk su dökmek mi? Ben ne kötülük yaptım da hak ettim bunu?tamam kış ayında olmaya biliriz ama havalar az da olsa soğuktu ve bu su yüzünden daha da soğumuştu sanki.
"Orospu çocukları!" diye haykırdım. "Bir bardak suya muhtaç kalın emi! Akşam ne varsa acıları yeyip sabah susuzlukla uyanın ama o sabah sular kesilmiş olsun! Dolabınızda bir damla su bile olmasın! Mideniz yana yana su arayın piç herifler! Cebinizde bir kuruş paranız yokken yaz sıcağında su alamayın ve götünüzden ter aka aka su arayın!" Beddualarımı tek solukta sıraladığım için nefesim kesildi ve soluklandım.
"Manyak bu kadın." dedi hiç duymadığım bir ses. "Ben hayatımda böyle beddua görmedim. Dinledikçe günlerdir susuz kalmışım gibi hissettim." Tek gözümü açıp karşımdaki adamlara baktım. Üç kişilerdi, yüzlerinde kar maskeleri vardı.
"Ben deliyim." dedim birden. Adamların şaşkın bakışları artarken devam ettim. "Arada bana geliyorlar ve cinnet geçiriyorum. Suçlu, suçsuz, masum hiç fark etmez deşiyorum herkesi. Bence cinnet geçirmeden beni bırakın gideyim." Evet, yaratıcılıkta üstüme kimseyi tanımam. "Hem bakın yüzünüzde maske de var. Yüzünüzü görmediğim için polise de gitsem sizi bulmaları samanlıkta iğne bulmalarından daha düşük." Hepsi öylece suratıma bakınca devam ettim.
"Ay bakmayın öyle ya. Beni çözün diye değil sizi düşündüğüm için diyorum." Evet, kesinlikle onları düşünüyorum çünkü gerçekten cinnet geçirip bunları eşek sudan gelinceye kadar dövmek gibi planlarım vardı.
"Hem bakın çok üşüdüm." dedim kollarıma bakarak. "Bak bak, tüylerim diken diken oldu. Hastane masraflarıyla uğraştırmayın beni." Maskeli adamlardan biri ortadakine yaklaşıp fısıldadı ama depoda tek bir ses bile olmadığı için net bir şekilde duydum.
"Ne diyor oğlum bu kadın?" Bakışları bana kaydı. "Yanlış kişiyi mi kaçırdık biz?"
"Aaa siz birini mi kaçıracaktınız?" dedim hemen. "Ben o kişi değilim. Kimi kaçıracaksanız söyleyin hemen bulup geleyim size." Yalanını sevsinler Gece senin. İnşallah inandırıcısındır.
"Ya aval aval yüzüme bakmayın da çözün ellerimi. Valla kangren oldu kesin, hissetmiyorum zaten. Bu yüzden iki kere cinnet geçirip iki kere deşerim valla sizi." dedim ama adamlar bana daha fazla katlanamamış olacak ki üçüde bir şey demeden arkasını döndü ve depodan çıktılar.
"Maskeli Bey'ler!" diye bağırdım arkalarından. "Beni unuttunuz beni, kaçırıp buraya bağladığınız beni!" Geri gelmelerini bekledim ama gelmediler.
"Yemediler ya." Kendi kendime konuşup etrafıma baktım. Başka şeyler bulmam gerekiyordu. Ve biraz da mantıklı şeyler olmalıydı.
Bir süre düşündüm, hatta uzun bir süre düşündüm. Büyük ihtimalle aradan saatler geçti ama ne ben buradan çıkmanın bir yolunu buldum ne de bir daha yanıma birileri geldi. Sanki beni unutmuşlar gibi kimse gelmedi. Bari gelip işkence edeceklerse etsinler de bıraksalar beni ama yok, ne işkence için ne de beni kurtarmak için birileri gelmedi.
Oflayıp milyonuncu kez yaptığım gibi etrafıma baktım. Bir şey yoktu ki ya. Oturduğum sandalyeye baktım, demirdendi. Tahtadan olsa en azından kendimi yere atar kırmaya çalışırdım ama bu demir sandalyede bunu yapmazdım.
Yerdeki cam parçaları gözüme çarpınca duraksadım. Tabii ya! Daha önce bu niye benim aklıma gelmedi ki? Kendimi yere atar cam parçalarından birini alarak ellerimdeki ipi keserdim.
"Biraz geç çalışıyor ama yine de benim canım beynim çalışıyor." dedim kendi kedime. "Normalde şıp diye çalışırdı ama bedenim gibi beynimde paslanmıştı bu üç ayda." Kendi kendime konuşmayı bırakıp kendimi sağa sola doğru sallamaya başladım. Düşecek kadar sallanamayınca tüm gücümü kullandım ve saniyler içinden sol tarafıma doğru devrildim. Sol kolumda hissettiğim acıyla inledim. Hem kolum demir sanlayeyle yerin altında kalmıştı hem de yerdeki cam parçaları koluma batmıştı.
"Bu acının hesabını da sizden soracağım!" dedim dişlerimin arasından. Canım gerçekten çok acımıştı ama bağırmamıştım, şimdi ise avazım çıktığı kadar çığlığı bastım. Çünkü bu şekilde yatarken, kolum acırken ellerimdeki ipi kesemezdim. Beni doğrultmaları gerekiyordu ve bağırmadan yanıma gelecek gibi değillerdi.
Deponun kapısı gürültüyle açılınca elimi zorlukla yerde gezdirip elime değen bir cam parçasını aldım. O üç maskeli adam yanıma gelirken cam parçasını dikkatli bir şekilde elimde sıkıca tuttum.
"Yanıma gelmeniz için kendimi yerlere mi atmam gerekiyordu?" dedim hiç çekinmeden.
Adamlardan biri arkama geçince elimdeki cam parçasını iyice avucuma alıp sıktım. Görürlerse işim zordu. Elime batan cam parçasını düşünmemeye çalışarak karşımdaki adamın konuşmasını dinledim. "Senin sözlerini bizim beynimiz algılamıyor." Burun kıvırdım. Her babayiğidin harcı değil zaten beni anlamak.
"Niye kaçırdınız o zaman beni?"
"İşimize burnunu soktuğun için olabilir mi?" dedi arkamdaki adam. Sandalyeyi tutup beni doğrulttu.
"Ne zaman serbest kalacağım peki?"
"Serbest kalman gerektiği zaman." Bu iğrenç espriyi yapan adama bakıp kahkaha attım. Gerçekten çok komikti, gül gül öldüm şu anda!
"Ayy şakacı şey seni. Sen beni güldürdün Allah'ta seni gani gani güldürsün ama ilk önce beni salın da öyle güldürsün çünkü ben burada olduğum sürece sizin dayak haneniz sürekli yükseliyor." Karşımdaki adam da benim gibi gülüp konuştu.
"Komikti ama bize bu kadar komiklik yeter." deyip üçü arkasını döndü.
"Lan madem bir şey yapmayacaksınız niye kaçırıyorsunuz beni" diye bağırdım arkalarından.
"Belki de öldürmek içindir." diyen adamın sesini duyunca yutkundum. Evet kaçırılmış olabilirim ama uyandığımdan beri hem ben hem de beni kaçıran kişiler alaylı konuşuyorduk ama şimdi bu adamın sesi buz gibi çıkmıştı. Ölüm soğukluğu gibiydi sesi.
Ne yalan söyleyeyim korkmadım desem yalan olur ama savaşmadan ölmek bana yakışmaz, bu yüzden kolları sıvama zamanı Gece. Göster onlara kendini ve seni kaçırmanın bir aptallık olduğunu. Onları, seni kaçırmanın aptallığı yüzünden yediği dayaklarla uğurla buradan.
"Başlayalım o halde." dedim kendi kendime. "Eski bir asker olabilirim, paslanmış olabilirim ama hâlâ cevherlerim var." Evet, kendimi överek elimdeki cam parçasıyla bileklerimdeki ipleri kesmeye başladım. Tabii kolay olmadı çünkü ipleri öyle bir sıkmışlardı ki hareket ettirmem bile zordu.
Elimi, kolumu, oramı, buramı keserek sonunda ipelerden kurtuldum. Elim sıkı iplerden kurtulunca derin bir nefes alıp bileklerime baktım. Kıpkırmızı olmuştu, bileklerimde, ellerimde ve avuç içlerimde ipleri kesmeye çalışırken oluşan çizikler vardı ve onlarda kanamaya başlamıştı.
Ellerimdeki kanı üstüme silip sanlayeden kalktım ama uyuşan bacaklarım yüzünden sendeledim. "Allah belanızı versin! Kaç saattir bağlıydım ben ya?" Söylene söylene kapıya doğru ilerlemeye başladım. Kapıya gelince durdum. Dışarıda kaç kişi var bilmiyordum. Üstelik kapı gürültüyle açılıyordu, kapıyı açmaya kalkışırsam adamlar tepeme üşüşürdü. Eh silahsız olduğumu da göz önünde bulundurursak döverek bilmediğim sayıdaki adamları alt etmem zor gibiydi.
Depoyu dolandım, belki bir çıkış yolu vardır diye her yere baktım ama kapı dışında hiçbir yerden çıkılmazdı. Mecbur kapıdan çıkacaktım artık.
Yerdeki tahta paletlere baktım, parçalara ayrılmış bir paletin yanına gidip bir parçasını alıp baktım. İşimi görür gibiydi. Tahta parçasını elimde sıkıca tutarken kapının sol tarafına geçip bekledim. Tüm gücümle bağırdım. Herhalde yine gelirlerdi.
Bir süre bekledim ama gelen giden olmadı. Tam tekrardan bağırmak için kendimi hazırlarken kapının ardında ayak sesleri duydum. Sırtımı iyice depoya yaslayıp bekledim. Kapı açıldı, ilk önce bir daha sonra iki adam girdi. Adamlar benim bağlandığım yere doğru giderken orada beni göremedikleri için oldukları yerde durdular. Hiç beklemeden en arkadaki adama doğru yaklaştım. Adam benim yaklaştığımı hissetmiş olacak ki arkasını dönecek gibi oldu ama hareket bile etmesini beklemeden elimdeki tahtayı kafasına geçirdim. Tahta ikiye ayrılınca elimde kalan parçayı yere attım. Adam da zaten yere yığılmıştı.
Diğer iki adam gürültüden dolayı benden tarafa dönünce yerden daha kalın ve büyük bir tahta parçasını aldım ve bana daha yakın olan adama nişan alıp tam kafasından vurdum. O da darbenin etkisiyle yere yığılırken diğer adam bana doğru yaklaştı. Adam bana yaklaştığı için tahta arayışına girmedim çünkü ben tahta alırken adam beni yere sererdi.
Adam bana doğru gelip yumruğunu kaldırınca yumruğunu havada yakalayıp tuttum. Elini bırakmadan ayağımı kaldırıp karnına tekme attım. Adam iki büklüm olurken hiç oyalanmadan arkamı dönüp kapıya doğru ilerledim. En sonki adam ise hâlâ öksürmeye devam ediyordu. O kendini toparlayamadan buradan uzaklaşmam gerekiyordu.
Dışarıya çıkar çıkmaz birkaç saniye duraksayıp ağzımın içinden küfür ettim. "Hassiktir!" Karşımda bir ordu adam var desem yalan söylemiş olmazdım. Üstelik şu anda Başak'ın bulduğu yerde değil başka bir depodaydım çünkü etraf boş arazi değil ağaçlarla doluydu. Ormanlık bir alandaydım.
Adamlar yanındakiyle konuşurken hiçbiri beni fark etmedi. Bundan faydalanıp geriye doğru bir adım attım. Omzumun üstünden deponun yan tarafına baktım, ormanın içine kaçıp izimi kaybettirmeliydim çünkü bu kadar adamla dövüşmek imkansızdı. Birini dövsem ikincisi gelecek, ikincisini dövsem üçüncüsü gelecek ve ben illaki birinde yakalanacaktım ve tekrardan sandalyeye bağlanacaktım. Bu yüzünden riske giremezdim.
Önüme dönüp adamlara bakatım ve hiç düşünmeden arkamı dönüp koşmaya başladım. Daha birkaç adım anca koşmuşken adamlardan birinin bağırdığını duydum. "Kız kaçıyor! Koşun çabuk!" Omzumun üstünden onlara baktım. Hepsi peşimdeydi. Yakalanırsam valla başım büyük dertteydi. Bu sefer kesin sıkarlardı kafama.
Önüme dönüp tüm gücümle koşmaya başladım. Oramanın içine girince derin bir nefes aldım ama koşmaya devam ettim. Ağaçlar çok sıktı, etrafta bir sürü çalı vardı ve hem ağaçın dalları hem de çalılar kollarımı bacaklarımı çiziyordu. Eminim ki küçük küçük kanamaya bile başlamışlardı.
Yaklaşık on, on beş dakika koştuktan sonra gövdesi büyük bir ağacın arkasına geçip sırtımı yasladım. Birkaç saniye soluklandım. Başımı hafif uzatıp adamlara baktım. Hepsi etrafa dağılmış beni arıyordu. Uzun süre burada kalmazdım, bu yüzden bulduğum ilk fırsatta yine kaçmaya başlayacaktım ama ilk önce soluklanmam lazımdı. Dinlenmeden koşmaya devam edersem bir yerden sonra nefesim kesilecekti ve istemeye istemeye yakalanacaktım.
Aklıma telefonum gelince hemen ceplerimi aradım ama yoktu. "Olsa şaşırırdım zaten!" Kısık sesle söylendim.
Birkaç saniye daha soluklanıp adamları kontrol ettim. Saklandığım ağaçın arkasından çıkarsam beni göreceklerdir ama birkaç dakika daha beklersem zaten beni bulacaklardı. Bu yüzden derin bir nefes alıp arkama bile bakmadan koşmaya başladım.
Adamlar yine peşimden gelirken izimi kaybettirmek için sürekli yön değiştirip durdum. Uzun bir süre koştuktan sonra bir çalının arkasına saklanıp bekledim. Adamları atlatmıştım ama bulmaları uzun süremezdi çünkü peşimde fazlasıyla adam vardı. Oramanın dört bir yanına dağılmışlardır.
Kaç dakika bu çalının arkasında bekledim bilmiyorum ama ileriden gelen seslerle başımı uzatıp oraya baktım. Bir tane adam sessizce buraya geliyordu ama etrafta dal ve kozalaklar olduğu için onların üstüne basıp sürekli ses çıkıyordu. Tekrardan yerime geçip etrafıma baktım. Gördüğüm kalın odun parçasını alıp adamın yaklaşmasını bekledim. Adam etrafına bakmak için olduğu yerde dönerken ayağa kalkıp nişan aldım. Adam tam benim olduğum yere dönmüştü ki elimdeki odunu alnının ortasına attım. Adam darbe sonucu yere yığılırken koşarak yanına gittim. Bayılmıştı. Bu işime gelirken yere eğilip üstünü aradım. Bulduğum silahı alıp belime yerleştirdim ve ceblerini kurcaladım. Elime değen telefonla sırıtıp hemen aldım. Direkt telefonu açıp çekip çekmediğine baktım.
"İşte bu be!" İstemsizce bağırdım çünkü telefon çekiyordu. Bağırdığım için etrafıma bakıp kimsenin olmadığını gördüm. Hemen ezberimdeki Pars'ın numarasını tuşlayıp açmasını bekledim. Bir yanda da kendi kendime konuştum.
"Hadi Pars, hadi aç şunu." Telefon uzun uzun çaldı ve tam kapanmak üzereyken telefon açıldı. Pars'ın konuşmasını beklemeden konuştum hemen.
"Pars, benim Gece, acil yardımına ihtiyacım var." dedim, etrafıma baktım. "Başım dertte."
Telaşlı bir şekilde "Neredesin Gece sen? Kaç saattir o telefonun niye kapalı?" dedi. Kaç saat olmuştu acaba?
"Pars yardımına ihtiyacım var." dedim tekrardan. "Ben sanırım birazcık kaçırılmış olabilirim." Evet, tam olarak böyle bir cümle kurdum ve devam ettim. "Endişelenme ama yanımda bayılttığım adamın silahı dışında hiçbir şey yok ve her an öteki tarafa gidebilirim." Bu sözlerimden sonra kesinlikle endişelenmezdi zaten!
"Ne?" dedi şaşkınca. "Gece ne oluyor? Ne kaçırılması, ne bayılması ve ne silahı?" Eh adam da haklıydı şimdi. Kaçırılan bir insan ben birazcık kaçırıldım diye bir cümle kurmazdı, üstelik bunu bu kadar sakin hiç söylemezdi.
"Ya Pars kaçırıldım, kaçırıldım. Peşimde bir ordu adam var ve ben kendimi Aslan, Çita, Sırtlan ve Leoparlarla birlikte yalnız kalmış Ceylan gibi hissediyorum. Her an onlara yem olabilirim." dedim. "Bence yeterince açıklayıcı konuştum ve sen de orduyu toplayıp buraya gel! Çünkü sivilken ölmek istemiyorum. Ben daha askeriyeye döneceğim." dedim ve avazım çıktığı kadar bağırarak devam ettim.
"ACELE ET VE BENİ KURTAR PARS!" Bağırdıktan hemen sonra etrafımı kontrol ettim. Kimse yoktu.
"Dur bir dur." dedi. "Sakin ol ve bana nerede olduğunu söyle." Etrafıma baktım ve omuz silktim.
"Ormandayım." dedim rahat bir şekilde.
"Ha tamam o zaman, hemen yola çıkıyoruz." dedi sakin bir şekilde ama hemen ardından bana kızdı. "Kızım düzgün bir şey söyle de yola çıkıp gelelim." Niye kızıyor ya? Ciddi ciddi oramandayım dedim işte! Sinir adam!
"Bilmiyorum Pars, bilecek olsam kendim kurtulurdum. Ve benim sinirlerimi tepeme çıkarmadan gel ve beni bul yoksa elimden bir kaza çıkacak! Buradaki adamların hepsini öldüreceğim!" dedim dişlerimin arasından. "Korktuğum şey de bu çünkü ben görevde değilim ve sıradan bir sivil olduğum için birini öldürmem demem görevime dönememem ve mapus damlarına düşmem demek." dedim tek solukta, ayağa kalkıp ilerlemeye başladım. Burada çok fazla gürültü çıkarmıştım, sesimi duydularsa anında beni enselerler.
"Gece." dedi Pars sakin bir şeklde. Ben de sakin konuşuyor olabilirdim ama stresliydim ve bu stres saçma sapan konuşmama neden oluyordu. Büyük ihtimalle Pars bunu anladığı için kendisi sakin olmaya çalışıyordu çünkü o da endişeli olursa ben daha çok strese girecektim. "Bak telefonu kapatma, açık kalsın. Askerler sinyalleri aramaya başladı. Saniyeler içinde yola çıkarız ama sen sakin ol. Sakın ve sakın adam öldürme." dedi üstüne basa basa. "Yarala ama sakın öldürme." Evet yaralamakta benim açımdan iyi değildi ama nevsi müdafaaya girerdi bu durum. "Ve mümkünse iyi bir yere saklan ve sesini çıkarma."
"Denerim." dedim. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp şarjına baktım, neyse ki vardı.
"Sinyal tespiti yapıldı, yola çıkıyoruz. Bir şey yapma ve bir yerde saklanıp bizi bekle." dedi Pars telefonum diğer ucundan.
"Beklerim." dedim. "Sen yeter ki gel, ben beklerim." İç çektiğini işittim. Bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu.
"Gece." Sesi sıkıntılı çıktı. "Sakin ol olur mu?" Kaşlarım çatıldı. Neden sakin olacaktım?
"Ne için?"
Anında cevap verdi. "Her şey için. Ne olursa olsun sakin ol. Soğukkanlılığını koru." Neden böyle konuşuyordu ki?
"Pek bir şey anlamadım ama dediğin gibi olsun." dedim anlamsız bir sesle.
Etrafıma bakarak ilerledim ve gözüme kestirdiğim bir yer bulup oraya oturdum. Ağacın gövdesine sırtımı yaslayıp ayaklarımı uzattım. Etrafımda çalılar olduğu için rahattım.
"Komutanım." Telefondan duyduğum sesle oraya kulak verdim. Bu daha önce duyduğum bir sesti, hatta çok yakında duyduğum bir sesti ama çıkaramadım.
"O kim?" dedim hemen.
"Bir asker." dedi kısaca.
"Komutanım dedi ve sustu neden devam etmedi?" Sorgulayıcı bir sesle sordum.
"Arabalara bindiğimiz için sustu. Bana seslenmedi, kendisinden rütbeli askere seslendi ve farklı araçlara binince duymadın." Gözlerim kısıldı.
"Araba mı?" dedim. "Ne kapı sesi duydum ne de aracın hareket ettiğine dair başka bir ses duydum. Neden hiç ses duymuyorum ben?" Telefonun diğer ucundan Pars'ın sıkıntıyla nefes aldığını işittim.
"Güzelim şimdi bunu mu açıklayayım sana?" Görmeyeceğini bile bile omuz silkip konuştum.
"Açıkla." Tuhaf şeyler oluyordu burada ama anlamadım. Bir de Pars sanki fazla sakin gibiydi. Sonuçta ben kaçırıldım değil mi? Sevgilisi kaçırılıyor ve sakin. Tamam ben de sakinim, hatta alaylı konuşuyorum ama benim yapım bu. Telaşımı belli etmemek için bu yola başvuruyorum hep.
"Gece..." diyordu ki arkamda duyduğum sesle onu dinlemedim ve telefonu yere bıraktım. Oturduğum yerden hafif başımı uzatmıştım ki alnıma değen metal şeyle ağzımın içinden küfür savurdum. Pars'ı sorguya çekmeye o kadar dalmıştım ki adamın dibime kadar girdiğini bile fark etmemiştim.
"Sakin ol dostum." dedim soğukkanlı davranarak. Ellerimi temkinli bir şekilde havaya kaldırdım. "Silahsız bir kadına ateş etmek yakışmaz bence." diyerek doğrulmaya çalıştım ama adamın sert sesiyle kımıldayamadım.
"Hareket etme." Bakışlarımı silahtan çekip adamın yüzüne çevirdim. Herkes gibi onun da yüzünde kar maskesi vardı. "Telefonu ver şimdi." Küçük bir açıyla başımı oynatıp yere bıraktığım telefona baktım. Hâlâ açıktı ve Pars'ın sesini duyuyordum.
Elimi uzatıp telefonu aldım ve adama verdim. Telefonu aldığı gibi yere atıp ezmeye başladı. Dikkati telefonun üzerindeyken ayağımı uzatıp bacağına tekme attım ve bana doğru tuttuğu silahı aldım. Hızla ayağa kalkıp silahın kabzasıyla kafasına vurup bayılttım. Telefonu kırdığı için üstünü aradım ama telefonu yoktu. Ötekini de kırdığı için artık işime yaramazdı. En azından Pars nerede olduğumu biliyordu.
Elimdeki silahı belime yerleştirip ilerlemeye başladım. Umarım çabuk gelirler.
Aklıma gelen şeyle olduğum yerde durdum. Tabii ya ben Başak'ı kurtarmak için buradaydım değil mi? Peki Başak nerede? Ah keşke bundan Pars'a bahsetseydim, bir ekip de onu aramaya giderdi. Artık geldiğinde bahsedeceğim ama bunca adamın Başak'la ne derdi olabilir ki?
Düşüncelerden sıyrılıp ilerlemeye devam ettim. Tam bir saat boyunca saklanarak, yerimi değiştirerek ve bazı adamları bayıltarak geçti. Bir saatin sonunda ise çatışma sesleri duymaya başladım. Bizimkiler gelmişti ama ne tarafta olduklarını bilmediğim için seslerin olduğu yere gitmiyordum.
Aradan on dakika geçtikten sonra silah sesleri giderek arttı. Olduğum yerden çıkıp etrafıma baktım. Buraya doğru gelen birini görünce ağaçın arkasına geçtim. Başımı hafif uzatıp kimin geldiğine baktım. Bana doğru gelen kişinin yüzünü ayırt edince ağaçın arkasından çıkıp ona doğru koştum, bir yanda da bağırdım. "Pars!" Saniyeler içinde yanına gidip sıkıca ona sarıldım. Bir elinde tüfeğini tutarken diğer elini de belime sardı.
"İyi misin?" Geri çekilerek sordu. Bakışları yüzümdeki yaralarda oyalandı. Bu bir saat içinde yakın dövüşe maruz kaldığım için yüzüme biraz darbe almıştım. Ama abartılacak şeyler değildi. En fazla hâlâ kanayan kaşıma dikiş atılırdı o kadar.
"İyiyim." dedim, etrafıma baktım. Çatışma sesleri giderek artıyordu. "Pars, psikoloğum Başak'ı kaçırdılar. Onu kurtaracağım derken buralara kadar geldim. Sana haber verecektim ama onu kaçırdıkları yerde telefon çekimiyordu ve sonra da beni bayıltıp buraya getirmişler." diye başıma gelenleri kısaca özet geçtim.
"Tamam, buradan bir kurtulalım onu da bulacağız." deyip elimden tuttu, benimle birlikte ilerlemeye başladı. Hiç sesimi çıkartmadan koluna sarılıp peşinden ilerledim. Yürümeye devam ederken aklına bir şey gelmiş gibi olduğu yerde durdu ve silahını ağaça yasladı. Sırtındaki mühimmat çantasını çıkartıp yere bıraktı. Üstündeki hücum yeleğini çıkartıp bana verince kaşlarım çatıldı.
"Hayır Pars, giy şunu." dedim reddederek.
Beni hiç umursamadan yeleği kollarımdan geçirdi. Ben ne kadar itiraz etsemde dinlemedi beni. Yeleği üzerime geçirdikten sonra çantasını ve tüfeğini alıp yeniden benimle birlikte yürümeye başladı.
Uzun bir süre yürüdükten sonra gerimizde duyduğumuz silah sesleriyle Pars beni bir ağaçın arkasına götürdü. "Sakın buradan bir yere ayrılma." diye uyarıp yanımdan ayrılacakken elinden sıkıca tutup gitmesine engel oldum.
"Yeleği bari üzerine geçir Pars. Bak ben burada güvendeyim." Başını iki yana sallayarak reddetti.
"Korurum ben kendimi." dedi, ellerime baktı. "Silah var mı yanında?" Belime yerleştirdiğim silahı çıkarıp gösterdim ona. "Başın sıkıştığında kullanmaktan çekinme." Gözlerimi kapatıp açarak onayladım onu.
"Dikkat et." dedim endişeli bir sesle. Beni onaylandıktan sonra yanımdan ayrıldı. Görünmediğime dikkat ederek onu izledim. Benden uzaklaşıp bir ağaçın arkasına geçti, adamları beklemeye başladı.
İleriden üç tane maskeli adamların geldiğini görünce sırtımı ağaça yasladım. Şimdi beni görürlerdi ve Pars'ın işini bozardım. Bu yüzden görünmemem en iyisiydi. Birkaç dakika bu şekilde bekledikten sonra birkaç el silah sesi duydum. Hemen ardından silah sesleri kesildi. Temkinli bir şekilde başımı uzatıp baktım. Gördüğüm şeyle gülümsedim çünkü Pars yanıma doğru geliyordu. Üç adamı da vurmuştu.
Ağaçın arkasından çıkıp ona doğru ilerledim. Bir anlığına başımı sağ tarafıma çevirdim, gördüğüm şeyle kaşlarım çatıldı. "Pars dikkat et!" diye bağırıp Pars'a silah doğrultan adama elimdeki silahı doğrulttum ve ateş ettim ama eş zamanlı olarak adam da Pars'a ateş etmişti. İki taraftan da acı dolu inleme sesleri duyarken korka korka Pars'ın olduğu tarafa baktım. Gördüğüm manzarayla olduğum yerde kaldım.
Pars ayakta zor dururken elini sol karın boşluğuna koymuştu. Ve eli kıpkırmızı olmuştu!
Vurulmuştu!
"Pars!" Bağırarak yanına koştum. Ayakta duramadığı için kollarımı iri bedenine sardım. Üstüme doğru yıkılınca sıkıca tutmaya çalışıp yavaş bir şekilde dizlerimin üstüne oturdum. Onu da dizlerime yatırıp yarasına baktım. Gördüğüm kanla soluklarım hızlanırken bakışlarımı kaçırdım. Hayır hayır, bu sefer kendimi kaybetmemeliydim.
Aklıma rüyam geldi. Rüyamda sadece Pars'la konuşmuştum, geç de olsa yarasına, kan dursun diye baskı uygulamıştım ve cebimdeki telefonu fark etmediğim için ambulansı aramamıştım. Eğer telefonu fark edip zamanında yarasına baskı uygulasaydım rüyamda onu kaybetmezdim.
Beynimin içinde bir ses yankılandı. Senin suçun Gece! Bu ses rüyamda duyduğum, beni suçlayan sesti. Benim içimdeki sesti.
Bir ses daha duydum. Soğukkanlı ol Gece. Bu da Pars'ın bana saatler önce söylediği cümleydi.
Sakin ol Gece, soğukkanlı ol. Her şeyi sakin bir şekilde halledersen rüyan gerçekleşmez. İçimden kendime telkinler verdim.
"Gece..." Pars'ın acı dolu çıkan sesini duyunca ona döndüm. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, kesik kesik nefes alıyordu.
"Şşt konuşma." dedim ona. Üzerimdeki hücum yeleğini çıkardım, onun ardından sweatshirtümü çıkardım, sadece yarım atletle kaldım. İlkbahar mevsiminin başlarında sayılırdık, bu yüzden hava ne çok serindi ne de çok sıcaktı ama üzerimdeki kıyafeti çıkarınca üşüdüğümü hissettim. Üstelik bir saat önce başımdan aşağıya buz gibi su dökülmüştü. Bunu umursamayıp kıyafetimi Pars'ın karnındaki yaraya bastırdım.
Bir elimle Pars'ın yarasına baskı uygularken diğer elimi çeneme koydum. "Düşün Gece düşün. Başka ne yapabilirsin." Kendi kendime konuşup düşündüm.
"Tabii ya!" dedim aklıma gelen şeyle. Telefon, telefon çekiyordu burada. Boştaki elimle Pars'ın üstünü aradım. Bulduğum telefonla sırıtıp hemen açtım. Son aramalara girdim. En son Serhat albayı aradığı için hemen onu aradım. Serhat albayın açmasını beklerken sesi çıkmayan Pars'a baktım. Kısık gözlerle beni izliyordu ve kesik kesik nefesler alıyordu.
"Sık dişini Pars, şimdi gelip kurtaracaklar seni." dedim, kanaması dursun diye kıyafetimi yarasına iyice bastırdım.
Telefonun açıldığını anlayınca Serhat albayın konuşmasına müsaade etmeden söze girdim. "Komutanım Pars, Pars yaralandı. Çabuk buraya gelin, kanaması var."
"Gece." dedi ilk önce şaşıracak. Daha sonra dediğimi kavramış olacak ki devam etti. "Hangi yöndesiniz?" Sorduğu soruyla kaşlarım çatıldı. Hangi yöndeydik biz?
"Bilmiyorum." dedim telaşlı bir sesle. Ya bizi zamanında bulamazlarsa.
Hayır hayır, sakin ol Gece. Soğukkanlı olman gerekiyor. Sen yıllarca dağa çıktın, yönünü nasıl buluyorsun düşün.
Tabii ya! Başımı gökyüzüne çevirdim, sıkı ağaçlardan pek bir şey görmesemde güneşin hangi tarafa gittiğini anladım. Güneşin gittiği yönle bizim bulunduğumuz yönü tarttım, daha sonra ağaç gövdesindeki yosunlara baktım. "Güneybatı." dedim hemen. "Güneybatı yönündeyiz ve açık hedefsiz komutanım. Lütfen acele edin."
"Tamam sakin ol Gece. Beş dakika sonra oradayız." deyip telefonu kapattı.
"Geliyorlar." dedim Pars'a dönerek. Gözlerinin kapalı olduğunu görünce içime bir korku düştü. "Pars." dedim ama kımıldamadı. "Pars aç gözlerini." Açmadı. Elimdeki telefonu yere atıp nabzını kontrol ettim. Atıyordu. Bu biraz olsun rahatlamama sebep oldu.
Yere bıraktığım hücum yeleğini alıp Pars'ın başının altına koydum. Dizlerimin üstünde emekleyip yan tarafına geçtim ve iki elimle kazağı yarasına bastırmaya başladım.
"Pars." dedim, belki beni duyuyordur bu yüzden sesimi duysun ki kendisini bırakmasın diye konuştum. "Bak dediğin gibi soğukkanlı davranıyorum." Gözümden bir damla yaş düşerken devam ettim. "Rüyamdaki hataları yapmıyorum. Geç olmadan kanamanı durdurmaya çalışıyorum. Bizimkilere haber verdim ve az sonra burada olacaklar. Bak hatalarımı tekrarlamıyorum artık." Bekledim, belki gözlerini açar diye bekledim ama açmadı. Sakin olmaya devam ettim, sonuçta nabzı hâlâ atıyordu, birazdan buraya geleceklerdi ve Pars kurtulacaktı. Boşuna telaş yapmaya gerek yoktu sonuçta.
Olmuyordu ama ister istemez telaş yapıp korkuyordum. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışırken buraya gelen sesler duydum. Başımı hafif kaldırınca herkesin buraya koşarak geldiğini gördüm. Bir elimle Pars'ın yarasına baskı uygularken diğer elimi kaldırıp bizi görsünler diye salladım. "Buradayız! Acele edin!" Saniyeler içinde hepsi buraya geldi. Serhat albay yere eğilip Pars'ın nabzını kontrol etti, bakışları benim hâlâ Pars'ın yarasına baskı yaptığım ellerime ve Pars'ın yarasına kaydı. Sadece bir an, bir anlığına dudaklarının iki yana kıvrıldığına şahit oldum ama bu çok kısa sürdü. Onu izlemesem fark etmezdim bile.
"Barış ve Anıl, Komutanınızı kaldırın." diye emir verdi. Barış ve Anıl Serhat albayı ikiletmeden dediğini yaptılar. Onlar Pars'ı kaldırınca yarasına baskı uyguladığım için ben de kalktım.
"Gerisi bizde komutanım." dedi Barış, Anıl'la birlikte anında yanımızdan uzaklaştılar.
Ben de peşlerinden gidecekken Serhat albay elini omzuma atınca gidemedim. "Sakin ol." dedi. "Sen yapman gerekeni yaptın." Başımı salladım, onu onayladım ama bir şey demedim, aklım Pars'taydı. Serhat albayın omzumdaki elini umursamadan Pars'ın gittiği yöne doğru koşmaya başladım. Aklım Pars'tayken beni sakinleştirmek için sarf edilen sözcükleri duymak istemiyordum. Bir işime yaramıyordu çünkü.
Dakikalar içinde ormandan çıktım ve bir saat önce tutulduğum deponun oraya geldim. Etrafta birçok kişi vardı, kimisi sivil kimisi askerdi. Ambulansı görünce adımlarımı o yöne doğru çevirdim ama gördüğüm şeyle duraksadım. Bir tane servis vardı ve gördüğüm kadarıyla servisin içi bilgisayarlarla doluydu.
Merakıma yenik düşüp oraya ilerledim. Servisin yanına gelince başımı içeriye doğru uzattım. İçeride sadece bir asker vardı ve beni görünce oturduğu yerden kalkıp dimdik karşımda durdu. Onu umursamadan bilgisayarlara baktım, hepsi farklı bir şeyi gösteriyordu. İstemsizce kaşlarım çatıldı çünkü bir bilgisayar benim tutulduğum deponun içini, diğeri ormanı, diğerleri ise ormanın farklı noktalarını gösteriyordu.
Arkamı döndüm, Serhat albayın bu tarafa doğru geldiğini görünce konuşmak için dudaklarımı araladım ama bir anlığına bakışlarım ambulansın olduğu yere kayınca konuşamadım. Gördüğüm şeyle ağzımdan istemsizce çığlık kaçtı. Hızla elimi ağzıma götürüp çığlığımı bastırdım.
Şu anda tam karşımda karın bölgesi kan olan ama dimdik, benden daha dinç bir şekilde duran Pars'ı gördüm.
Konuşmak için yine dudaklarımı araladım ama yine konuşamadım, sol tarafımdan başka biri konuştu. "Komutanım eliniz çok ağırmış ya." Sesin geldiği yere baktım, bir adam kafasına buz koyarak bana bakıyordu. Bana mı demişti onları?
Adamın yüzünü çıkaramadım, kıyafetlerine baktım ve fark ettiğim şeyle kaşlarım çatıldı. Bu kıyafetler saatler önce kafasında tahta kırdığım maskeli adamın kıyafetleriyle aynıydı.
Gözlerimi kapattım, birkaç saniye düşünmeye çalıştım ama düşünemedim. "Lan çok mu üstüne gittik kadının?" diyen bir ses duydum. Bu Görkem'in sesiydi. "Pars komutanım da hortlamış gibi kadının karşısına dikildi, bari olayı anlatsaydık da öyle çıksaydı karşısına. Yüreğine indi kadıncağızın." Gözlerimi açıp etrafıma toplanan kalabalığa baktım. Özellikle sivillere baktım, yüzlerini çıkaramadım ama kıyafetlerini hatırladım.
Mesela sol tarafımda Pars'ı vuran, aynı zamanda benim de vurduğum adam vardı. Omzunda kan vardı ama Pars gibi dimdik duruyordu.
Sol çaprazımda kafasına buz tutan adam vardı, bu ise kafasında tahta kırdığım adamdan sonra kafasına tahta attığım adamdı.
O adamın yanında alnına buz tutan başka bir adam vardı. Bu da telefonunu aldığım adamdı. Alnına odun atıp bayıltmıştım.
Tam karşımda yüzünün bazı yerleri kan olan adama baktım. Bu ise timin gelip beni bulmasını beklerken yakın dövüşe maruz kaldığım adamdı.
Yine tam karşımdaki başka bir adama baktım, o da ensesine buz tutuyordu. Bu ise Pars'la konuşurken silahın kabzasını vurup bayılttığım adamdı.
Sağ tarafımda karnını tutup hafif acı çektiğini belli eden adama baktım. Bu da depoda iki adamı tahtayla hallettikten sonra karnına tekme attığım adamdı. Hepsini kıyafetlerinden tanıdım çünkü o zaman hepsinde maske vardı, şimdi ise maskelerini çıkarmışlardı.
Tam konuşmak için dudaklarımı aralamıştım ki omzuma bırakılan şeyle konuşamadım. Arkama baktım, üniformalı bir asker omzuma ceket bırakmıştı çünkü hâlâ büsyiyerle duruyordum. Üzerimdeki kıyafeti Pars'ın yarasına bastırmıştım.
"Biri bana burada ne olduğunu açıklayabilir mi? Delirmişim gibi hissetmeye başladım ve burda ne olduğunu anlamadan delirmeye devam edecek gibiydim." dedim etrafımdaki adamları incelemeyi bırakarak.
"Gel ilk önce şu kaşına baktıralım. Hâlâ kanıyor." diyen Pars'a dönüp başımı iki yana salladım.
"Açıklama istiyorum." diye direttim. Pars'ın ısrar edeceğini anlayınca Serhat albaya baktım. "Komutanım ne oluyor burada?" Derin bir nefes alıp beni uğraştırmadan konuştu.
"Psikoloğun Başak Hanım, iyileştiğini söyledi." dedi. Kaşlarım çatıldı, bunu neden bana söylemedi? "Göreve geri dönebileceğini söyledi ama bundan emin olamadık. Bizde psikokoğuna sorarak küçük bir test yaptık." Çatılan kaşlarım düzeldi, düz bir hâl aldı.
"Başak kaçırılmıştı." dedim ama ileriden gelen kişiyi görünce sustum. Başak sapasağlam bir şekilde buraya geliyordu.
Arkamdaki servisi gösterdim. "O bilgisayarlar, o görüntüler..." deyip sustum. "Başından beri izliyorsunuz?" Serhat albay dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı, onayladı beni. "Pars'ı aradığımda da buradaydınız zaten?" Yine onayladı beni. Bakışlarım ellerimdeki Pars'ın kanına kaydı. Elimi kaldırıp elimdeki kanı yaladım. "Boya." dedim yüzümü buruşturarak. "Bu ucuz numarayı yediğime inanamıyorum." Bu sefer de belimdeki silahı çıkarıp inceledim, istemsizce güldüm. "Kuru sıkı, bunu nasıl fark etmediğimi anlamadım doğrusu." Evet başıma gelen olayları şimdi anlıyordum ve salaklığıma gülmemek için kendimi sıkıyordum.
Aklıma Pars'la konuşurken dibime giren ve alnıma silah doğrultan adam geldi. Yakınıma geldiğini çok sonradan fark etmiştim. "Peki bu adamlar..." dedim dövdüğüm adamları ve peşimdeki adamları göstererek. "Asker mi?" Hepsi başını sallayıp beni onayladı. O halde dibime gelen adamı fark etmemem normaldi çünkü sessizce yaklaşmasını biliyordu asker olduğu için.
Dişlerimi sıkıp "Lan arada bana geliyorlar, ya taşı alıp birinin beynini ezseydim?" dedim sinirle. Etrafımdaki adamlar benim dediğime gülerken kaşlarım çatıldı.
"Gülmeyin lan!" diye kızdım. "Valla bir daha sizi elden geçiririm ama bu sefer bu kadar kolay kurtulamazsınız." Tehditimle hepsi aynı anda sustu.
"Komutanım." diyen bir ses duyunca sesin geldiği yere baktım. Bu depodayken yanıma gelen üç adamdan biriydi. "Yalan konusunda kendisinizi biraz geliştirmenizi öneririm." Depoda bağlıyken uydurduğum yalanlara laf ettiğini anlayınca kaşlarım çatıldı. Ayrıca bu sesi tanıdım, Pars'la konuşurken komutanım diyen adamdı bu. O yüzden sesi tanıdık gelmişti.
Serhat albaya bakatım. "Özür dilerim komutanım ama askeriniz kaşındı." dedim ve yerden bir taş alıp yalanlarını beğenmeyen askere doğru fırlattım. Refleksleri iyi olmalı ki taş kafasına gelmeden eğildi. "Kaşınma, ikincisinde ıskalamam."
Göz ucuyla Başak'a baktım. "Size hiç yakışmadı doktor Hanım, her hastanıza böyle test mi uyguluyorsunuz siz?" deyip Pars'a baktım. "Sana da yakışmadı ama sabah bana antrenman yaptırdığın için sesimi çıkarmıyorum." Antrenman yaptırmasını da şimdi anlıyordum, hatta telefonda konuşurken soğukkanlı ol demesini de anlıyordum. Bunların hepsi önceden planlıydı ve o bana bir şey diyemediği için bu şekilde bana yardımcı olmaya çalışıyordu.
Hiçbirine kızmadım aslında. Benim sorunum öyle hafife alınacak bir şey değildi. Hele ki askerimi vurmaya çalışmamı herkes biliyorken böyle bir teste beni tabi tutmaları gayet normaldi ama endişelenmiştim. Hatta yeni yeni sakinleşiyordum ama yine de kızmadım. Zaten Serhat albayın karşısına geçip neden böyle bir test yaptınız bana diye kızacak halim yoktu. Yaptıysa vardır bir bildiği.
"Size trip atacağım." dedim herkese bakarak. Bakışlarım Serhat albayda durdu. "Siz hariç komutanım." Güldü, bir şey demedi. Ben başka bir şey demeden öylece etrafıma bakarken Başak, Pars ve Serhat albay hariç etrafımdaki bütün askerler, hatta bizim tim bile aynı anda ayaklarını yere vurup hazır ol pozisyonu aldılar. Sağ ellerini kaldırıp alınlarına koydular ve aynı anda bana bakarak konuştular.
"Bitlis, 10.komando tugayı karargah bölüğü askerleri emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım." Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, hepsi bana demişti bunu. Bakışlarım Serhat albaya kaydı, gülümsedi.
"Döndüm mü mesleğe?" Şaşkınca sordum. Başını sallayıp onayladı beni. Bu sefer de Pars'a baktım, o da başını salladı. Kendimi tutamadan sevinç çığlığı attım.
"Sonunda be!" dedim bağırarak. "Gelin lan buraya, hepinize sarılacağım." dedim etrafımdaki kalabalığa doğru. Başta bizimkiler olamak üzere etrafımdaki bütün askerler bana doğru geldi. Kocaman bir sarılma çemberi oluşturduk. Bu koca adamların ortasında kayboldum. Yüzümdeki gülümseme eksik olmazken bir süre sarıldık, daha sonra ise konuştum.
"Tamam yeter bu kadar, size hâlâ trip atıyorum." Bu dediğime hepsi birden gülmeye başladı, o sırada Pars kalabalığı yarıp yanıma geldi ve elimden tuttu.
"Şu kaşına baksınlar artık." diyerek beni ambulansa götürdü. Ben bunun bir testten ibaret olduğunu bilmediğim için ciddi ciddi askerlere vurmuştum, hoş onlar test olduğunu bilerek bana vurmuştu ama olsun. Bile bile vurmasalar zaten olayı anlardım. Bu yüzden tedbir olarak ambulans çağırmış olmalıydılar.
Sağlık çalışanları kaşıma dikiş atarken beni izleyen Pars'a baktım, ona bakınca anında konuşmaya başladı. "Kızdın mı bize?" Gülümsedim, kızdığımı düşünüyordu çünkü açığa alındığımda ona kızmıştım. Aynısını bu durumda da olacağını sanıyor olabilirdi.
"Hayır tabii ki de. Serhat albayı da anlıyorum, önlem almadan geri gelmemi istemiyor, ki haklı. Öyle hafife alınacak bir durumum yok benim." diye açıkladım. "Ayrıca sana da teşekkür ederim." Anlamsız bir şekilde bana baktı. Neden teşekkür ettiğimi anlamamıştı. "Sabah bana antrenman yaptırman, aradığımda soğukkanlı olmamamı söylemen bana yardımcı oldu." Gülümsedi, elimi tuttu. "Ha tabii bir de gördüğüm rüya gözlerimin önüne geldi ve orada yaptığım hataları tekrarlamadım." diye sonlandırdım cümlemi.
Kaşıma dikiş atıldıktan sonra ve ipleri keserken elimi kestiğim için o yaralara pansuman yapıldı, işimiz bitince ambulanstan çıktık. Pars'la birlikte bizimkilerin yanına gitmeden önce kollarımı onun boynuna dolayıp sarıldım. Boynuna dudaklarımı bastırıp konuştum. "Tekrardan teşekkür ederim." Pars da kollarını belime dolarken bakışlarım bizimkilerin olduğu yere kaydı. Herkes kendi arasında konuşuyordu, Başak da onların içindeydi ve o da Anıl'la sohbet ediyordu. Yüzümde bir sırıtış belirirken Pars'tan ayrılıp birlikte onların yanına gittik. Sırıtarak Anıl ve Başak'a bakarken ikiside aynı anda bana döndü.
"Bir şey mi oldu komutanım?" dedi Anıl yüzümdeki gülümsemeye bakarak. Omzu silkip başımı iki yana salladım.
"Bir şey olmadı." deyip etrafıma baktım. Az ileride telefonuyla konuşan Enes'i gördüm. Telefonu kulağından çekip yanımıza geldi.
"Sen kiminle konuşuyorsun iki saattir?" diye sordu Barış.
"Elvan'ı aradım." deyince yine yüzümde bir sırıtış belirdi. Elvan ben açığa alınmadan önce bulduğumuz üç kızdan biriydi. Ailesi kızlarını bile bile verdiği için Enes de güvenlik açısından ailesiyle birlikte kalmasını, kardeşine arkadaşlık etmesini istemişti. Kardeşi sakat kaldığı için pek dışarıya çıkmıyormuş. Elvan'da yük olmamak için kalmak istemeyince kardeşime arkadaşlık edersin diyerek ailesiyle birlikte kalmaya ikna etmişti onu. Arada bir onunla konuştuğunu görüyordum.
"Hayırdır güzelim? Sen ikidir yine sırıtıp duruyorsun?" Pars'ın kulağıma fısıldadığı şeyle omuz silktim.
"Hiç." dedim uzatarak. "Yeni aşklar doğacak gibi hissediyorum da." Evet, Başak ve Anıl yakışıyordu, Elvan'ı bir kere görsem de Enes'le de o yakışıyordu. Çok güzel olurlardı.
Mesleğime geri dönmüştüm ve yeni aşkların doğacağını da hissetmeye başlamıştım. İşler bugünden sonra rayına oturmuş gibi hissediyordum.
Selam nasılsınız?
Bölüm nasıldı?
Ve sonunda Gece görevine geri dönü. Psikolog olayını çabuk geçtim çünkü nasıl bir tedavi uyguladıklarıni biliyorum. Araştırdım ama pek bir şey bulamadım. Bu yüzden yalan yanlış bilgi vermek istemedim.
Shipleri alayım. Başak ve Anıl, Enes ve Elvan. Yakışıyorlar mi? Doğar mı yeni aşklar?
En sevdiğiniz sahne?
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın🤍
|
0% |