@kitap__gezegeni1
|
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım🦋
Keyifli okumalar✨️
34.Bölüm "Virüs"
Yine ve yine hayat bir yerden mutlu ederken diğer yerden üzmeyi başardı...
GECE SAYER
Başıma toplanan onca insanların arasında Pars'ın gelmesini bekliyordum. Uyandığım haberini vermek için çıkmıştı ve bir daha da gelmemişti.
Aras'ı dürtüp "Pars nerede?" diye sordum.
"Küçük bir işi var, onu halledip gelecek." demesiyle kaşlarım çatıldı. Yalan söylüyordu. Hem Pars'ın işi olsa iki saniyeliğine yanıma gelip bunu söylemesi zor olmazdı herhalde.
İçerideki kalabalık yüzünden Aras'ın üstüne gitmedim. Herkes mutluyken Aras'la tartışıp üzmek istemiyordum.
Bir süre sonra hemşire gelip daha fazla kalabalık yapmamaları için herkesin dışarıya çıkmasını söyledi. Herkes sırayla dışarıya çıkarken Aras'ın elinden tutup gitmesine engel oldum. Herkesin çıktığından emin olunca "Abin nerede?" diye sorumu yineledim.
"Söyledim ya, işi..." Devam etmesine izin vermeden sözünü kestim.
"Yalan söylediğini anladım Aras. Boşuna kıvranıp durma."
"Sana yalan borcum yok ki, niye yalan söyleyeyim?"
Kaşlarım çatıldı. "Bana laf kalabağı yapmak yerine Pars'ın nerede olduğunu söyle."
"İşi var kızım, niye uzatıyorsun ki?" Bana kızarak bu işten sıyrılmaya çalışıyordu.
"İyi." dedim uzatmayarak. "Pars geldiğinde söyle yanıma gelsin." deyip başımı başka tarafa çevirdim.
"Trip mi atıyorsun sen bana?" Gülerek sorduğu soruya omuz silktim.
"Ben ameliyattan çıkmışım, sizi unutmamışım ama sen gelmiş bana yalan söylüyorsun."
"Yalan değil ki." dese de umursamadım. Yalan olduğunu biliyordum.
"Birazdan abimi yanına yollayarak ben gönlünü alırım." deyip odadan çıktı.
Yaklaşık bir saate yakın Pars'ı bekledim ama gelmedi. Başımın ağrısı artarken daha fazla uyanık kalmayarak uyumaya karar verdim. Nasıl olsa Pars gelecekti, o zaman hesap sorardım ondan.
Ne kadar süre uyudum bilmiyorum ama yüzümde gezen ellerle uykum bölündü. Gözlerimi hafif aralayıp etrafıma baktım. Hava kararmış olmalıydı çünkü içerisi karanlıktı. Yatağın kenarına oturmuş bana bakan Pars'a baktım. Kaşlarım anında çatıldı. "Neredeydin sen?" Ne zaman geldi bilmiyorum ama bir saat onu beklediğimi biliyordum.
"İşim vardı." dedi sadece. Çatılan kaşlarım düzelirken onu inceledim. Çok yorgun gözüküyordu, sanki omuzlarında bir ton ağırlık varmış gibi düşmüştü omuzları. Sesi de çok güçsüz çıkıyordu. O her şeye rağmen sert görünüşünden, dimdik duruşundan ve emin konuşmasından ödün vermezdi ama şimdi o halinden eser kalmamış gibiydi. Hâlbuki ameliyattan çıktığımda gayet iyi görünüyordu. Birkaç saat içinde tam olarak ne değişmişti de bu hale gelmişti?
Yatakta doğrulup elini tuttum. "Neyin var senin?"
"Bir şeyim yok." Yalan söylüyordu. Birkaç saat önceki Pars'la şimdiki Pars arasında dağlar kadar fark vardı. Bunu anlamak zor değildi. Onu o kadar iyi tanıyordum ki en ufak değişimi hemen fark ederdim ama bu bariz bir değişimdi. Onu iki kere gören biri bile bugünkü Pars'ta bir tuhaflık olduğunu anlardı.
"Bana yalan söyleme! Bir şey olduğu apaçık ortada." Ona kızarken odanın kapısı açıldı. Yemekleri getiren görevli kadın odanın içindeki küçük tezgahın üstüne yemeği bırakıp gitti. Pars da bu fırsattan istifade edip ayaklandı ve sorumu yanıtsız bıraktı.
Yemeği alıp yanıma geldi. "Bir şeyler yemen lazım."
Omuz silkip "Yemek istemiyorum." dedim.
"Gece..." diyordu ki yine omuz silkerek sözünü kesim.
"Ne olduğunu bana anlatmadan ağzıma tek lokma bile sürmeyeceğim." diye inat ettim.
"Gece inat etmesen mi?" Yine ve yine omuz silktim, cevap vermedim. Sadece ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Tam olarak ne onu bu hale getirmişti bilmek hakkım diye düşünüyorum.
Başıma giren ağrıyla elim başıma gitti. Ameliyat olmuştum ama ağrılarım henüz geçmemişti. Tabii bu ameliyat olmamdan kaynaklı da olabilir. Sonuçta küçük bir kesik bile günlerce acıyordu. Birkaç hafta bu ağrıyı çekecek gibiydim.
"İyi misin?" Pars'ın sesini duyunca ona baktım. Yatağın kenarına oturmuş endişeli gözlerle bana bakıyordu. Cevap vermeyip bir kez omuz silktim. Cevap vermeyince ellerini yüzüme koyup ona bakmamı sağladı. "Yemeğini yersen anlatacağım." deyince gözlerim kısıldı.
"Söz mü?" dedim. Gözlerini kapatıp açarak onayladı beni. Yüzümde bir gülümseme oluşurken başımı salladım.
"Tamam. Şimdi yiyebilirim." Onun da yüzünde bir gülümseme oluştu ama gülümsediği halde yüzünde bir yorgunluk sezdim. Güldü ama mutlu değil gibiydi.
Hızlı bir şekilde yemek yedim. Yemeklerden sonra hemşire geldi ve yarama pansuman yaptı. Pansumandan sonra yatakta oturmuş Pars'ın konuşmasını bekliyordum ama ağzını bıçak açmıyordu. Hatta ısrar etmesem tek kelime bile etmeyecek gibiydi. Neydi onu bu hale getiren? Ne olmultu bu birkaç saat içinde? Bu sorularımın cevabı sadece Pars'taydı ama o da elinde olsa konuşmayacak gibiydi.
"Anlatacak mısın artık?" Göz ucuyla bana bakıp ağır ağır başını salladı. Yatağın kenarına oturup elimi tuttu.
"Anlatacağım ama sakin ol." Bu sefer ben başımı salladım. "Hani kan tahlili vermiştim ya." Tabii ya, kan vermişti değil mi? Bu benim tamamen aklımdan çıkmıştı.
"Sonuçlar kötü mü çıktı?"
"Kanı değerlerimi kontrol etmek için almadılar." Kaşlarım anlamsızca çatıldı. Kolunu açınca bakışlarım oraya kaydı. Kolunda birden fazla iğne izleri vardı.
Hızla kolundan tutup "Bunlar ne?" dedim. Kaç gündür benden saklamış mıydı bunları? Nasıl olur da fark etmezdim!
"Fehmi'nin adamları iki ay boyunca kanıma bir şeyler enjekte ettiler." Gözlerim irice açıldı, şaşkınca ona baktım. Kaç gündür bunu benden nasıl saklardı?
"Uyuşturucu mu?" dedim korka korka.
Başını iki yana salladı. "Değil." Derin bir nefes aldım. "Ölümcül bir virüsmüş." Az önce aldım nefes sanki şimdi canını acıtıyor gibi hissettim. Kalbime bir şey saplanmış gibi kalbim sıkıştı ve ağrımaya başladı. Boğazıma bir düğüm dolanmış gibi yutkunmak ve konuşmakta zorlandım.
Titreyen sesimle "Ölümcül virüs derken?" dedim. Galipten sesler duymayı diledim. Hatta şu anda bir kâbusta olmayı bile diledim. Şu anda uyumayı ve bu kâbustan uyanmayı diledim. Hepsinin bilinçaltımın bir oyunu olmasını istedim.
Pars sıkıntıyla yüzünü sıvazlatıp derin bir nefes aldı. Bunları anlatmak zor geliyor gibiydi. Duymak da benim için zor geliyordu. "Bir nevi bağımlılık yapan maddeler gibi düşün. Bünyemi virüse alıştırmışlar ve şimdi kullanmadığım için de iç organlarım iflas ediyor." Ağzım bir karış açılmış bir şekilde Pars'ın anlattıklarını anlamaya çalışıyordum.
Ben cevap vermeden öylece dururken Pars da cevap vermeyişime şaşırdı. Bir şeyler dememi bekler gibi yüzüme baktı ama ben şok olmuş bir şekilde öylece kalmıştım.
"Gece..." Pars'ın bana seslediğini duydum ama gözümü bile kırpamıyordum. Ondan duyduğum sözleri kesinlikle beklemiyordum.
Elimde bir dokunuş hissedince girdiğim şoktan çıktığımı hissettim. Hızla Pars'a döndüm. Yüzünü net bir şekilde göremiyordum çünkü gözlerim dolmuştu. Pars da gözlerimin dolduğunu fark etmiş olacak ki "Ştt." dedi. "Ağlamak yok."
"Panzehir?" dedim titreyen sesimle. "Var değil mi?" Dudaklarını birbirine bastırdı, derin bir nefes aldı.
"Virüsün ne olduğunu bilmiyor doktorlar. Onun için panzehir de bilinmiyor ama..." deyip duraksadı. Devam etmesini bekledim ama devam etmedi.
"Ama ne?"
"Bunu yapan, yani bana bu virüsü enjekte eden kişi panzehiri..." devamını dinlemedim. Fehmi panzehiri biliyordu! Lanet adam! Tutuklanmıştı ama hâlâ bizi rahat bırakmıyordu.
"Gerbeteceğim onu!" diye bağırıp yataktan kalkmaya çalıştım ama Pars benden önce davranarak kalkmama izin vermedi. Ani hareketimden dolayı başım ağırırken ağrıyı görmezden geldim. "Bırak beni! O şerefsiz ölmeyi hak ediyor!"
"Gece ameliyattan yeni çıktın. Bu ani hareketler riskli." Pars'ın dediklerini duydum ama kâle bile almadım. Elinden kurtulmaya çalıştım. Çırpındım ama benden daha güçlü olduğu için elinden kurtulamadım. Elinden kurtulamadım için ve Pars'ın vücudundaki ölümcül virüs yüzünden sinirlerim bozuldu ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Bağırdığım için bir yandan boğazım diğer yandan başım ağrıdı. Bir de bunun için bağırdım.
Pars bana bir şeyler demeye çalışırken kendi sesimden dolayı onun dediğini duymadım. Sesli bir şekilde hıçkıra hıçkıra onun kollarında ağladım. Boğazım ve başımın ağrısına bir de kolumda hissettim küçük acı eklendi. Birileri kolumdan tutuyordu ve etimin içine bir şeyin girdiğini hissediyordum. Kolumu kurtarmaya çalıştım ama kaç kişi tutuyorsa artık kımıldatamadım bile. Pars'ın dışında birkaç kişinin daha seslerini işittim ama kim olduklarını ve ne dediklerini anlayabilecek durumda değildim.
Gözlerime bir ağırlığın çöktüğünü hissettim. Yavaş yavaş gözlerim kapanırken boğazımın ve başımın ağrısının da yok olduğunu fark ettim. Gözlerim artık açık durmazken çırpınmayı kesip Pars'ın kollarına bıraktım kendimi. Gerisi ise koskoca bir karanlıktı...
* * *
Yine ve yine hayat bir yerden mutlu ederken diğer yerden üzmeyi başardı. Saatler önce öğrendiğim gerçekler beni derinden sarsmıştı. Biz ne zaman gerçek bir mutluluk yaşayacaktık bilmiyorum ama artık anlamıştım. Bir kere mutlu olduktan sonra ertesi gün o mutluluk burnumuzdan geliyordu. Bizi derinden sarsacak kötü bir haber alıyorduk.
Alıştım artık. Mutlu oluyorduk ve ertesi gün ise kötü bir haber alarak mutluluğumuz burnunuzdan geliyordu. Evet alıştım ama bıktım da. Gerçekten bu kısır döngüden bıktım.
Tim arkadaşlarımı kaybettim ve meslekten uzaklaştırıldım. Bu haber beni çok kötü etkilemişti ama sonra mesleğime geri dönmüştüm, yeni bir timin komutan yardımcısı olmuştum. Bu mutluluğun hemen ardından tim arkadaşlarımı kaybetmeyi içimde kabullenemediğim için psikolojim iyi değildi ve bir kez daha açığa alınmıştım. Bu kötü olaydan sonra komutanıma aşık oldum ve tedavi olup göreve geri döndüm. Bu güzel olayların hemen ardından çıktığımız operasyonda gemi patladı ve hepimiz ayrı yaralar aldık. Barış sakat kaldı, Enes'in vücudu yandı, Aras kısmi felçlik geçirdi, diğerleri büyük veya küçük yaralar alarak atlattı, Pars ortada yoktu ve ben ise beynimde bir tümörün olduğunu öğrendim. Bu kötü haberlere rağmen dimdik ayakta durmayı başardım ve Pars'ı buldum, ameliyat oldum. Ameliyat başarılı geçti, daha bu sevinci yaşayalı yirmi dört saat olmadı ama şimdi de sevdiğim adamın vücudunda ölümcül bir virüsün enjekte edildiğini öğreniyordum.
Gerçekten yoruldum artık. Hem fiziken hem de ruhen çok yoruldum. Ben artık bir mutlu olup bir ağlamak istemiyordum. Sadece mutlu olmak istiyordum. Sevdiğim insanlarla mutlu olmayı ben de hak ediyordum. Yoksa hak etmiyor muydum?
Bence hak etmiyordum. Eğer hak etseydim mutluluğun hemen ardından kötü bir haber almazdım.
Mutluluk bana haram kılınmış gibiydi...
Artık hastanenin beyaz tavanına bakmayı kesip hastane koltuğunda oturduğu yerde uyuya kalan Pars'a baktım. En son havanın karardığını biliyordum. Daha sonra bana sakinleştirici vermişlerdi ve daha yeni uyanıyordum. Şimdi de hava aydınlanmak üzereydi.
Pars'ın uyuduğundan emin olup yatakta oldukça yavaş bir şekilde doğruldum. Pars'ı kontrol ederek kolumdaki sorunu çıkardım. Daha sonra da serumun iğnesini çıkartıp yatağa bıraktım. Yine yavaş bir şekilde yataktan kalkıp yerdeki ayakkabılarımı elime aldım. Üstümde hastane kıyafeti yoktu, eşofman ve kazak vardı. Kıyafet değiştirmek gibi bir derdim yoktu yani.
Pars'ı kontrol ederek parmak uçlarımda kapıya doğru ilermeye başladım. Askeri bir deformasyon olarak en ufak sese Pars uyanırdı, bu yüzden oldukça sessiz olmaya özen gösteriyordum. Ama neyse ki ben de asker olduğum için nasıl sessiz olunur çok iyi biliyordum. Tabii Pars'ın da asker olması daha da sessiz olmam gerektiğini hatırlatıyordu bana.
Zor bela kapıya gelince sessiz ama derin bir nefes aldım. Kapının kulbunu tutup yavaşça açtım. Neyse ki kapı gıcırdamamıştı. Başımı hafif uzatarak koridoru kontrol ettim ve kendimi koridora attım. Kapıyı kapatmadan koridorda ilerledim. Burada da oldukça sessiz olmaya özen gösteriyordum çünkü ailem dahil bizimkilerin hepsi hastane sandalyesinde uyuyordu.
Hepsini sırayla geçerken Anıl'ın yanında duran kapüşonlu hırka gözüme çarptı. Onun yanına ilerleyip onun ruhu duymadan hırkasını aldım ve hızla oradan uzaklaştım.
Sonunda onları geride bırakınca koştur koştur koridoru döndüm. Allah'tan sekreter masasında hemşire falan yoktu. Bir de onunla uğraşmak istemiyordum.
Sırtımı duvara yaslayıp soluklandım. Bu adrenalin başıma ağrı girmesine sebep olmuştu. Elimdeki ayakkabıları daha fazla elimde tutmayarak ayağıma geçirdim ve ilerlemeye başladım. Kafamdaki sargı bezi görünmesin diye Anıl'dan ödünç aldığım hırkayı üzerime geçirip kapüşonunu başıma geçirdim.
Elim hırkanın ceblerine gitti. Elime değen şeyle durdakadım ve elimdeki anahtara baktım. Gördüğüm araba anahtarıyla yüzümde bir gülümseme oluştu. "İşte bu ya!" Şansü benden yana olurken hızlı bir şekilde hastaneden çıkıp otoparka ilerledim. Anıl'ın arabasını bulup bindim. Arabayı çalıştırmadan ince biraz bekledim çünkü başımın ağrısı giderek artmaya başlamıştı.
Fehmi'nin yanına gidip o virüsün panzehirinin nerede olduğunu öğrenecektim. Tabii söylemeyeceğini çok iyi biliyordum ama ben öğrenmek için elimden geleni yapacaktım. Beni uyuttuktan sonra bir ara uyanmıştım. O sırada konuşma sesleri duymuştum. Aras'ın gidip Fehmi'den panzehiri istediğini duymuştum ama tabii ki de vermemişti. Şimdi ben demeyecektim. Bunu onlara desem hayatta gitmeme izin vermezlerdi. Hele yeni ameliyattan çıkmışken hiç izin vermezlerdi. Bu yüzden gizlice gitmeyi koymuştum aklıma.
Belki boşa gidiyordum ama en azından denemek istiyordum. Orada oturup sinir krizleri geçirerek Pars'ın bünyesini virüsün etkisine bırakmak istemiyordum. İki ay sonra ona kavuşmuşken ameliyat oldum, nasıl olsa Fehmi panzehiri vermez diyerek oturmak istemiyordum. Eğer öyle yaparsam bu açık açık Pars'a ne halin varsa gör demek gibi olurdu.
Arabayı çalıştırıp Kale'nin yolunu tuttum. Fehmi henüz savcılığa teslim edilmemişti, hâlâ MİT'in elindeydi.
Kale'ye gelince arabadan inip güvenlik kulubesine doğru ilerledim. MİT'in binasıydı bu Kale. Şu anda Fehmi buradaydı. Öyle elimizi kolumuzu sallayarak da giremiyorduk içeriye. Zaten MİT ajanları kimliklerini mümkün olduğunca deşifre etmemeye özen gösteriyordu. Zaten Kale'nin yakınında başka hiçbir yapı yoktu. Koskoca bir arazide koskoca bir Kale vardı.
Kulübenin yanına gelince "Merhaba, ben Kaan Şahin'le görüşecektim. Gece Sayer derseniz tanır beni." dedim. Güvenlik görevlisi beni onayladıktan sonra bir süre bekledim. Yaklaşık beş dakika sonra da Kale'nin bahçesinden Kaan yanıma doğru geldi.
Şaşkın bir şekilde "Gece Hanım?" dedi. "Bir sorun mu var?"
"Benim Fehmi'yle konuşmam lazım. Çok önemli."
Anında itiraz ettik. "Bu mümkün değil, sorgusu hâlâ devam ediyor."
"Biliyorum ama çok önemli." diye ısrar ettim. Yine itiraz edeceğini anlayınca olup biteni kısaca anlattım. Bu sefer izin vermesi lazımdı. Yani görmezden gelinecek bir durum değildi bu.
"Beni biraz bekleyin, başkanla konuşup geleceğim." deyince yüzümde bir gülümseme oluştu. Kesin Fehmi'yle konuşacaktım.
Kaan yanımdan ayrılırken yerimde durmayıp bir sağa bir sola volta atmaya başladım. Kaan gelene kadar yürümekten ve bir sağa bir sola dönmekten başım dönmüştü. Ama yerimde duramadığım için volta atmayı da kesmedim.
Kaan gelince ise onunla birlikte Kale'ye girdim. İzin almıştı, Fehmi'yle konuşacaktım. Zaten Aras da gelmişti, ona izin verip bana vermemeleri olmazdı. Tabii herkese tek tek izin vermeyiz diyerek izin vermeyede bilirlerdi ama hafife alınacak bir durum olmadığı için izin vermişlerdi. Tabii bir de asker olmamızdan kaynaklı da olabilirdi.
Kaan beni bir odaya götürdükten sonra Fehmi'yi almaya gitti. Bir süre sonra Fehmi'yle geri geldi. Kendisi çıkarken Fehmi'yle yalnız kaldım. Karşımdaki adamı incelemeden duramadım. İlk tanıdığım haline nazaran çökmüş gibiydi, sanki birkaç gün içinde yaşlanmış gibiydi.
Onun da beni incelediğini fark ettim. Yüzünde iğrenç bir gülümseme vardı. "Yirmi dört saat geçmeden hepiniz sırayla beni ziyaret edeceksiniz sanırım. Bu gururumu okşamadı değil yani."
Dişlerimin arasında "Kes!" dedim. Başım ağrıdığı için daha fazla ayakta durmak yerine bir tane sandalyeye oturdum. "Panzehir için geldim. Panzehiri ver ki senin o iğrenç yüzünü de iğrenç sesini daha fazla görmek, duymak zorunda kalmayayım.
Yüzündeki sırıtmayı silmeden o da karşıma geçip oturdu. "Alınıyorum ama." dedi. "Ben sizin o sesinizi duymak ve yüzünüzü görmek için Pars'ın vücuduna virüs enjekte etmiştim." Ellerim yumruk olurken sakin olmak için kendimle savaşa girdim.
"Son kez soruyorum! Panzehir nerede?"
Dudaklarını büzdü. İğrenerek ona baktım. "Aklıma gelmiyor şu anda." Daha fazla ona katlanmayıp ayağa kalktım ve boğazına yapıştım.
"Ecelin olurum Fehmi! Seni burada gebertirim!"
Yüzü kıpkırmızı olurken nefes almakta zorlandı. Ama ona rağmen benimle zıtlaşmaya devam etti. "Pars'ın durumu nasıl?" dedi. "Kan kusuyor mu?" Boğazını sıktığım için öksürdü ve devam etti. "İç organları yavaş yavaş iflas etmeye başlamıştır. Nasıl öleceğini sana anlatayım mı?" Boğazını sıktığım için konuşmakta zorlanıyordu ama ona rağmen beni sinir etmek için konuşmaya devam etti.
"Sırayla iç organları iflas edecek ama ölmeyecek. Bütün iç organları iflasın sonuna gelince bünyesi bunu kaldıramayacak, ölüm duygusunu beynine yollayacak ve yavaş yavaş, acı çeke çeke ölecek." Sanki mümkünmüş boğazını biraz daha sıktım ve sinirle ittirdim. Sandalyeyle birlikte geriye doğru sertçe düştü. Hıncımı alamayıp üstüne çıktım ve suratına yumruk attım.
Bir yandan beni sinir etmesinden diğer yandan ani hareketlerimden dolayı hem başım ağrıdı hem de başım dönmeye başladı.
Ama vücudumda öyle bir sinir vardı ki bunları düşünemiyordum bile.
"Ölmek mi istiyorsun lan sen!" deyip yüzüne bir yumuk daha geçirdim. Gözüm dönmüş gibiydi.
Fehmi vurmamdan etkilenmemiş gibi kahkaha atmaya başladı. "Bence kendini Pars'ın yokluğuna alıştır. Nasıl olsa ölecek. Zaten iki aylık yokluğuna alışmıştın, senin için kolay olur." Avazım çıktığı kadar bağırıp yüzüne sert bir yumruk geçirdim. Nasıl vurdum hiç bilmiyorum ama Fehmi bayıldı, yüzü kan içinde kalırken kendisi bayıldı.
Benim sesimden olsa gerek odanın kapısı gürültüyle açıldı. Birileri beni Fehmi'nin üstünden alırken birileri de Fehmi'yi götürdü buradan. Kulağımın dibinde birinin bana kızdığını duydum. Bakışlarım oraya kayınca bunun Kaan olduğunu anladım ama ne dediğini duyabilecek bir durumda değildim. Sinir hâlâ vücudumu esir almış durumdaydı. O kadar sinirliydim ki çevremdeki sesleri uğultu bir ses olarak duyuyordum.
Gözüme kapıdan içeriye giren Pars takıldı. O da gelmişti, hatta diğerleri de gelmişti. Pars beni görünce derin bir nefes aldı ama bana bağıran Kaan'ı görünce birden sinirlendi. Benim yanıma gelmek yerine bana bağıran Kaan'ın yanına gitti ve bağırarak onunla konuşmaya başladı ama ne konuştular anlamadım. İkisi de birbirine bağırırken Aras ve diğerleri yanıma gelip benimle ilgilenmeye başladı.
Onların da ne dediğini anlamazken başımın döndüğünü hissettim. Diğerleri de fark etmiş olacak ki beni anında oradan çıkardılar. Arabaların yanına götürüp su içirdiler. Dakikalar sonra da Pars yanımıza geldi. Ellerini yüzüme koyup beni inceledi. "İyi misin?" Gözlerimi açıp kapatarak iyi olduğumu belirttim. İkna olmamış gibi bir süre beni süzdü. İyi olduğuma ikna olduktan sonra ellerini yüzümden çekip kaşlarını çatarak ban baktı. Sanırım azar vakti gelmişti.
"Yeni ameliyattan çıktıktan sonra nasıl hiç canını umursamadan kalkıp buraya gelirsin? Üstelik geldiğin şu halden söz bile etmiyorum." İstemsizce kendimi süzdüm. Üstüm başım dağılmış haldeydi. Az önce Fehmi'yi dövmekten terlemiştim. Muhtemelen bu berbat halime dağılan saçlarımda eklenmişti.
"Ne yapmamı bekliyordun? Oturup iyileşmeyi mi bekleseydim?"
Birden sesini yükseltti. "Evet! Öyle yapman gerekiyordu!" Aniden sesini yükselttiği için irkildim ama kendimi çabuk toparladım.
"Kusura bakma ya. Ben iyileşmeyi beklerken senin vücudundaki zehir beklemiyordu." deyip diğerlerinin yanına gitmek istedim ama kolumdan tutarak buna engel oldu.
"Kendi canını hiçbir zaman umursamıyorsun! Uyandığımda seni görmeyince nasıl korktum haberin var mı? Peki ya ailen? Annen perişan oldu. Kadın kızım ameliyat oldu diye sevinirken bir anda ortadan kaybolmanla onu nasıl mahvettin bilmiyorsun. Kendini düşünmüyorsun bari bizi düşün. Bu yaptığın tamamen bencillik!" Gözümden akan bir damla yaşla bana kızmasını dinledim. Sakin olmak için kendimi sıktım. Ağlamamak ve bağırmamak için dişlerimi sıktım ve büyük ihtimalle yüzüm şekilden şekle girdi.
Daha fazla sessiz kalamazken Pars'ın gögsüne sertçe vurdum. "Olmuyor anlıyor musun! Olmuyor! Ben ne yaparsam yapayım sevdiklerimi hep üzüyorum! Tamam, ben sevdiklerimi hep üzüyorum. Peki sen ne yapardın Pars? Benim yerimde sen olsan ne yapardın? Sevdiğin kişinin vücudunda bir virüs olduğunu öğrensen ve iç organlarının iflas etmeye başladığını bilsen ne yapardın?" Cevap vermedi, öylece bana baktı. Bir kez daha gögsüne vurdum." Cevap ver bana! Sen benim yerimde olsan ne yapardın?" Ve yine cevap vermedi.
"Sana göre hatalı olan hep ben oluyorum değil mi?" dedim. Gözümden akan yaşları silip burnumu çektim. "Ne yaparsam yapayım en hatalısı benim. Hiçbir zaman doğru bir şey yapmam ben, değil mi?" Bir yandan gögsüne vurdum bir yandan da bağırdım. Şimdiye kadar hiç sesini çıkarmadan öylece karşımda durdu. Ta ki şimdiye kadar. Ellerimden tuttuğu gibi beni gögsüne çekip sarıldı. Ellerinden kurtulmak için debelendim ama bırakmadı, sıkıca sardı beni.
"Özür dilerim..." diye mırıldandı.
"Dileme!" dedim. "Özür falan dileme. Asıl ben özür dilerim. Seni fazla önemsediğim için ben özür dilerim. Sana bir şey olacak diye korkup buraya geldiğim için ben özür dilerim. Sana virüs enjekte eden o adamı dövdüğüm için ben özür dilerim."
"Gece yapma..." Çaresiz çıkan sesiyle bir an duraksamak zorunda kaldım. Daha sonra ise hiç umursamadan çırpınmayı devam ettim.
"Bırak beni!" dedim ama yine bırakmadı. "Pars bırak!" Emin ve sert konuşmamdan olsa gerek elleri gevşedi ve beni bıraktı. Anında gögsünden iterek uzaklaştım ondan. Bir şey demeden arkamı dönüp gidecekken başımın döndüğünü hissettim. Elim başıma giderken yerin ayaklarımın altından çekildiğini hissettim. Dünya etrafımda dönerken dengemi sağlayamayıp geriye doğru düştüğümü hissettim. Bilincim kapanırken bir çift kolun belime dolandığını ve kulağımın dibinde Pars'ın endişeli sesini işittim.
* * *
Yüzümde gezen ellerle gözlerimi açmamak için direnmeye devam ettim. Uyanalı kaç dakika olmuştu bilmiyordum ama uyandığımdan beri yüzümde gezen ellerden dolayı gözlerimi açmamıştım. Yüzümde gezen ellerin sahibi de Pars'tı. Dokunuşlarından ve kokusundan anlamıştım bunu.
Uyuyor numarası yapmaya devam ederken yüzümdeki el çekildi ama hâlâ yanımda olduğunu varlığından hissedebiliyordum. Sıkıntılı bi nefes aldığını işittim. "Yüzümü görmek istemiyor musun?" Duyduğum çaresiz sesle yutkunmadan edemedim. "Uyandığını anlayacak kadar seni iyi tanıyorum Gece. Eğer yüzümü görmek istemiyorsan açıkca söyleyebilirsin."
Gözlerimi usulca açıp ona baktım. Gözlerine çöken yorgunlukla bana bakıyordu. "Sadece bir daha tartışmak istemiyorum." dedim. Bakışlarımı yan tarafa çevirip pencereden dışarıya baktım. Yine hastaneye gelmiştik. Hava kararmıştı. "Seninle tartışmak beni üzüyor." Hışırtı seslerinden oturduğu sandalyeden kalktığını anladım. Yatağın bir tarafı çökünce yanıma oturduğunu anladım.
"Özür dilerim." diye mırıldandı. Dışarıya bakmaya devam ederek sorun olmadığını belirtmek için başımı salladım. Yüzüne bakmamı istiyor olacak ki usulca çenemden tutup kendisine bakmamı sağladı. "Gerçekten özür dilerim. Uyandığımda seni görememek, kimsenin nerede olduğunu bilmemesi ve seni bulduğumuzda o çaresiz, bitkin halin beni korkuttu ve istemeden kalbini kırdım."
"Sorun değil." deyip yine bakışlarımı pencereye çevirdim ama yine çenemden tutarak kendine bakmamı sağladı.
"Kaçırma bakışlarını." Bunu öyle bir ses tonuyla söyledi ki gözümden bir damla yaş aktı. Baş parmağıyla dudağıma doğru akan yaşı sildi. "Bir sorun olduğunu da biliyorum. Bakışlarını kaçırmandan, kısa cevap vermenden bunu anlamak zor değil."
"Yorgunum sadece." diye geçiştirmeye çalıştım ama ikna olmuş gibi değildi.
"Ben seni yalnız bırakayım o zaman." deyip ayaklandı ve odadan çıktı. Gitmemesi için durdurmadım, gitmesine izin verdim. Odada yalnız kalınca gözlerimden akmayı bekleyen yaşlar bir bir yanağımı ıslatmaya başladı.
Onu bulduğumuzda mutlu olacağımı sanıyordum ama gözyaşlarım bir türlü eksik olmamıştı. Mutlu olmayı geçtim yüzümde doğru dürüst bir tebessüm bile olmamıştı.
Fehmi panzehiri asla bize vermeyecekti. Pars ise gün geçtikte daha da kötü olacaktı ve ben bunu kaldırabilecek miydim hiç bilmiyordum. Onun her geçen gün gözlerimin önünde daha da yıkılmasını, ölüme bir adım yaklaşmasını kaldıramazdım.
Bir şekilde o panzehiri bulmam lazımdı ama nasıl? Fehmi ölse bile panzehirin yerini söylemezdi.
Çaresizlikten gözlerimden ardı arkasına yaşlar gelirken ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. Sesim dışarıya çıkmasın diye elimle ağzımı kapattım.
Sessizce ağlamaya devam ederken hastane odasının kapısının açıldığını duydum. Kapının tersi yönüne dönüp ağladığım anlaşılmasın diye elimle ağzımı kapatmaya devam ettim. Ne kadar ağlamamak için kendimi sıksamda gözyaşlarım akmaya devam etti. Elimden geldiğince sessiz olmaya özen gösterdim.
Odaya giren her kimse yatağımın yanın kadar geldi ve durdu. Sırtım ona dönük olduğu için kimin geldiğini bilmiyordum.
"Bir omuza ihtiyacın var mı?" Babamın o güven veren sesini duyunca ağzımdan sesli bir hıçkırık kaçtı. Ona doğru dönüp kızardığına emin olduğum gözlerle ona baktım. Hiç çekinmeden burnumu çekerken kollarımı iki yana açtım. Babam yatağın kenarına oturup beni kendisine doğru çekti ve sıkıca sarıldı.
"İstediğin kadar ağla. Kimse bilmeyecek ağladığını. Sen sakinleşene kadar burada, yanında kalacağım." dedi sırtımı sıvazlayarak.
Babamı çok seviyordum. Bazen çok katı olabiliyordu ama seviyordum. Zor anımda hep yanımda olurdu. Bazen beni azarlardı ama yanımda olmaktanda hiç vazgeçmezdi.
"Baba, ben Pars'a bir şey olmasını kaldıramam." Bir eliyle sırtımı sıvazlarken diğer eliyle de saçlarımı okşamaya başladı.
"Pars'a bir şey olmayacak ama böyle kavga etmemelisiniz. Az önce yanından ayrılırken o da üzgündü. Yapmayın bunu birbirinize." Haklıydı, onu üzdüğümü biliyordum ama kavga etmek istemiyordum artık. Onunla tartışmak beni üzüyordu.
Babama cevap vermedim. Kollarının arasında içim dışıma çıkana kadar ağladım. Ne kadar süre ağladım hiç bilmiyorum ama bir ara ağlamaktan yorgun düşüp babamın kollarında uyuya kaldığımı hatırlıyordum. Sonra beni yatağa uzandırdığını ve yanımdan ayrıldığını hatırlıyordum ama o kadar çok yorgundum ki tekrardan uykuya dalmıştım.
Uykumun ortasında hissettiğim sıcaklıkla gözlerimi açtım. Yanımda elimi tutan Pars'ı gördüm. Serumlu elimi tutmuş öylece elime bakıyordu. Bir anlığına bakışları bana kayınca göz göze geldik. Elimi yavaşça bırakınca bakışlarımı gözlerinden çekip ellerime çevirdim. Eli elimden ayrılınca boş kalan elime uzun uzun bakıp ona doğru uzattım. Elini tutmak istediğimi anlayınca anında elleri yine ellerimi buldu.
"Seni üzdüysem özür dilerim." dedim.
Tuttuğu elimi dudaklarına götürüp öptü. "Asıl ben özür dilerim. Yine sinirlerime hâkim olamayarak sana bağırdım, üzdüm seni." Bir şey demedim, sadece gülümsemekle yetindim.
Pars birden öksürmeye başlayınca ona baktım. Elini ağzına bastırarak öksürdü. Parmaklarının arasından sızan kırmızı sıvıyla kalbimin sıkıştığını hissettim. Elimi uzatıp kanlı eline götürdüm ama Pars bunu fark edip anında elini benden uzaklaştırdı. Komodinin üstündeki ıslak mendili alıp hızlıca elini sildi.
"Virüsten dolayı mı kan geliyor?"
"Konuşmayalım bunu." dedi.
O ne kadar söylemek istemese de ben bilmek istiyordum. "Bilmek istiyorum Pars. Söyle lütfen."
Öğrenene kadar ısrar edeceğimi bildiği için mecbur anlattı. "İç organlarımdan biri iflas etmeye başlamış olabilirmiş. Kan da o yüzden geliyormuş." Alt dudağım titrerken ağlamamak için kendimi sıktım.
"Vermeyecek değil?" dedim. "Fehmi bize panzehiri vermeyecek."
İçine sıkıntılı bir nefes çekip tekrardan elimi tuttu. "Aras'a beni serbest bırakırsanız veririm demiş ama böyle bir şey mümkün dahi olamaz. O adam serbest kalmayacak. Zaten biz istesek devlet buna izin vermez." Bir an gözlerimin karardığını hissettim. Demek istediği buydu. Zaten ondan başka bir şey de beklenemezdi.
"Bırak şimdi onu. Bu konuları konuşmak istemiyorum." diyerek konuyu değiştirdi. "İyi misin sen? Ağrın var mı? Doktor kendini çok zorladığını söyledi."
Omuz silktim. "Hiç iyi değilim." dedim dürüst olarak. "Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Yoruldum artık, her seferinde farklı bir sorunla karşılaşmaktan cidden yoruldum. Sadece sevdiklerimle mutlu olmak istiyorum ama tepemdeki bu kara bulutlar buna asla izin vermiyor. Bir türlü gün yüzü göremiyorum. Artık lanetlendiğimi falan düşüneceğim." Sinirlerim bozulmuş gibi gülmeye başladım. "Sanki biri kara büyü yapmışta mutluluğu bana çok görmüş gibi."
Pars bir şey demeden öylece beni dinledi. Ben de artık daha fazla içimde tutmak yerine içimi ona dökmeye devam ettim. "Kötü biri miyim ben? Niye bir türlü mutlu olamıyorum? Her şey üstüme üstüme geliyormuş gibi hissediyorum. Sanki dünyadaki bütün kötülükler sadece beni ve çevremdekileri buluyormuş gibi."
Sandalyeden kalkıp yatağın kenarına oturdu ve ellerini yüzüme koydu. Usulca yanağımı okşarken başını iki yana salladı. "Kötü biri değilsin sen."
"Niye o zaman bütün kötülükler bizi buluyor? Alt tarafı iki gün mutlu kalmıştık. Üçüncü gün ise hayat alın size mutluluk der gibi bu olayları başımıza saldı." Yine bir şey diyemedi, öylece bana baktı.
"Ben seni kaybetmek istemiyorum."
"Kaybetmeyeceksin." dedi sadece. "Kaybetmeyeceksin."
Sesli bir şekilde burnumu çekip "Kandırma beni." dedim.
"Kandırmıyorum. Sana söz veriyorum Kaybetmeyeceksin beni."
"Tutamayacağın sözler verme."
"Tutacağım. Bunun için de sana söz veriyorum. Bana hiçbir şey olmayacak. Tamam Fehmi panzehiri vermeyebilir ama onca doktor araştırma yapıyor. İllaki bir sonuca varacaklar. Ben bir şekile bu virüsten kurtulacağım."
Dudaklarım istemsizce sarktı. "Söz mü?" Gözlerini açıp kapatarak onayladı beni.
"Söz. Hem de asker sözü." Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Kollarımı iki yana açtım.
"Birlikte uyuyalım mı?" Bu isteğimi memnuniyetle karşılayıp açtığım kollarıma girdi ve başını gögsüme yasladı. Bir elimle onu sıkıca sararken diğer elim kısa kesim saçlarının arasında gezindi.
Gögsümde yatarken yine öksürük krizi tuttu, gögsümden kalkıp öksürürken komodinin üstündeki suya uzanıp verdim. O suyu içerken bakışlarım bir anlığına göğsüme kaydı. Kıyafetimin gögüs kısmı kan olmuştu. İstemsizce gözlerim yine doldu. Pars da bunu fark etmiş olacak ki çenemden tutarak kıyafetimdeki kana bakmamı engelledi.
"Düşünmeyelim bunu." Gözlerimi açıp kapatarak onayladım onu. Yatakta biraz yana kayıp ona yer açtım. Yanıma oturup açtığım yere uzandı. Kollarını açıp beni gögsüne çekti. "Hiçbir şey düşünmeden uyu. Birkaç saatlik kötü her şeyi unut ve huzurlu bir şekilde uyu." Dediği gibi yapıp hiçbir şey düşünmeden uyumaya çalıştım. Ama aklıma Fehmi'nin serbest kalırsam panzehiri veririm dediği gelip duruyordu.
Aklımdan bu düşünceyi yok ederek Pars'a biraz daha sokuldum ve kokusunu içime çekerek huzurlu bir uykuya dalmaya çalıştım. Sadece birkaç saatlik mutlu olduğumu, bütün kötülüklerin bizim yakamızı bıraktığını, sevdiklerimle huzurlu bir yaşam sürdüğümü ve ailem bildiğim timimle, Pars'la görevime kaldığımız yerden başladığımı hayal ederek uykuya dalmaya çalıştım.
Selam nasılsınız?
Bölüm nasıldı?
Panzehiri Fehmi'den alıp Pars'ı kurtarabilecekler mi?
En sevdiğiniz sahne?
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın🤍
|
0% |