Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7.Bölüm "Geçmişin Tozlu Perdesi"

@kitap__gezegeni1

Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım🦋

 

Keyifli okumlar✨️

 

 

​​​7.Bölüm "Geçmişin Tozlu Perdesi"

 

Kimseyi kaybetmek istemiyorum...

 

Bilmem kaçıncı kez demir parmaklıklar ardındaki polise seslendim. "Memur bey?" Bizimkiler bana gülerken ben bana göz devirmekten gözleri bozulacak olan polise odaklandım. Hayır efendim demek zor değil ki.

 

"Hanımefendi kaç kere söyleyeceğim telefon hakkınızı kullandığınız için kullanamazsınız bir daha." Dişlerinin arasından kurduğu cümleyle ben göz devirdim. Kimi kandırıyorsun acaba? Kesin bunu da ya albay ya da biricik komutanımız Pars söylemişti, o yüzden böyle diyordu. Sanki kuralları bilmiyorum ben, bir kere daha kullanabilirim işte.

 

"Ya konuşmayayım diyorum, normal insanlar gibi konuşup anlaşalım diyorum ama olmuyor." dedim sakin bir sesle. Bu fırtına öncesi sakinlikti, çünkü saniyeler içinde kulakları sağır edecek derecede bağıracaktım. "BAKIN BEN TELEFON HAKKIMI KULLANMAK İSTİYORUM! BİR OROSPU ÇOCUĞU BANA HAKARET ETTİ DİYE İÇERİYE ATIYORSUNUZ AMA TELEFONLA GÖRÜŞMEME İZİN VERMİYORSUNUZ! NASIL KARAKOL BURASI YA! GEREKLİ YERELERE BUNU BİR BİR BİLDİRECEĞİM!" Susup yutkundum, bağırmak boğazımı acıtmıştı. Ama rahatlamıştım da, arada yapmak iyi olurdu.

 

"Düzgün konuşsana lan!" Karşı nezarethanede bana hakaret eden adam konuşunca ona baktım. Bir de bunları tam karşımıza koydular! Sinir kat sayım iyice artıyordu bunlar yüzünden.

 

"Hele sen ağzını hiç açma! Buradan çıktığım anda bana dediğin o sözleri dişlerini sökerek ödeteceğim!" dedim dişlerimin arasından. Bunlara bir posta dayak atmadan gözüme uyku girmezdi benim.

 

Adam bana cevap vermek için ağzını açmıştı ki az önce bağırdığım polis araya girdi. "Yeter! Her dakika sizin kavganızı çekemem ben! Kimse sesini çıkarmadan dursun!" deyip kapıya ilerledi, dışarıya çıkmadan önce hemen konuştum.

 

"Bizim bir telefon görüşmemiz vardı sanki memur bey." dedim, az öncekine göre sesim daha sakin çıkmıştı. Şimdiki konuşmamı gören biri az önce avazım çıktığı kadar bağıranın ben olduğumu asla düşünmezdi.

 

"Hey Allah'ım nereden geldi bunlar buraya ya!" Söylenmesine bizimkiler kıkırdarken ben hâlâ telefon görüşmesine takılı kalmıştım. Albayın ve Pars'ın bizi çıkacağı yoktu, bu yüzden mecbur babamı arayıp torpil kullanmasını isteyecektim. Kızacaktı ama başka çarem yoktu.

 

Polis memuru bana cevap vermeden gidince ofladım, sinirle karşıdaki adamlara baktım. Baya rahattı hepsi, bunları görende kızları ben taciz ettim sanacaktı. Çünkü gergin olan ben rahat olan onlar. Ama ben burdan bir çıkayım onlara bunun hesabını çok pis soracaktım. Bu rahatlıklarıyla boğacağım onları.

 

"Komutanım sakin olun ya, illaki çıkaracaklar bizi." dedi Barış. "Albayım ve Pars komutanım bu şekilde bize ceza vermeye çalışıyor anlaşılan." Haklıydı, kesinlikle isteseler bizi kolayca çıkarırlardı ama onlar bu şekilde ceza vermeyi seçmişlerdi. Oysa ki cezalık hiçbir şey yapmamıştım. Bana hakaret eden adamı dövdüm diye ödül vermeleri gerekiyordu ama gördüğüm muameleye bakın.

 

Yerime geçip otururken bakışlarım karşı nezarethanedeki adamlara kaydı, bizi umursamadan kendi aralarında konuşuyorlardı.

 

Kaşlarımı çatarak bir süre onlara baktım ve bir dizimi oturduğum tahta yere koyup sağ tarafıma baktım. İçeriye girdiğimizden beri ilginç bir şekilde ağzını bıçak açmayan Görkem'e baktım. Ben şimdi bizi delirtir ya da kendi delirir falan sanıyordum ama gıkı bile çıkmamıştı çocuğun.

 

"Görkem, iyi misin oğlum sen? Şimdiye çenen yere düşüne kadar konuşman gerekirken sesin çıkmıyor. Yoksa delirdin de bize belli etmemek için mi susuyorsun." dedim hafif alaylı bir sesle. Yan bir şekilde bana bakıp önüne döndü.

 

"Yok komutanım, ben bu mapus damlarının ağası olmaya karar verdim." Gözlerim şaşkınlıkla aralanırken gülmemek için kendimi sıktım. Ağa mı demişti o? Hem de mapus ağası.

 

"Nereden çık bu ağalık sevdası?" Benden önce Batuhan sordu.

 

"Ben burada hepinizden daha tecrübeli ve sizden daha çok nezarethaneye girdiğim için ağa olmaya karar verdim." Sanırım Görkem'i kaybetmiştik. İyi çocuktu aslında, gevezeydi ama iyiydi.

 

"Salak ya, burada tecrübeli birini arıyorsan o sen değil Gece komutanım olmalı. Sonuçta bu mapus hayatını senden daha iyi biliyor." dedi Enes gülerek. İyi bir şey dedi diye umut ederek sesimi çıkarmadım. Umarım iyi bir şey demiştir.

 

"O hanımağa ben de ağayım işte." Görkem'in açıklamasına kıkırdadım. "Bu arada bana bir tesbih bulun ya, bu şekilde ağalık havasına pek giremedim." diye ekledi.

 

"Tesbihi boş ver sen, bence kabadayılar gibi ceketini omuzuna at. Sonuçta bazı ağalar da o şekilde dolanıyor." diyerek araya girdim.

 

"Çok mantıklı komutanım, aman hanımağam." deyip üzerindeki çeketi çıkardı, dediğim gibi yapıp yerine geri oturdu. Bir de sağ ayak bileğini sol dize koydu. "Valla havaya girdim ya."

 

"Bence yol yakınken biz bunu bir tımarhaneye yatıralım, sonuçta deli. Hem mayına basmaktan zevk alıyor hem de buraya girince iyice delirdi. Zaten biri bunun ağa olmaya çalıştığını anladığı anda hemen tımarhaneyi arar." dedi Anıl. Görkem kaşlarını çatarak Anıl'a baktı.

 

"Bana bak oğlum şu anda askeriyede değiliz, yani rütbe falan yok. Ve burada da ağa ben olduğuma göre en ufak sözlerinizde canınıza okurum." Baya baya role bürünmüştü bu. Ya da delirmişti.

 

"Bunun bu hallerini görünce şunu düşünmeden edemiyorum; asker olmasaydı kesinlikle oyuncu olmak isterdi. Oyuncular bile rolünü bunun kadar iyi oynayamıyordur." dedi Barış Görkem'i incelerken. Valla sonuna kadar haklıydı

 

Biz Görkem'in hemen rolüne adapte olmasına gülerken kapı sesi duydum, bakışlarım nezarethanenin kapısına kaydı. Pars'la göz göze gelince göz devirmemek için kendimi zor tuttum. Ne vardı bizi buradan tek bir sözüyle çıkarsa, ölür müydü? Ama yok, Pars Bey anca ceza versin.

 

Ellerini arkasında birleştirip yavaş adımlarla benim içinde bulunduğun parmaklıklara yaklaştı. "Ne o, ayağa kalkmak yok mu üsteğmenim?" Sakin bir şekilde sorduğu soruyla ayağa kalkıp parmaklıkların yanına ilerledim. O sırada bakışlarım karşı nezarethaneye kaydı, adamlar kendi arasında hararetli bir şekilde konuşuyordu. Hepsinin dili kopsunda konuşmasın inşallah!

 

"Niye kalkayım ki Pars?" dedim

 

"Komutanın olduğum için olabilir mi Gece." dedi aynı benim gibi.

 

"Olabilir ama daha birkaç gün önce sivilken komutanım deme diyen sendin ve ben de hem komutanım demiyorum hem de ayağa kalkmıyorum Pars. Sonuçta şu anda karargahta değil karakoldayız." Aslında sırf ona inat sivilken de resmi konuşacaktım ama onu sinir etmek için bunu erteledim şu anda.

 

"Olabilir ama sen de sırf bana inat resmi konuşmayacak mıydın?" Benim gibi konuşmasına gülmemek için kendimi sıktım.

 

"Vazgeçtim, canım şimdi böyle konuşmak istiyor." Dudağının bir tarafı kıvrılırken bakışları bizimkilere kaydı.

 

"Bu ne böyle?" Gözleriyle gösterdiği yere baktım, Görkem'in girdiği halleri kastediyordu. Bizi buraya yıktığı için delirdi çocuk bir de ne diyor.

 

"Mapusumuzun ağası." diye tanıttı Anlı. "Gece komutanım da hanımağası." diye ekleyince Pars'ın bakışları bana kaydı, yüzünde keyifli bir ifade oluşmuştu. Hoşuna gitti herhalde. Ya da alay edecek bir şey buldu.

 

"Anladığım kadarıyla baya benimişsiniz burayı. Bir de az önce bağırıyordun." Bağırdığımı duyuyordu ama gelip niye bağırıyorum diye bakmıyor öyle mi? İnsan bir bakar, bu kız niye bağırıyor diye ama nerede!

 

"Siz de ne kadar anlayışlı bir komutansınız ya! İnsan gelir benim askerim avazı çıktığı kadar niye bağlıyor diye bir bakar. Belki mapustaki ağalar tarafından dövülüyordum." Abartarak konuştuktan sonra Görkem araya girdi.

 

"Vay arkadaş, ben bile bu kadar abartmıyorum ya!" Omzumun üstünden onan bakıp tekrardan Pars'a döndüm.

 

"İstersen birazcık daha abart Gece, bu az oldu çünkü." dedi Pars. "Hem öyle bir şey olmaz ama oldu desek sen bir askersin, belki unutmuşsundur diye hatırlatıyorum." diye ekledi

 

Son dediği şeyden sonra elimi parmaklıklar arasında sokup onun gözünün önünde parmaklarımı şıklattım. ", işte sihirli sözcük. Kendiniz söylüyorsunuz askerim, askeriz. Ya acil bir operasyon çıksa ne olacak? Sırf bize ders verme amacınız yüzünden operasyona geç kalacağız. Bu hiç etik değil." dedim başımı iki yana sallayarak, bir yandan da cıkcıklamayı ihmal etmedim tabii.

 

"Türkiye'deki tek asker siz değilsiniz ki. Karargahta bir sürü asker var, onlarla operasyona çıkarım." Göz devirdim, niye her şeye bir cevabı vardı ya! Sinirlerimi bozuyor ve bunu bildiği için böyle davranmaya devam ediyor.

 

"Eee biz neciyiz burada, süs bitkisinden bir farkımız kalmadı. Boşuna mı bir tim olduk biz? Bizi boşuna mı birleştirip bir araya getirdiler? Canınız isteyince ceza olarak mapuslara düşürün diye mi buradayız biz? Vallahi şikayet edeceğim sizi! İşinizi, rütbenizi farklı amaçlar için kullanıyorsunuz!" dedim, etrafıma bakıp devam ettim. "Hem bu karakolu da şikayet edeceğim, telefon hakkımı elimden alıyorlar. Niye? Sırf Pars hazretleri bize ceza versin diye. Vallahi hepinizi tek tek şikayet..." Pars elini parmaklıkların arasından sokup ağzımı kapatmasıyla nefes almadan kurduğum cümleler yarım kaldı. Valla o susturmasaydı yardırıp giderdim herhalde.

 

"Öncelikle burada olmanızın sorumlusu biz değil sizsiniz." deyince yine göz devirdim. Elini ağzımdan çekip konuştum.

 

"Ben de salaktım zaten yedim." dedim alayla, bakışlarını görünce yutkunup devam ettim. "Yani eminim ki öyle olmuştur." Bizimkiler benim alttan almama gülerken Pars'ın yüzündeki keyifli ifade giderek arttı. Tabii eğleniyor benimle keyiflenir beyefendi!

 

"İkincisi telefon hakkını kullanmışsın zaten, adamlar her dakika senin telefonla görüşmene izin veremez."

 

"Ben telefon hakkımı Görkem'le içeriye girdiğimde kullandım. Sonra beş dakika serbest kalıp yine buraya girdiğime göre bunda da telefon hakkım olmalı." dedim, sonuçta iki kere girmiştim ve ilkini kullanmıştım ama ikincisini kullanmadım. Hakkımı bana vermiyorlar, sonra Gece bağırdı oluyor.

 

"Orasını ben bilmem." deyince gözlerimi kısktım.

 

"Tabii bilmezsiniz sonuçta sizin tek bildiğiniz bize ceza vermek için polislerle konuşup bizi serbest bırakmamalarını engellemek." Tek kaşı kalktı, omuz silkip kollarımı göğsümün altında bağladım.

 

"Ben sizi tembihleyip öyle ayrılmadım mı Gece? Siz ne yaptınız? Hepiniz bir olup adamlara saldırdınız."

 

"Adam da bana durduk yere sürtük damgası vurmasaymış saldırmazdık herhalde." Az önce kalkan tek kaşı indi, yüzü birden gerilmeye başladı. Sinirlenmiş miydi? En azından benim suçlu olmadığımı anlardı şimdi.

 

Bakışlarım ellerine kaydı, yumruklarını sıkmaya başlamıştı. Bakışlarını benden çekip arkasındaki parmaklıkta hâlâ hararetli bir şekilde konuşan adamlara baktı. Ona uzaktan bakan biri bile sinirlendiğini net bir şekilde anlardı çünkü vücudu inanılmaz bir şekilde gerilmişti. Ağzının içinden bir şeyler söyleyip tekrardan bana döndü. Tam konuşmak için ağzını açıyordu ki az önce dışarıya çıkan polis memurunun sesini duydum.

 

"Yüzbaşım, Serhat albay sizi çağırıyor." Pars'ın bakışları benden polise döndü, başını sallayıp son kez bize bakıp çıktı nezarethaneden. Benim de bakışlarım tekrardan polise döndü. Umarım ben buradan çıkmadan adam delirip gitmezdi.

 

"Memur bey." dedim yine her zamanki gibi. Adam beni umursamadan masasına gidip oturdu. "Bizim bir telefon görüşmesi vardı sanki, unutmuşsunuzdur diye hatırlatayım dedim."

 

"Ben öyle bir şey hatırlamıyorum hanımefendi, yanlış hatırlıyor olmalısınız." Az öncekine nazaran sesi sakin çıkmıştı. Dışarıya çıkıp nasıl sakinleşti acaba. Aman neyse, nasıl olsa birkaç dakika içinde yine sesi yüksek çıkardı kesin.

 

"İyi madem ben telefon hakkımı kullanamıyorum diğerlerinden biri kullansın." diye bir fikir attım ortaya. Polis konuşmak için ağzını açmıştı ki hemen araya girdim. "Buna da olmaz derseniz vallahi bu karakolu şikayet edeceğim." Birazcık tehdit etmiş de olabilirim ama ne yapayım, daha fazla burada kalmak istemiyorum. Hele ki karşı nezarethanede onlar varken. Onlarla biraz daha aynı havayı solursam hiç iyi şeyler olmaz do. Benim değil onlar açısından iyi olmazdı. Çünkü ne zaman onlara baksam sinirlerim alt üst oluyordu.

 

"Tamam, kim görüşme yapacak?" Polisin pes ederek sorduğu soruyla sırıttım. Bakışlarım bizimkilere kaydı.

 

"Barış sen git babamı ara, her şeyi bir bir anlat. Ama ağzından torpil kelimesi çıkmasın, sadece küçük bir yardım falan de işte." dedim. Barış beni onaylayınca ezberimdeki numarayı ona söyledim. Barış giderken ben de yerime oturdum. Umarım yardım ederdi babam, çünkü son umudum oydu. Albay ve Pars'a kalırsak buradan zor çıkardık. Artık Görkem'i kandırdığım şey gerçek olur tünel falan kazmak zorunda kalırdık.

 

Yaklaşık on dakika boyunca Barış'ı bekledik. Fazla oyanladığını düşünürken polisle birlikte içeriye girdi. Polis onu kaldığı parmaklıklara götürürken hemen ayağa kalktım. "N'oldu? Yardım edecek mi? Çıkaracak mı bizi?" Merakla sordum, umarım babam çocuğa kızmamıştır.

 

Barış aramızdaki parmaklıklara gelirken diğerleri de merakla yanımıza geldi. "Dediğiniz gibi verdiğiniz numarayı aradım, bir bir olayı anlattım ama ben torpil kullanmam, Gece'ye de şöyle bir daha böyle bir şey için de sizi kullanarak beni aramasın dedi. Torpil değil küçük bir yardım falan desemde Nuh dedi peygamber demedi." Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Bir kerecik torpil kullansa ölür sanki ya. Kızı buralarda sürünüyor ama adamın umurunda bile değil.

 

"Sen niye bu kadar geciktin peki?" Bir soru daha sordum.

 

"Ben telefonla konuşurken içeriye birkaç adam geldi, sanırım bunların avukatı ya da tanıkları." dedi karşıdaki adamları göstererek. "Babanız telefonu kapatsada sanki konuşuyormuş gibi yapıp onları dinledim ve sanırım birazdan serbest kalacaklarmış. Birkaç dakika sonra da albay ve Pars komutanım geldi. Polislerle sinirli sinirli konuşuyorlardı. Onları dinlediğimi anlarlar diye fazla duramadım ama gitmeden önce o adamlar suçlu ve hepimiz onlardan şikayetçiyiz, serbest kalamazlar falan diyordu Pars komutan." Anladığım kadarıyla bu adamların elleri kolları uzundu. Ama ben o elleri kolları kesmesini bilirdim, sadece buradan çıkmam gerekiyordu. Umarım albay ve Pars o adamların çıkmamaları için ellerinden geleni yaparlardı.

 

Bu konuşmadan yaklaşık on dakika sonra polis memuru gelip o adamları çıkardı. Adamlar keyifli bir şekilde dışarıya çıkarken sinirlerim iyice tepeme çıktı. Biz suçsuz yere içerideyiz ama adamlar dışarıda. Gerçekten harika! Demek ki Pars ve albayın da elinden bir şey gelmemişti. Bu da demek oluyor ki tanıdıkları baya güçlü kişiler.

 

Bacağımı stresle sallarken yarım saat sonrada bir polis gelip bizleri de çıkardılar. Dışarıya çıkarken ileride sigarasını içen Pars'ı gördüm. Onu görünce iyice sinirlendim. Çünkü aptal bir ceza vererek bizi içeride tutturmuştu ama adamlar ellerini kollarını sallayarak dışarıya çıkmıştı. Tamam çıkmamaları için elinden geleni yapmış olabilirdi ama bizi de içeride tutmayabilirdi. Benim de sinirlendiğim tam olarak buydu.

 

Sanırım yine çenemi tutamayacaktım.

 

Yanına doğru giderken telefonla konuştuğunu gördüm. Ona yaklaştıkça ne dediğini duymaya da başladım. "Henüz bilmiyor Aras ama en yakın zamanda söyleyeceğim." Elinin yine boynundaki künyelerde olduğunu gördüm. "Artık onunda gerçeği bilmesi gerekiyor ama henüz erken. Biraz daha zaman geçsin diye bekliyorum." Tam olduğum yerde durup onu dinleyecektim ki bakışları birden benim olduğum yere kaydı. "Sonra konuşuruz Aras, ben seni arayacağım." deyip telefonu kapattı. Ben de daha fazla ne konuştuğunu umursamadan ilerdim. Az önce meraktan sinirim yok olmuştu ama yine sinirlendiğimi hissetmeye başlamıştım.

 

Onun tam karşısına geçip yüzüne baktım. O da bir süre beni inceleyip konuştu. "Ne oldu? Ne bu sinir?"

 

"Sence ne olabilir Pars?" dedim, cevap vermesini beklemeden konuştum. "Suçsuz yere içeriye girdik, bunun üstüne kimseyle konuşmayıp bizi çıkarmak için bir girişimde bile bulunmadın ama o suçlu olan adamlar ellerini kollarını sallayarak dışarıya çıkıyor." dedim sinirle, sesim hafif yüksek de çıkıyor olabilirdi ama umursamadım.

 

"Çıkmaları benim suçum değil, içeriye girmeniz de benim suçum değil. Onların çıkacağını duyunca gereken her şeyi yaptık ama torpil kullandıkları kişi çok güçlü biri olduğu için bizim de elimizden bir şey gelmedi. Ama bu işin peşini bırakmayacağım, onların ceza alması için elimden geleni yapacağım." Açıklamasıyla kollarımı gögsümün altında birleştirip etrafıma baktım.

 

"İyi." Diyebildim sadece. Ne diyecektim ki başta? Kavgayı uzatsam hiçbir şey değişmeyeceti. Hatta suçlu ben bile olabilirdim. En iyisi susmaktı.

 

"Bir sorun kalmadığına göre gidelim." Cevap vermeden karakolun dışına ilerledim. Diğerleri çoktan dışarıya çıkmıştı bile. Biz de yanlarına gelince etrafıma baktım, Serhat albay yoktu bir tek.

 

"Serhat albay yok mu?" Pars'a bakarak sordum.

 

"Az önce acil bir telefon aldı, gitmek zorunda kaldı." Anladığıma dair mırıltılar çıkarmakla yetindim.

 

Pars ilerideki taksi durağına ilerlerken biz de peşine takıldık. Karşıdan karşıya geçecekken az ilerideki kalabalık dikkatimi çekti. Yaklak 10-15 kişi vardı ve yarısının elinde taş varken yarısında da kalın odunlar vardı. O adamların içinde az önce nezarethanede olan adamları da görünce kaşlarım çatıldı. Benim onları fark ettiğimi gördüklerinde içlerinden biri elindeki büyük taşı havaya kaldırdı. Adam taşı atamadan hemen bağırdım. "Dikkat edin!" Herkesin bakışları bize dönerken ben adamın bize doğru attığı taşa odaklandım. Taşın hedefi Pars'tı.

 

"Pars dikkat et!" deyip ona doğru koşmuştum ki Pars da taşı fark edip hemen beni kolumdan tuttu. Üzerime kapanırken taşın onun kafasına çarptığını fark ettim. "Pars!" Benim bağırmamla birlikte acıyla inledi. O taştan sonra diğeride bizim üzerimize taşları atmaya başladı. Ellerinde sopa olanlar ise üzerimize gelmeye başlamıştı.

 

Ben Pars'ın kollarından çıkmaya çalışırken bir kez daha acıyla inledi. Bu sefer de bir taş omuzuna çarpmıştı. "Pars iyi misin?" Telaşla sordum. Ben ona odaklanmışken etrafımızdaki hareketliliği fark ediyordum ama bakışlarımı Pars'dan ayıramıyorum. Birkaç el silah sesi duydum ama adamlara sıkmadıklarından emindim çünkü görevde değildik, silah kullanma yetkimiz o kadar kolay değildi çünkü. Sadece korkutmak için sıktıklarını tahmin ediyorum ve adamların korkmadığını anlayabiliyordum çünkü kargaşa hâlâ devam ediyordu!

 

Pars'ın bedenime doladığı kolları gevşerken cevap vermedi. "Pars bir şey söyle iyi misin?" Kollarından çıkmaya çalışarak sordum. Telaştan titreyen ellerimle hafif onu ittirdim ama gücünü kontrol edemediği için üzerime yığıldı. Zorlukla onu tutup dizlerimin üstüne çöktüm, Pars'ın da başı boynuma gelirken hiç konuşmuyordu.

 

Bilincini mi kaybetmişti?

 

Zorlukla ellerimi ikimizin arasından çıkarıp başını tuttum ama elime bulaşan sıcak sıvıyla titredim. Elimi korkuyla geri çekip bakarken o can alan kırmızı sıvıyı gördüm. Ellerim bu görüntüyle daha çok titrerken nefes amadığımı hissettim, gözlerimin önüne ise o korkulu anılarım dolmuştu.

 

Geçmişin tozlu perdesi aralanıyordu ve en acı geçmişim gözlerimin önüne bir bir seriliyordu şu anda. Kâbuslarımı süsleyen geçmişim.

 

____

 

Patlayan silah sesiyle yüzüme birkaç damla kanın sıçradığını hissettim. Gözlerim göreceğim görüntüye hazır olmadığı için kapanırken avazım çıktığı kadar bağırdım. İstemiyordum artık, onların cansın bedenlerini görmek istemiyordum. Son gördüğüm şey onların cansız bedeni olsun istemiyordum.

 

Birini daha almışlardı, biri daha hayatımdan kayıp gitmişti, birinin da o kırmızı sıvısı bedenime bulaşmıştı, biri daha sonsuzluğa doğru gözlerini kapatmıştı... Beni ise yapayalnız bırakıp gitmişti.

 

Gözlerimden yaşlar akarken gözlerimi aralayıp sağ tarafıma baktım, gördüğüm görüntüyle titredim. Ellerinden tavana asılmış komutanımın gögsünden kanlar akıyordu. Ne zamandır işkence ediyorlardı bilmiyorum ama işkenceden dolayı yüzü seçilemeyecek hale gelmişti. Sonu böyle olmamalıydı, bunu hak etmiyordu. O ve kimse bunu hak etmiyordu.

 

"Götürün bu cesedi de!" Ona ateş eden adam bağırınca yanındaki adamları komutanımı çözüp diğerleri gibi onu da buradan götürdüler. İçeride kimse kalmazken ben titreyerek az önce onun asılı olduğu yere bakmaya devam ettim.

 

"Gece?" Sol tarafımdan gelen sesi umursamadan aynı yere bakmaya devam ettim. "Gece bana bak!" Bu sefer biraz sert bir şekilde konuşmuştu ama yine umursamadım.

 

Gitmişti, onu da almışlardı benden, bizden...

 

"GECE SANA BANA BAK DEDİM!" Bu sefer bağırınca mecbur Hakan'a baktım, o da çok kötü görünüyordu, onun da komutanımdan bir farkı yoktu. Herkes çok kötüydü, günlerdir buradaydık ve birimiz diğerinden daha iyi durumda değildi. Hepimiz çok acılar çekmiştik burada ve çekmeye de devam ediyorduk. Ama psikolojik acılar fiziki acılardan daha kötüydü. Gözlerimizin önünde birine ateş edip bizden alıyorlardı ve ben artık bu görüntülere katılanamıyordum.

 

"Sakin ol, acını içine at. Bu şerefsizlere acını belli edip onları daha fazla mutlu etme!" Sert bir dille uyardı beni. Kızgınlığı bana değildi, kızgınlığı benim acizliğime değildi, kızgınlığı benim acımı yaşamama değildi. Onun kızgınlığı elinden bir şey gelememesineydi. Benim kızgınlığım ise kendi acizliğimeydi. Bu kadar aciz olmamalıydım, bunun eğitimini almıştım ama onların bir bir yok olmasına dayanamıyordum. Ailem gibi gördüğüm insanların bir bir yok olmasına dayanamıyordum.

 

"O da gitti komutanım, onu da aldılar bizden." dedim titreyen sesimle.

 

"Bak Gece bunların intikamını onlardan alacağız ama sen onlara istediğini verme." dedi Murat, sadece üçümüz kalmıştık. Diğerlerini bizden koparmışlardı ve bu düşünce ağlama istediğimi arttırıyordu. Lanet olsun ki ağlamak dışında elimden bir şey gelmiyordu! Gerçekten acizlik içinde boğuluyordum. "Biliyorum zor ama biraz sık dişini, zamanı gelince bunların bedelini onlara bir bir ödeteceğiz." diye ekledi.

 

Keşke, keşke birlikte ödetseydik ama olmadı. Hepiniz bir bir yok olup gittiniz... Ben ise... Yapalanız kaldım, ayakta kalmaya çalıştım, kendimi toparlamaya çalışıp yoluma bakmak zorunda kaldım.

_____

 

Aklıma düşen geçmişle titredim. Çok, çok zor günlerdi, onları son görüşüm bu şekilde olmamalıydı ama olmuştu. Rüyalarımı bu anılar değil daha güzel anılar süslemeydi ama olmuyordu. Rüyalarımda ve hayallerimde hep bu vardı. Unatmıyordum bir türlü o anıları. Unutmayı da istemiyordum aslında, acılar beni güçlendiriyordu. Daha çok hırs yapmama sebep oluyordu.

 

Elimdeki kırmızı sıvıya bakarken alnıma sert bir şeyin çarptığını hissettim. Acıyla gözüm kapanırken etraftaki sesleri daha yeni duyuyormuşum gibi hissettim. Etraftaki kargaşa hâlâ bitmemişti, aksine giderek büyüyor gibiydi. Silah sesleri hiç susmuyordu ama karşı tarafın korktuğu pek söylenemezdi. Görev iznimiz olmadığı için silahı sadece geri püskürtme için kullanıyorlardı. Polisler geldi mi bilmiyorum ama gelse bile bu adamların duracağı yok gibiydi.

 

Hızla gözlerimi açıp üzerime yığılan Pars'a baktım. "Pars aç gözünü. Lütfen sen de bırakıp gitme beni, ben buna dayanamam. Lütfen aç gözlerini." dedim titreyen sesimle. Sesim kesik kesik çıkıyordu. Onunda gözlerimin önünde gitmesine dayanamazdım. Bunu kaldıramazdım. Ben artık kimseyi kaybetmek istemiyorum. Ben bir kişiyi daha kaybetmek istemiyorum.

 

Başını tutup yüzüne baktım, elimdeki kendi kanı yüzüne bulaşırken kapalı gözlerine baktım. "Pars biliyorum duyuyorsun beni hadi aç gözlerini." Gözümden düşen bir damla yaş onun yüzüne geldi. Elimin tersiyle gözyaşımı silerken bir anlığına etrafıma baktım. Herkes birbirine girmişti, kimisi elindeki sopalarla bizimkilere saldırırken kimisi de elindeki taşları atıyordu. Polisler henüz gelmemişti, karakola çok yakın değildik ama çok da uzak sayılmazdık. Kaç dikakadır bu kargaşa devam ediyor bilmiyorum ama birazdan burada olurlardı.

 

Bizimkilerde gördüğüm kanla titredim. Herkeste kan vardı, sevdiklerimde kan vardı!

 

Her yerde kan vardı, sevdiklerimizi alan kan vardı. Geride gözyaşları bırakan kan vardı. Bu vatan uğruna akan kanlar vardı her yerde. Ve ben kan görmek istemiyordum. O akan kırmızı sıvıyı görmek istemiyordum!

 

Birinin sırtıma vurmasıyla acıyla inledim. Kim bilmiyorum ama biri sırtıma sopayla vurmuştu. Pars'a da vurmasın diye onun üstüne kapanırken karakoldan çıkan polisleri gördüm, koşarak buraya geliyorlardı.

 

Sırtıma bir kez daha vurulurken ben Pars'ın üstüne iyice kapandım. Alnımdan yanağıma doğru kanın aktığını hissediyordum. Sanırım az önce atılan taş alnımı yarmıştı.

 

Dakikalar içinde polisler adamları yakalarken ambulansın siren seslerini duydum. Sağlık ekipleri Pars'ı sedyeye yatırıp ambulansa bindirirken ben elimdeki kırmızı sıvıya bakıyordum. Birini daha kaybetmeye dayanamazdım, birinim daha beni bırakmasına dayanamazdım. Bu olmayacaktı.

 

Kimseyi kaybedemezdim, kaybetmeyecektim de. Birinin daha kollarımda, gözlerimin önünde can vermesine izin vermeyecektim.

 

Birden omzumun sarsılmasıyla irkildim, hemen ardından Enes'in sesini duydum. "Komutanım iyi misiniz?" Cevap vermeden elimdeki kana baktım. Ellerim hâlâ titriyordu, nefes aldığımın bile farkına varamayacak kadar kendimi kaybetmiştim.

 

"Komutanım." Bu sefer de Anıl konuştu.

 

"Biri peçete bulsun, elindeki kana bakıyor. Geçmişini hatırladı sanırım." Bu da Barış'ın sesiydi. Hepsini duyuyordum ama cevap verebilecek bir halde değildim. Ya diğerleri gibi onunda kanı bana bulaştıktan sonra sonsuzluğa doğru gözlerini kapatırsa. Ya o da beni bu kırmızı sıvıyla baş başa bırakırsa.

 

Biri elimden kırmızılığı silerken ben hâlâ elime bakmaya devam ediyordum. "Komutanım duyuyor musunuz beni?" Kulağım çınlamaya başlamıştı, kimin konuştuğunu anlayamamıştım.

 

Etrafımdaki sesler giderek artarken zorlukla ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla sırtımın acıması bir oldu. Sanırım sopayla vurulduğu için açıyordu. Biri belimden tutup destek olurken etrafıma baktım, gözlerim dolmaya başladığı için bulanık görüyordum.

 

"Benim Pars'ın yanına gitmem lazım. Ona bir şey olmamalı." diyebildim zorlukla. "Bunu kaldıramam ben."

 

"Komutanım sakin olun, Pars komutanıma bir şey olmayacak ama siz de sakin olun." Yine kimin konuştuğunu anlayamadım. Kulağımdaki çınlama giderek artıyordu.

 

"Sakin falan olmayacağım! Pars'ın yanına gideceğim!" dedim sinirle.

 

Bir şeyler konuştular ama yine bir şey anlamadım. Birkaç dakika içinde ise bir arabaya dindik. Taksi miydi yoksa başka birinin arabası mıydı bilmiyorum, tek bildiğim kısa süre içinde Pars'ın yanında olacağımdı.

 

Arabada otururken elimin bazı yerlerinde kurumuş olan kan damlalarına baktım. Çoğunu silmişlerdi ama kurumuş birkaç damlası kalmıştı. Gözümden düşen bir damla yaş ellerime aktı, oradadan da kurumuş kan lekesine bulaştı. Kan ıslanmanın etkisiyle elimde ince bir cizgi oluştururken iç çektim, gözlerimi sıkıca kapattım. O kan damlalarını gördükten sonra geçmişin tozlu perdesi aralanıyordu ve acı günlerim gözümün önünde canlanıyor. Aklımdan hiç silinmeyen acı anılarım.

 

Pars'ın da o acı günlerimin bir ortağı olmasını istemiyordum. Onu da diğerleri gibi kaybetmek istemiyordum. Ben bir kayıp daha vermek istemiyordum. Ben kollarımın arasında birinin daha can vermesini istemiyordum. Ben acı istemiyordum. Acı bize uğramasın artık. Mutlu olmak istiyordum, sadece mutlu. Çok mu şey istiyordum?

 

"Komutanım." Omzumun sarsılmasıyla sağ tarafıma baktım, Batuhan endişeli bir şekilde bana bakıyordu. "Geldik hastaneye." deyince camdan dışarıya baktım, gerçekten de gelmiştik.

 

Hızla arabadan inip hastaneye doğru koşturdum. Danışmaya gelince zorlukla Pars'ın hangi odada olduğunu sordum. Aldığım yanıtla merdivenlere ilerledim.

 

Danışmanın tarif ettiği müdehale odasının önüne gelince içeriden sedyeyle Pars çıktı. "N'oldu? Nereye götürüyorsunuz?" Telaşla sordum.

 

"Tomografi çektirmemiz gerek izin verir misiniz lütfen." Hemşirenin cevabıyla kenara çekildim. Hızlı bir şekilde onu asansöre bindirip götürdüler.

 

Titreyen bacaklarımla daha fazla ayakta durmayacağımı anlayıp hastane sandalyelerine oturdum. Ellerimi yüzüme bastırıp gözyaşlarımı içime atmaya çalışırken yanımda bir hareketlik olmuştu. Bizimkiler gelmişti büyük ihtimalle. Biri destek olmak için elini omuzuna atıp sıktı.

 

Gözlerimin önünde yine geçmişimin acı günleri canlanırken ellerimi yüzümden çekip gözlerimi açtım. Düşünmemek için ayağa kalkıp etrafta volta atmaya başladım.

 

Hayır, o da geçmişimde kalmayacaktı, acı günlerimin ortağı olmayacaktı. Hem küçük bir yarıktı, temizlerler ve dikiş atarlardı, sonra da Pars uyanırdı ve sevdiklerimi alan bu hastaneden çıkıp giderdik. Birkaç saat içinde sevdiklerimizi son kez gördüğümüz bu hastaneyi terk edecektik Pars'la birlikte. Sadece birkaç saat daha dayanmam gerekiyordu.

 

Ben etrafta volta atmaya devam ederken bir kadın sesi duydum. "Pardon." Sesin geldiği yere bakınca bir hemşirenin bana seslendiğini gördüm. "Pars Karadağlı'nın yakınları siz misiniz?" Başımı sallayarak onayladım onu. "Bunlar üzerinden çıkan eşyalar." diyerek şeffaf bir poşetin içindeki eşyaları bana verip yanımdan ayrıldı.

 

Bakışlarım elimdeki eşyalara kaydı, gözüme künyeler takılınca bir süre onlara baktım. Derin nefesler alarak sakin olmaya çalıştım ve az önce kalktığım yere oturup poşete baktım. Onun bu gizemli hallerini çözmem için bu künyenin kime ait olduğunu öğrenmem gerekiyordu ama bu hiç doğru değildi. Ama başka da çarem de yoktu.

 

Titrek bir nefes aldım, poşeti yavaşça açtım. Yaptığım şeyin farkına varıp hızla ellerimi çektim ve yüzümü sıvazladım. Bu doğru değildi, izinsiz bakmam doğru değildi. Belki onun için özledi ve görmemden rahatsız olabilirdi. Bakmamalıydım. Ama bakmazsam hiçbir şey öğrenemezdim. Off! Ne yapacağım ben?

 

Ben içimden bakmamam gerektiğini kendime hatırlatırken bakışlarım yine künyelere kaydı. Ama bir daha bu fırsatı yakalayamayabilirdim. Belki de gizemli hallerinin sırrını öğrenip acılarını içine atmamasını sağlayabilirdim. Bunu da bu künyeye bakarak başlamam gerekiyordu ama içimden bir ses de bakmamam gerektiğini söylüyordu. Zamanı gelince o size anlatır diyordu.

 

Bir süre künyelere bakıp pes ettim. Elimi poşetin içine atıp iki künyeyi de çıkardım. İlk künyenin önünü çevirip önünde yazanları okudum. Bu Pars'ın künyesiydi. Derin bir nefes alıp öteki künyeyi çevirdim yavaşça. Nedenini bilmiyorum ama az önceki korkum bir anda uçup gitmişti ve onun yerini heyecana bırakmıştı. Neden heyecanlanmıştım ki?

 

Yutkunup önünü çevirdiğim künyede yazan yazıyı okudum. Gördüğüm isimle kaşlarım çatıldı.

 

Ama bu nasıl olur?

 

Elim boynumdaki künyeye gitti. Benimki buradaydı, peki benim ismimin yazdığı bu künye neydi? Benim boynumdaki ve elimdeki künyede de benim ismim yazıyordu.

 

Gözlerimi birkaç saniye kapattım, tekrardan açıp künyede yazan ismime baktım. Gece Sayer yazıyordu. Benimdi bu künye. Ama imkansızdı, olamazdı yani. İki tane künyem yoktu, olsa bile bu Pars'ın eline nasıl ulaşacaktı? Saçmalık.

 

Derin bir nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Şimdi benim künyem boynumdaydı ve yıllardır duşa girerken bile çıkarmıyordum. Bu tamam. Elimdeki künyede benim ismim ve soyismim yazıyordu. Bu da tamam. Ama bu nasıl oluyordu? Kendi yaptırdı desem beni tanımıyordu ve bu elimdeki künyede TC kimlik numaram yazıyordu. Yani beni tanısa bile TC'mi bilmesi imkansız. Hem kendi yaptırsa sadece adımı soyadımı yazar boynuna takardı ama bunda TC kimlik numaram yazıyordu. Yani bu benimdi, ama boynumdaki künye de benimdi. Kafayı yemek üzereyim!

 

İki tane künyem yoktu ve Pars bu künyenin benim olduğunu bildiği halde saklamıştı.

 

Sinirle ayağa kalktım. Ne oluyordu burada? Niye bu künyede benim ismim yazıyordu? Niye Pars bunu benden saklamıştı?

 

Beynimin içindeki sorularla volta atmaya devam ettim. Bir yandan da elimdeki künyeyi sıkıyordum. Az önceki kaybetme korkum yok olmuştu ve onun yerini merak ve sinire bırakmıştı. Nasıl olabilirdi bu? Pars bunu bile bile benden niye saklamıştı?

 

Bende cevabı olmayan sorularla dolanmaya devam ederken sakin olmaya çalıştım. Bunların cevabını bana sadece Pars verebilirdi, tabii canı isteyip sorularıma cevap vermek isterse.

 

İki künye, ikisinde de benim adım yazıyordu. Biri yıllardır bendeydi ve hiç boynumdan çıkarmamıştım. Diğeri ise daha birkaç gün önce tanıştığım Pars'ın boynundan çıkıyordu. Burada çok değişik şeyler dönüyordu ve ben hiçbir şeyin farkında değildim, olamıyordum da.

 

Delirmek üzereyim!

 

Selam nasılsınız?

 

Bölüm nasıldı?

 

Pars'a bir şey olur mu sizce?

 

Künyenin kime ait olduğunu öğrendik ama Gece!nin boynunda kendi künyesi var, bu künye nerden çıktı sizce?

 

En sevdiğiniz sahne?

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın🤍

Loading...
0%