@kitap__gezegeni1
|
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayalım🦋
Keyifli okumalar✨️
8.Bölüm "Künyenin Gizemi"
Elimdeki künyelere bakarak oturduğum yerden ayağımı sallamaya başladım. Pars'ın bir şeyi yoktu, sadece iç kanama riski yüzünden yoğun bakımda tutuyorlardı. 24 saat sonra normal odaya alınacaktı ve çoktan 15 saat geçmişti.
Elimde tuttuğum Pars'ın telefonu bir kez daha çalmaya başlayınca bakışlarımı künyelerden çekip ekrana çevirdim. Ekranda Aras yazıyordu. Karakolda da telefonla konuşurken Aras dediğini duymuştum. Pars tomografi çekilirken de aramıştı ve ben henüz bir şey bilmediğim için açıp da telaş yaptırmak istememiştim.
"Komutanım ısrarla arıyor büyük ihtimalle yakın bir tanıdığı olmalı. Bence açıp durumu bildirin." Bakışlarımı Anıl'a çevirip onayladım onu.
Telefon hâlâ çalmaya devam ederken açıp kulağıma götürdüm. "Abi neredesin sen? Sonra arayacağım deyip kapattın bir daha da aramadın. Aradığımda da bir türlü açmıyorsun." Tıpkı Pars'ın ses tonuna benzeyen ve yine tıpkı onun gibi soğuk bir sesi vardı.
"Ben Gece, Pars'ın timinden." diyerek giriş yaptım cümleye. Bir süre karşı taraftan ses gelmedi, nefes alışverişlerini bile duymazken kapattığını düşünüp telefonu kulağımdan çekecekken derin bir nefes aldığını işittim.
"Gece mi?" Şaşkınca sordu. "Bir dakika abim iyi mi? Sen niye açıyorsun onun telefonunu?" Az önceki şaşkın hali gitmişti ve yerini telaşa bırakmıştı.
"Biz küçük bir saldırıya uğradık. Pars komutanım da başından yaralandı." Cümlem biter bitmez sert bir kapı sesi duydum telefondan.
"Ne demek saldırıya uğradık? Abimin durumu nasıl? Bir şeyi yok değil mi?" Sanırım kalabalık bir yere geçmişti çünkü onun sesi dışında birçok ses duymaya başlamıştım.
"Şimdilik iyi, iç kanama riski yüzünden yoğun bakımda. 24 saat içinde normal odaya alacaklar." Bu dediğimden sonra rahatlamış gibi derin bir nefes aldı. Pars'ın aksine duygularını anlayabiliyordum, üstelik sadece telefonda konuşarak anlamıştım bunu.
"Tamam ben en kısa sürede oraya geleceğim bana hastanenin konumunu atabilir misin?"
"Tabii, atıyorum hemen." deyip telefonu kapattım. Konumu da gönderip arkama yaslandım. Birden fark ettiğim detayla kaşlarım çatıldı.
Ben ismimi söyleyince niye şaşırmıştı?
Elimdeki künyeyi havaya kaldırıp baktım. Pars'da benim adımın yazdığı künye vardı, az önceki çocuk yani Aras da Pars'a abi diye seslendi. Bunu bir hitap şekli olarak demediğini varsayarsak o zaman Pars'ın kardeşi oluyor ve büyük ihtimalle beni tanıyor. Sonuçta Pars'da benim künyem vardı ve kardeşi de adımı söyledikten sonra şaşırmıştı. Bunların hepsi beni tanıdığını düşündürüyordu bana.
Off! Gerçekten etrafımda olan şeyleri anlamakta güçlük çekiyordum artık.
"Komutanım?" Görkem'in sesini duyunca bakışlarım ona kaydı, havada tuttuğum künyeye bakıyordu. "Kaç saattir o künyeye bakıyorsunuz, özel değilse kimin künyesi o?" Hepsinin bakışları bana kaydı, merakla bakmaya başladılar.
"Benim." dedim yalan söylemeyerek. "Pars'ın eşyalarının arasında çıktı ama künyede benim adım yazıyor." Şaşkınca birbirlerine baktılar. Ben de çok şaşkındım, tıpkı onlar gibi.
"Nasıl yani? Sizin künyenizin Pars komutanda ne işi var? Daha önceden tanışıyor muydunuz?" Enes'in soruyla künyeyi kucağıma koyup yüzümü sıvazladım.
"Tanışmıyoruz, ben onu ilk defa sizinle birlikte havaalanından gördüm." diye açıkladım. "İşin tuhaf yanı bu künyeyi kendisi yaptıramaz çünkü künyede TC kimlik numaram yazıyor ve benim boynumda da yıllardır çıkarmadığım künyem duruyor."
"Oov baya karışık bir olay." dedi Barış. "Valla şimdiden benim beynim çorba oldu bile." Güldüm, benim ilk günden çorba olmuştu aslında. Künye de cabasıydı.
İlk önce Pars'ın tanıdık gelen dokunuşu, sonra tanıdık gelen gözleri, gizemli halleri, Enes ve bana soru sormadan kızması, künyeyi saklaması ve künyenin bana ait olması. Sıradaki olayları kaldırmam için bunlara bir cevap bulmam gerekiyordu ve bunların cevabı Pars'daydı. Uyandığı zaman bana cevap vermek zorundaydı. Olmadı kardeşini sıkıştırır öğrenirdim ama bir şekilde ben bu etrafımda olup biten şeyleri öğrenecektim.
Ben bu künyenin gizemini öyle ya da böyle öğrenecektim. Ya zorla ya da kendi istekleriyle anlatacaklardı bana. Ama anlatacaklardı.
Geriye kalan dokuz saatte de bir sorun olmadığı için Pars'ı normal odaya aldılar. Bu süre zarfında albay sürekli hastaneye gelip gitti. Karargahta işleri olduğu için fazla durmadı ama ya telefonla ya da yanımıza gelerek Pars'ın durumu öğrendi. Ondan öğrendiğime göre bunu yapan adamlar içeriye girmiş tekrardan ve bu sefer içeriden çıkmaları zormuş. Biraz geç oldu ama en azından yaptıklarının cezasını çekeceklerdi. Albay kimleri araya soktu bilmiyorum ama o adamların elleri kolları artık bir yere uzanamıyordu.
Kavga sırasında benim de alnıma taş gelmişti ama dikişlik bir durum yoktu, sadece pansuman yapıp bant yapıştırmışlardı. Sırtıma vurulmasından dolayı ise morarmıştı ama çok değil. Yumruğum kadar bir yer morarmıştı. Doktorun verdiği kremleri kullanırsam bir iki haftaya tamamen geçermiş.
Bizimkiler dışarıda kalırken ben de Pars'ın kaldığı odaya girdim. Yanındaki sandalyeye oturup solmuş teniyle yatan Pars'a baktım. Onu bu şekilde gören biri sinirli olduğunu hiç düşünmezdi. Bazen öyle bir konuşuyordu ki sesi buzdan farksız gibi oluyordu. Sanki karşında düşmanı varmış gibi konuşuyordu. Sanırım karşısındakilere kendince duvar örüyordu ve o duvarı kimsenin yıkmasına izin vermiyordu. Bunu da sert konuşarak, sinirli bakarak yapıyordu. Kim onunla sert konuşan, karşısında düşmanı varmış gibi bakan birine yaklaşıp onu anlamaya çalışır ki? İşte o da bu yüzden sertti bence. Ama ben bu davranışlarına rağmen onun hayatını, geçmişini öğrenmeye çalışıyordum. Çalışmaya da devam edecektim.
İlk sırada bu künyenin gizemi vardı. Sonra da bize anlatmadığı acı anıları. Sırayla bunları öğrenecektim. Sonuçta hiçbir sır gizli kalmazdı, öyle ya da böyle ortaya çıkardı.
Kimseyi zorlayıp geçmişini ankattırmak doğru olmasa da biz bir tim olmuştuk, arkadaş, dost ve en önemlisi aile olmuştuk. Ailelerin birirbinden bir şey saklaması da hiç doğru değildi.
Elimi kaldırıp serum bağlanan elini tuttum. Yavaşça parmağımı serumun etrafında gezdirdim. Elleri buz gibi olmuştu, büyük nasırlı ellerinin arasında ellerim kaybolmuştu bildiğin. "Er ya da geç senin bu gizemli hallerini öğreneceğim Pars. Aramızda bir sır olmayacak. İstediğimiz zaman rahatça birbirimize içimizi dökeceğiz. Mesela senin bize anlatman gereken çok şey var." diye mırıldandım elini okşarken.
"Bunlardan biri de geçmişin. Ne yaşadın o acı gününde? Ne hissettin? Yine acılarını içine atıp kimseye anlatmadın mı? O içindekiler taşmadı mı artık?" Sessizce mırıldandım. "Daha önce birine içini döküp rahatlamanın nasıl bir his olduğunu bilmediğini düşünüyorum. Bence bu konuda yanılmıyorum ama en kısa sürede bu duyguyu tadacaksın. Zorlada olsa ben senin geçmişini öğreneceğim. Öğreneceğiz. Bize gelip rahatça her şeyini anlatacaksın." Derin bir nefes aldım.
"Tabii bir de künye var. Sanki bunlar yetmiyormuş gibi kardeşinin de beni tanıdığını dünüyorum." Yüzümde bir gülümseme oluştu. "Ama şunu söylemeden edemeyeceğim sır saklama konusunda ikiniz de berbatsınız. Karşıdaki kişi sizi hemen anlıyor. Bence bu huyunuzu geliştirin. Benim gibi meraklı kişiler karabasan gibi musallat olur sırrınızı öğrenmeye çalışır." dedim gülerek. Eli ellerimin arasında yavaşça ısınmaya başladı. İlk seferki gibi soğuk değildi artık. Bu gülümsememe sebep oldu.
Fark ettiğim şeyle kaşlarım çatıldı. Konuşmaya, bu künye olayına, Pars'ın ve kardeşinin tuhaf davranışlarına öyle dalmıştım ki tuttuğum elindeki kesik izini bile fark etmemiştim.
O gün bu kesik izini görünce yine sesler duymuştum, Pars'a bu kesiği sorunca konuyu geçiştirmişti, o ize dokununca ise hemen elini çekip yanımdan kaçarcasına ayrılmıştı. Şimdi ise uyuyordu, dokunduğumun bile farkında olmayacaktı, benden kaçamayacaktı. Bu düşünce gülümsemeni arttırdı, utanmasam oturup kahkaha bile atardım çünkü bu sefer nasıl kaçacaktı? Yaraya dokundum diye anında uykusundan uyanacak hali yoktu. Şimdi şüphe etmedim desem yalan olurdu. Yapardı valla.
İşaret parmağım kesiğin üstüne doğru gitti. İzin derin olduğu belli, zaten derin olmasa bu kadar belirgin bir iz kalmazdı. İz bileğinden başlayıp elinin üstünde, tam ortasında bitiyordu. Aslında bileğinin biraz ilerisinde başlıyordu ama orası çok derin olmadığı için fazla belirgin değildi.
"Nasıl oldu bu iz? Neden ben bunu fark edince telaş yaptın?" İze dokunarak sordum. Sanki cevap verebilecekmiş gibi sorularımı sormaya devam ettim. "Peki ben bu ize dokununca niye tanımadığım sesler duydum? Aklım çok karışık Pars ve sen bana hiç yardımcı olmuyorsun. Ne zaman bir soru sorsam geçiştiriyorsun ve bu artık benim sinirlerimi bozmaya başladı."
İzin üstünde elimi baştan sona gezdirdim. O sırada yine bir ses duydum.
"İyi misiniz? Bir şey oldu mu?" Bu Pars'ın yarasına dokunduğumda ilk defa duyduğum sesti. İkinci defa duyuyordum.
"İyiyiz, küçük bir kesik." Diye mırıldandı acı dolu bir şekilde. Bu hep duyduğum sesti ve o günkü gibi kendi duygumu da hissetmiştim. Neydi bu seslerin sırrı?
"Bak Pars yine duyuyorum o sesleri. O seslerin bu kesik iziyle bir ilgisi var kesin, bundan adım kadar eminim." dedim zorlukla, ne zaman sesler duysam başım ağrıyordu ve yine ağrımaya başlamıştı. Artık bu durum canımı sıkmaya başlamıştı. Gizemli şeyler hep sinirimi bozardı ama öğrenmem gereken birçok gizem vardı. Sevmediğim şey neden hep beni buluyor? Gizemlerden nefret ediyorum!
Ben elimi onun kesik izinde gezidirirken elinin kıpırdadığını hissettim, hemen ardından da boğuk sesini duydum. "Gece?" Bakışlarım hızla yüzüne çıktı, gözlerini hafif aralamış kısık gözlerle bana bakıyordu. İstemsizce derin bir nefes aldım, kalbim hızlandı.
"Pars iyi misin? Ağrın var mı?" Ayağa kalkıp onun üstüne eğilerek sordum. İçimde çocuksu bir mutluluğun olduğunu hissediyordum. Uyanacağını biliyordum ama içimdeki sevince de engel olamıyordum.
"Hiç susmadan konuşana kadar gayet iyiydim ama sürekli konuştuğun için başım ağrıdı." Kısık bir sesle kurdu bu cümleyi. Kaşlarım yavaştan çatılırken doğrulup kollarımı gögsümün altında birleştirdim. Sinirlendiğimi hissediyordum. İki dakika içinde beni sinirlendirmeyi başarmıştı.
"Yani kaç dakikadır uyanıksın ve uyuyor numarası yaptın öyle mi?" Sakin bir şekilde sordum ama içimdeki sinir giderek büyüyordu. İnsan bir gözünü açar benim kendi kendime konuşmama izin vermez değil mi? Ama yok, kendi kendime konuşmamı dinler sonra beni sinir ederdi beyefendi.
"Uyanık olup olmadığıma baktın mı?" Soruma soruyla karşılık verdi. Yani çok da dikkat etmemiştim, sadece onu incelemiştim ama uyuyor numarası yapması hiç hoş değil. Ben bakmadım ama o da uyanığım demedi bana.
"Bakmak zorunda değildim, sen uyanık olduğunu söyleyebilirdin." diyerek üste çıktım. Üste çıkmaya çalışsam da haklıydım bence. O söyleseydi o zaman.
"Tamam Gece hata bende. Şimdi seninle tartışarak başımı daha fazla şişiremem." deyip elini başının arkasındaki sargı bezine götürüp dokundu. "Zaten yeterince ağrım var."
"Ağrın olduğunu niye söylemiyorsun? Ben hemen doktoru çağırıyorum." Sesim istemsizce yüksek çıktı.
"Bağırma kızım ya, zaten başım zonkluyor." Ben burada onun için endişeleniyorum ama beyfendi bağırıyorum diye kızıyor. Tamam haklı olabilir ama endişelendim işte. Allah Allah! Her kelimesiyle beni sinir etmeyi başarıyor ya!
Ters ters yüzüne bakıp odadan çıktım. İlk önce bizimkilere söyledim Pars'ın uyandığını. Onlar odaya girerken ben de doktorun odasına gidip ona da söyledim. Doktorla birlikte tekrardan odaya gelince Pars biraz da olsa kendini toparlamıştı. En azından baygın bakışlar atmıyordu etrafına. Eskisi gibi sert de bakmıyordu ama daha iyi gibiydi.
Doktor Pars'ı muayene ettikten sonra ağrısı için bir ağrı kesici enjekte etti seruma. İşi bitince de odadan geri çıktı. Bizimkiler de kalabalık yapmamak için odadan çıkınca yine Pars'la baş başa kaldık.
Ben yine eski yerime otururken Pars da yatakta doğrulup elini boynuna götürdü, sanırım künyelerine bakacaktı. Eli boş boynuna temas ederken kaşları çatıldı, bakışları beni buldu. "Künyelerim nerede?" Biraz telaşlı bir şekilde sordu, sanırım onları kaybetmekten korkuyordu. Bunu bilmem iyi oldu, kullanırım ben bunu.
"Bende." dedim rahat bir şekilde. Kaşları havalandı, bir süre beni inceleyip elini bana doğru uzattı.
"Ver o zaman." İtiraz etmeden arka cebimden künyesini çıkarıp verdim. Künyeyi eline alıp baktı, üzerinde kendi ismini görünce kaşları çatıldı. Herhalde benim adımın yazdığı Künyeyi vereceğimi düşünmedi. Bu ona ait, benim adımın yazdığı künye ise bana aitti. "Diğeri nerede?"
"Bende." dedim yine.
"Ver o zaman." Sesi bu sefer biraz sert çıkmıştı. Ya künyenin bana ait olduğunu öğrenmem onu sinirlendirmişti ya da onu uğraştırıp vermemem sinirlendirmişti. İki türlü de sinirliydi.
"Neden?" Sorumla gözlerini kapatıp sakin olmaya çalışınca alt dudağımı ısırdım. Sanırım bugün onu delirtecektim, o da bunu gizemli hallerine ve künyenin bana ait olduğunu bile bile gizlemesine saysın.
"Neden olabilir Gece? Künye bana ait olduğu için olabilir mi?" Bağırarak konuşmasıyla yanağımın içini ısırdım. Şimdiden bağırmaya başladığına göre birazdan ne yapardı bilemeyeceğim.
"O künye sana ait değil Pars, senin künyen elinde."
"İkiside benim boynumdan çıkmadı mı Gece? Çıktı, demek ki bana ait. Şimdi ver künyemi!"
"Senin boynundan çıkmış olabilir ama bu künye benim. Bana ait olan bir şeyin sende olması da doğru değil. Herkes kendi eşyasını almalı."
"Gece sabrımı sınama ve ver şunu! O künye bana ait!" dedi üstüne basa basa.
"Sana aitse neden benim adım yazıyor künyede?" Sordum ama cevap vermedi. "Sorularıma cevaplar verene kadar bana ait olan ve benim adımın yazdığı künye bende kalacak. Ne zaman sorularıma cevap verirsin o zaman alırsın." deyip ayağa kalktım, tam bir adım atmıştım ki Pars birden bileğimden tutup gitmeme engel oldu.
"Künyemi ver Gece." Bileğimi elinden kurtarmaya çalıştım ama daha sıkı tuttu. Gitmemi engelledi.
"Künye bana ait olduğu için vermiyorum Pars. Bırak şimdi kolumu!" dedim dişlerimin arasından. Aslında elinden kurtulabilirdim ama canını yakmaktan korkuyordum, bazen sinirlenince ne yaptığımı bilmiyorum ve ona da yanlışlıkla zarar vermek istemiyordum. Üstelik yaralıydı, hem de beni korumak için yaralanmıştı.
"Sen bana ait olan künyeyi ver ben de bileğini bırakayım." dedi kaçmayayım diye bileğimi daha sıkı tutarken.
"Sen, o sana ait olan künyede neden benim adımın yazdığını söyle ben de benim adımın yazdığı ama sana ait olan künyeyi vereyim." dedim hâlâ bileğimi kurtarmaya çalışarak. Bir yandan da laf ebeliği yapmayı ihmal etmedim tabii. Bu onu daha da kızdırdı.
"İsim ve soyisim benzerliği sadece ver şimdi!" Sinirle güldüm, acaba beni salak mı sanıyordu? Bence öyle sanıyordu çünkü çocuk kandırır gibi kandırmaya çalışıyordu.
"Ben de salaktım ve inandım Pars!" dedim alay ederek. "TC kimlik numarası da mı benziyor?"
"Kızım versene şu künyeyi!" Daha fazla sakin kalmadan bağırdı.
Ben de onun gibi bağırarak konuştum. "Vermiyorum, o bana ait!" deyip kendimi geriye doğru çektim ama Pars da bileğimden tutmaya devam ederek beni kendine çekince dengemi sağlayamayıp üzerine doğru gittim. Bileğimden tutuğu için üzerine düşmedim ama birbirimize çok yakındık. Hatta burunlarımız bile birbirine değiyordu. Nefesimin hızlandığını hissettim, gögsüm hızla inip kalkmaya başladı.
Yutkunup bakışlarımı gözlerine çıkardım, o da benim gözlerime bakıyordu. Bir anlığına bakışları dudaklarıma kayıp yutkundu. Tekrardan gözleri gözlerime tırmanırken kesik kesik nefesler aldığını işittim. Onun da gögsü hızla inip kalkıyordu.
Derin bir nefes alıp bu yakınlığımızı sonlandıracaktım ki burnuma gelen kokusuyla hareket edemedim. Böyle odunsu ve meyvemsi bir kokusu vardı. İkisinin karışımı ama çok güzeldi. Meyvemsi kokusu da baskın gelirken burun sızlatmayan ama hoş bir kokusu vardı. İnsanı mayıştıran ve içine çeken bir kokusu vardı. Şu anda oturup sabaha kadar onun kokusunu soluma isteğim normal miydi? Bence değildi, bu hiç doğru değildi ama şu anda aklımdan geçen tek şey buydu.
Bakışlarımı tekrardan gözlerine çıkardım, kahverengi gözleri az öncekine göre öfke saçmıyordu. Değişik bir şekilde bakıyordu ama sinirli değildi. O da en az ben kadar şaşırmıştı bu yakınlığa ama bunu çok güzel gizleyebiliyordu. Yutkunup bakışlarını yüzümün her bir noktasında gezdirdi ve gezdirmeye de devam etti. Her geçen dakika nefesinin giderek hızlandığını fark ettim. Benim de ondan farkım yoktu aslında.
Bakışlarım bir anlığına bileğimi tutan eline kayınca kanadığını gördüm. Serumun bağlandığı yerde küçük de olsa kan vardı. Sanırım benim bileğimi tutarken elini zorlamıştı ve biraz kanamıştı.
Hemen geri çekilip elini tuttum. "Elin kanıyor Pars. Ben hemen doktor çağırıyorum." Sesim bu küçücük kanda bile fazla endişeli çıkmıştı ve o da bu endişeme şaşkınca bakıyordu. Onun şaşkınlığını umursamadan yanından gidecektim ki tekrardan bileğimi tuttu.
"Küçük bir kan sadece Gece, sakin ol." desede onu umursamadan elinden kurtulup odadan çıktım, karşıma çıkan ilk hemşireyle tekrardan odaya girdim. Hemşire seruma bakarken ben endişeyle onu izliyordum. Bu küçücük kan bile onun için endişelenmeme, korkmama yetiyordu. Oysa ki o günden sonra çok kan görmüştüm, birçok adam dövüp nezarethaneye düşmüştüm ve o adamların hepsi de kan içinde kalmıştı ama hiç böyle kötü olmamıştım. Tamam Pars başından yaralanınca kötü olmam normaldi ama bu küçücük kanda niye bu kadar endişeleniyordum?
Ben içimde sorularla savaşırken Pars'ın bana baktığını gördüm. Beni inceliyordu ama sanki neden endişeli olduğumu anlamaya çalışmak için inceliyor gibiydi. Baştan aşağıya beni süzdü, gergin ve stresli olduğumu anlayınca biraz daha kaşları çatıldı. Yutkunup pencerenin yanına gittim, ona bakmamak için dışarıyı izledim. Elimden geldiğince sakin olmaya çalıştım, başardım mı bilmiyorum ama Pars'ın bakışlarının hâlâ üstümde olduğunu hissediyordum.
Sakin olmalıydım, her kan gördüğümde bu şekilde davranırsam bir daha göreve çıkamazdım, hatta mesleğimden bile olabilirdim. Sonuçta ölümle burun buruna savaşıyorduk ve illaki kan görecektim, hem bizden hem de karşı taraftan. Anladığım kadarıyla sevdiğim insanlarda kan görünce telaş yapıyordum ve maalesef ki mesleğimden dolayı kan görecektim onlarda. Sonuçta hepimizin yaralanma riski yüksekti. Eğer ki bu durumumu biri fark ederse benim için hiç iyi olmazdı. Bir an önce buna bir çözüm yolu bulmalıydım. Ama nasıl? Off! Her geçen dakika başka bir sorun çıkıyordu ve ben bir gün kafayı yiyecektim. Oysa ki mesleğime ye geri dönmüştüm ve sevincimi bile bu sorunlar yüzünden tadını çıkartamıyordum.
Acaba bir yardım mı alsam? Bir doktorla görüşebilirim, hatta psikiyatriste olabilir. Sonuçta pisikolajiyle ilgili sanırım bu durum. Ama biri fark ederse? Üç ayın sonunda mesleğime geri dönmüşken bunu riske atamazdım.
Bizimkilere mi söylesem acaba?
Bakışlarım yine Pars'a kaydı, hâlâ bana bakıyordu. Yardım ederler miydi yoksa bu durumu albaya anlatırlar mıydı? Belki de hem benim hem de kendi hayatlarını riske atmamak için söylerlerdi. Bir de benimle mi uğraşacaklardı? Herkesin kendi derdi vardı sonuçta.
Hem belki bu durum bir anlık bir şeydi. Belki bir daha tekrarlanmazdı. Tekrarlanırsa da gizlice yardım alırdım. Tabii kimsenin bilmemesi için iyi bir doktor bulup bu işi gizli yapmalıyım. Bu süre zarfında da kan görünce kendimi kaybetmemeliydim. İlk önce bu durumun tekrarlanıp tekrarlanmadığına bakacaktım ve sonra da ona göre bir yol izleyecektim.
Evet evet kesinlikle bu şekilde yapacaktım. Kimsenin haberi olmadan bu sorunumu da halledecektim.
"Gece." Pars'ın sesini duyunca ona baktım. "İyi misin sen?" Başımı sallayıp onayladım onu.
"İyiyim." Hiç de iyi değilim.
"Bana bir bardak su verir misin?" Baş ucundaki komodine gidip su doldurdum. Bardağı uzatınca alıp tekrardan komodine koydu. Kaşlarım çatılırken bileğimden tutup yanına oturmamı sağladı. "Neyin var?" Sordu, keşke iyi bir yalancı olabilseydim.
"Bir şeyim yok, iyiyim dedim ya." Ve bir kez daha yalan söylemeye çalıştım.
"Bana kötü bir yalancısın diyorsun ama sen benden daha kötüsün bu konuda." Kötü bir yalancı mı? Ne zaman dedim ki? Ah tabii ya, onu uyuyor sandığımda kendi kendime konuşmuştum, onu kastediyordu sanırım.
"Sen boş ver beni, benim için yaralanınca endişelendim yoksa küçücük bir kanı abartarak değilim." dedim. Bana inanmayan gözlerle bakınca devam ettim. "Öyle bakma Pars, kollarımda kanlar içinde yığılıp kaldın, ister istemez endişelendim ve o kanı da fazla abarttığımı biliyorum. Sadece bir anda kucağıma yığılınca geçmişim aklıma geldi, sonra bu küçük kanı abarttım işte. Ama merak etme, bu kadar küçük şeyleri bir daha abartmam." Umarım öyle olur, çünkü bu çok büyük bir sıkıntı olacaktı bana.
"Abartma demiyorum ki sadece bu birkaç damla kanı görünce fazla tepki vermen gözümden kaçmadı. Belki bir sorunun vardır diye soruyorum." Keşke bunu ben de bilebilsem.
"Sorunum falan yok. En son arkadaşlarımı kaybettim, aylar sonra göreve geri döndüm ve daha bir hafta olmadan komutanım kanlar içinde üzerime yığıldı. Bu yüzden de o birkaç damla kanı abarttım." Açıklamama inanmış olacak ki fazla üstelemedi, ben de hem konuyu değiştirmek için hem de asıl konumuzdan sapmamak için tekrardan konuştum. "Sen bu kan olayını bırak da boynunda neden benim adımın yazdığı künyeyi taşıdığını açıkla. Ha bir de bu künyeyi nasıl yaptırdın, ya da nasıl ele geçirdin?"
"Hatırlattığın iyi oldu." deyip elini açtı. "Künyemi ver!" Ben ne diyorum adam bana ne diyor ya.
"Pars senle bir anlaşma yapalım mı?" Gayet ciddi bir şekilde sordum.
Tek kaşı kalkarken şüpheli bir şekilde bana baktı. "Ne anlaşması?"
"Bak şimdi ben sana bir soru soracağım bu sorumun cevabını bana verdiğin taktirde..." deyip sustum, hemen ardından devam ettim. "Tabii doğru verdiğin taktirde, benim adımın yazdığı ama sana ait olan künyeyi veririm."
"Ne soracaksın peki?" Sırıttım, kabul etmeyecekti ama şansımı denemekten ne zarar gelirdi ki?
"Bu künyede neden benim adım yazıyor?" Göz devirip üzerime doğru gelince hemen ayağa kalkıp kaçtım.
"Hata bende insan gibi bir anlaşma yapacağız sanıyorum!" İnsan gibi bir anlaşmaydı aslında. Yani bana göre insan gibi bir anlaşmaydı.
"Tamam kızma başka bir soru sorayım o zaman." dedim tekrardan yanına oturarak.
"Sorma Gece! Bana künyemi geri ver!" Niye bağırıyor ki? Sanki bağırmadan istese vermeyeceğim.
"Bağırma Pars ya, bak yaralısın başın ağrır. Hem ben de yaralıyım, kendi başını ağrıtıyorsun tamam ama benimkini bari ağrıtma." Bakışları alnıma kaydı, bir süre sargı bezine bakıp bir şey demedi.
"Diğer sorumu sorayım mı?" Ters ters yüzüme bakmak dışında cevap vermedi. "Bunu evet olarak algıladığım için soruyorum. Geçmişini bize anlatırsan künye senindir." Kaşlarını çatarak bakınca şirince sırıttım. "Bence makûl bir anlaşma. Hem geçmişini anlatırsan bu künyenin nasıl eline geçtiğini ve neden benim adımın yazdığı künyeyi boynunda taşıdığını asla sormam." Tabii ki de sorarım. Ben meraklı bir insanım, merakı geçtim benim adım yazıyor tabii soracağım.
"Bence güzel bir anlaşma değil mi? Hadi anlat bana geçmişini." dedim, derin bir nefes alıp omuzlarını düşürünce anlatacağını sandım ama o beklemediğim bir anda ellerimi tutup arkamda birleştirdi.
"Berbat bir anlaşma! Bana ait olan künyeyi almak için asla bu berbat anlaşmayı kabul etmem!" dedi sinirle.
"Ruh hastası! Bırak elimi!" dedim ellerinden kurtulmaya çalışarak. Ben anlatacak diye beklerken adam beni yakalıyordu.
"Sen daha hastalıklı halimi görmedin, görmek istemiyorsan ver şunu!" Allah'ım bağırmadan konuşsa ölür sanki!
"Vermiyorum ya! Git bunu nereden bulduysan aynı yerden bul!"
"Gece!"
"Bağırma kulağım dibinde! Başım ağrıyor!" dedim tıpkı onun gibi bağırarak.
"Sen de bağırma! Benim de başım ağrıyor!" Başı ağrıyor ama hâlâ bağırıyor beyfendi!
"Başın ağrıyor ama sen de bağırıyorsun bu ne saçma iş ya!" Sanki bağırmadan konuşunca birbirimizi anlamayacakmışız gibi ikimizde bağırıp duruyorduk.
"Gece vermezsen zorla alırım." Tehditvari bir şekilde konuştu.
"Bok alırsın!" dedim, tek kaşı kalktı, bir an gülecek gibi olsada kendini sıktı.
"Bak bakalım nasıl alıyormuşum." deyip üzerime doğru geldi, ellerimi tek eliyle tutunca telaşla konuştum.
"Bana bak, tırnağının ucu dahi bana dokunursa avazım çıktığı kadar bağırır taciz ediyorlar derim. Artık sende tacizden birkaç gün içeride yatarsın." Tehdit ettim.
O benim dediklerimi hiç umursamadan biraz daha üstüme geldi. Ellerinden kurutulmaya çalıştım ama kabul etmeliydim ki benden bir hayli güçlüydü. Sanki eliyle tutmuyordu da ellerime kelepçe takmıştı. Nefesi kulağıma değerken yuttundum. "İstediğin kadar bağır Gece, umurumda bile değil. Ben bu künyeyi alcağım." dedi ve eli belime değdi. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, eğer elini aşağıya indirirse künyeyi alırdı, çünkü künye arka cebimdeydi.
"Pars dur ben vereceğim sana. Bırak ellerimi." dedim telaşla. O künyeyi alırsa asla bana gerçeği söylemezdi. Hoş böylede söylemiyordu ama en azından elimde bir koz olurdu.
"Bende alabilirim güzelim." Güzelim mi? Sakin ol Gece, alt tarafı güzelim dedi. Kalbinin hızlanmasına gerek yok. Sıradan bir kelime sadece.
"Aaa bu ne be! Vallahi bağıracağım taciz ediyorsun diye. Hem güzelim de dedin bence bana inanırlar." Kulağıma değen dudaklarından güldüğünü anladım. "Pars vallahi vereceğim bırak elimi. Bak biri gelecek şimdi, yanlış anlayacak bizi." dedim çırpınmaya devam ederken ama o beni hiç umursamadı bile. Eli belimden biraz daha aşağıya indi.
Tam tekrardan konuşup onu ikna etmeye çalışacaktım ki az önce dediğim şey oldu. Kapının açıldığını duydum, hemen ardından şaşkınlık nidaları ilişti kulağıma. "Oha amına koyayım! Bu ne lan!" Bu ses... Allah'ım rezil olduk.
Pars birden elimi bırakıp benden uzaklaşınca hızla ayağa kalkıp kapıda bize şaşkınca bakan bizimkilere baktım. Onlara bakmamla hepsi aynı anda elleriyle gözlerini kapatıp yine aynı anda konuştu. "Vallahi bir şey görmedik!" Keşke yer yarılsada içine girsem.
Bakışlarım bizimkilerin yanında daha önce hiç görmediğim adama takıldı. Şaşkın bir şekilde bize bakıyordu. Time rezil olduğumuz yetmiyormuş gibi bir de tanımadığımız bir adama daha rezil olmuştuk.
Adamın tanıdık gelen yüzüyle kaşlarım çatıldı. Birine çok benziyordu. Bakışlarım bir anlığına Pars'a kayınca kaşlarım iyice çatıldı. Tabii ya, bu adam Pars'a çok benziyordu. Sanırım telefonda konuştum Aras olmalıydı. Pars'ın da konuşmasıyla doğru düşündüğümü anladım.
"Aras? Ne işin var senin burada?" Onu görmek şaşırtmıştı baya, bunu sesinden de anlayabilmiştim.
"Yaralandığını duydum bir yanına geleyim dedim ama..." deyip sustu, bakışları bana kayarken yüzünde muzip bir ifade oluştu. "Keşke ucağım rötar yapsaydı da biraz daha geç gelseydim." diye ekledi. Bir imada mı bulundu o? Umarım yanlış anlamışımdır.
Bir şey demeden ona bakmaya başladım. O da yanıma gelip elini uzattı. "Aras ben, abimin kardeşiyim." Kurduğu cümleye gülmemek için kendimi sıktım. Abimin kardeşiyim mi? Kendini tanıtma şekli mükemmel.
"Memnun oldum abisinin kardeşi." dedim elini sıkarken.
Sıkıntıyla ensesini kaşıyıp tekrardan konuştu. "Pardon olmadı bu. Kıdemli üsteğmen Aras ben, Pars'ın kardeşiyim." İşte şimdi olmuştu.
"Memnun oldum üsteğmenim, ben de üsteğmen Gece." dedim hâlâ elini sıkmaya devam ederken.
"Üsteğmenim mi?" Pars'ın sorusuyla ona baktım. "Ben sana resmi konuş dediğimde konuşmuyorsun ama Aras'la niye resmi konuşuyorsun?" Kaşlarım çatıldı, buna mı takılmıştı?
Aras gülerek abisinin yanındaki sandalyeye otururken konuştu. "Demek ki adamına göre muamele yapıyor abi." Demesiyle Pars tarafından kafasına bir tane geçirilmesi bir oldu.
"Sen araya girme!" dedi sert sesiyle.
"Anlaşıldı komutanım." deyip arkasına yaslandı Aras. Pars'ın bakışları tekrardan bana dönünce cevap verdim.
"Sen de bir resmi konuş bir de konuşma diyorsun Pars." dedim. "Ne yapayım ben? Keyfime göre hareket etmeye karar derdim işte."
"Sen de sürekli benim dediğimin tersini yapıyorsun. Resmi konuş diyorum sanki karşında komutanın yokmuş gibi baya rahat konuşuyorsun. Resmi konuşma diyorum bu sefer de resmi konuşuyorsun. Benim sana bir şey yaptırmam için illaki tam tersini mi söylemem lazım?" Başımı sallayıp onayladım onu.
"Evet." Aras cevabıma gülerken Pars ters ters bakmakla yetindi. Ne kadar tip olarak birbirlerine bezeselerde huy olarak benzemiyorlardı sanırım. Bunu Aras'la iki kelime etmemden anlamıştım. Aras, Pars'a göre eğlenceli Pars da Aras'a göre daha ağır başlıydı. Ama tip olarak neredeyse birebirdi.
"Neyse ben sizi yalnız bırakayım." deyip kapının ağzında durmaya devam eden bizimkilerin yanına ilerleyip hep birlikte dışarıya çıktık. Kendimi hastane sandalyelerinden birine attım. Üzerimde hissettim bakışlarla karşı duvarın dibindeki sandalyelere sırayla dizilen bizimkilere baktım. Başımı ne var anlamında salladım. "N'oldu?"
"Pars komutanımla aranızda bir şey mi var?" Bunu soran Anıl'a baktım.
"Hayır tabii ki de." Net bir şekilde cevabımı verdim.
"Ne yani gönül mü eğlendiriyorsunuz?" Gözlerimi kapatıp sakin olmaya çalıştım ama pek başarılı olamadım. Sinirle bu soruyu soran Enes'e baktım.
"Ne alaka ya?" Sesim istemsizce yüksek çıktı.
"Enes haklı komutanım, böyle düşünmemiz gayet normal." dedi Barış.
"Siz sanırım son zamanlarda Görkem'le çok takıldınız." Görkem'e laf çarpıtmamla Batuhan gülmeye başladı ama Görkem kaşlarını çattı.
"Haklı bir cümle." dedi Batuhan. Görkem onu hiç umursamadan konuştu.
"Umarım iyi bir şey demişsinizdir komutanım." Umut ederek konuştu.
Gülerek başımı salladım. "İyi bir şey söyledim, korkma." deyip diğerlerine baktım. "Benden bir şey almaya çalışıyordu ve ben de o şeyi vermeyince bir anlığına yakınlaştık o kadar. Siz de tam o sırada geldiğiniz için yanlış anladınız."
"Bizim zamanlamamızda mükemmel yalnız." deyip güldü Batuhan. Bir şey demeden ayağa kalktım, elim arka cebimdeki künyeye gitti ama fark ettiğim şeyle kaşlarım çatıldı.
"Lanet olsun!" Elimi cebime sokup künyeyi yokladım ama yoktu. "Lanet adam! Kaşla göz arasında nasıl aldın o künyeyi sen?" Kendi kendime mırıldandım. Büyük ihtimalle ellerimi ilk tuttuğu anda almıştı, çünkü ben ellerimi tutmasını beklemediğim için şaşırdım ve hemen çırpındım. O sırada alacağını düşünmediğim için künyeye odaklanmamıştım ve o da bunu tahmin ettiği için kaşla göz arasında almıştı. Elimle alnıma vurdum. "Ben bunu nasıl fark etmem ya?" Bir kez daha söyledim.
"Delirmiş olabilir mi?" Duydum sesle Batuhan'a döndüm. Benim ona baktığımı görünce dikleşti. "Yani kendi kendinize konuşunca öyle düşündüm." diye savundu kendini.
"Hiç kendi kendine konuşan insan görmediniz mi?"
Başlarını aynı anda iki yana sallayıp yine aynı da konuştular. "Hayır." Göz devirdim.
"İyi görmüş oldunuz işte." deyip yanlarından uzaklaştım.
"Sanırım özel gününde, birkaç gün idare edeceğiz artık bu hallerine." Bunu diyen Anıl'a güldüm, daha çok sinirle karışık bir gülmeydi ama sinirim ona değil gizemli davranan ve benden bir şeyler saklayan Pars'aydı.
Sinirli sinirli koridorda yürüdüm. "Ama ben bunun hesabını sana soracağım Pars, nasıl olsa burada birkaç gün gözetim altında tutulacaksın ve karargahta olmadığımız içinde seninle rahat rahat konuşup bunun hesabını sorabilirdim." Sanki karargahta rahat rahat konuşmuyordum ya! Sırf adamı sinir etmek için resmi konuş dediğinde konuşmuyor resmi konuşma dediğinde konuşuyordum. Aslında Pars haklıydı, bana bir şey yaptırması için tam tersini söylemeliydi.
Aslında böyle bir insan değildim, Enes'in künyesi düştüğünde bize bağırdığı zaman böyle yapmaya başlamıştım. Tamam o zaman bizim yaptığımız doğru değildi ama onun yaptığıda doğru değildi. Enes künyeyi kaybetme korkusuyla kimseyi umursamadan gitmişti, ki onun yerinde ben olsam ben de aynısını yapardım. Sonuçta babasından kalan son hatıraydı. Ben de onun gittiğini görünce endişeyle peşine takılmıştı ve o sırada kulaklıktan onlara cevap vermek aklımın ucundan daha geçmemişti, bir de patlamanın tam ortasındayık. Tamam biz hatalıydık ama Pars yine sorgulamadan bağırıyor? İşte bu yüzden ve hatasını kabul etmediği için ben de dediğinin tam tersini yapıyordum. Tabii görevlerde öyle olmayacaktı. Sonuçta görevle aramızdaki sorunu karıştırmazdım.
Düşünceleri kafamdan defetmek için başımı iki yana sallayıp son kez Pars'ın kaldığı odaya baktım. Sanki ileride kapı değilde kendisi varmış gibi gözlerim kısılmıştı. "Az kaldı Pars az. Bir sırrın çözüldü, künye bana aitmiş. Diğerleri de yavaşça çözülecek ama bu süre zarfında seni fazlasıyla delirtebilirim. Umarım buna hazırlıklı olursun yoksa senin sonunu hiç iyi görmüyorum." diye mırıldandım.
Hadi bakalım Pars senin inadın mı yoksa benim inadım mı daha üstün...
Bu oyunda bir kaybeden ve bir kazanan olacaktı Pars Karadağlı ve ben kazanan taraf olurken sen kaybedeceksin ve paşa paşa bana her şeyi anlacaksın.
Gece Sayer'in inadı kazanırken Pars Karadağlı'nın inadı kaybedecek...
Selam nasılsınız?
Bölüm nasıldı?
Pars'ın kardeşi Aras da Gece'yi tanıyor mudur?
Gece kan görünce kötüleşti. Tedavi olur mu dersiniz?
En sevdiğiniz sahne?
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın🤍
|
0% |