@korelimmoments
|
Türkiye’ye geleli bir hafta olmuştu bile. Yıllardır seyahat ede ede her ülkenin farklı bir aurası olduğunu deneyimleyerek öğrenme fırsatım olmuştu. Kanada’da hayat yavaş akardı. Kendinde has zorlukları olurdu ama durgun bir enerjisi olan bir ülkeydi. Türkiye’ye ne zaman dönsem hayat on katı hızlanırdı ve olan biten hiçbir şeye yetişemezdim. Buranın insanının da, doğasının da kendince bir hengamesi vardı. Şanslıydım ki henüz bu hengameyi özlediğim günlerdeydik. Muhtemelen kısa bir süre sonra da Kanada’yı özleyecektim. Görünen o ki Güney’in babası ve babam işleri büyütmüşlerdi. Bizim şirketler holdinge dönmüştü ve Güney şu anda holding'in en tepesindeydi. Tabi ki arkasında emekliliğinin keyfini sürmek üzere yavaş yavaş elini eteğini işten çekmeye çalışan babalarımız vardı. Ancak egede yat alıp 3 ay denize açılmalarından sonra Güney onlardan iyice umudu kesip işleri baştan sıkı tutma modunu açmıştı. En azından babamın bana anlattığı buydu. Buraya geldiğimden beri Güney benle konuşmuyordu çünkü. Onun görevi beni Kanada’dan buraya sürüklemekti ve bu süreçten oldukça zevk almışa benziyordu. Babam beni Güney’in yanına yerleştirmeye çalışıyordu. Tabi ki bu sürpriz olmamıştı ama direnebildiğim kadar direnmiştim. “Ama baba, biliyorsun ben psikoloji okudum ne anlarım sizin yaptığınız işlerden?” demiştim. “Anlamak zorundasın Miray, zamanla hepsini Güney’den öğreneceksin. Güney’i bu kadar yükün altında yalnız bırakamayız,” diye kestirip atmıştı. Babalarımızın keyfi yerindeydi. Kararlar da çoktan verilmişti. Bu gizli ajandayı kaç yıldır yürütmeye çalıştıklarını merak ediyordum. Böyle olacağını bilseydim psikoloji okuyup o kadar dirsek çürütmezdim. “Hayatı öğrenmen için, kendini kendine ispatlaman için çalışman, didinmen gerekiyordu,” dedi babam. Haklıydı da… 3 yıldır Kanada’da çok fazla şey öğrenmiştim. En önemlisi yalnız başıma ayaklarımın üzerinde durmayı. SInava girip başarılı olmayı, başarısız olmayı. Bir şeyi çok istemedi ve elde etmeyi, elde edememeyi… Ya da ben öyle olduğunu sanıyordum. Yakın zamanda hayatta ne kadar deneyimli olduğumu görecektik. Telefonumun titremesiyle daldığım düşüncelerden uzaklaşmıştım. Güney’in asistanı Gonca arıyordu. İsteksizce telefonu açtım ve kulağımdaki kulaklıktan konuşmaya başladım. “Alo,” “Miray Hanım günaydın, ben Gonca,” dedi. “Numaran bende var Gonca, buyur ne olmuştu,” dedim olabildiğince yumuşak bir sesle. Muhteşem fiziğiyle, upuzun saçlarıyla ve harika gülümsemesiyle Gonca her kadını kıskandıracak bir güzelliğe sahipti ancak son derece olgun ve kendini bilen haliyle beni etkilemeyi başarmıştı. Üstelik Güney’le bu kadar yakın çalışmanın sinirlerini zorladığını tahmin ettiğimden ona çok anlayışlı davranmaya çalışıyordum. “Güney Bey sizi bu sabah ofise bekliyor. Yeterince dinlenmiş olabileceğinizi düşündüğünden gelmenizi rica etti,” dedi kızcağız çekine çekine. “Yumuşatmana gerek yok Gonca, tam olarak bu cümlelerin kullanılmadığına eminim,”dedim. Telefonun ucunda Gonca çaresizce kıkırdadı. “Tamam geliyorum, ne giymem gerektiği hakkında biraz bilgi verip bunu sana sorduğumu kimseye söylemesen olur mu?” diye fısıldadım. “Tabi ki Miray Hanım hemen anlatıyorum size şöyle ki…” 45 dakika sonra siyah slim fit pantolonumun altına giydiğim stilettolarımla ve üzerimde son derece şık kemik rengi hafif transparan şifon bir bluzla ofise giriş yapmıştım. Gonca’dan dress codela ilgili uzun uzun açıklamalar ve tavsiyeler almış olsam da ilk gün için cesaret edemediğim şeyler vardı. neyle karşılaşacağımı bilmediğimden elime gelen en klasik parçaları giydim. Holding binası İzmir’in klasik rezidanslarından biriydi. Tek fark bu rezidans sadece on katlıydı ve tüm katlar bize aitti. Ben uzaktayken işlerin bu kadar büyümesine inanamıyordum. İnşaattan ticarete, konfeksiyondan gıdaya kadar her şeye uzanan bir markalaşma sürecinde gibi görünüyorduk. Ailemle gurur duysam da bir yandan korkuyordum. Edinilen bu başarıyı en ufak bir hatamla yok edebilir miydim? Güney’e güvenmek zorundaydım. Ne de olsa aynı geminin yolcusuyduk. Hem içimden bir ses onun hala güvenilir bir yanının olduğunu söylüyordu. Başka şansım da yoktu zaten. Bekleme odasında biraz takıldıktan sonra Gonca beni Güney’in odasına aldı ve tam sevdiğim gibi kahvemi ve kurabiyemi hazır edip önüme koydu. Odadan çıkarken bana tatlı bir şekilde göz kırpmıştı. Gonca buraya tutunmamı istiyordu ve zorlanacağımı tahmin ettiği için bana güç vermeye çalışıyordu. İçeriği girdiğimde mükemmel döşenmiş bu siyah ve gri tonlarına sahip ofisin yerlere kadar uzanan camlarından birinin önünde arkası dönük duran takım elbiseli adamın bana dönmesini bekliyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Lütfen bu kişi Güney olmasın bari diye içimden dualar ederken kendime yakalanmıştım. Çünkü bir insan takım elbisenin içinde de bu kadar güzel görünemezdi herhalde değil mi? Ama dualarım boşa çıkmıştı. Elleri hala cebinde, arkasını dönen adam Güney’di. Takım elbisesi üzerine ustaca dikilmiş. Sanki rengi, içindeki gömleği, gömleğinin düğmelerini nereye kadar açacağı bile bir stilist tarafından ona belirtilmişçesine mükemmel duruyordu. Beni eleştirirmiş gibi tepeden tırnağa hoşnutsuz bir ifadeyle süzdükten sonra direkt masasına geçip konuya girdi. “Maalesef birlikte çalışmak zorundayız.” işte böylece karın ağrısını direk masaya koymuştu. “Güney, benden neden nefret ediyor gibi davranıyorsun? Önce bunu çözsek olur mu?” dedim kendimden şüphe eden bir ses tonuyla. Reddedilmekten çok korkuyordum. “Senden nefret etmiyorum. Nefret etmem için sana değer vermem gerekiyor. Sana değer verdiğim yanılgısına kapılmanı istemiyorum. Benim için zor bir proje olacaksın ama babalarımıza söz verdiğim için seni eğitmek ve senle iş paylaşmak zorundayım,” dedi. Açıklaması bu kadardı. Sol elim anksiyeteden titremeye başlamıştı. Türkiye’den ayrıldığım için bu kadar kızgın olamazdı değil mi? Onları korumak için gitmiştim. Benden bu denli tiksinmesine neden olacak bir şey yapmamıştım ki! “Karşımda şimdiden titremeye başlaman işlerin tahmin ettiğimden daha zor olacağını gösteriyor,” dedi tek kaşı havada. Acımasızlığına inanamıyordum. Derin bir nefes alarak kafamı geriye attım. Bunalıyordum ve anksiyete atağı geçirmek beni olduğumdan daha zayıf gösterecekti. Onurcan’la ilgili bir şeyler miydi onu bu kadar değiştiren? Peki tamam da benim ne suçum vardı! Güney’in odasından kaçar gibi çıkıp aklıma gelen ilk ismi aradım. Elif… Elif o gün oradaydı… Neler olduğunu bilirdi. Telefonu bu sefer kulaklığa bağlamayıp olayların yarattığı gerginlikle kafatasıma hınçla yakınlaştırıp kulağımda sinirle tutmuştum. Elif’in numarası artık kullanılmıyordu. Tamam… Bu normaldi. Yıllar içinde insanların numarası değişebilirdi. Derken Sinem’i aramaya karar verdim. Yıllardır onlara ulaşmayıp şimdi yana yakıla aramaktan ben de utanıyordum ama hepsi onları ve Güney’i Onurcan’dan korumak içindi. Ama şu an neler olup bittiğini öğrenmem için Sinem’e ulaşmam lazımdı. Sinem beni anlardı. Telefonun meşgule düşme sesiyle yıkılmıştım. Sinem beni meşgule atmıştı. Yıllardır aynı numarayı kullanıyordum yani ben olduğumu biliyordu ama yine de beni meşgule atmıştı. Son çare olarak Güney’in arkadaşı Volkan’ı aramaya karar verdim. Belki onda numaram olmadığı için… Kim olduğumu bilmediği için telefonumu açardı ve iki cümle de olsa ağzından bir şeyler alabilirdim. Telefonla iki kez çaldıktan sonra tok bir ses tarafından cevaplandı: “Efendim Miray,” Uykulu gelen ama sanki onu arayacağımı tahmin eden bir sesti bu. “Volkan, benimle konuşacak mısın?” dedim ağlamaklı bir sesle. Kendimi güçlü tutmaya hala ne olursa olsun gayret ediyordum. “Seninle konuşacak çok bir şeyimiz yok Miray,” dedi. “Neden aradığını tahmin ediyorum. Son 3 yılda neler olduğunu öğrenmek istiyorsun. Sana kimse olanları anlatmayacak. Hepimiz yaşanan her şeyin mağduruyuz. Açıkçası aramızda en iyi hamleyi sen yaptın. Kaçtın ve kendini kurtardın. Ama biz kaldık ve savaştık. Güney… Aramızda en çok zarar gören o oldu. Sen Kanada’da partilerken bizler hayatımızın mahvolmasını önlemeye çalışmakla meşguldük hem de her gün…” dedi. Onurcan bu kadar uzatmış olabilir miydi? Bilmeden yakın arkadaşlarımı da bu delikte bırakıp mı gitmiştim. Dehşete düşmüştüm. Ben ne yapmıştım! Soru sormak için ağzımı açmak üzereydim ki Volkan benim yerime cevapladı. “Her şeyi kendi başına çözmen gerekecek Miray. Kimsenin seninle uğraşacak hali yok. Bu numarayı bir daha arama,” deyip telefonu çat diye kapattı. Olduğum yere çöküp titreyerek ağlamaya başladım. Beni uzaktan gören Gonca koşarak yanıma gelip kolunun altına sakladı ve kendi odasına doğru sürükleyip arkamızdan kapıyı kapattı. |
0% |