Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. DAVETSİZ MİSAFİR

@lavesta_a

Herkese Merhabaa!! Uzun bir bölümle karşınızdayım.

Keyifli okumalarr🫠

🎧; 

James Arthur, Train Wreck

Cavetown, Talk To Me

Rihanna, Cry

İntikamın sıcaklığıyla parlıyor, duman kokusuyla geçmiş sarsılıyor. Gönülde hırsın sıcak nefesi, Karanlıktan yankılanır intikam çığlığı.

 

Ateş: Bir pazar sabahı kendini cinayet videosuyla tanıtmaya karar verip başarısız olan, paravan şirketlerin korkulu rüyası; korkusuz, acımasız hacker.

Gece Yücesoy: Sıradan bir üniversite öğrencisi; çalışkan, başarılı, merhametli zavallı kız.

İki farklı hayat, iki farklı kişilik.

Ateş benim kendimce cesur tarafımdı. Gözümün döndüğü, her şeyi yakıp yıktığım bir diğer kişiliğim belki de.

Ateş; benim gözlerimde ki kıvılcım, yüreğimdeki kor'dan geliyordu. İçimdeki yangının dışa vurulmuş hali. Ciğerlerime dolan alevler kalbimde oluşan o koca boşluğu çok az olsa da kapatıyor. Duman kokusunu her içime çekişimde biraz daha arzuluyordum patlatmayı, çıkan yangınları... Ortaya çıkan o eşsiz görüntüyü her defasında küçük bir kızın sirkte gösteri izlemesi gibi heyecanla izliyordum. Bu hâlimden pişman mıydım? Asla.

Şu an'a kadar gerçek kimliğimi bilen kişiler Kaya ve Çağlar'dı. Şimdi ise yanlarına hiç istemediğim ama mecbur bırakıldığım Araf Demirkan eklenmişti.

Şekilli kaşları çatılmış gözleri ise kısılmıştı. Yakından gözlerinin rengi biraz daha koyuydu tıpkı safir taşı gibi. Ayağımda topuklu çizme olmasına rağmen ona bakmak için hafifte olsa kafamı kaldırmam gerekmişti. Saçları fotoğraflardakinden farklı şekilde dağınıktı ve birkaç tutamı alnına dökülüyordu. Siyah boğazlı kazağın üstüne deri ceket giymişti. Altında siyah pantolon, ayaklarındaysa siyah postallar vardı. Üzerindeki tek renkli şey, cam gibi parlayan lacivert gözleriydi onlarında lens olmadığından şüpheliydim. Lens miydi acaba? Kesin lensti.

Ortamdaki sessizlik rahatsız etmeye başladığı sırada karşımda duran adamın beni baştan aşağı süzen şaşkın bakışları tekrar gözlerimde son buldu. Ben ise inatla tam gözlerinin içine bakıyordum. En sonunda elini koluma saran yanımdaki Kaya'ya öfkeli bir bakış atıp kolumu sertçe çektim.

"Sabaha kadar bakışacak mıyız?" diye sordum en sonunda dayanamayarak. Araf bir Kaya'ya bir bana bakıyordu.

"Araf?" dedi Kaya, uzanıp koluna dokunarak. "Bir sorun mu var?"

Kaya'nın koluna dokunmasıyla bir an için ona döndü ama sonra tekrar gözlerimizi buluşturdu. Yavaşça dudaklarını ıslattı ve konuşmak için araladı. "Hayır... Ben sadece biraz şaşırdım." dedi pürüzsüz çıkan sesiyle.

Çenemi biraz daha havaya kaldırıp, "Şaşırmanız bittiyse geçip oturalım," dedim tavizsizce. Yanlarından ayrılıp koltukların olduğu tarafa yürüdüm.

Orta sehpanın üstünde duran iki viski bardağı yarılarına kadar doluydu, yüzümü buruşturup tekli koltuğa oturdum. Sabah sabah nasıl mideleri alıyordu asla anlamıyordum. Bacak bacak üstüne atıp arkama yaslandım. Kaya'yla Araf'ta önümdeki ikili koltuğa yerleştiler. Araf öne doğru eğilmiş ellerini birbirine kenetlemiş beni izliyordu.

"İster misin?" diye sordu Kaya. Başımı ona çevirdiğimde eliyle önündeki viski bardağını gösteriyordu.

Kafamı iki yana salladım. "Sabahları içmediğimi biliyorsun," dedim dişlerimin arasından. Onunla konuşmaya bile tahammülüm yoktu. Ne kadar az diyalog kurarsak o kadar iyiydi benim için. "Evet, anlat bakalım. Nasıl, nerede ve ne için tanıştınız?" diye sordum Araf Demirkan'a bakarak.

"Anlattım ya sana," diye konuşmaya başlayacağı sırada Kaya'yı elimi kaldırıp susturdum.

"Sana sormuyorum, Demirkan'a soruyorum," dedim bakışlarımı tekrar Araf'a çevirerek. "Anlat Demirkan, dinliyorum."

Uzanıp viski bardağını eline aldı ve dudaklarına götürdü. O sırada bileğindeki dövme dikkatimi çektmişti. Tam göremiyordum ama dikenli tele benziyordu sanki. Bütün bileğini ince bir şekilde sarmıştı. Bakışlarımı dövmesinden çekip gözlerine çıkardım.

"Aslında anlatılacak çok bir şey yok," dedi. Bardağından bir yudum alıp diliyle dudaklarını ıslattı ve konuşmaya devam etti. "Nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde Kaya beni buldu ve anlaşmamız gerçekleşti."

Kaşlarımı çatıp bakışlarımı ikisinin üzerinde gezdirdim. Söylediği asla inandırıcı gelmemişti. "Bu kadar mı yani?" dedim inanmadığımı belli ederek.

Araf Demirkan kayıtsızca omuzlarını silkti ve "Bu kadar," dedi tek seferde.

Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ve omuzlarımı dikleştirdim. Bu kadar basit değildi tanışmaları buna emindim ama şimdilik bu konuyu bir kenara ittim. "Peki ne teklif ettin de Kaya sana şak diye çıkarıp videoyu gösterdi?" dedim asıl merak ettiğim soruyu sorarak.

Parmağını bardağın etrafında bir tur döndürdü ve tekrar bakışlarını bana çevirdi. "Bu hayatta herkesin en çok istediği şeyi," dedi ve dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrıldı.

"Neymiş herkesin bu hayatta en çok istediği şey?" dedim tek kaşımı kaldırarak. Komik olan neydi tam olarak?

Çarpık bir gülümseme yayıldı yüzüne ve kaşlarını kaldırıp "Para," dedi.

"Para mı?" dedim ve yüzümü Kaya'ya çevirip, hayal kırıklığıyla gözlerinin içine baktım. "Kaç paraya sattın beni?"

"Gece!" dedi uyarıcı sesiyle. Öfkeli yüzüne bakıp umursamazca omuz silktim. Çalışacağı kişinin yanında küçük düşmek istemiyordu ama benim umrumda bile değildi. İhaneti o kadar ağır gelmişti ki daha fazla ne kadar kaldırabilirdim bilmiyordum. Tam bir şey söyleyecektim ki Araf'ın sesini duydum.

"On milyon dolar," dedi dümdüz çıkan sesiyle. Yavaşça bakışlarımı gözlerine çevirdim. Koltuğa yaslanmış kollarını birbirine bağlamıştı. Tekrar öfkeyle Kaya'nın suratına baktım. Değil on milyon, yüz milyon da olsa bu bana yapılan ihanetinin bahanesi olamazdı.

Bakışlarım pişkin yüzünde gezerken beni umursamıyor gibi ayağa kalktı. "Ben gidiyorum bir kaç işim var dışarıda, siz de tanışın kaynaşın sonuçta artık birlikte çalışacaksınız," dedi ceketini koltuktan alırken. Yanıma gelip tam omzuma dokunacağı sırada ondan önce davranıp kendimi geri çektim. Yaptığım harekete gözlerini devirdi ve Araf'a kafasıyla selam verip merdivenlere yürüdü. İhanetine rağmen ona aynı şekilde davranacağımı düşünüyordu fakat yanılıyordu. Abi-kardeş bağını koparmıştık artık, bunun geri dönüşü yoktu.

Gözlerimi Araf'a çevirdiğimde lacivertlerini kısmış dikkatle beni izliyordu. Bacaklarımı indirip biraz öne doğru eğildim. "Şu iş bir an önce bitsin istiyorum, o yüzden anlatmaya başla Demirkan planın ne?" diye sordum sıkılmış şekilde.

Bir süre bana bakmayı sürdürdükten sonra dudaklarını araladı. "Asistanım olmandan başlayabiliriz," dedi yaslandığı koltuktan benim gibi öne eğilirken.

"Pardon ne?" diye sordum ve kendimi tutamayarak bir kahkaha patlattım. Hayatımda daha saçma bir plan duymamıştım.

"Söylediğimin neresi komik?" dedi kaşlarını çatarak. Bence saçmaydı da ben sinirden bi' an gülmüş bulunmuştum.

"Ne asistanı Demirkan? Yaz dizisi mi çekiyoruz burda? Oldu olacak sözleşmeli evlilik teklif et tam olsun," dedim sonunda ciddileşerek. Daha fazla bu saçmalığa katlanamazdım.

"Ne alakası var?" diye sordu cebinden sigarasını çıkartırken.

"Bak Demirkan, bu dediğini duymamış sayıyorum. Mimar adamdan da ancak bu beklenirdi zaten," dedim alayla ve kendi çantamdan sigaramı çıkarıp ucunu ateşledim.

"Beni fazla hafife alıyorsun. Henüz yaptıklarımı ve yapacaklarımı görmedin," dedi sigara dumanını havaya üflerken.

"Bu kadar iddialıysan anlat bakalım yapacaklarını bende öğreneyim," dedim ve arkama yaslandım. Keyfim yerine gelmişti, kendine güvenen kişileri severdim.

"Asistanım olman şart," dedi her kelimenin üstüne basarak. Farklı dillerde konuşuyorduk herhalde çünkü bu adam beni anlamıyordu.

"O niyeymiş? Eminim ki sen benim kadın çıkacağımı tahmin etmiyordun, ya erkek çıksaydım o zamanda mı asistanın yapacaktın?"

Ufak bir tebessüm belirdi dudaklarında. Bu tebessüm pürüzsüz yüzüne, lacivert gözlerine yakışmıştı. "Doğru, tahmin etmiyordum. Aklımın ucundan bile geçmemişti," dedi, gözlerini kaçırıp, sigarasında ki külü dökerken. "Eğer erkek çıksaydın, yakın korumam olarak yer alacaktın yanımda. Ama malesef planlar değişti," dedi tekdüze çıkan ses tonuyla.

Koruma olmak bile daha mantıklı geliyordu şu an.

Sigarasından son bir yudum alıp sehpanın ortasında duran küllükte söndürdü. Ellerini birbirine kenetledi ve dizinin üzerinde birleştirdi. Gözlerimiz birlestiğinde vereceğim cevabı bekliyor gibi lacivertlerini kısmıştı.

Saçlarımı geriye atıp bacaklarımı indirdim. "Ben asistan falan olamam. Ne yapacağız birlikte ev mi çizeceğiz?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Hafiften sinirlerim tepeme çıkıyordu.

Daha önce gördüğüm çarpık gülüşü yüzüne yayıldı. Gülünce lacivert gözleri biraz daha parlıyordu. Önündeki saç tutamlarını geriye ittirdi ve tekrar bana döndü. "Sadece teknik olarak öyle, yani merak etme çizim falan yapmayacağız." dedi, sesinde ki eğlenir tonla.

Oflayarak kafamı geriye doğru attım, şimdiden sıkılmaya başlamıştım çünkü zorla ve tehditle yapıyordum bu işi. Ellerimi koltuğa yaslayıp karşımdaki safirlere baktım; cam gibi parlıyorlardı. "Diyelim ki kabul ettim asistan olmayı, sonra ki planın ne?"

Kısa bir bakış attıktan sonra koltuğun kenarındaki deri ceketini aldığı gibi ayağa kalktı. Bende onunla beraber eş zamanlı olarak ayağa kalkmıştım. Yürüyüp tam dibimde durdu ama o an burnuma ulaşan kokuyla beraber gözlerim aralandı ve bir adım uzaklaştım. Yerin ayaklarımın altından çekildiğini hissettim. Kalbim hızla atmaya başladı. Bu koku... Bu koku uzun zamandır hissetmekten korktuğum kokuydu. Bu koku içinde kahkahaların, neşenin, sevincin eksik olmadığı evimin kokusuydu. Ciğerlerime dolan acımsı karanfil kokusu boğazımı düğümledi. Yıllar sonra aynı kokuyu almam mümkün müydü? Kafamı kaldırıp karşımdaki adamın gözlerine baktım. Daha önce hayatımda görmemiştim. Peki o zaman kimdi bu adam? Bana tekrardan korkularımı hatırlatan, utancı hissettiren bu kokunun sahibi kimdi?

"Artık onu da yarın şirkete geldiğinde konuşuruz." Sesini duymamla beraber kendime geldim ve gözlerimi kırpıştırıp görüş alanımı netleştirdim. Başım hâlâ dönüyordu. Ben ona bakmaya devam ederken gülümseyerek göz kırptı ardından elindeki deri ceketi tek parmağına astı ve omzunda tuttu. Yürümeye başladığında arkasından bakakalmış tuttuğum nefesimi geri vermiştim. Merdivenlerden çıkmadan önce durdu ve arkasını dönmeden kafasını yan çevirdi "Hoşcakal rose noire," dedi ve tekrar göz kırpıp hızla merdivenlerden çıktı.

Öylece arkasından bakakaldım, cevap bile verememiştim. Kendimi koltuğa bıraktım ve gözlerimi kapattım. Duyduğum kokuyla beraber kalbimin ritmi değişmişti. Kafamı iki yana salladım ve dizlerimi kendime çekip başımı arasına gömdüm. Kendimi bir an önce toparlamam lazımdı.

 

 🌑

Boş ve karanlık sokakta sadece çizmelerimin suda çıkardığı sesler yankılanıyordu. Çıkan her seste anılarım beynime hücum ediyor bütün vücudum yaşanmışlıkların ağırlığıyla ve soğukla birlikte titriyordu. Güneş ve ben küçükken yetimhaneden kaçar, sokaklarda yağmurun altında deli gibi nefesimiz kesilene kadar koşardık. O günlerde söz vermiştik, ellerimiz hep birbirine kenetli kalacaktı. Nereden bilebilirdim ki bir gün benim ellerimi bırakıp gideceğini.

Güneş'i mezara gömdükleri an benimde yarımı onunla beraber gömmüşlerdi. Çocukluğum onunla beraber toprağın altına girmişti. Ondan sonra aldığım her nefes diken gibi batmaya başlamış yaşamanın bir anlamı kalmamıştı benim için, ta ki bir gün Luna yanaklarımdaki yaşları silip bana sımsıkı sarılana kadar. O andan itibaren kendime bir kardeşim daha olduğunu hatırlatmıştım.

Saat gece yarısını geçmisti. Araf Demirkan gittikten sonra bir süre daha orda kalmış daha sonrada arabamı alıp neredeyse bütün şehri turlamıştım. Kafamı bir şekil toparlamam gerekiyordu. Şimdi de arabayı kuru temizlemenin önüne park etmiş ıssız sokaklarda öylece yürüyordum.

Siteden içeri girdiğimde kapıdaki güvenliğe başımla kısaca selam verdim ve hızlı adımlarla binanın içine girdim. Asansör en alt katta olduğu için hemen bindim ve yirmiye bastım. Bi' an gözlerim aynadaki tersime kaydı. Gözlerimin içleri ve burnumun ucu kırmızı olmuştu. Burnumu çekip asansör durduğunda indim, aynı zamanda çantamda ki anahtarları çıkarıyordum. Anahtarları yuvasına takıp çevirdim, kapıyı açtığımda bütün ışıklar kapalıydı. Çizmelerimle üstümdeki kabanı çıkarıp portmantoya koydum ve Luna'nın odasına ilerledim.

Odaya girdiğimde duvardaki sarmaşık yaprakların etrafına sarılan ledler gözümü kamaştırdı. Ledlerin yanında sevdiği dizilerin posterleri vardı. Kitaplığıda kendisi gibi süslüydü. Kitaplığın hemen yanında tel pano vardı ve üstünde birçok fotoğraf asılıydı. Dönüp yatağın üstünde üstü açık bir şekilde uyuyan küçük kız kardeşimi gördüm. Sessiz adımlarla yanına ilerledim ve yorganı üstüne çektim. Açık kahve saçları yastığa dökülmüştü, eğilip saçlarını okşadım ve derin bir nefes çekip öptüm. Ağzından birkaç şey mırıldanıp duvar tarafına döndü. Yanından ayrılıp tel panayo doğru yürüdüm, üstündeki fotoğraflara dokunmaktan korkar gibi usulca parmaklarımı gezdirdim.

Küçüklüğümüzden ve şimdiki zamandan birçok fotoğraf asılıydı. En başa asılan da aile fotoğrafımız vardı. Annem ve babam ölmeden birkaç ay önce çekilmiştik. Henüz on iki yaşındaydım fotoğrafta. Ben annemin yanında, Güneş babamın yanında, Luna ise tam ortalarına oturmuş gülümseyerek poz veriyorduk. Annemin kahverengi saçları ve gözleri parıldıyordu, yanındaki babamın gözleri ise annemin üzerindeydi. Aşk dolu bakışları insanın içini ısıtıyordu. Bir diğer fotoğrafa dokundurdum parmaklarımı, yetimhanede çektirmiştik. Sanırım Güneş'le on dört yaşındaydık burda, aramızdaki Luna'nın yanaklarından öpüyorduk. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp o günlere dönmek istedim. Hep birlikte mutlu ve huzurlu zamanlarımıza...

Parmaklarımı bütün fotoğrafların üstünde teker teker gezdirdim. "Sizi çok özledim," diye fısıldadım ve yavaş adımlarla odadan çıkıp kapıyı kapattım.

Mutfağa gittiğimde ellerimi tezgaha yasladım ve öne doğru eğildim. Yıllardır içimdeki özlem dinmek bilmiyordu. Sanki her geçen yıl katlanarak artıyor ve dayanılmaz bir hâl alıyordu. Boğazıma takılan yumruyu gidermek için yutkunmaya çalıştım. Gece olmaktan nefret ediyordum, güçsüz olmaktan nefret ediyordum. Bu özleme dayanamamaktan nefret ediyordum!

Derin derin nefesler alıp sakinleştiğimde kahve makinesinin yanına ilerledim ve kendime sert bir kahve yaptım. Dumanı üstünde tüten kahveyi bardağa boşaltırken keskin ve bir o kadar hoş kokusunu içime çektim. Bardağı elime alıp salondaki pencereye doğru ilerledim, soğuktan kıpkırmızı olmuş parmak boğumlarım sıcakla temas edince gevşedi.

Pencerenin önüne geldiğimde perdeyi sonuna kadar açtım. İstanbul'un bütün ihtişamı gözlerimin önündeydi. Kahvemden bir yudum alıp tekli koltuğa oturdum ve bugün olanları düşünmeye başladım.

Acımsı karanfil kokusu sanki tekrardan burnuma çalınmıştı. Araf Demirkan'ı hayatımın hiçbir döneminde görmediğime yemin bile edebilirdim. Kendisi gizemli birine benziyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi sıradan bir mimar değildi. Tanıştığımız andan itibaren dikkatli bakışlarımız birbirimizin üzerinde gezinmişti. Lacivert gözlerindeki bakışlar; keskin, çarpıcı ve şaşkındı. Yarın şirkete gidecektim ve şu asistan meselesini konuşacaktım. Böyle bir ihtimalin mümkün olmadığını kendisi de bilmeliydi. Başka bir plan yapıp bir an önce şu işi bitirmeli ve videomu Kaya'nın elinden almalıydım.

Kahvemden son bir yudum alıp ortadaki sehpanın üstüne koydum. Kafamı koltuğa yasladım ve ayaklarımı önümdeki pufa uzattım. Uyumamak için direnen gözlerim kapanmaya başlamış uykuya mağlup oluyorlardı. Son kez diretip bir daha açmaya çalıştım ama nafile bir çabaydı. Uykunun benim için huzursuz kolları kucağına çağırıyordu. En sonunda direnmeyi kesip teslim oldum.

 

🌑

Karanlık ormanı sadece ağaçların arasından sızan ay ışığı aydınlatıyordu. Göğe kadar yükselen ağaçların hemen yanımdaki nehre vuran gölgeleri sürekli hareket ediyor ve tıpkı bir insan silueti gibi görünüyorlardı. Etrafıma bakıp ürperdim ve üzerime ne zaman aldığımı bilmediğim şala biraz daha sarıldım. Nehirin yanında yavaş adımlarla yürümeye başladım. Nereye gittiğimi, neden burada olduğumu bilmiyordum, sadece yürüyordum. Etrafıma bakındım ve yürümeme rağmen hala aynı yerde olduğumu farkettim. Koşmaya çalıştım, keskin bir rüzgar esti ve üzerimde duran şalı bir kenara fırlattı. Vücudumun soğuktan titrediğini hissettim. Ellerimi bedenime doladım ve ormanın derinlerine doğru koşmaya başladım.

Koşarken arkamdan bir ses geldiğini duydum ve hızla başımı çevirip arkama baktım ama kimseyi görmemiştim, yalnızca uzaklardan kurt ulumaları duyuluyordu. Önüme tekrar döndüğümde kalbim hızla çarpıyordu. Koşarken gözümün önü karardı ve hızla bir bedene çarptım. Geriye çekilip başımı kaldırğımda kalbim bir anda atmayı bıraktı sanki. Hayatım boyunca unutamayacağım, midemi bulandıran koyu gözlerle karşı karşıyaydım.

Korkuyla bir adım geri gittiğimde o da bana doğru bir adım atmıştı. Sırtım bir ağaca çarpana kadar geriye gitmeye devam ettim ve elimi kaldırıp "Dur!" diye bağırdım bütün gücümle. Durmamış bir adım daha atmıştı. "Sen... Sen öldün... Ben öldürdüm seni..." Hızla göğsüm kalkıp iniyor zorlukla konuşuyordum.

"Öldüm," dedi fısıltıyla. Aramızdaki bir adımlık mesafeyi kapattı. "Sen öldürdün beni! Hiç acımadan hem de, bir kere bile tereddüt etmeden öldürdün!" Var gücüyle bağırdı ve bir anda boğazıma sarıldı.

Ellerinden kurtulmaya çalıştım ama öyle bir sıkıyordu ki şimdiden nefesim kesilmeye başlamıştı. Daha fazla dayanamayacağımı anladığımda bir dizimi kaldırıp kasıklarına tekme geçirdim. Acı dolu bir inlemeyle boğazımdaki ellerini çekti ve sendeleyerek geriye doğru adımladı.

"Sen benim kardeşime acıdın mı?! Onu zehirlerken, ona dokunurken acıdın mı he?!" Bağırmamla beraber ağaç yaprakları şiddetle sallandı.

Şeytani bir gülümseme belirdi dudaklarında. Kafasını iki yana salladı ve dilini damağına vurdu. "Hiç acımadım, aksine çok eğlendim baksana haline," dedi ve eliyle hemen yanını gösterdi.

Gösterdiği tarafa baktığımda ay ışığının altında boylu boyunca uzanan Güneş'i gördüm. Sarı saçları yaprakların arasında kaybolmuştu. Soluk beyaz teni ay ışığının altında daha solgun görünüyordu. Göz altları ve iki kolunun iç kısımları mosmordu, tıpkı onu en son gördüğüm hali gibi. Dudakları çatlamıştı ve beyaz elbisesinin etekleri çamur içindeydi. Ona doğru atılacağım sırada şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu ardından şimşekler çaktı, o kadar şiddetliydi ki anında yere çöküp ellerimle başımı kapattım. Seslerin kesildiğini anladığımda başımı yavaşça kaldırdım, etrafta kimseler yoktu. Az önce Güneş'in olduğu kısıma baktım, orada değildi. Ay ışığı yok olmuş zifiri karanlık olmuştu.

"Güneş!" diye bağırdım bütün gücümle. Tüm sesler kaybolmuş sadece benim sesim yankılanıyordu. Bir kez daha bağırdım."Güneş!"

Gözlerimi açıp yerimden hızla doğruldum. Evdeydim. O lanet kâbuslardan birini görmüştüm yine. Sabah olmuştu, yüzüme gelen güneş ışığıyla gözlerimi kısıp elimi boynuma götürüp ovdum. Gözlerimi ovuşturup üstüme örtülen pikeyi hırsla bir kenara fırlattım. Bıkmıştım artık her gün gördüğüm bu kâbuslardan. İnsan rüyalarında bile acı çeker miydi?

Gördüğüm kabusu unutmaya çalışıp ayağa kalktım. Bir an için bacaklarım beni taşımadı ve sendeleyip koltuğun kenarına tutundum. Birkaç saniye kendime gelmek için gözlerimi kapattım. Gördüğüm kabusların ağırlığı, vicdan azabı, özlem bütün bunların hepsi vücuduma yansıyordu. Elimi yakama götürüp biraz açtım ve nefes almaya çalıştım. Üştümdekilerle uyumuştum ve ter içinde kalmıştım. İyi bir duşa ihtiyacım vardı. Luna'nın uyuduğunu düşünerek banyoya yürüdüm.

Aldığım sıcak duş bütün vücudumu gevşetmişti. Odaya girdiğimde saate baktım, henüz erkendi bu yüzden hazırlanma işini yavaştan aldım. Çekmeceden iç çamaşırı takımı çıkarıp giyindim daha sonra gardıroptan giyeceğim kıyafetleri çıkardım. Siyah boğazlı kazak, siyah kumaş pantolon ve siyah bir kaban çıkardım. Kıyafetleri giyip makyaj aynasının önüne geçtim. Saçlarımı kuruttum ve düzlestirip at kuyruğu yaptım. Makyajımı da tamamladıktan sonra çantamı alıp odadan çıktım.

Televizyonun yüksek sesi kulaklarımı tırmalarken salona geçtim. Luna çoktan kahvaltıyı hazırlamış ve masaya kurulmuştu. Elindeki kaşığı fındık kremasına bandırıp çıkardı ve diğer elini yanağına yaslayıp televizyondan açtığı saçma sapan programı izlemeye devam etti. Bu haline gülümseyip kafamı iki yana salladım. O kadar dalmıştı ki sandalyeyi çekip oturduğumda televizyondan gözlerini ayırıp bana bakabilmişti.

Ağzındaki kaşığı çekip otuz iki diş gülümsedi. "Günaydın ablaların en çekicisi!" dedi eliyle öpücük atarak.

"Günaydın." Gülümseyip önümdeki sıcak kahveden bir yudum aldım. "Hürrem Sultan'a yaranmaya çalışan Gül ağa gibisin." dedim gülerek.

Kahkaha atarak tekrar kaşığı çikolataya batırıp ağzına götürdü. Bugün yinr erken hazırlanmıştı. Saçlarını tek örgü yapmış ve yana atmış böylece güzel yüzünü ön plana çıkarmıştı. Üstüne mavi yün kazak, altına siyah mini etek giymişti. Bu aralar fazla güzel giyiniyordu ve daha çok bakımlıydı sanki. Bu ani değişimin nedenini yarın öğrenecektim.

"Yarın cumartesi unutmadın değil mi?" Sesini duyduğumda daldığım düşüncelerimden sıyrılıp yüzüne baktım. Kaşlarını çatmış dudağının kenarına bulaşmış çikolatayla bana bakıyordu.

"Unutmadım Luna. Yarın seni şöyle boğaz manzaralı bir yere yemeğe götüreceğim. Sen seversin öyle şatafatlı yerleri." dedim alayla. Zevklerimiz birbirine çok zıttı.

"Seviyorum tabi ki. Hem kim sevmez ki öyle mekanları?" dedi heyecanla. Bir kez daha kaşığı çikolataya bandıracağı sırada hızla önünden çektim.

"Ben Luna. Ben sevmiyorum mesela," dedim kaşlarımı çatarak. Herkesin zevkini kendiyle bir sanıyordu.

"Sen çocukken de böyleydin," dedi ve önümdeki çikolatayı kendi önüne aldı tekrar. Kaşığını bandırıp ağzına götürdü.

"Hadi be ordan! Sen benim çocukluğumu nerden hatırlıyorsun?"

Şaşkınlıkla gözlerini açtı. "Abla farkındaysan aramızda sadece dört yaş var," dedi gülerek. "Mesela hatırlıyorum... Bir gün annemle babam bizi dışarıya yemeğe götüreceklerdi sonra sen saçma bir şekilde yemeğimizi evde yiyelim diye tutturmuş gelmek istememiştin. Zorla götürmüşlerdi seni. Gittiğimiz yerde de mızmızlanmış kalkalım diye babamın başının etini yemiştin. Senin yüzünden erkenden eve gelmiştik," dedi sonlara doğru kızgınlıkla.

Anlattığı günü çok net hatırlıyordum. Bu yüzden boğazım düğümlendi. Kafamı eğip gözlerimi kırpıştırdım. Konu ne zaman annemle babama gelse kalbimdeki delik sanki daha çok açılıyordu. Anılarımı hatırlamak istemiyordum çünkü o zaman çok utanıyordum. Büyük ihtimal onlarda öbür tarafta yetiştirdikleri kızlarının bu hale gelmiş olmasından utanıyordur.

"Fil hafızalı mısın sen? Nasıl hatırlıyorsun o günü?" diye sordum sesimdeki hüznü gizliyerek.

"Ben daha neler hatırlıyorum bir bilsen," dedi elini sallarken.

Gözlerimi devirip ayağa kalktım. "Kalk hadi okula gecikeceksin. O elindekini de bırak sabrımı sınama benim. O kadar şekerden kör olacaksın," dedim sinirle ve ayağa kalkıp önümdeki kahvaltılıkları toplamaya başladım.

"Ama hiçbir şey yemedin. Boşuna mı uğraştım bu mükemmel masa için?" dedi mızmızlanarak.

"Sabahları midem kahveden başka gıda almıyor. Bunu şimdiye kadar fark etmiş olmalıydın. Bir daha ki sefere kendine yetecek kadar hazırlarsın," dedim tabakları mutfağa götürürken.

"Görüşmeyeli alışkanlıklarını değiştirmişsin," dedi arkamdan masada kalanları getirirken. "Hatta sadece alışkanlıkların değil... Baştan aşağı sen değişmişsin. Eskiden tanıdığım o neşeli ablam yok gibi artık. Gülüyorsun ama bu bariz bir şekilde sahte. Anlamıyor muyum sanıyorsun? Büyüdüm artık abla." Konuştuğu her kelime, üstelik bu kelimlerin her birinde haklı oluşu kalbime bir ok gibi saplanıyordu. Tabakları bulaşık makinesine dizerken arkamı bile dönmedim. Ama benden bir cevap beklediğini biliyordum.

"Sende görüşmeyeli çok konuşmaya başlamışsın," dedim şakacı tavrıma bürünerek. Rol yapmak artık alışık olduğum bir alışkanlığımdı.

"Yine kaçıyorsun anladım. Neyse ben gidip hazırlanayım en iyisi çünkü seninle asla tartışmak istemiyorum," dedi gözlerini devirerek ve arkasını dönüp odasına gitti.

Sofrayı topladıktan sonra odama geçip çantamla telefonlarımı topladım ve vestiyerden kabanımla ayakkabılarımı alıp giyindim. O sırada hazır olmasına rağmen bir türlü evden çıkamayan Luna'yı bekliyordum. Sonunda geldiğinde gözlerimi devirip kapıdan çıkması için yol verdim. Çıktıktan sonra kapıyı kilitledim ve gelen asansöre binip aşağı indik. Siteye indiğimizde arabayı dün kuru temizlemenin önünde bıraktığım aklıma geldi. Mecbur oraya kadar yürüyecektik.

"Arabayı kuru temizlemenin önünde bırakmışım. Yürümemiz lazım biraz." dedim sitenin çıkışına doğru yürürken.

Luna arkamdan oflayarak bana yetişti. "Neden bırakıyorsun oraya? Yürümekten bacaklarım ağrıyor," dedi isyan eder tonda. Kafamı hızla çevirip yüzüne baktım. "Tamam bakma bana öyle. Bir şey demedim say. Bugünlük bacaklarım ağrımıyor yürüyebilirim." Gözlerini kırpıştırıp.

Kuru temizlemenin olduğu mahalleye girdiğimizde direkt arabanın önüne yürüdüm ve anahtarı çıkarıp kilidi açtım. Luna da sallana sallana diğer tarafa geçti hemen. Klimaları çalıştırdıktan sonra radyoya uzandı. "Sultanım, hangi şarkıyı açmamı arzu edersiniz acaba?" dedi gülerek ve başını öne eğdi.

"İnan hiç fark etmez." dedim ve gaza bastım. O sırada Luna en sevdiği şarkılardan biri olan Sweater Weather'ı açtı. Kendisi şarkıya yüksek sesle eşlik ederken ben de parmaklarımla ritim tutmaya başladım ve biraz daha gaza basarak okula sürdüm.

 

🌑

Luna'yı okula bırakmış ve direkt Demirkan Holding'e sürmüştüm. Kafamı kaldırıp altın puntolarla işlenmiş olan Demirkan Holding yazısına baktım. Kaç katlı olduğunu sayamadığım plaza oldukça gösterişli görünüyordu. Omuzlarımı dikleştirdim ve tek elimi kabanımın cebine koyup emin adımlarla dönen kapıdan içeri girdim. İçeriye adım attığım an burnumu taze çicek kokuları doldurdu. Etrafa göz gezdirdim ve köşelere konulmuş olan birçok beyaz ve mor orkide olduğunu fark ettim. Yavaş adımlarla danışma kısmına yürürken etrafımı inceliyordum. Ortada kocaman ve elmasları yere kadar sarkan bir avize vardı. O kadar çok parlıyordu ki eminim kraliyet ailelerinde bile böylesi görülmemişti. Kadınlar ve erkekler oldukça bakımlı ve güler yüzlüydü. Ayağımın altındaki zemin bile altın rengi desenlerden oluşuyordu. Gülmemek için yanaklarımın içini ısırdım ve danışmanın önüne geldiğim an ciddi yüz ifademi takındım.

Koltuğunda oturmuş bilgisayarla ilgilenen genç kadın beni görünce gülümsedi. "Merhabalar, ben Araf Bey ile görüşecektim," dedim direkt.

"Tabi. Randevunuz var mıydı?" dedi, hem gülümsüyor hem de beni süzüyordu.

Kafamı iki yana salladım. "Hayır randevum yok. Kendisi zaten beni bekliyordu." Hem beni çağırıyordu hem de geleceğimi haber vermiyordu.

"Anladım ama ben yine de haber vereyim." Telefondan bir kaç numarayı tuşladı. "İsminiz nedir?"

"Gece Yücesoy." Derin bir nefes alıp sabır çektim. Bu adam benim sabrımı sınayacaktı şimdi belli oldu.

Kadın telefonu kapattıktan sonra gülümseyerek bana döndü. "Araf Bey sizi bekliyor. Yirmi beşinci katta asansörden indiğinizde solda," dedi eliyle asansörlerin olduğu kısmı göstererek.

Hızlıca kafamı sallayıp asansörlerin olduğu kısıma yürüdüm. Şansıma bir tanesi boştu, hiç beklemeden bindim ve yirmi beşe bastım. Aynadan kendime bakıp at kuyruğu saçlarımı elimle düzelttim. Asansörün kapıları açılıp indiğimde garip bir şekilde her yer sadeydi ve oldukça mütavazı döşenmişti. Sanki ilk katla bu kat farklı yerlerdi. En azından burda gözüm rahatlamıştı. Ama herhalde dizayn tam bitmemişti çünkü etrafta koşuşturan çalışanlar vardı. Kimileri duvarlara portre asıyor kimileri ellerindeki dosyaları birbirine gösteriyordu. Aralarından sıyrılıp kadının dediği gibi soldaki kısımda olan ve üzerinde Araf Demirkan yazılı kapıya iki kere tıklattım ve yavaşca açıp içeri girdim.

Kapıyı arkamdan kapattım ve önüme döndüm. Araf masanın üzerindeki dosyalarla ilgileniyordu. Üzerinde gri, dar, boğazlı kazak vardı ve kollarını hafifçe sıyırmıştı. Siyah gür saçları dünün aksine özenle arkaya yatırılmıştı ve teni daha beyaz görünüyordu. Masanın üzerinde olan sağ eliyle dosyaları çeviriyordu. Kolunda parlak gümüş saat ve uzun kemikli parmaklarına birkaç tane gümüş yüzük takmıştı. Sol eliyle ise siyah olan kalemi çeviriyor, bileğindeki dövme her çevirişinde kendini biraz daha belli ediyordu. Dosyayı ve kalemi masaya bırakıp uzun ve siyah kirpiklerinin arasından bana baktı. Gözlerimiz buluştuğunda ona doğru bir adım atmıştım.

"Hoşgeldin Gece, bu kadar erken beklemiyordum seni otursana," dedi sakince ve eliyle siyah deri koltukları gösterdi. Yüzündeki yorgunluk gözümden kaçmamıştı.

"Hoş mu buldum orasını göreceğiz," dedim dümdüz.

Sandalyesini geriye doğru itip ayağa kalktı. "Fazla agresifsin, rahatla biraz," dedi, yüzündeki gerginliğe tezat şekilde sesi sakin ve yumuşak çıkıyordu.

"Yoo agresif falan değilim," dedim geçip koltuğa otururken. Agresif değildim ki sadece biraz temkinliydim. Çantamı kucağıma alıp bacak bacak üstüne attım. "Gayet rahatım. Hadi anlat bakalım şu planı."

Vitrinin yanına gidip içinden kristal şişede olan viski ve bir bardak çıkardı. Bardağa viskiyi doldurduktan sonra eline aldı ve karşımdaki koltuğa oturdu. "Sana da dolduracaktım ama dün, sabahları içmediğini duydum. Kahve içer misin?" Bacak bacak üstüne atmış iyice yayılmıştı.

"Hayır hiçbir şey içmeyeceğim, planı anlat bana," dedim sabırsızca. Dünden beri meraktan çatlıyordum.

"Okula gitmedin herhalde bugün?" dedi, bana bakmıyor parmağıyla bardağın etrafını turluyordu. Lacivert gözlerini kaldırdığında gözlerimin tam içine baktı. Beni korkutmaya mı çalışıyordu yoksa güven vermeye mi anlamamıştım.

"Bakıyorum beni araştırmışsın," dedim bende tam gözlerinin içine bakarak. Boşuna araştırmıştı çünkü okuduğum okuldan ve ev adresimden başka bir bilgi asla bulamazdı. Benim izin verdiğim kadarını biliyordu şimdilik.

"Tabiki çalışacağım kişiyi araştırdım," dedi kendinden emin ses tonuyla. Dudaklarında sinsi bir gülüş belirdi ve lacivert gözleri kısıldı.

Gündüz gözüyle yüzü daha pürüzsüz görünüyordu. Beyaz tenine tezat olan siyah saçlarını arkaya yatırmasına rağmen önüne birkaç tutam düşmüştü. Ve hâlâ lens olduğunu düşündüğüm lacivert gözleri, kısıldığında bile parlaklığından bir şey kaybetmiyordu.

Öne doğru eğildim "Ama unutma... Sen Gece ile değil, Ateş'le çalışacaksın." dedim ve bende onun gibi gözlerimi kıstım.

"Biliyorum," dedi viskisinden bir yudum alıp, tekrar bana baktı. "Buraya geldiğine göre asistanım olmayı kabul ettin herhalde, doğru mu anlıyorum?" Elindeki bardağı ortadaki sehpanın üzerine bıraktı ve ciddi yüz ifadesiyle bana baktı.

"Dün de söyledim ben asistanlık falan yapamam, başka bir plan düşünmen lazım," dedim kelimelerin üstüne bastıra bastıra. Adam anlamıyordu ki bir türlü.

"Dün de söyledim," diye söze başladı beni taklit ederek. "Sadece teknik olarak öyle gözükeceksin. Sahte bir CV hazırlayacağız olacak bitecek. Hem sen zaten grafik tasarımcılığı okuyorsun ve bu da bizim işimize geliyor. Son yılın olduğu için de staj yapıyormuş gibi gösterebilirsin kendini," dedi, yavaş ve tane tane.

Söyledikleri kulağa mantıklı geliyordu aslında. Grafik tasarımcılığı okuduğum için herhangi bir inşaat şirketin de kolaylıkla staj yapabilirdim. Ama kabul etmek istemiyordum, böyle şirketler beni geriyordu.

Gözlerimi devirip çantamın fermuarıyla oynamaya başladım. Sabırlı olmam lazımdı, bu işi en kısa sürede bitirip videoyu alacak ve defolup gidecektim.

Bu sondu. Son iş, son intikam. Kalbimin dayanacağı son serüvendi bu hissediyordum. Bunun asla son olmayacağını sende çok iyi biliyorsun Gece! İnanıyordum bu son olacaktı. Son olmalıydı, olmak zorundaydı.

"Gece, beni duyuyor musun?" Duyduğum tok sesle birlikte daldığım düşüncelerimden sıyrıldım. Ne kadar süredir düşünüyordum bilmiyordum ama şakaklarıma keskin bir ağrı girmişti. Kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tuttum ve onun yerine karşımdaki lacivert gözlere öylece baktım. "İyi misin? Bir sorun yok değil mi?" diye sordu bu sefer. Gözlerinde hafif bir endişe belirtisi görmüştüm sanki ama tam emin değildim.

Kafamı aşağı yukarı salladım sakince. Şakaklarımda dolaşan keskin sızı git gide artmaya başlamıştı. "İyiyim sorun yok, dalmışım sadece." dedim, omuzlarımı silkip.

"Emin misin? Yüzün çok solgun görünüyor." Tam yanımda durmuş, bu sefer gözlerinde gördüğüm bariz endişeyle beni süzüyordu.

Burnuma dolan acımsı karanfil kokusuyla şakaklarımdaki zonklama iki katına çıktı ve göğüs kafesim sıkıştı. Bu kokuyu almamalıydım. Ama bir yandan da kaybolacak kadar içime çekmek istiyordum. Bu nasıl bir histi böyle? Olacak iş değildi, hemen kendimi toparlamalıydım.

"Pencereleri açar mısın? Oda çok havasız doğru düzgün nefes alamıyorum," dedim ellerimle yüzüme hava yaparak. Kışın ortasında olmamız dışında bir sorun yoktu. Dışarda insanlar donuyor ve pencerelerini sonlarına kadar kapatıyordu. Söylediğim şey absürt görünebirlirdi fakat benim yüzüm cayır cayır yanıyordu. Şakağımdan usulca akan teri hissediyordum.

"Ben hava çok soğuk olduğu için kapatmıştım ama sen istiyorsan açarım tabi," dedi kibarca ve hızlıca yanımdan kalkıp pencereleri açmaya başladı.

Geçip karşıma oturduğunda, iki elini dizinin üstünde birleştirmişti. "Daha iyisin değil mi?" Ses tonu yumuşacaktı.

"Evet iyiyim," dedim tekdüze çıkan sesimle.

"İyiysen sıkıntı yok," dedi, uzanıp viski bardağını sehpadan alırken. Yüz hatları tekrardan gergin ve alaycı olmuştu. "O zaman asistanım olman konusunda anlaştık, öyle mi?"

"Bende tam diyordum ki konu ne zaman asistanlığa gelecek acaba?" Alayla gözlerimi devirmeme karşılık ufak bi' kahkaha attı.

"Bunu evet olarak algılıyorum o zaman." dedi ve kolunun birini kolçağa yasladı.

Ağzımı açıp bir şey söyleyecektim ki dışardan bağırarak şarkı söyleyen birinin sesini duydum. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Kaşlarımı çatıp kapıya doğru baktım. Araf'ta ayağa kalktı ve kapıya doğru yürümeye başladı. Tam kapıya yaklaşmıştı ki bir an da şarkıyı söyleyen kişi odaya daldı.

"ŞİMDİLİK ARAFTAYIM FİRARDAYIM, HASTAYIM HATTA KİM BİLİR, KAÇ BAHAR SONRA İYİLEŞİR YÜREK!" Şarkıyı söyleyerek Araf'a doğru yürüdü ve yanağından makas aldı. "BİR HAFTAYIM, ON GÜ-" Söylemeye devam ederken beni gördü ve bir anda hızla dudaklarını kapattı. Gelen kişiyi tanıyordum. Toprak Korlu'ydu.

Kendisi Araf'ın babası Harun Demirkan'ın ortaklarından olan, Yılmaz Korlu'nun oğluydu. Anne ile babasını iki yıl önce feci bir trafik kazasında kaybetmişti. Başarılı bir mimardı ve babasından ona kalan şirketleri yönetiyordu. Marjinal bir tarza sahipti ve açık konuşmak gerekirse bu tarz ona epey yakışıyordu. Açık kahve kıvırcık saçları dağınıktı ve alnına dökülmüştü, kahverengi gözleri hafif çekikti. Şu an önündeki şaç tutamlarından belli olmasa da kaşında siyah piercing olduğunu görmüştüm. Üstünde; siyah oldukça bol bir kazak ve iç içe geçmiş gümüş kolyeler vardı, altındaysa siyah bol, kenarlarında zincir olan bir pantolon ayaklarında ise siyah postallar vardı. Başkasında görsem yadırgayacağım bu kıyafetler Toprak Korlu'da aşırı tarz duruyordu.

Araf kaşları çatık şekilde Toprak'ın önüne geçti. "Hasta mısın oğlum sen?! Ne bağırıyorsun?" dedi sinirle.

Toprak onu hiç takmamış ve önünden çekilip tekrar görüş alanıma girmişti. "Yalnız olduğunu sanıyordum kardeşim," dedi imayla ve yanıma doğru yürüdü. "Kim bu hanımefendi, tanıştırmayacak mısın?" dedi Araf'a dönüp gülümseyerek.

Kaşlarımı kaldırıp Araf'a baktım, beni nasıl tanıştıracağını merak etmiştim. Önümde durduğunda gözleri bir saniye bana değdi sonra Toprak'a baktı. "Gece Yücesoy, yeni asistanım," dedi eliyle beni işaret ederek.

Madem zorlada olsa ortak olmuştuk. Artık mecburen oyununa da ortak olacaktım. Sinsice gülümseyip ayağa kalktım.

"Asitanın mı?" dedi Toprak çatık kaşlarıyla. "Benim neden haberim yok? Senin asistanın vardı zaten, Rosalie'ye ne oldu?"

"Rosalie, Fransa'da kaldı oradaki işlerle ilgilenecek," dedi Araf geçiştirerek ve masasına ilerleyip birkaç dosyayı karıştırdı.

Hâlâ ayakta dikiliyordum. Gözlerim Toprak'a kaydığında onun da bana bakıp hafifçe tebessüm ettiğini fark ettim. "Tanışalım o zaman," dedi ve elini bana uzattı. "Ben Toprak, Toprak Korlu. Tanıştığıma memnun oldum."

Elini sıktım. "Ben de memnun oldum," dedim tebessüm ederek. Gözlerindeki enerji bana kadar geçiyordu. Yakından bakınca fark edilen burnunun üstündeki hafif çiller ve sakalsız yüzü yaşından daha küçük görünmesini sağlıyordu.

"Bu ziyaretini neye borçluyum?" Araf'ın sesini duyduğumda gözlerim masasına doğru kaydı. Elindeki dosyaları bırakmış koltukta oturuyor, doğruca Toprak'a bakıyordu. Yüzündeki her bir mimik sabitti.

"Bugün evde davet varmış. Harun amca sana iletmemi söyledi," dedi Toprak, eliyle önüne gelen saçları itekledi. "Senin buraya temelli dönüşünü kutlayacakmış bu yüzden mutlaka senin de bulunman gerekiyormuş. Aynen bu şekilde söyledi." Koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı ve Araf'ın bardağından bir yudum aldı.

Araf bir süre kaşları çatık şekilde sessiz kaldı. Yüzü gerilmiş, gözleri kısılmıştı. Babasının adını duyduğu anda boynundaki damarın belirginleştiğini görmüştüm. "Ne gerek vardı böyle bir davete?" Sesi normalden biraz yüksek çıkmıştı, daha deminki sakinliğin yerini şimdi hafif bir öfke dalgası sarmıştı. Burnunun kemerini sıktı ve derin bir nefes aldı sakinleşmek ister gibi. "Neyse, Harun Beylere davetlerine geleceğimi söylersin."

"Posta güvercini miyim oğlum ben? Ara babanı kendin söyle," dedi Toprak, omuzlarını silkip ayağa kalktı.

Araf kolundaki saatle oynarken bir anda kafasını kaldırıp kısık gözlerle Toprak'a baktı. "Kaşınma Toprak, kaşınma kardeşim. Hadi hoşçakal." dedi, sakinliğini korumaya çalışarak. Daha sonra eliyle Toprak'a kapıyı gösterdi gitmesi için.

Toprak gözlerini devirip ofladı. "Demek artık beni kovuyorsun da, vay be! Hiç yakışmadı Araf Demirkan." Abartılı bir tavırla kafasını iki yana salladı. Araf dümdüz ona bakmaya devam edince tekrar ofladı. "Tamam tamam bakma bana öyle. Senin o gece mavisi gözlerinden çok ürküyorum," dedi sahte bir korkuyla ve eliyle gözlerini kapattı.

Gülmemek için yanaklarımın içini ısırdım. Böyle cıvık hareketlerden her ne kadar hoşlanmasam da Toprak'ın hareketlerinde en ufak bir yapmacıklık yoktu. İlk bakışında samimiyetini hissetmiştim. İnsanların ilk bakışlarında ne mal olduklarını anlayabiliyordum artık.

"Elimden bir kaza çıkmadan git artık canım kardeşim," dedi Araf, yapmacık bir şekilde gülümsedi. Ayağa kalkıp masasının önüne geldi ve arkasına yaslandı.

Bense hala ayakta bekliyor ikisi arasındaki atışmayı dinliyordum, başka işim yokmuş gibi! Başka işin mi var Gece! Şu an da seninle hiç uğraşamayacağım, rahat bırak beni.

Toprak eliyle tekrar önüne gelen saçları itekledi. "Aman be seninle de hiç şaka yapmaya gelmiyor. Soğuk nevale," dedi küskünce. Daha sonra gülümseyerek bana döndü. "Neyse, o zaman akşamki davette görüşürüz. Aramıza hoşgeldin Gece, tanıştığıma tekrardan memnun oldum," dedi gülümseyerek ve resmi bir şekilde başını eğdi. Sonra Araf'a hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve odadan çıktı.

 

Öylece kaldım, şaşırmıştım. Toprak Korlu bana çok yakından tanıdığım birini hatırlatıyordu. Aynı tavırlar, aynı konuşmalar, aynı çocuksu ifade.

 

Araf'a döndüğümde ifadesiz bir şekilde bana bakıyordu. Belli ki Toprak'ın yaptığı bu davranışa alışkındı. Yerinden doğruldu ve yanıma doğru yürüdü. Lacivert gözleri benimle buluştuğunda kafasını yana doğru yatırdı.

 

"Akşamki davete sen de benimle geliyorsun," dedi kısık bir sesle. Neden bu kadar sessiz konuşuyordu ki? Biri bizi falan mı dinliyordu? Zaten burnuma dolan şu lanet acımsı karanfil kokusu yüzünden odaklanamıyordum.

 

Konuşmak için bir adım geri gittim. Araf Demirkan'da benimle konuşmak için eğdiği başını kaldırdı. Konuşmak için dudaklarımı ıslattım ve "Bak Demirkan madem birlikte çalışıyoruz benimle ilgili ilk bilmen gereken şey; emir kiplerinden hiç ama hiç hoşlanmam. Daha çok rica tercihim. Ayrıca benim o davette ne işim var? Kim olarak gidiyorum? " dedim sabit bir ifadeyle. Benimle çalışmak istiyorduysa kurallarımı bilmesi gerekiyordu.

 

Çarpık bir gülümseme yayıldı yüzüne daha öncede gördüğüm gibi. Tam olarak bir gülümseme gibide değildi; dudağının tek kenarında çok ufak bir hareket, gözlerinde çok az görülen bir alay vardı. Hayatımda ilk defa birinin ne şekilde gülümsediğini çözemiyordum.

 

Tekrardan bana doğru bir adım attı ve tam dibimde durdu. "Davetsiz misafir olarak," dedi sakince. "Emir kiplerinden hoşlanmıyorsan baştan alalım o zaman. Gece Hanım akşamki davete benimle eşlik eder misiniz?" Gözlerini, sanki beni hipnoz etmeye çalışıyormuş gibi açmıştı.

 

Araf Demirkan öylece bana bakmaya devam ederken bir adım geriledim. Lens olan gözlerinden etkilenecek halim yoktu harhalde. Geri gitmemle beraber kaşlarını çattı ve omuzlarını dikleştirdi. "Bakarız artık," dedim ve kapıya doğru yürüdüm.

 

"Akşam, hazırlan seni evinden alırım," dedi ve göz kırptı arkamı dönmeden önce. Daha nelerdi. Tam kapıyı açıp çıkacakken tekrar sesini duydum. "Hoşçakal ortak." Arkamı dönüp kapıyı açtım ve odadan çıktım.

 

Çalışanların arasından geçip asansöre bindim. Ben sözde buraya planı konuşmaya gelmiştim ama Araf Demirkan'ın asistanı olarak çıkmıştım. Adam bütün sinirlerimi alt üst etmişti. Şimdi de gidip kendime sahte bir CV hazırlamam gerekiyordu. Burada teknik olarak çalışacaksam da okulu dondurmam lazımdı. Bir an önce bu iş bitsin istiyordum. Bitsin ki Kaya'dan intikamımı alayım. Öldürecek misin onu? Başımı tutup şakaklarımı ovaladım. Öldürmeyecektim, daha iyi planlarım vardı onun için.

Şirketten çıktığımda içime derin bir nefes çektim. Bu pis işlerin döndüğü yerde olmaktan tiksinti duyuyordum. Bunu bile bile nasıl burada çalışacaktım? Arabama doğru yürürken çantamdan bir dal sigara çıkarıp ucunu ateşledim. Arabaya bindim ve eve doğru sürdüm, bir an önce bu iğrenç yerden kurtulmak istiyordum.

 

🌑

Dudaklarımdaki kırmızı ruju bir kat daha yeniledim. O sırada Luna'da arkamda durmuş sorularıyla kafamı şişiriyordu. "Acaba ben senin kardeşin değil miyim? Sen nasıl bu kadar güzel olabilirsin ya?!" Tiz sesiyle beraber kulaklarımı kapattım.

"Ne bağırıyorsun?" dedim saçlarımı düzeltirken. Elimdeki ince kolyeyi açıp boynuma taktım.

"Keşke bende seninle gelseydim, yurttan çıktığımdan beri hiç eğlenmeye gitmedi," dedi küçük çocuklar gibi dudaklarını büzerek. Şu dudak hareketinden nefret ediyordum.

"Lütfen şu hareketi yapma, ağzına ekmek küreğiyle vurasım geliyor. Hem ben eğlenmeye gitmiyorum iş daveti dedim ya." Vestiyere ilerleyip topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Luna'da kuyruğum gibi peşimden geliyordu.

"Benimde anlamadiğım nokta bu, sen ne ara bir şirkette işe başladın?" dedi kafası karışmış gibi.

Yüz ifadesini görünce içime hüzün çöktü. Yaptığım işi ona söyleyememek canımı çok yakıyordu. Korkuyordum. Onun da beni bırakıp gitmesinden korkuyordum.

Bağcıklarımı bağlayıp ayağa kalktığımda ifademi düz tutmaya çalıştım. "Tam çalışmak sayılmaz aslında. Son senem olduğu için staj yapıyorum diyelim," dedim, kabanı üstüme geçirirken.

"Nerden buldun ki bu şirketi?" diye sordu bu seferde çattığı kaşlarıyla. Kollarını göğsünde birleştirmiş kapıya yaslanmıştı. Bu onun sorgu moduydu ve ben şu an o havada değildim.

"Benim çıkmam lazım, gelince konuşuruz artık," dedim ve çantamı elime aldım.

"Yine kaçıyorsun yani? Ne güzel. Kaçmaya devam et abla." Kollarını indirip kapının yanında ayrıldı. Kaçmak benimde hoşuma gitmiyordu ama şu anlık bunun olması lazımdı.

Çıkmadan önce aynadan kendime baktım. Üstümde; siyah, saten, mini bir elbise, ayağımdaysa siyah topuklu ayakkabılar vardı. Siyah saçlarımı düzleştirmiş omuzlarıma salmıştım, dudağımda ki kırmızı ruj beni biraz daha canlı ve güçlü gösteriyordu. Ellerimdeki yaraları ve omuzumun üstündeki dövmeyi fondotenle kapatmıştım. Sadece kolumdaki beyaz gül dövmesi gözüküyordu.

Kapıdan çıkmadan önce Luna'ya döndüm. "Kapıları kilitle, kimselere açma." Yanağından makas aldım.

Gözlerini devirip beni omzumdan dışarı itti. "Git abla, git hadi."

Gülümseyerek öpücük attığım an kapıyı suratıma kapatmıştı. Asansörün gelmesini beklerken telefonumu çıkarıp karıştırmaya başladım. Demirkan Holding'ten ayrıldığım an Kaya telefonuma mesaj bırakmıştı. Araf Demirkan'la birlikte davete gitmem gerektiğini yazmış ve ayrıca sakin olmamı da eklemeyi unutmamıştı.

Kaya'nın sözünü neden hâlâ dinlediğimi bilmiyordum. Sanki aramızdaki o lanet bağ hâlâ bakiydi. Onca yıl her dediğine tamam dediğim için kolayca kurtulamıyordum. Bağımlılık gibiydi. Ama bu histen de kurtulacaktım.

Binadan çıkıp arabama doğru yavaş yavaş yürümeye başladığım sırada siyah Rolls Royce'un önünde duran Araf Demirkan'ı gördüm. İki elini cebine sokmuş, bir ayak bileğini diğerinin üstüne atmış arabaya yaslanmıştı.

"Demirkan?" diye sordum şaşkınlıkla. Ona doğru yürüdüm.

"Araf demeni tercih ederim," dedi beni dikkatle süzerken. Sabahki gerginliği gitmişti ve lacivert gözleri parlıyordu. Üstünde simsiyah bir takım vardı. Sağ elinde birkaç tane gümüş yüzük takılıydı ve koluna aynı renk ince bir saat takmıştı. Sabah gördüğüm gibi sol elinde hiçbir şey yoktu, sadece bileğindeki dövmesi görünüyordu. Siyah gür saçları arkaya yatırılmıştı. Beyaz teni ay ışığının altında daha parlak gözüküyordu ve lacivert gözleriyle hem ürkütücü hem de etkileyici görünüyordu.

"Sen benim ne zaman evden çıkacağımı nerden biliyordun?" diye sordum bir adım daha atarak. Evimin adresini nerden bulduğunu sormama gerek yoktu. Ufak bir araştırma yapan herkesin öğreneceği bir şeydi zaten.

Yaslandığı yerden ayrıldı ve o da bana doğru bir adım attı. "Bilmiyordum." Kolunda ki saate baktı. "Yaklaşık iki saattir burda bekliyorum," dedi kadife ses tonuyla. Soğuktan burnunun ucu kızarmıştı. Bu adam hafiften kafadan sıyırıktı herhalde çünkü bu soğukta burda beklemek akıl kârı değildi.

"Ben kendi arabamla giderim," dedim. Ellerimi kabanımın cebine sokup arabama doğru ilerleyeğim sırada Araf adım atıp önüme geçti. Kaşlarımı kaldırıp yüzüne baktım, başını sola yatırmış gözlerini kısmıştı.

Kafasını iki yana salladı. "Cık cık cık. Çok kaba bir davranış," dedi kınar tonda. Ellerini ceplerine soktu. "Ben seni iki saattir bu soğukta bekliyorum, sen arabama binmiyorsun. Yakışmadı ortak."

Gözlerimi devirdim. Soğuktan donmuş olmalıydı ve eğer binmezsem gerçekten kaba davranmış olacaktım. Ve Kaya bana tabi ki sakin olmamı söylemişti. "Peki, bu seferlik öyle olsun," dedim kaşlarımı çatarak.

Bir adım geri adım attı. Dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi zafer kazanmış gibi. Arkasını döndü ve arabasına doğru yürüdü. "Kaşlarını çok çatıyorsun, böyle devam edersen erken yaşlanacaksın," dedi. Arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyordum fakat güldüğünü hissetmiştim.

Kaşlarımı daha çok çattım ve sinirle arkasından yürüdüm. Arabanın kapısını binmem için açtı, bakışları bana döndüğünde yüzünde kahkaha atmamak için kendi zor tutan bir ifade vardı. Dudaklarını birbirine bastırmış kaşlarını kaldırmıştı.

Eliyle kaşımın ortasında oluşan çukuru gösterdi. "İşte tam bundan bahsediyorum," dedi dalga geçercesine. Arabanın kapısını binmem için açtı. "Bu arada çok şık görünüyorsun," dedi ama bu sefer yüz ifadesi ciddiydi. İltifat edipte bu kadar ciddi olanını ilk defa görüyordum.

Elimle saçımı tek omzuma aldım. "Her zamanki halim," dedim ve arabanın içine binip kapıyı kapattım. Neyseki güzelden anlıyordu. Bu da bir şeydi öyle değil mi?

Araf Demirkan'da sürücü koltuğuna yerleşti ve arabayı çalıştırdı. Başımı pencereye çevirip yolu izlemeye başladım. Arabada sadece klimadan çıkan ses duyuluyordu, ikimizde tek kelime etmiyorduk. Şahsen benim hiç konuşasım yoktu, davete varana kadar sessizce yolu izleyebilirdim. Hoş, davete ne için gittiğimi de bilmiyordum zaten.

"Kusursuz bir cinayet." Araf'ın sesi kulaklarımı doldurduğunda kafamı yavaşca ondan tarafa çevirdim. Sessizliği ilk bozan onun kadife sesi olmuştu. Bakışları bende değil doğruca yoldaydı. "Kaç yaşındaydın?" Sorduğu soru karşısında kaşlarımı kaldırdım ama o bana bakmıyor inatla yola bakıyordu. Yandan bakınca bile gergin ve soğuk bakışlarını hissedebiliyordum.

"Bu konuyu konuşacağım son insan sensin Demirkan," dedim ve başımı tekrar pencereye çevirdim. Aslında bu konuyu kimseyle konuşmazdım ama sinirle bir anda ağzımdan öyle çıkmıştı. Kırmızı çizgilerim vardı ve en önemlisi de bu konuydu. Ne oldu Gece, korktun mu? Neden cevap vermiyorsun yoksa pişman mısın? Kafamdaki sesleri susturabilmek için cama vuran ufak yağmur damlalarının sesine odaklanmaya çalıştım.

Yol boyunca bir daha da konuşmadık. Evlerinin önüne geldiğimizde girişteki çok sayıda koruma bizi karşıladı. Hepsi birden başlarıyla selam verip kapıyı arabanın geçmesi için ardına kadar açtılar. Araba durduğunda elim kapı koluna gitti fakat daha ben dokunmadan bir koruma tarafından açılmıştı bile. Araf'ın da kapısı açıldığında aynı anda indik.

Gözlerim ışıl ışıl parlayan eve kaydığında dudaklarım hafifçe aralandı çünkü burası ev değil saraydı. Bahçede sırayla dizilmiş kocaman kavak ağaçları vardı. Bahçenin hemen ortasında şirketlerine koyamadıkları fıskiyeli havuzdan kovmuşlardı içinde de adını tam hatırlamadığım Yunan tanrıçalarından birinin heykeli vardı. Evin içinden sızan ışık bütün bahçeyi aydınlatmaya yetiyordu. Evin içinden- tabi buraya ev demeye bin şahit ister- gelen hoş melodi dışarıya kadar geliyodu. Ve arabaların geliş sıklığına bakılırsa da içerisi oldukça kalabalıktı.

Araf yanıma gelmiş birlikte evin içine doğru yürümeye başlamıştık. Yavaşca kulağıma doğru eğildi ve "Tedirgin gibisin," diye fısıldadı. Nerden anlamıştı ki? Evet biraz tedirgindim ama o kadar rahat davranıyordum ki çoğu kişi bunu anlayamazdı. Sadece biraz daha gülümsemem gerekiyordu ama o da içimden hiç gelmiyordu.

Çenemi biraz daha havaya kaldırıp gülümseyerek "Gayet iyiyim sıkıntı yok. Hem sen kendine bak Demirkan çeneni biraz daha sıkarsan kırılacak," dedim bende onun gibi fısıldayarak. Arabadan indiğinden beri suratı beş karıştı ve çenesini sıkmaktan boynundaki damar belirginleşmişti. Buraya zorla geliyormuş, burdan nefret ediyormuş gibi bir havası vardı. Sanki buraya ait değilmiş gibi...

İçeri adım attığım an yüksek çıkan keman ve piyano seslerinin harika melodisi kulaklarımı doldurmuştu. Kalabalık bir davet olduğu çok belliydi, etrafta hızla yürüyen ellerinde içki tepsileri bulunan garsonlar, birbirleriyle kadeh tokuşturan insanlar vardı. Evin içerisi de bahçe gibi bir çok taze çiçeklerle süslüydü. Salonun ortasında iki koldan uzanan, kolları altın kaplı ahşap merdiven geçiyordu ve ortadan kafam kadar elmasları olan bir avize iniyordu. Duvarlarda ünlü ressamların yaptığı birçok resim ve portreler vardı.

Tabiri caizse bütün görgüsüzlüklerini ortaya dökmüşlerdi.

Evi incelediğim sırada Araf elini belime dokundurdu ve yürüyeceğimiz tarafa doğru yön verdi fakat daha iki adım atamamıştık ki bir kadının arkamızdan Araf'a seslendiğini duydum. Arkamızı döndüğümüz sırada Araf, elini belimden çekmişti. Karşımda duran kadını tabiki daha önce görmüştüm.

Alev Demirkan. Harun Demirkan'ın ikinci eşi ve kızının annesi. Genç ve bakımlı bir kadındı. Beline kadar uzanan kırmızı saçları, derin yırtmacı olan kırmızı elbisesi ve yüzündeki ağır makyajıyla tam bir ev sahibi havası veriyordu.

"Hoşgeldin," dedi Alev Demirkan gülümseyerek. Sesinden akan samimiyetsizlik herkesin anlayacağı tondaydı. "Kardeşini görmeye gelmedin, dört gözle seni bekliyordu," dedi, dudakları gülümsüyor olsada yeşil gözleri soğuktu.

"İşlerim vardı, gelemedim," dedi Araf tek nefeste. Buz gibi ve keskin ses tonu ürkütücüydü.

Alev Demirkan'ın soğuk yeşil gözleri bana kaydığında hiç çekinmeden baştan aşağı dikkatle süzdü. "Kim bu hanımefendi? Daha önce hiç görmedim," dedi Araf'a tebessüm ederek.

Araf Demirkan cevap vermeden ben cevap verip elimi uzattım ve bir adım attım. "Gece Yücesoy. Araf Bey'in yeni asistanıyım," dedim yapmacık şekilde tebessüm ederek.

Alev Demirkan tek kaşını kaldırıp uzattığım elime baktı. Daha sonra bir saniye Araf'la göz göze geldi ve hemen ardından gülümseyerek elimi sıktı. Dudaklarının kenarı belli belirsiz bir alayla yukarı doğru kıvrıldı. "Memnun oldum. Yeni işin hayırlı olsun." dedi, saçlarının kıvrımlarını eliyle düzeltirken.

Tam o sırada görüş alanıma Araf'a doğru sevinçle koşan genç bir kız girdi. Koşarak Araf'ın kollarına atlayıp sıkıca sarıldı. Koyu kahve saçları bukleler halinde beline doğru iniyordu. Buğday teni, tıpkı annesine benzer koyu yeşil gözleri ve bütün vücudunu saran antresit rengi elbisesiyle Asel Demirkan muhteşem görünüyordu.

"Abiciğim seni çok özledim. N'olur bu gece burda kal." dedi, dudaklarını büzerek Asel Demirkan. Abisini daha sıkı sardı.

"Bende seni çok özledim prenses," dedi Araf yumuşacık bir sesle. Kardeşini kendinden biraz uzaklaştırıp önüne gelen saçlarını kulaklarının arkasına yerleştirdi. "Malesef bu gece kalamam, çok önemli bir işim var onu halletmem lazım ama söz yarınımın hepsi senin." dedi ve göz kırptı. Asel Demirkan çocuk gibi omuzlarını kaldırıp indirince Araf onu kendine çekip tekrar sarıldı.

"Malesef Asel Hanım abinin bugün bana sözü var onu kimseye kaptırmam." Toprak Korlu arkadan yaklaşıp Asel'in saçlarını karıştırdı ve muzipçe güldü.

"Ya Toprak abi saçlarım bozuldu!" diye bağırdı fakat annesinin keskin bakışlarını görünce hemen sustu. Asel saçlarını düzeltmeye çalışırken Toprak kahkaha atıyordu.

"Senin gibi küçük hanıma yakışıyor mu hiç böyle bağırmak? Çok ayıp." dedi Toprak.

"Toprak abi bana ikide bir küçük hanım deyip durma ya! 17 yaşındayım ben artık," dedi Asel kızgın bir sesle. Daha sonra bir anda gözleri Araf'ın yanındaki bana kaydığında kocaman gülümsedi. Toprak'ın yanından ayrılıp tam önümde durdu. "Saçlarınız çok güzel. Bu kadar parlak olması için herhangi bir ürün kullanıyor musunuz?" Heyecanla sorduğu soru karşısında gülümsedim.

"Asel!" dedi Alev Demirkan uyarıcı ses tonuyla. Kızının bana olan bakışlarından pekte memnun görünmüyordu.

Asel gözlerini devirip ofladı. "Özür dilerim ilk başta kendimi tanıtmalıydım. Ben Asel Demirkan, memnun oldum." Ciddiyetle elini bana doğru uzattı.

Hemencecik elini tutup sıktım. "Teşekkür ederim bende Gece Yücesoy. Tanıştığımıza çok memnun oldum Asel."

"Gece benim yeni asistanım," dedi Araf kardeşine bakarak. Tek elini cebine sokmuş rahatça konuşuyordu. Ruh hali çok hızlı değişmişti.

"Öyle mi? Bende şey sanmıştım," dedi kaşlarını indirerek Asel. Üzülmüş müydü yoksa şaşırmış mıydı emin değilim.

"Aselciğim gel biz biraz misafirlerle ilgilenelim," dedi Alev Demirkan kızının kolunu tutarken. Kızıl saçlarını arkaya doğru savururken nedenini bilmediğim bir şekilde kaşları çatarak bana bakıyordu.

Asel annesine gözlerini devirip bize döndü. "İzninizle. Belki sonra tekrar karşılaşırız.l," dedi, son sözünü bana söylerek gülümsedi. "Saçlarının sırrını öğreneceğim." Tıpkı abisi gibi göz kırptı ve elini sallayıp annesini takip etti.

Ben onların arkalarından bakarken Araf'ın elini belime dokundurmasıyla irkildim. "En köşeye geçelim orası sakin gibi." dedi, bana tekrardan yön vererek.

Toprak'ta arkamızdan davetlilerle selamlaşarak yürüyordu. Masaya yerleştiğimizde oflamaya başladı ve üzerinde olan lacivert rengi takım elbisenin kravatını gevşetmeye çalıştı. "Nefret ediyorum oğlum davetlerden. Şu kravata bak insanı öldürmek için tasarlanmışlar, boğuluyorum." dedi Araf'a doğru fısıldayarak. Saçları açık değildi tam tersine sıkıca toplanmıştı ve siyah piercing'i gün gibi ortadaydı.

"Bir kerede şikayet etme Toprak." dedi Araf kaşlarını çatarak.

"Tamam prens hazretleri etmem. Neyse ben gidip yeni gelen misafirlerle selamlaşacağım. Seninle uğraşamam." Araf'a gıcık olduğunu belli eden bakışını attıktan sonra bana döndü ve gülümsedi. "Gece, sende sakın bir yere ayrılma döndüğümde dans edeceğiz. Aramıza katılmanın şerefine," dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı.

Toprak'ın arkasından öylece bakakalmıştım. Araf'ta başını iki yana salladı ve "Asla büyümeyecek. Merak etme alışırsın bu hallerine." dedi dümdüz sesiyle.

"Alışmak isteyen kim? Sanırsın ömür boyu yanınızda kalacağım," dedim umursamazca. Toprak'ın bu halleri her ne kadar sıcak ve sevecen olsada henüz onu tanımıyordum. Ayrıca ne ona ne de Demirkan'a güvenmiyordum.

Araf ne dediğimi umursamayıp geçen garsondan iki kadeh şampanya aldı ve masanın üzerine bıraktı. İçerisi gitgide kalabalık bir hâl almaya başlamıştı. Etrafımdaki çoğu kişiyi tanıyordum çünkü uyuşturucu sevkiyatlarını ben patlamıştım çoğu benim yüzümden batmanın eşiğindeydi.

Araf arkamdan şampanya bardağını almak için eğildiği sırada nefesini kulağımın dibinde hissetmiştim. Bir an için hareket etmeden öylece kaldım, nefes dahi almıyordum. Eğilmiş olmalıydı sanırım çünkü başka türlü bu boya gelemezdik.

"Şurdaki adamı tanıyor musun?" diye fısıldadı. Eliyle şampanyayı alırken gösterdiğı tarafa baktım; Göbekli, takım elbise giymiş, elinde şarap olan ve durmadan gülen adamı gösteriyordu.

Sadece kafamı salladım çünkü nefesi kulağıma değiyor beni huylandırıyordu. Adamı tabiki tanıyordum uyuşturucu sevkiyatlarını patlatıp büyük vurgun yapmıştım. Sanıç Holding patronu Rıza Sanıç. Kargo şirketini uyuşturucu kaçakçılığıyla yönetiyordu. Tabi ben bir yıl önce teker teker bütün sevkiyatlarını patlatınca şirket büyük kayba uğramış iflasın eşiğine gelmişti. Şimdi ise zor ayakta duruyordu, her an yıkılabilirdi.

Araf şampanya kadehini alıp çekildi ve karşıma geçti. "Adamın şirketi ha battı ha batacak, üflesen yıkılacak durumda," dedi keyifli ses tonuyla. Biraz öne doğru eğildi. "Tabi senin sayende. Bugünde buraya babamdan yardım istemeye gelmiş." Şampanyasından bir yudum aldı ve kadehini benimle tokuşturmak için havaya kaldırdı.

Bende kendi kadehimi elime alıp büyük bir yudum içtim. Biraz öne doğru eğildim ve "Yakında babanın kimseye yardım edecek bir durumu kalmayacak," diye fısıdadım ve kadehimi onunkiyle tokuşturdum. Araf sadece kafasını sallamakla yetinmişti.

Kadehten son bir yudum alıp masaya bıraktım o sırada yanımıza tekrardan Toprak gelmişti. "Harun Amca hâlâ etrafta görünmüyor. Bir sıkıntı çıkmış olmasın? Alev de ortada yok," dedi Araf'a etrafı incelerken.

Araf umursamazca omuz silkti ve kadehinden yudumladı. "Hiçbir şey olmaz onlara merak etme," dedi gözlerini devirerek.

Daha sonra Toprak kadehini alıp Araf'ın tam dibine girdi. "Beni ne zaman tanıştıracaksın?" diye sordu sessizce. Kimsenin duymadığını düşünüyorsa yanılıyordu çünkü ben gayet iyi duyuyordum.

Araf kaşlarını çatıp anlamamış gibi baktı ve "Kiminle?" diye sordu.

"Ateş'le... Hani şu buradakileri batıran hacker herif," dedi parmaklarını masaya vurarak.

Herif mi? Hiçte herife benzer bir tarafım yoktu. Yüzümü ekşitip Toprak'a baktım. Böyle söylediği için asla benimle tanışamayacaktı.

Araf lacivertlerini kısa bir süre bana değdirdi ve etrafa hızlıca göz gezdirip Toprak'a döndü. Dudağını diliyle ıslattı ve "Kes sesini! Şimdi sırası değil," dedi sinirle.

O sırada Harun Demirkan'ın sesini duymamla beraber herkes gibi bende merdivenlerin olduğu tarafa baktım. Harun Demirkan hafif beyazlaşmış saçları, mavi gözleri ve üstündeki gri takımıyla gayet dinç duruyordu. Yüzündeki hafif kırışıklıklar bile onu yaşlı göstermeye yetmemişti. Büyük mavi gözleri ve yüzü neşeliydi.

"Sevgili dostlarım, hepiniz hoşgeldiniz," dedi gür sesine tezat çıkan sakinliğiyle. "Bu daveti sevgili oğlum Araf'ın buraya temelli dönmesi şerefine verdim. Sizlerde beni bugün yalnız bırakmadınız hepinize teşekkür ederim."

Araf'ın, babasının konuşmasıyla beraber çenesi kasıldı. Toprak ise pür dikkat Harun Demirkan'ı dinliyordu. Harun Demirkan'ın gözleri Araf'ı buldu ve neşeyle gülümsedi.

"Araf oğlum yanıma gelir misin?" diye sordu ve eliyle yanını işaret etti.

Herkesin bakışı Araf'a dönmüş meraklı gözlerle onu izliyorlardı. Bir süre babasına baktıktan sonra yavaşça bir adım attı. Her hareketinde zorlandığı belli oluyordu. Dik duruşu ve kendinden emin adımlarıyla merdivenlerden çıktı. Babasının yanına vardığında ciddi yüz ifadesini bozmamış hatta daha sert bakmaya başlamıştı.

"Melis kızım sen de gel yanıma," dedi Harun Demirkan. Eliyle gösterdiği tarafa baktığımda Ataman ailesini gördüm, en baş köşede ayakta ellerindeki kadehlerle duruyorlardı.

Atamanlar Harun Demirkan'ın ikinci ve en büyük ortaklarıydı. Köşedeki masada bütün aile birliktelerdi. Selim Ataman, eşi Güzide, kızı Melis ve oğlu Yağız Ataman. Bütün gözler onların üstündeydi.

Melis Ataman gülümseyerek merdivenlere yöneldi. Kısa kahverengi saçlarını eliyle kulağının arkasına sıkıştırdı ve merdivenlerden çıktı. Üstünde derin sırt dekoltesi olan mor bir elbise vardı ve yaşından daha büyük gösteriyordu. Harun Demirkan'ın yanına ulaştığında yüzündeki gülümseme silinmemiş katlanarak artmıştı. Gözleri Araf'ı bulduğunda biraz daha sırıttı fakat Araf ona bakmıyor gözleri şaşkınlık ve öfkeyle birlikte babasının üstünde geziyordu.

Harun Demirkan ikisine de gülümseyerek baktı ve davetlilere döndü. "Aslında bugün size bir müjdemi daha vermek isterim," dedi ve Araf'ın koluna dokundu. "Oğlum Araf ve kızım Melis için nişan kararı aldık." dedi büyük bir coşkuyla.

Araf gözlerini kocaman açmış bir babasına bir de yanında ki Melis Ataman'a bakıyordu. Sinirden boynunda beliren damarı burdan bile görebiliyordum, lacivert gözlerinden adeta ateş fışkırıyordu. Etraftaki herkes alkışlamaya başlamış fakat aynı zamanda aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı. Ataman ailesine baktığımda Selim Ataman gururlu bakışlarıyla kızını izliyordu.

Şampanya kadehimden büyük bir yudum aldım keyifle. Bu iş eğlenceli bir hal almaya başlamıştı, tahmin ettiğim gibi sıkılmayacaktım galiba.

"Hassiktir!" diye fısıldadı Toprak sinirle. Ona baktığımda öfkeli gözlerle Ataman ailesine bakıyordu. "Bu da nerden çıktı şimdi?" Ellerini masanın üzerinde yumruk yapmıştı.

Omzumu silkip kadehimi elime aldım ve bir yudum daha aldığım sırada görüş açıma Araf girmişti, hızlı ve öfkeli adımlarla bana yaklaşıyordu. Gözlerinde ki kıvılcımlar her an burayı yakabilirdi. Yanıma vardığında "Yürü Gece. Gidiyoruz." dedi sert sesiyle, aynı anda rüzgar gibi yanımdan geçti.

Toprak şaşkın bakışlarla Araf'ın arkasından bakıyordu beni ise onu hiç takmamış büyük bir zevkle kadehimden bir yudum daha almıştım. Emir kiplerinden hoşlanmadığımı daha önce söylemiştim. Şu anda sinirli olması benim sorunum değildi, ya rica edecekti ya da bir adım bile atmayacaktım.

Yeniden yanıma geldiğinde burnundan soluyordu. "Ne yapıyorsun burda? Gidiyoruz dedim sana." Öfkeyle fısıldadı. Ondan korkacağımı düşünüyorsa yanılıyordu zira kendisi benden korkmalıydı.

Çatık kaşlarımla ona döndüm. "Kiminle konuştuğunu bil önce! Sana emir kiplerinden hoşlanmadığımı söylemiştim." Dişlerimin arasından fısıltıyla konuşuyor öfkeyle tam lacivert gözlerinin içine bakıyordum.

Sesli bir nefes verdi ve daha sonra alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Başını sola yatırdı ve "Benimle gelir misin Gece? Gitmemiz gerek." dedi zoraki gülümsemesiyle.

Kafamı aşağı yukarı salladım gülümseyerek. "Tabiki," dedim çantamı masanın üzerinden alırken. Araf önden yürümeye başlamıştı bile. Toprak'a hiç bir şey söylememişti tabi bende selam vermeden yanından ayrılmıştım.

Dışarı çıktığımda kuvvetli bir rüzgar esti ve saçlarımı savurdu. Merdivenlerden ineceğimiz sırada Araf elini belime yerleştirdi. "Dikkatli ol," dedi ve sakince merdivenlerden indik. Daha sonra Araf tekrardan hızlanıp Arabaya geçti. Rüzgardan dağılan saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. O sırada bir koruma araba kapısını benim için açmış binmemi bekliyordu. Arabaya yerleştiğimde Araf hiç beklemeden gaza basmış evlerinin bahçesinden çıkmıştı. Kafamı çevirip Araf'a baktım.

Direksiyonu sıkan parmak boğumları beyazlaşmıştı. Biraz daha sıkarsa direksiyonu yerinden çıkarabilirdi. Öfkeden boynunda beliren damar yerli yerindeydi. Beyaz çehresi kaskatı kesilmişti. Şu an lacivert gözlerini göremiyordum ama ateş saçtıklarından emindim. Arabayı o kadar hızlı kullanıyordu ki koltuğun köşesine tutunmak zorunda kalmıştım.

"Hayırlı olsun," dedim dümdüz çıkan sesimle. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Damarına basınca ne tepki vereceğini merak etmiştim.

Kafasını hızla bana çevirdi. Lacivert gözlerinin içi kıpkırmızı olmuştu. Bakışları bir okyanusun şiddetli dalgalarını arındırıyordu. Öfkeden kesik kesik nefes alıyor göğsü hızla şişip iniyordu. "Dalga mı geçiyorsun?!" Yüksek çıkan sesi pürüzlü çıkmıştı. Siyah şekilli kaşları derince çatıldı.

"Ne münasebet? Baban nişanlanacağını duyurdu, bende ortağın olarak tebrik ediyorum," dedim omuzlarımı indirip kaldırarak. Şu an için yüksek ses tonunu mazur görüyordum.

"Yok nişan falan!" Öfke dolu sesi camlara çarpıyor kulaklarıma ulaşıyordu. Bu kadar sinirlenecek ne vardı ki?

Gözlerimi devirip önüme döndüm. Aile sorunlarıyla uğraşamazdım. Yeterince sorunumuz vardı zaten. Ayrıca bugün beni o davete boşu boşuna götürmüştü. Kimseyi tam anlamıyla inceliyememiş üstüne cici annesinin alaylı bakışlarına maruz kalmıştım.

Birkaç saatin sonunda sıkılıp nereye gittiğimizi öğrenmek için Araf'a döneceğim sırada araba ani bir frenle durdu. Kafamı pencereye çevirdiğimde kocaman bir eve geldiğimizi gördüm. Ama şu an gece olduğu için nasıl bir yer olduğu anlaşılmıyordu.

"Neresi burası?" diye sordum evi incelerken. Neredeyse tamamı camlarla kaplı üç katlı kocaman bir villaydı.

"Sana göstermek istediğim bir şey var." Ses tonundan anladığım kadarıyla biraz sakinleşmişti. Lacivert gözlerine baktığımda ateşin yerini kıvılcımlar almıştı. "Gel benimle. Çok beğeneceksin," dedi hafif tebessüm ederek.

Dengesiz herif! Bir manyakla çalışıyordum galiba.

Değişen ruh hali karşısında kaşlarımı çattım. "Beğeneceğimi nerden biliyorsun?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.

Bana cevap vermemiş yürümeye başlamıştı. Arkasından takip etmeye başladım. Evin içine girdiğimizde bütün ışıklar açıldı. Parkelere çarpan topuklu ayakkabılarımın sesi, ev boş olduğu için yankı yapıyordu. Araf arkasına hiç bakmamış alt merdivenlerden inmeye başlamıştı. Ben inerken tekrardan "Dikkatli ol," demeyi de unutmamıştı. Hızlı adımlarla arkasından gidip ona yetiştim.

Çalışma odası tarzında bir yere indirmişti beni. En köşede büyük bir kitaplık vardı. Araf kitaplığa doğru ilerledi. Solda ahşap bir çalışma masası ve iki tane koltuk döşenmişti. Duvarda bir tane saat ve bir kaç tane de tablo asılmıştı. Sağda ahşap eski bir vitrin içinde çesitli biblo ve kristaller vardı.

Araf'a çevirdim bakışlarımı. Kitaplıktaki kitaplarda elini gezdirdi ve bir tanesini eliyle çekti. O an kitaplığın bir kısmı yana kaydı ve gizli bir bölme göründü. Araf eliyle kitaplığı biraz daha yana itti ve gizli bölme tam olarak ortaya çıktı.

Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Kessinlikle böyle bir şey beklemiyordum. Araf Demirkan'ın da gizli bir yeri vardı. Vay canına!

Heyecanla kitaplığa doğru ilerledim. "Yoksa tahmin ettiğim şey mi? İtiraf et, Grey'in oyuncak odası mı burası?" diye sordum gözlerimi kısarak ve gizli bölmenin içine bir adım attım.

"Mizah seviyenin bu kadar düşük olduğunu bilmiyordum. Hatırlat bu harika esprine daha sonra güleceğim," dedi kinayeyle. Kendisi de bölmenin içine girmişti.

"Sen ne anlarsın. Bence komikti," dedim gözlerimi devirerek.

İlerlemeye başladığımda Araf arkamdan geliyordu. Bana yetiştiğinde önümüze bir kapı daha çıktı. Araf önüme geçti ve kulpu çevirip kapıyı ardına kadar açtı.

Açılan kapıyla beraber ağzımdan ıslık kopması bir olmuştu. İçeriye geçtik ve Araf tekrar kapıyı kapattı. Burası cennet gibiydi.

Sırayla dizilmis üst düzey bilgisayarlar ve önlerinde kocaman bir pröjeksiyon vardı. Duvarlar açık griydi ve üstte spot ışıklar vardı. Çoğu yerin kamera görüntüsü yansıtılmıştı bilgisayarlara ve bu mükemmel bir olaydı.

Etrafımda dönüp kocaman üst üste olan bilgisayarlara baktım. "Bunlar muhteşem!" dedim gülerek. Etrafımda bir tur daha döndüm

Araf'a baktığımda gülümseyerek beni izliyordu. Lacivert gözleri parlıyordu, az önceki öfkesi gitmişti. "Beğeneceğini biliyordum," dedi kafasını sallayıp gülümseyerek. Bana doğru bir adım attı ve kollarını iki yana açtı. "Hazırsan başlayalım." Lacivert gözlerinde çakmak çakmak yanan intikam ateşini gördüm.

Ellerimi birbirine ovuşturdum ve gülümsedim. "Ben her zaman hazırım," dedim ve bende onun gibi kollarımı iki yana açtım. "Başlayalım."

...

Bölümü nasıl buldunuz? Düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz.

Bir dahaki bölüme kadar sevgilerle!

 

 

Loading...
0%