Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. SAVAŞ ÇANLARI

@lavesta_a

Herkesee Merhabaa!!!

Yeniden uzun bir bölümle karşınızdayım. Keyifli okumalar diliyorum☺️

Şimdiden yıldızımızı boyayalım lütfen✨

🎧;

S.O.S, Indila

Immortal, Reinaeiry

Renegade, Aaryan Shah

Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar- ancak o zaman söner.

Fernando Passoa.

🔥

Ellerim dizlerimde, eğilmiş nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum. Bacaklarım jöle kıvamına gelmiş beni taşımıyordu. Kalbimin çarpıntısı, gecenin sessizliğinde yankılanıyordu adeta. Sonumu getirecek olan gözlere çevirdim bakışlarımı. Merakla beni inceliyordu.

"Lanet olsun Demirkan! Ne yapmaya çalışıyorsun?" dedim öfkeyle. Ne yazık ki gece olduğu için bağıramamıştım. Ama öfkeyle çıkan fısıltım bağırmayla eş değerdi.

Karanlığın içinden çıkıp önümde durdu. O da tıpkı benim gibi siyahlara bürünmüştü. "Üzgünüm, korkuttum mu?" diye sordu usulca. Safirleri endişeyle kısıldı.

"Dalga mı geçiyorsun? Aklım çıktı..." dedim dişlerimin arasından. Bir anda Üstüne yürüyüp, hırkamın içindeki çakıyı çıkarıp açtım ve boynuna doğru tuttum. "Dua et şunu bir tarafına saplamadım," dedim sinirle. Bıçağın ucunu boynuna sürttüm.

Yaptığım hareket hoşuna gitmiş gibi kirpiklerinin altından bakıp gülümsedi. Lacivert gözlerinde gizlenen hayranlık vardı. Aslında amacım korkutmaktı ama sanırım bu manyakta ters tepmişti. Boynunu biraz daha sürttü bıçağın ucuna. Gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Dudakları aralanmış uzun aralıklarla nefes alıp veriyordu. Lacivertleri gecenin karanlığında, gözlerimin en içindeydi. Daha sonra gözlerini kırpıştırıp kendine yeni gelmiş gibi geri çekildi.

"Amacım korkutmak değildi... Sadece beni gördüğün an çığlık atma diye seni kenara çektim," dedi boğuk çıkan sesiyle. Ellerini montunun cebine soktu. Bakışları dümdüzdü.

Kimse görmesin diye biraz daha karanlığa geçtim. "Niye düşmanımmış gibi arkamdan yaklaşıyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Önüme adam akıllı çıksa bağırmazdım ki. Sinirle oflayıp hırkamın fermuarını sonuna kadar çektim. "Neden buradasın Demirkan?" dedim etrafı gözetlerken.

"Özlemine dayanamadım..." dedi ciddi sesiyle. Kafasını yana doğru eğmişti. Alay ediyordu yine. Sonra gözlerini kısıp hafifçe tebessüm etti. "Sana eşlik etmeye geldim," dedi.

Elimdeki çakıyı kapatıp, hırkamın cebine geri koydum. "Siktir git Demirkan!" dedim elimle yolu işaret ederek. Çantamı sırtıma alıp yürümeye başladım. Bacaklarım hala titriyordu onun yüzünden. Bütün sinir sistemimi alt üst etmişti.

Arkamdan hızlı adım sesleri duydum. "Böylece ağzının bozuk olduğunu da öğrenmiş oldum," dedi fısıltıyla. Bana yetişmiş yanımda yürüyordu. "Ee nereye gidiyoruz?" diye sordu keyifli çıkan sesiyle.

İfadesiz yüzümle dönüp gözlerine baktım. "Cehennemin dibine gidiyorum. Gelecek misin?" dedim ve yürümeye devam ettim.

"Seninle yerin yedi kat dibine bile gelirim," dedi sakince. Adımlarımı yavaşlattım bi' an. Boğazım kurumuştu. Gerçekleri mi söylüyordu yoksa alay mı ediyordu ayırt edemiyordum bir türlü.

Arkamı döndüğümde yüzünde gerçek olduğu çok belli kusursuz gülümsemesi vardı. Sadece yüzü değil safirleride gülüyordu. Ama ben yinede emin olamamıştım. Dalga geçiyordu benimle. "Alay etmeyi kes artık. Düş peşime yürü," dedim sinirli çıkmasını umduğum ses tonumla. Tekrar önüme dönüp yürümeye başladım. Dudağımda kendiliğinden ufak bir tebessüm oluşmuştu.

Tekrar yanıma geldiğinde hızlanmamıştım. Yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Kolumdaki saate baktığımda daha zamanımın olduğunu gördüm. Bende sırt çantama daha çok asıldım ve boş sokakta yürümeye devam ettik.

Yaklaşık kırk beş dakikadır gecenin soğuğunda yürüyorduk. Sonunda ilk durağımız olan galeriye gelmiştik. Araf Demirkan, yürüdüğümüz süre boyunca bir daha konuşmamıştı. Bende arada kaşlarım çatık şekilde yüzüne bakıyor sonra tekrar önüme dönüyordum. Yaşattığı şeyi kolay kolay atlatamayacaktım. Onca sevkiyat patlatırken, o kadar sisteme sızmaya çalışırken bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum. O kısacık saniyede aklımdan bin tane senaryo geçmişti. Ve ben o kısacık saniye sadece, ne şekil öleceğimi ve hangi düşmanım tarafından etkisiz hale getireleceğimi düşünmüştüm.

Galerinin içine girdik ve ben kendi arabalarımın tarafına yürüdüm. Burda bulunan çoğu araba bana aitti ama fazla dikkat çekerim diye sadece sevkiyatlara giderken kullanıyordum. Koleksiyon denecek kadar fazlaydılar. Kendi üzerime geçirdiğim paranın bana kalan kısmını sadece arabalara harcıyordum. Ama tehlikeli diye çoğunu kullanamamıştım. Aralarından geçerek ortalarında durdum.

"Seç bakalım Demirkan," dedim, ellerimi iki yana açarak.

Şaşkınlıkla etrafına baktı. "Hepsi senin mi?" diye sordu merakla.

"Çoğu benim... Evet." dedim dümdüz. "Ne sandın, bir tek sende mi Rolls Royce'lar, Bentley'ler var?" Tek kaşım havaya kalktı ve kollarımı birbirine bağladım. "Hadi bugünlük sen seç hangisiyle gideceğimizi."

Araf, arabaların arasından tek tek geçti ve bir tanesinin önünde durdu. Parmağıyla gösterdiği arabanın yanına gittim. Lacivert gözlerinde çocuksu bir mutluluk vardı.

"BMW X5... Zevkli şeçim," dedim, arabanın kaputunda ellerimi gezdirerek. "Bu bebek, kurşun geçirmezde aynı zamanda. Akıllı adamsın Demirkan," dedim omzuna vurarak.

"Sağolun Gece Hanım, size layık olmaya çalışıyoruz." dedi ellerini birleştirerek. Sesindeki alay artık sinirlerimi bozmaya başlıyordu.

Gözlerimi devirip yanından geçtim ve arabanın kapısını açtım. "Bugünlük dalga geçme kotanı doldurduğunu düşünüyorum. Geç arabaya da gidelim artık," dedim ve sürücü koltuğuna yerleştim. Araf'ta hemen yan koltuğa yerleşmişti. Diğer bebeklerimin yanından geçerek galeriden tamamen çıktım.

Yerden toz kaldıracak kadar hızlı sürüyordum. Kendimi özgür hissettiğim an'lardan bir tanesiydi arabayla hız yapmak. Gideceğimiz yere yarım saat kadar vardı ama ben onu on beş dakikaya falan indiriyordum. Hafifçe kafamı çevirip Araf'a baktım; halinden gayet memnun görünüyordu. Kollarını birbirine bağlamış, dışarıdan görünen ve sıra sıra dizilmiş ağaçları izliyordu. Arabayı yavaşlatmaya başladım.

Sık ağaçların bulunduğu bir ormana gelmiştik. Tırlar yol kısmından geçecekti. Ve benim geçtiklerini görmem için biraz daha yükseğe çıkmam gerekiyordu. Ama oraya da arabayla çıkamayacaktık, mecburen biraz yürümemiz lazımdı. Arabayı meşe ağaçlarının altında durdurdum. Hava karanlık olduğu için araba çok gözükmüyordu. Burda da insan hiç yoktu bu yüzden güvende sayılırdık. Emniyet kemerimi çözüp kapıyı açtım ve indim. Sırt çantamın içinden bilgisayar ve dürbünümü çıkardım. Bilgisayarı açıp emin olmak için tekrar sevkiyatın saat ve yerine baktım. Adamların konumlarına da bakıp buraya doğru hareket ettiklerini gördüm. Her şey tamamdı. Bilgisayarı kapatıp sırt çantama tıktım ve dürbünümle telefonumu aldım.

Kafamı arabadan çıkardığımda Araf meraklı gözleriyle beni izliyordu. "Her şey hazır. Hadi gidelim," dedim içime derin bi' nefes çekerek. "Ormanın yukarılarına doğru biraz yürümemiz lazım." Araf'ın yanına geçtim ve yan yana yürümeye başladık.

"Buradan mı geçecek tırlar?" diye sordu pürüzsüz sesiyle.

"Evet bu yoldan geçecekler. Ama biz yüksekten görmüş olacağız onları," dedim yeterince sessiz konuşarak. Ayağımızın altındaki ağaç yaprakları her adım attığımızda çıtırdıyordu.

En yüksek kısıma çıktığımızda nefes nefese kalmıştım. Ellerimi belime koydum ve etrafıma bakındım. Gözlerimi kısıp baktığımda aşağıdaki ağaçların arasındaki haraketlilik dikkatimi çekti. Araf hemen yanı başımda durmuş, benim gibi etrafa bakıyordu. Hareketlilik artınca Araf'ın ceketinden tutup aşağı çektim.

Çalıların arasında dip dibeydik. Ellerim hala ceketine tutuluydu. Teninden gelen acımsı karanfil kokusu yavaş yavaş ciğerlerime doluyordu ve ben yutkunma ihtiyacı hissediyordum. Lacivert gözleri, tam karşımdaydı ve şaşkınlıkla açılmıştı. Tam konuşacaktı ki parmaklarımı hızla dudaklarına kapadım. Dudakları sıcacıktı. Soğuk parmaklarım dudaklarına temas edince anında ısındı. Hızla parmaklarımı geri çektim. Ama kendim çekilmemiştim. Araf diliyle dudaklarını ıslattığında gözlerimi kaçırdım. Odağım tırlarda olmalıydı, Araf'ın dudaklarında değil. Dudakların konuyla ne alakası vardı şimdi? Aklım daha fazla bulanmasın diye yavaşca ayağa kalkmaya çalıştım. Sendeleyeceğim an Araf elimi tutmuştu.

"Ağaçların arasında birilerini gördüm," dedim fısıltıyla.

"Haberleri olmuştur belki. Önceden gelmişlerdir," dedi Araf benim gibi fısıltıyla. Sıcak nefesi kulağımın dibindeydi.

Dürbünü çıkarıp aşağı doğru baktığımda, elinde silah olan dört adamımı görünce rahatladım. Beni fark etmemeleri için biraz geriye doğru çekildim. "Rahatla Demirkan. Benimkilermiş," dedim dürbünü gözlerimden çekerken.

"Seninkiler?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Sabret, her şeyi anlatacağım," dedim ve telefonumu çıkarıp özel hattımdan, adamlardan bir tanesinin numarasını tuşladım. Gelmeden önce bilgisayardan sesimi değiştirmiştim.

Araf merakla beni izlerken telefonu hopörlere almıştım. Bir elimle telefonu tutuyor, diğer elimle dürbünle aşağı gözetliyordum. İçlerinden iri yarı olanın telefonu çalınca kendine çeki düzen vermiş ve bi' kaç saniye etrafa bakmıştı. Daha sonra aramayı cevaplayıp kulağına götürdü.

"Buyrun efendim," dedi oldukça kalın olan ses tonuyla. Dürbünden baktığım sırada diğer adamlarda yanına toplanmıştı.

"Hazırlıklar tamam mı?" dedim ifadesizce. Sesimi değiştirdiğim için onlar çok daha farklı duyuyorlardı beni.

"Evet efendim," dedi hepsi bir ağızdan.

"Aferin. Tırlardaki adamlara zarar vermek yok. Bunu daha önceden biliyorsunuz zaten," dedim.

"Sürücüleri indirdikten sonra patlayıcaları yerleştirip çekilin alandan. Gerçi bunları kaç defa tekrarladık artık söylememe gerek yok." Dürbünü Araf'a uzattım ve kaş göz işareti yaptım aşağı bakması için.

"Anlaşıldı efendim. İşaret vermenizi bekliyor olacağız." dedi iri yarı olan, mekanik çıkan ses tonuyla.

"Beklemede kalın," dedim, sonrada sesimin onlara gitmesini engelledim.

"Bu dördü mü patlatacak sevkiyatları?" dedi Araf dürbünle aşağıya bakarken. Lacivertleri gözlerimle buluştuğunda sadece kafamı salladım. "İyi seçilmişe benziyorlar, hepsi izbandut gibi." Sesinden sezdiğim umarım hoşnutsuzluk değildi. "Ağaçların arasına doğru çekiliyorlar," dedi ve dönüp dürbünü bana uzattı.

Hızla elinden alıp yola baktığımda uzaktan üç tırın yaklaştığını gördüm. Telefonu elime alıp sesimin adamlara ulaşmasını sağladım. "Yerinizi alın, başlıyoruz," dedim ve tekrar tuşa basıp sesimin onlara gitmesini engelledim. Araf'a doğru dönüp gülümsedim. "Yaklaş Demirkan, bu gösteriyi kaçırmak istemezsin," dedim göz kırparak. Elinden tutup biraz daha yanıma çektim. Bu adamın neden her yeri sıcacaktı? Ya da ben neden bu kadar soğuktum? Sanki bir tek onun yanındayken vücudum bu kadar soğuk oluyor, sıcağa ihtiyaç duyuyordu.

Yaklaşan tırlar adamlarımın hizasına geldiğinde ağaçların arasından çıktılar ve hemen ardından kulaklarımı dolduran silah sesi duyuldu. Üç tırın da tekerleri patlamıştı. İki adamım ilk tıra, diğer ikisi de ikinci ve üçüncü tıra ilerlemişlerdi. Hepsi baştan ayağa simsiyah giyinmişti ve başlarında yüzlerini tamamen kapatan siyah bereleri vardı. Sürücüleri yaka paça aşağı indirip üçünün de kafasına silahın kabzasıyla vurmuş ve bayıltmışlardı. Bayılan sürücüleri ayaklarından tutup ormana çekerken göz ucuyla Araf'a baktım; sanki bir dakikayı bile kaçırmak istemiyormuş gibi kollarını birbirine bağlamış, dikkatle adamlarımın yaptıklarını izliyordu.

Dört adamım döndükten sonra tırlara patlayıcıları yerleştirip geri çekildi ve benden talimat beklercesine etraflarına bakınmaya başladılar. Cebimden sigara paketimi çıkardım ve bir dal yakıp Araf'a uzattım. Parmaklarımın arasındaki sigarayı aldı ve içine derin bi' nefes çekti. Bende kendi sigaramı yaktım ve telefonumun tuşuna basıp sesimin adamlara gitmesini sağladım.

"Patlatın!" dedim içimdeki bütün hırsı kusarak. Tek kelimemle birlikte üç tırın havaya uçması bir oldu. Sigaramdan keyifle üst üste dumanlar çekip ciğerlerime hapsettim. Üç tır da gözlerimin önünde alev alev yanıyordu. Gözlerimin önünde çıkan yangın içimdeki ateşi harlamaya başladı. Ama ilk defa içime çektiğim duman kokusu mutlu hissettirmiyordu. Sağımdan gelen buram buram acımsı karanfil kokusu utancı hatırtlatırıyor, vicdan azabı çektiriyordu. Bu koku burnuma her ulaştığında kaçmak istiyordum ama her defasında kendimi bu kokuya daha yakın buluyordum. İnsan korktuğu şeyden ne kadar kaçarsa o kadar yakınlaşırmış.

"Bu kokuyu içine çek Demirkan. Bu bizim zaferimizin kokusu..." dedim içimdeki hüznü gizliyerek. Gözlerimde yanan ateşle Araf'a döndüğümde safirleri ifadesiz bakıyordu. Hiç bir duygu yoktu yüzünde. Ne hissettiğini anlamıyordum ve bundan nefret etmeye başlamıştım. Araf Demirkan kapalı bir kutu gibiydi, açamıyordum. Kutunun kilidi bir yerlerde saklanıyor olmalıydı. Denizin dibinde de olsa, göğün üstünde olsa o kilidi bulacak ve o kutuyu açacaktım. Göreceklerim bi' hazine mi yoksa harabe mi olacaktı? Ben ikisini de görmeye hazırdım.

Hiçbir söz söylemeden kafasını tekrar yanan tırlara çevirdi. O benim gibi mutlu değildi sanırım. Gerçi bende ilk defa kendimi mutlu değil suçlu hissediyordum. Hayır, hayır, hayır... İçimden yanan intikam ateş'i sönmemeliydi. Ben Ateş'tim. Yakmalıydım. Yıkmalıydım. Ve eninde sonunda intikamımı almalıydım.

Telefonu kaldırıp sesimi duymaları için açtım. "Alevler ormana yaklaşmadan söndürün şunu," dedim tekdüze. "Gül buketlerini de bırakmayı unutmayın."

"Emriniz olur efendim." Dördünün ağzından çıkan robotumsu ses, her defasında garip hissetmemi sağlıyordu.

Aferin iyi iş çıkardınız, paranız yüklü miktarda size teslim edilecek. Bir dahaki sefere görüşmek üzere," dedim ve telefonu tamamen kapattım.

Birkaç saate gün aydınlanmaya başlayacaktı. Birazdan da burası hem polisler hemde itfaiye tarafından iyice kalabalık bir hal alacaktı. Hızlıca uzaklaşmalıydık artık. "Gidelim artık burdan, yapacağımız bir şey kalmadı," dedim Araf'a dönerek.

"Şovunu yaptın yine," dedi yüzündeki hafif tebessümle. Ses tonundaki sıcaklığı duyunca bende gülümsedim. "Hadi gidelim..." dedi elini bana uzatarak. Uzattığı elini tuttum ve Araf yavaşça beni aşağı doğru indirdi. Sıcak eli tekrar buz gibi olan tenimi ısıtıyordu. Bundan asla şikayetçi değildim. Ama böyle hissedince içime sıkıntı çöküyordu. Her şeyin alt üst olacağını hissediyordum. Zemin ayağımın altından yavaş yavaş kaymaya başlıyordu.

Sonunda tamamen aşağı indiğimizde ellerimizi ayırdım. Arabanın yanına hızlıca yürüdük. Meşe ağacının yanına vardığımızda uzaktan gelen siren seslerini duymuştum. "Bu sefer sen kullan," dedim Araf'a ve elimde tuttuğum araba anahtarını ona fırlattım. Anahtarı anında havada yakalamıştı. Göz kırptıktan sonra binmem için kapımı açtı. Ben hızlıca bindikten sonra kendiside bindi ve son hız gaza basıp bizi ormanın kuytularından çıkardı.

"Tebrik ederim, bir piyonu daha devirmeyi başardın." dedi Araf, kulaklarımı dolduran kadife sesiyle.

"Teşekkür ederim. Darısı veziri devirmeye..." dedim sıcak tavrımla.

"Bugün karşılaştığımız an' dan daha farklı bir Gece vardı," dedi düşünceli şekilde.

"Nasıl yani?" diye sordum merakla. Başımı geriye atıp koltuğa yasladım ve ona doğru çevirdim. Gözlerimi zorlukla açık tutuyordum, kapanmak üzereydiler. Araf'ı bulanık görmeye başlamıştım.

"Yani... Gözlerinde korkunç bi' hırs vardı bugün. Cayır cayır yanan intikamı gördüm. Ellerin buz gibiydi ama bakışların yangın yeriydi" dedi yavaş yavaş konuşarak. Sanki her kelimesine dikkat ediyor, şeçerek söylüyordu.

"Sana Ateş'le çalışacağını daha önce söylemiştim Demirkan. Bu benim normal halim zaten, alış bunlara," dedim neredeyse fısıltıyla. Umarım sesim ona ulaşabilmişti. Yangın kokusunu ciğerlerimden silip süpüren acımsı karanfil kokusu, bütün bedenimi mayıştırmıştı.

"Ama ben alışmak istemiyorum..." Araf'ın mırıltıyla ağzından dökülen cümle beynimin bana bir oyunu muydu bilmiyordum ama gözlerim kapanmadan önce duyduğum son ses onun kadifemsi sesiydi.

 

🌑

İçimde hissettiğim bu tuhaf sıcaklık huzur muydu? Kalbim, tıpkı ufacık bir odanın içindeki saat gibi sakinlikle atıyordu. Vücudum sıcacıktı ve kafamın içindeki kurtçuklar bana bulaşmıyordu. Göz kapaklarıma çöken ağırlık beni bir türlü terk etmiyordu. Sanki yüz yıllık uykuya ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Yüreğimdeki bu garip his anormal miydi yoksa asıl normal olan bu muydu bilemiyordum.

Boynuma giren sızıyla gözlerimi aralamaya çalıştım. Gözlerimi ilk açtığımda bir çift safirle karşılaşmak beklediğim son şeydi. Uyandığımı görünce dudağının iki kenarı usulca yukarı kıvrıldı. Gözlerimi kırpıştırıp etrafıma bakındım; hala arabanın içindeydik. Klima sonuna kadar açıktı ve dizlerimin üstünde, Araf'ın montu vardı.

"Neredeyiz?" diye sordum uyku mahmuru çıkan sesimle. Kafamı yasladığım yerden kaldırıp gözlerimi ovaladım.

"Galerinin içindeyiz," dedi kısık ses tonuyla. Kafasını arkaya yaslamıştı ve yüzü tamamen bana dönüktü. Sanırım daha yeni gelmiştik galeriye çünkü araba hala çalışır vaziyetteydi.

"Sabah olmak üzeredir, hemen eve gitmem lazım." dedim tamamen doğrularak. Dizimin üstündeki montu alıp Araf'a uzattım.

Uzattığım montu aldı ve "Zaten çoktan sabah oldu. 4 saattir buradayız," dedi tekdüze.

Gözlerim kocaman açıldı. "Ne? Nasıl olur? Sende mi uyudun yoksa?" Sıraladığım soruların sonuncusuna cevaben kafasını iki yana sallamıştı. "Ne yaptın o zaman onca saat?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Seni izledim," dedi, gayet normalmiş gibi. Ses tonundaki samimiyet ve lacivertleri, bu sefer bas bas gerçeği bağırıyordu. Ama öyle bir umursamazlıkta söylemişti ki sanki her zaman bunu yapıyor gibiydi.

Ne kadar süre gözlerine baktığımı bilmiyordum ama o lacivertlerin içinde yalan görmeyi çok istemiştim. En sonunda "Neden? Uyandırabilirdin beni," dedim yutkunarak.

Kendine gelmiş gibi gözlerini kaçırıp önüne baktı. "Uyandırmak istemedim Gece. Dalmışım öyle..." dedi. Ses tonuna yerleşen soğukluk beni afallatmıştı. Garip hissetmiştim. Vücudum titredi bi' an. Sanki sesindeki buz gibi ton bedenime işlemişti. Arabanın anahtarını çıkarıp ellerime uzattı. "Çıkalım artık burdan," dedi kapıyı açarak. Gözlerini benden kaçırmıştı yine.

İçimde hissettiğim bu tuhaf sıcaklık huzur muydu? Kalbim, tıpkı ufacık bir odanın içindeki saat gibi sakinlikle atıyordu. Vücudum sıcacıktı ve kafamın içindeki kurtçuklar bana bulaşmıyordu. Göz kapaklarıma çöken ağırlık beni bir türlü terk etmiyordu. Sanki yüz yıllık uykuya ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Yüreğimdeki bu garip his anormal miydi yoksa asıl normal olan bu muydu bilemiyordum.

Boynuma giren sızıyla gözlerimi aralamaya çalıştım. Gözlerimi ilk açtığımda bir çift safirle karşılaşmak beklediğim son şeydi. Uyandığımı görünce dudağının iki kenarı usulca yukarı kıvrıldı. Gözlerimi kırpıştırıp etrafıma bakındım; hala arabanın içindeydik. Klima sonuna kadar açıktı ve dizlerimin üstünde, Araf'ın montu vardı.

"Neredeyiz?" diye sordum uyku mahmuru çıkan sesimle. Kafamı yasladığım yerden kaldırıp gözlerimi ovaladım.

"Galerinin içindeyiz," dedi kısık ses tonuyla. Kafasını arkaya yaslamıştı ve yüzü tamamen bana dönüktü. Sanırım daha yeni gelmiştik galeriye çünkü araba hala çalışır vaziyetteydi.

"Sabah olmak üzeredir, hemen eve gitmem lazım." dedim tamamen doğrularak. Dizimin üstündeki montu alıp Araf'a uzattım.

Uzattığım montu aldı ve "Zaten çoktan sabah oldu. 4 saattir buradayız," dedi tekdüze.

Gözlerim kocaman açıldı. "Ne? Nasıl olur? Sende mi uyudun yoksa?" Sıraladığım soruların sonuncusuna cevaben kafasını iki yana sallamıştı. "Ne yaptın o zaman onca saat?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Seni izledim," dedi, gayet normalmiş gibi. Ses tonundaki samimiyet ve lacivertleri, bu sefer bas bas gerçeği bağırıyordu. Ama öyle bir umursamazlıkta söylemişti ki sanki her zaman bunu yapıyor gibiydi.

Ne kadar süre gözlerine baktığımı bilmiyordum ama o lacivertlerin içinde yalan görmeyi çok istemiştim. En sonunda "Neden? Uyandırabilirdin beni," dedim yutkunarak.

Kendine gelmiş gibi gözlerini kaçırıp önüne baktı. "Uyandırmak istemedim Gece. Dalmışım öyle..." dedi. Ses tonuna yerleşen soğukluk beni afallatmıştı. Garip hissetmiştim. Vücudum titredi bi' an. Sanki sesindeki buz gibi ton bedenime işlemişti. Arabanın anahtarını çıkarıp ellerime uzattı. "Çıkalım artık burdan," dedi kapıyı açarak. Gözlerini benden kaçırmıştı yine.

Bende hızla arabadan inip kapıyı sertçe kapattım. Kapıları kilitledikten sonrada önden yürümeye başladım. Dışarıya çıktığımızda temiz havayı bolca içime çekmiştim. Sinir nöronlarımın, altı üstü horon tepiyordu sanki. Bana ne oluyordu anlamıyordum. Ne için sinirlendiğimi bilmiyordum. Öğrenmekte istemiyordum sanırım.

"Burda ayrılalım Demirkan," dedim, tıpkı onun bana kullandığı gibi soğuk sesimle. "Şirkette görüşürüz yine." Ellerimi hırkamın cebine koymuş ayakkabılarıma bakıyordum.

"Aynen, şirkette görüşelim bencede," dedi kafasını sallayarak. "Ama bana her şeyi anlatacaktın unutma." Kafamı salladımakla yetindim. Bakışlarımız buluştuğunda gözleri sanki konuşuyordu fakat ben ne dediklerini anlamıyordum. Bir süre daha baktıktan sonra pes edercesine başını salladı ve "Hoşçakal," dedi sadece. Sonrada göz kırptı ve arkasını dönüp yürümeye başladı.

Bende parmak uçlarımda dönüp tam tersi yönünde yürüdüm. Kendimi sersemleşmiş hissediyordum. Bu kadar uykuya alışık olmayan bedenim uyuşuk bir hal almıştı. Neyse ki yürüdükçe bacaklarım açılıyordu. Gökyüzünden süzülen sıcacık güneş ışınları yüzümü gülümsemişti. Hırkamın fermuarını sonuna kadar indirip bütün vücudumun ısınmasına izin verdim. Üşümekten nefret ediyordum.

Sitemin önüne geldiğimde adımlarımı yavaşlattım. Yürüdükçe kendimi daha dinç hissetmiştim. Binaya girip asansöre bindiğimde saate baktım; geç kalmıştım. Nasıl bu kadar uyuyabilirdim ki? 4 saat bir arabanın içinde ve o arabanın içinde Araf Demirkan varken uyumuştum! İnanılır gibi değildi. Asansörden indiğimde kendime çeki düzen verdim. Umarım Luna hala yatıyordur da bir de ona hesap vermek zorunda kalmazdım.

Kapıyı yavaşca açtım. Ortalık sessiz görünüyordu. Hırkamı ve ayakkabalarımı da çıkarıp vestiyere koyduktan sonra içime derin bir nefes çektim ve mutfağa yürüdüm. Dilim damağım kurumuştu, dolaptan su çıkarıp bardağı başına kadar doldurdum. İlk bardağı bitirdikten sonra ikincisini dolduracağım sırada arkamda hareketlilik hissettim.

"Günaydın ablacığım." Luna'nın sesi kulaklarımı doldurduğu sırada bardağı ağzımdan uzaklaştırmıştım.

"Günaydın," dedim bardağı bulaşık makinesine koyarken. Arkamı dönme gereği duymadım. Umarım üzerim ateş kokmuyordur. Bir an önce şu kıyafetlerden kurtulmalıydım.

"Nerden geliyorsun bu saatte?" diye sordu şüpheli tavrıyla. Sonunda arkamı dönüp tezgaha yaslandım. Luna, tek kaşı havada kafasını yana eğmiş beni süzüyordu. "Ben sabah çok erken uyandım da... Seni göremedim o yüzden soruyorum." Bağladığı kollarını çözüp yanıma yaklaştı.

"Yürüyüşe çıkmıştım," dedim aklıma gelen ilk yalanı söyleyerek. Pinokyo beni görse kendi haline şükrederdi.

"Hmm anladım," dedi tuhaf tavrıyla. İnanmışa benzemiyordu. Dibime kadar geldiğinde kendimi geri çekecekken tezgaha çarpıştım. "Bi' koku geliyor burnuma. Sende alıyor musun?" diye sordu ve etrafı koklamaya başladı.

Gözlerimi kocaman açmıştım. Nasıl olabilirdi? Şimdi telaşlanma zamanı değildi. Hemen ustaca bir yalana ihtiyacım vardı. Kendi üstümü koklamaya başladım ama herhangi bir ateş kokusu alamıyordum. "Ne kokusu Luna?" dedim kaşlarımı çatarak. Düşün Gece... Düşün. Sıradaki yalanı düşün.

Luna yavaşca geri çekilip gözlerini kıstı. "Aşk kokusu," dedi fısıltıyla. "Almıyor musun?"

Beynim işlevini yitirmişti sanki. Sıradaki yalanı düşünürken Luna'nın tek cümlesi düşünme komutunu kesmişti. Yüzüne gözümü kırpmadan bakmaya devam ederken elini önümde sallamaya başladı. "Aptal. Çekil şurdan!" dedim öfkeyle. Omuzlarından kenara itip mutfaktan çıktım.

"Bu kadar sinirlendiysen kesin aşk var!" dedi sevinçle. Dilimin ucuna gelen bütün küfürleri geri yuttum. Hiçbir şey söylemeden arkamı döndüm ve odama gittim. Kapımı sertçe kapatmadan önce duyduğum son sen onun kulak çınlatan kahkahasıydı.

Ellerimi saçlarımın arasından geçirip kendimi yatağa bıraktım. Gerçeklerin ortaya çıkacağı gün, bugün değildi. Daha zamanım vardı. Stresten terlemiştim. Duşa ihtiyacım vardı ondan sonrada hazırlanıp şirkete gidecektim. Yataktan zorlukla doğrulduktan sonra banyoya ilerledim. Üzerimdeki ateş izleri sıcak suyla birlikte vücudumdan akıp gidecekti.

🌑

"Bana hala sinirli misin?" Luna'nın kulaklarıma ilişen uysal sesini duyunca arabadaki müziği biraz kıstım.

"Değilim," dedim omuzlarımı silkerek. "Ama bir daha öyle saçma sapan hareketler yaparsan sinirli olabilirim." Araba kırmızı ışıkta durunca tamamen Luna'ya döndüm.

Başını eğmiş, üstüne giydiği minicik, mor renkli elbisesinin eteklerini çekiştiriyordu. "Özür dilerim yapmam bir daha," dedi aynı uysallıkla. Kafasını kaldırıp açık kahve gözleriyle gülümsedi. Elleri sürekli elbisesinin eteklerine gidiyor, aşağı indirmeye çalışıyordu.

Bakışlarımı yola çevirdim ve yeşil ışık yandığından tekrar gaza bastım. "Neden bu soğukta o kadar kısa elbiseler giyiyorsun sürekli? Hasta olacaksın yakında," dedim. Arabayı okulun giriş yoluna çevirmiştim.

"Üşümüyorum," dedi omuzlarını kaldırıp indirerek. "Seviyorum böyle giyinmeyi." Gözlerini kaçırıp kafasını cama doğru çevirdi. Sonunda yalanını yakalamıştım işte.

"Hayır sevmiyorsun. Bana yalan söyleme," dedim. Sinirlenme işini yavaştan alabilirdim. "Senin tarzın böyle kokoş değil, daha sade daha salaş. Seni senden daha iyi tanıyorum Luna, bana yutturamazsın bu numaraları." Okul yoluna girdiğimiz için arabayı biraz yavaşlatmıştım. "Şimdi söyle bakalım, bu ani tarz değişikliğinin sebebi nedir?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.

Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra kafasını cama çevirdi ve ofladı. Tekrar bana döndüğünde, açık kahve gözlerinden zorlandığı çok belli oluyordu. Saçlarını kulağının arkasına tıkıştırdı ve boğazını temizledi. "Şey..." dedi mırıldanarak. Derin bir nefes alıp devam etmesini bekledim. "Ben sosyal medyadan Yağız'ın önceki sevgililerini stalklamıştım. Ve... Çoğunun bu tarzda giyindiğini gördüm. Hepsi manken gibiydi ki bazıları gerçekten mankendi. Yani işte belki Yağız'da beni böyle beğenir diye tarzımda birkaç değişiklik yaptım." Sözünün bitmesiyle arabayı aniden frenlemem bir olmuştu.

Öfke saçan gözlerimle hızla Luna'ya döndüm. "Sen ne saçmalıyorsun ya?!" Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyordu. Bir kardeşim daha... Bir kardeşim daha, kendini başka bir erkek için değiştirmeye başlıyordu. Dejavu yaşıyordum. Hayat, geçmiş ve gelecek arasında benimle oyunlar oynamaya başlamıştı.

Luna korkuyla gözlerini kırpıştırdı. "Bu kadar öfkelenecek ne var ki?"

"Şimdiden tarzını değiştiren, yarın bütün yaşamını değiştirir." Sesim yüksek çıkmıştı. "Luna bak ablacığım, gerçekten sana bağırmak istemiyorum ama bazen beni çok zorluyorsun. Şimdi seninle bu konuyu bir defa ve sakince konuşacağım. Sonrada bu konu hakkında beni kesseler konuşmam, her şeyi tek başına halletmek zorunda kalacaksın," dedim. Derin bir nefes aldım ve uzanıp kucağında olan ellerini tuttum.

"Tamam," dedi kısık çıkan sesiyle. Gözleri dolmuştu. Bu kadar hassas biri olmasından nefret ediyordum. En ufak bi' bağırmam da hemen göz pınarlarında yaşlar birikiyordu.

"Bu kıyafetler sana o kadar çok yakışıyor ki bazen gözlerimi senden alamıyorum," dedim ellerini sıkarak. Sakin çıkan sesimle konuştuğumda biraz rahatlamıştı. "Ama bu elbiselerin içinde asla rahat hissetmediğini biliyorum. Bunu gözlerinden bir tek ben anlayabilirim. Sen küçükken bile böyle süslü elbiseler giymekten nefret ederdin. Özel günlerde bile zorla giyerdin."

"Evet haklısın, ederdim," dedi gözlerini kaçırıp uzağa bakarken. Bu konuşmaları keşke ben değilde annem yapabilseydi.

"Demek istediğim," dedim ellerini daha çok sıkarak. Açık kahve gözleri tekrar bana dönmüştü. "Hiç kimse için kendinden ödün vermemelisin. Seven, seni her görünüşünle sever zaten. Gerçek aşk budur. Birini her haliyle sevmek..." Ağzımdan çıkan her kelimeyi dikkatle dinliyordu. Gülümsedim ve devam ettim. "Sen üstüne çuval bile giysen, içindeki senden bir şey kaybetmezsin. Önemli olan da bu. O yüzden senden eski haline dönmeni istiyorum. Ve ayrıca bu seninle yaptığım ilk ve son konuşmamdı unutma."

Kafasını aşağı yukarı salladı. "Tamam abla anladım. Haklısın," dedi göz kapaklarını düşürerek. Umarım gerçekten anlamıştı çünkü dediğim gibi sadece bir kere konuşmuştum. Gerisi ona kalmıştı. Kimseye zorla hiçbir şey yaptıramazdın hele Luna gibilere asla.

"Anladıysan bu konuyu burda kapatıyorum ve yarın seni, benim kardeşim olan Luna gibi görmek istiyorum," dedim gözlerinin içine bakarak. Sonra dönüp tekrar arabayı çalıştırdım.

"Abla okulun içine kadar girmene gerek yok. Yağız'la buluşacağız kapının önünde," dedi çantasını eline alarak. Aynayı indirip saçlarını düzeltmeye başladı ve tekrar elbisesinin eteklerini biraz daha aşağı indirdi.

Arabayı anında frenledim ve Luna'ya döndüm. "Yağız'la arandaki yaş farkını sorun etmiyor musun?" diye sordum kendimi tutamayarak.

"Hayır etmiyorum," dedi Luna umursamaz tavrıyla. "Birbirini seven iki insan için yaş neden önemli olsun ki? Yani aramızda on bir yaş var ama yanyana gelince sırıtmıyor."

Luna'nın bu kadar değiştiğine inanamıyordum. Sadece tarzını değil fikirlerini de değiştirmişti. "Sence ben fiziksel özellikten mi bahsediyorum Luna?" dedim inanamaz gibi. "Neyse tamam hadi geç kalmadan git artık. Bende şirkete geçeceğim zaten."

Kafasını salladı ve kapıyı açıp arabadan indi. Gülümseyerek el salladığında bende karşılık vermiştim. Gaza basmadan önce, "Eve geç gitme Luna." dedim ve şirkete sürdüm.

Kendime bir sigara yakıp gaza daha fazla yüklendim. Ağaçlar hızla yanımdan kayıyor evler görünmez hale geliyordu. Gözlerim yolda kafam geçmişteydi. Anılarım beynimde bir film sahnesi gibi canlanmış, sesler kulağımda çınlamaya başlamıştı.

Yurdun ranzalarından birine uzanmıştım ve aynanın önünde hazırlanan Güneş'i izliyordum. Üstüne minicik, kocaman bir sırt dekoltesi olan beyaz elbise giymişti. Ayaklarında gümüş renkli yüksek topuklu ayakkabılar vardı. Buğday teni altın saçlarıyla birlikte parlıyordu. Önüne düşen saçlarını taşlı bir tokayla arkaya doğru tutturdu ve kırmızı rujunu sürmeye devam etti.

Yataktan doğruldum ve bağdaş kurup oturmaya devam ettim. "Neden böyle giyindin ki? Hava çok soğuk ayrıca tuhaf görünüyorsun... 17'nin sonlarında değilde 30'nun başındaymışsın gibi," dedim elimi yanağıma yaslayarak.

Rujunu sürdükten sonra bana doğru döndü ve kocaman gülümsedi. "Tarık beni böyle beğeniyor o yüzden bu şekilde giyiniyorum. Ona daha güzel görünmek istiyorum bugün. Arkadaşının evinde parti varmış oraya gideceğiz," dedi incecik sesiyle. Söylediklerimi önemsememişti bile.

"Çok saçma neden onun için böyle giyinesin ki? Hem ben Tarık'ı sevmiyorum. Zaten yakışmıyorsunuz da... Abin gibi duruyor yanında. Hatta baban gibi!" dedim yüksek çıkan sesimle. Ama bu ses tonum onun için önemsizdi. Ne kadar ciddi olursam olayım beni ve bu ses tonumu asla umursamazdı.

"Aşık olunca beni anlarsın," dedi kıvrık kirpiklerinin arasından. "Sende kendine biraz çeki düzen ver ve bu paspal halinden kurtul. Bu halinle kimse bakmaz sana, evde kalırsın." Neşeli çıkan sesine gözünün altında oluşan iki gamzesi eşlik etmişti.

Omuzları silktim ve "Benim aşık olacağım kişi, beni her halimle her tavrımla seven biri olacak. Onun için değişmeme gerek kalmayacak merak etme. Çünkü hissediyorum... Aşık olacağım kişi benim kendimde sevmediğim huylarıma bile aşık olmuş olacak." dedim uzaklara dalarak. Dudaklarımda sıcak bi' gülümseme oluşmuştu.

"Hıhı kesin öyle olur," dedi Güneş gülerek. Yanıma yatağa oturdu ve ellerimi tuttu. Son zamanlarda göz altlarında morluklar oluşmuştu ve şimdi makyajla ne kadar kapatmaya çalışsada kendini bariz bir şekilde belli ediyordu. Geçen günde kollarının içinde hafif yeşille mor arası lekeler fark etmiştim ama beni kapıya çarptığını söyleyip geçiştirmişti. "Canım ikizim, beni bu gece idare edebilir misin acaba? Geç kalmam merak etme. Birkaç saat takılıp hemen döneceğim söz."

Sıkıntılı bir nefes koyverdim. Eskisi gibi benimle vakit geçirmiyordu. Okuldan sonra Tarık salağıyla buluşup, okuldan geldikten sonrada hemen uyuyordu. Sınava bile daha az çalışıyordu artık. "Gitmesen mi bugün?" dedim içimden geçeni söyleyerek. "Yurttan ayrılmamıza birkaç hafta kaldı sadece, hazırlık yapmamız, bazı şeyleri planlamamız lazım. Gitme bu gece, yanımda kal. Bilgisayardan film açar izleriz. Hem Luna'da uyumuş, tek başıma ne yapacağım?" İstemsizce gitmemesini istiyordum. Ona karşı ikna kabiliyetim çok düşüktü ama buna rağmen çabaladım. O giderse, bende bu gece kuru temizlemeye gidecek ve Kaya'nın bana öğrettiklerine çalışacaktım. Ama bugün içimden hiç çalışmak gelmiyordu. Güneş'i yalnız bırakmak istemiyordum.

"Sadece birkaç saat lütfen," dedi yalvarır şekilde. Dediklerimi umursamamıştı. Aklının Tarık'ta olduğunu biliyor bundan nefret ediyordum. Ama o çok mutluydu ve bu yüzden bunu sesli bir şekilde dile getirmiyordum.

En sonunda bakışlarına dayanamayıp "Tamam ama birkaç saat sadece," dedim ciddi şekilde. Yine o kazanmıştı.

Bir anda boynuma atladı. "Benim bir tanecik ikizim. Seni çok ama çok seviyorum. Sen dünyanın en iyi kardeşisin," dedi neredeyse çığlık atarak. Ama herkes uyuduğu için eliyle hemen ağzını kapatmıştı. Sonra iki yanağımdan kocaman öpüp tekrar boynuma sarıldı.

"Bende seni çok seviyorum şapşal ikizim," dedim gülerek ve kafamı omzuna yatırdım. Pencereden sızan ay ışığının gümüş ışıkları altında dakikalarca sarıldık...

O gün sondu. Güneş'in hikayesinin kapandığı, benimse hikayemin acımasızca başladığı o gün... Gitmesine izin vermeseydim, onu hiç bırakmasaydım bütün bunların hiçbiri olmayacaktı. Luna, ablasını kaybetmeyecekti. Ben Tarık'ın pis kanını ellerime bulaştırmayacaktım. Hepsi benim hatamdı. Sadece benim üzerime kalan bu acı yük, omuzlarımı bir daha kaldıramamama sebep oluyordu.

Üzerime doğru gelen hatta benim fark etmeden üzerine doğru gittiğim kamyonun, uzun uzun çalan kornasıyla birlikte direksiyonu yana doğru kırdım. Ellerim titremeye başlamıştı. Klimaya uzanıp sonuna kadar açtım ve kaskatı kesilmiş bedenimin ısınmasına izin verdim.

Arabayı şirketin önünde durdurup indiğim sırada gözüme bir adam ilişti. Ve şansa bakın ki ben bu adamı tanıyordum. Siyah trençkotumun kuşağını sıkıca bağladıktan sonra dönen kapıdan geçip peşinden ilerledim. Adam asansörün önüne geldiğinde bende onu takip etmiştim. Bana yandan bir bakış atıp hemen asansöre bindi. Kapılar kapanmadan önce bende hemen binmiştim. Dönüp gizlice yüzüne bakmaya çalıştım. Gerilmiş yüz hatlarından öfkeli olduğu çok belli oluyordu. Ve sürekli yere vuran ayağından yerinden duramadığını anlamıştım. Giydiği gir renkli takım elbisenin kravatını iyice düzeltti. Koyu kahve saçları arkaya doğru kalkıktı. Ve üzerine sıktığı ağır parfüm burnumu sızlatıyordu.

"Kaçıncı kata çıkıyorsun?" diye sordu kabaca. O böyle yaptıkça benim keyfim daha çok yerine geliyordu.

Hiçbir cevap vermeyip Araf'ın olduğu kata bastım ve takrar önüme döndüm. Umursamazca kafasını yan çevirip bana bakmış daha sonra gözlerini devirmiş ve önüne bakmıştı.

Asansör durduğunda inmiş ve hızlı adımlarla Araf'ın odasına yürümüştüm. Kapıyı çalmadan direkt açıp içeri daldım. Araf masadan hızla kafasını kaldırııp neye uğradığını şaşırmış gibi lacivert gözlerini açmıştı.

"Savaş mı çıktı?" diye sordu kaşlarını kaldırarak.

"Levent Kıraç geldi, gördün mü?" dedim heyecanla. Masasına doğru yürüdüm.

"Evet duydum," dedi sakince. Dudaklarında oluşan hafif tebessüme takılan gözlerimi anında kaçırdım. Sabah ki soğukluğunu unutmamıştım.

Tam konuşmaya devam edecekken kapı çaldı. Neden sürekli biz konuşurken birileri bölmek zorundaydı? İçeriye giren, platin sarısı saçları olan kadın, Araf'a başıyla kısaca selam verdi ve "Araf Bey müsaitseniz gelebilir miyim?" diye sordu. E zaten odanın ortasına kadar gelmişti hala neyi soruyordu anlamıyordum. Karşılama töreni falan mı bekliyordu?

"Gel tabi Ece," dedi Araf, önündeki dosyanın kapağını kapatarak. Bakışları ve sesi dümdüzdü. Ece dediği kadın yanımdan sallanarak geçip masaya doğru yürüdü. Bende dönüp kendi odama gideceğim sırada "Gece," diye seslenen kadife sesini duydum. Bana böyle seslenmesini istemiyordum. Ece'nin adını söylediği gibi dümdüz, ifadesiz söylesin istiyordum. Bu şekil değil... Bu kadifemsi, yumuşacık ses tonuyla değil. Dönüp gözlerimizi birleştirdigimde kafasını yana doğru eğmişti. "Bu dosyaları en üst kata çıkarmanı istiyorum. Orda Harun Bey'in asistanı Şule var. Bunları Şule'ye göster lütfen," dedi ve göz kırptı. Söylediklerinin altında yatan imayı anlamıştım.

Masaya doğru birkaç adım atıp elindeki dosyaları aldım ve geri çekildim. "Tabi Araf Bey," dedim aynı imalı ses tonuyla. Geriye dönüp hızla odadan çıktım ve tekrar asansöre bindim.

En üst kata ilk kez geliyordum. Harun Demirkan'ın odası, koridorun en sonunda yer alıyordu ve oraya nasıl dikkat çekmeden gideceğimi bilmiyordum. Bu katta neredeyse çıt çıkmıyordu. Kulaklarıma ulaşan tek ses yürürken topuklu çizmelerimin çıkardığı sesti. Harun Demirkan'ın odasının önüne geldiğimde hemen yan odasında olan bilgisayar başındaki kadını gördüm. Sanırım Araf'ın bahsettiği Şule, bu kadın olmalıydı. Kapıyı iki kez tıklatıp nazikçe gülümsedim. Kadın kafasını kaldırıp bana baktığında içeri girmem için el işareti yaptı. Kapıyı sakince açıp içeri girdim.

"Araf Bey, bu dosyaları size vermemi istedi," dedim elimdekileri masanın üzerine bırakarak.

"Ah, teşekkür ederim," dedi Şule güleç tavrıyla. Gözlüklerinin camını geriye doğru ittirdi ve dosyalara göz gezdirmeye başladı. Etrafa bakınmaya başladım. Şule'nin odası da en az benimki kadar sadeydi. Sadece onun odasında daha fazla süs bitkisi vardı. Ve ayrıca masasının üzerine içinde fotoğraflar olan bir çok çerçeve sıralanmıştı. Şule dosyaları incelerken bende onu inceledim. En az kırklarında gösteriyordu. Kestane rengi saçlarını arkaya doğru sıkıca topuz yapmıştı. Uzun kemikli yüzü hafif kırışıklarla doluydu ve saçlarıyla aynı renk olan gözlerine kalın olduğu belli, kırmızı kenarları olan gözlük takmıştı. Ciddi yüz ifadesi onun burda yıllardır çalıştığını ve işinin ehli olduğunu gösteriyordu. Dosyayı incelerken kaşlarını çattı ve kafasını kaldırıp bana baktı. "Çok eksik var burda. Araf Bey'e tekrar göstermek lazım," dedi sıkıntıyla.

"Ben gösterir tekrar size getiririm," dedim.

Dosyaya uzanacağım sırada kendi eline aldı ve oturduğu yerden kalktı. "Hayır hayır sen burda kal. Benim göstermem gereken bazı kısımlar var," dedi ve oturmaktan kırışmış olan eteğini düzeltmeye çalıştı. Daha sonra kapıya doğru yürüdü. "Hemen döneceğim merak etme," dedi ve beni odada yalnız başıma bıraktı.

Kapıdan çıkıp Harun Demirkan'ın odasının önüne gideceğim sırada bu odanın içinde başka bir kapı daha olduğunu fark ettim. Yavaş adımlarla o kapıya ilerdim ve kulağımı dayadım. Araf'ın neden özellikle beni bu odaya gönderdiğini anlamıştım. Bu kapı direkt Harun Demirkan'ın odasına geçiş sağlıyordu. Kulağımı biraz daha kapıya dayadım. Sesler uzaktan ama anlaşılır geliyordu.

"Harun abi." Kulağıma gelen ilk ses Levent Kıraç' ın kalın ses tonu olmuştu. "Benim üç tırımda havaya uçtu, anlamıyor musun?!" diye yüksek sesiyle bağırdı. Kafamı koridora çevirdim; kimseden ses seda çıkmadığına göre hiçbir şey duymamışlardı. Büyük ihtimal ses koridora gitmeyecek, sadece burdan duyulacak şekilde tasarlanmıştı.

"Bu benim sorunum değil Levent. Önceden önlem alsaydın bütün bunlar yaşanmazdı." dedi Harun Demirkan gayet rahat çıkan sesiyle.

"Ne önlemi abi? Tabi... Senin başına gelmediği için bilmiyorsun. Mallarım yandığı gibi gönderdiğimiz para da adamlara ulaşmamış. Paranın aklandığı çok belli ama kimin hesabına gidildiği bilinmiyor," dedi Levent, neredeyse ağlamaklı sesiyle. Sinsice gülümsedim. Beter olsundu.

"Beceriksizin tekisiniz! Her seferinde biriniz gelip bana bu bahaneleri uyduruyor. Şu herifi bulamadınız bir türlü," dedi Harun Demirkan sertçe. Daha sonra yakılan çakmak sesi ulaştı kulaklarıma. Harun Demirkan es verip konuşmasına devam etti. "Şoförler hiçbir şey demedi mi?"

"Ne diyecekler? Üçüde hiçbir halt hatırlamıyor. Adamları bayılttıkları yetmiyormuş gibi bir de üstlerini soyup ormanda bırakmışlar," dedi Kıraç, sıkıntılı nefesiyle. "Alay eder gibi birde her tırın önüne Kara gül buketi bırakmışlar. Bunu yapanı bi' elime geçirsem var ya... Paramparça edeceğim!" Öfkeli çıkan sesi içimin yağlarını eritiyordu. Beni bulsa iyi ederdi çünkü benden önce onu bulurlarsa, paramparça olacak kişi ben olmazdım.

"Olan olmuş Levent, yapacak bir şey yok artık. Bir an önce bunu yapanı bulmanız lazım yoksa teker teker yok olursunuz," dedi Harun Demirkan.

"Denemediklerini mi sanıyorsun Harun abi? Dört beş yıldır kimse bulamıyor herifi... Hayalet sanki puşt!" Levent Kıraç'ın öfkeden taşan sesi çatallaşmıştı. Ayrıca her seferinde bana herif demeleri kırıcı olmaya başlıyordu. Artık gerçekten alınmaya başlamıştım. Edilen küfürün sahibi ben değilmişim gibi kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum ve kulağımı iyice kapıya dayadım.

"Neyse ne, olan olmuş yanan yanmış. Önüne bakman lazım. Bundan sonra daha dikkatli ol." Harun Demirkan'ın umursamaz tavrını yakında yok edecektim. O da tıpkı Levent Kıraç gibi tutuşacaktı.

"Harun abi bana yardım et," dedi Levent kısık sesiyle. Şimdi yüzünün aldığı hali görmek isterdim. "Bu İspanyollar beni gebertir. Paraları onlara ulaşmadı, lime lime edecekler beni. Birkaç güne hesap sormaya başlarlar. Sen bana borç versen? Yemin ederim en yakın zamanda öderim," Korkak çıkan sesi titriyordu.

"Hangi birinize borç vereyim? Salaklığınızın bedelini sürekli ben ödüyorum. Geçen seferde Rıza gelip borç istedi benden. O ödesin sonra seninkini düşünürüz..." dedi Harun Demirkan sert sesiyle.

Saldalye çekilme sesi geldi. "Tamam ama lütfen hemen bana dön. Bende senin bi' oğlun sayılırım yardımını eksik etme..." Umarım Levent'in ajıtasyon çalışmaları sonuç bulmazdı. "Ben gidip Araf'a da selam vereyim. Hem şu nişanlanma haberini de kutlamış olurum..." Ayak sesi kapıya doğru yürüdüğünü gösteriyordu.

"Nişan iptal oldu Levent..." dedi Harun Demirkan hoşnutsuz ses tonuyla.

"Nasıl iptal oldu? Daha birkaç gün önce sen değil miydin nişanlanacaklarını duyuran... Şimdi ne oldu ki bi' anda?"

"İptal oldu dedim bitti. Daha fazla kurcalama Levent. Araf'ın yanında da sakın saçma sapan şeyler söyleme!" dedi Harun Demirkan.

"Tamam Harun abi sen nasıl diyorsan... Zaten bi' selam verip çıkacağım hemen. Hadi görüşürüz. Bana haber vermeyi unutma. Aramanı bekliyeceğim." Levent'in son söylediğini duyduktan sonra kapının yanından çekilmiştim. Benim çekilmemle birlikte kendisi diğer kapıdan dışarı çıkmıştı. Yüzüne taktığı buz gibi ifade komikti. Sanki az önce çocuk gibi yalvaran o değilmiş gibi. Dimdik yürüyerek kızlara çapkınca el salladı ve asansöre binip sanırım Araf'ın katına indi.

Bende odanın içinde volta atarken kapı tekrar açılmıştı. İçeriye giren Şule mahçup bir şekilde gülümsedi. "Çok beklettim mi? Seninde işlerin vardı kusura bakma. Biraz uzun sürdü. Araf Bey normalde bu kadar çok hata yapacak biri değildir. Dün uykusunu iyi alamamış herhalde," dedi Şule, düşünceli tavrıyla.

"Önemli değil. Olur öyle arada," dedim elimi sallayarak. Çantamı bıraktığım sandalyeden aldım ve gülümsedim. "Size iyi çalışmalar, kolay gelsin."

"Sağol Gececiğim. Sana da kolay gelsin."

Gözlerimi yoran bu kattan ayrılmak için odadan çıkıp asansöre bindim. Aşağı indiğimde direkt kendi odama geçmiştim. Çünkü tahminimce Araf'ın odasında Levent vardı. Bu yüzden anlatacaklarım biraz daha bekleyebilirdi. Levent'in yalvarışlarını duymak, bugün duyduğum en güzel şeylerden biri olmuştu. Umarım İspanyollar onu boğa güreşinde, matador'un elinde tuttuğu, kırmızı örtü niyetine kullanırlardı.

Levent'i şimdilik bir kenara bırakıp getirdiğim bilgisayarın kapağını açtım. Tam çalışmaya başlayacaktım ki odanın kapısının tıklatılmasıyla kafamı kaldırdım. Elinde tuttuğu iki kahve bardağıyla Toprak Korlu, kapının önünde durmuş bana yüzündeki sıcacık tebessümle bakıyordu. Şaşırmıştım. Ne işi vardı ki burda? Yavaşça kapıyı ayağıyla itekleyip odanın içine girdi.

Ayağa kalkmaya yelteneceğim sırada, "Otur Gece, merasime gerek yok," dedi yürüyüp kahveleri masaya bırakırken.

Yerime oturdum. "Hoşgeldiniz Toprak Bey. Bir sorun yoktur umarım," dedim ellerimi kenetleyerek. Rolümü çok ciddiye almaya başlamıştım ve bu hiç hayra alamet değildi.

Toprak sözlerime gözlerini devirdi. "Gece, lütfen şu resmi tabirleri bir kenara bırakalım. Biz bizeyiz zaten," dedi bezgin bir ifadeyle. Karşımdaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. Canıma minetti, bende sevmiyordum bu hitapları.

Gülümseyip kahve bardağını avuçlarımın arasına aldım. "Teşekkür ederim, zahmet etmişsin," dedim. Üstünde dumanı tüten kahveden ufak bir yudum alıp masanın üzerine bıraktım.

"Afiyet olsun," dedi. Önüne gelen kıvırcık saçlarını arkaya itekleyip kendi kahvesinden bir yudum aldı ve geri bıraktı. Ne için yanıma geldiğini merak ediyordum. Beni öğrenmiş olabilir miydi? Hayır bu olamazdı. Öğrenmiş olsaydı önceden Araf zaten bana söylerdi. Öylece yüzüne bakmaya devam ederken boğazını temizledi. "Seninle bir konu hakkında konuşmak istedim." dedi ciddi sesiyle. İçeriye girdiğinden beri hali tavrı farklı görünüyordu zaten. Neşeli değildi, aksine oldukça sakindi. Yüz hatlarından akan huzursuz ifade dikkatimi çeken ilk şey olmuştu.

"Seni dinliyorum," dedim gözlerimi kısarak.

"Luna ve Yağız... Birliktelermiş," dedi ve gözlerini kaçırıp kahve bardağına dikti. İşin aslı şimdi ortaya çıkmaya başlıyordu. Gözlerinin etrafına yayılan çilli yüzü solgun görünüyordu.

"Evet öyle," dedim, malesef der gibi. "Araf Bey mi söyledi?"

Kafasını iki yana salladı. "Ah, hayır o söylemedi. Araf dedikodu yapmayı, daha doğrusu bu tür konuları konuşmayı hiç sevmez," dedi arkasına yaslanarak. "Ben, dün kendim gördüm... Yani tesadüfen aynı mekandaydık ve karşılaştığımızda Luna söyledi." Gözlerini tekrar kaçırmıştı.

Yatışan sinirlerim o ikisini yan yana düşününce tekrar gerilmişti. Ve bugün Luna'yla yaptığımız konuşma aklıma geldiği için karnıma kramplar giriyordu. "Ve?" diye sordum devam etmesini ister şekilde. Konunun nereye varacağını merak ediyordum.

"Beni iyi dinle Gece," dedi yaslandığı yerden doğrulurken. Kahve gözleri, gözlerimin tam içine bakıyordu. "Söyleceklerim sırf seni ve Luna'yı düşündüğüm için... Yeni tanışmış olabiliriz ama eğer Araf'ın yanındaysan ailemizden biri olmuşsun demektir." Sıcak tavrı yüzüne yayılmıştı. Gülümsemekle yetindim. Ama bu sahte bir gülümseme değildi. İçimden geldiği içindi. Dudaklarını ıslattıktan sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etti. "Yağız ve ben, tabi birde Araf var. Biz beraber büyüdük. Yani bebekliğimizden beri birbirimizi tanıyoruz. Ama Yağız hiçbir zaman bizimle olmak istemezdi tabi bizde onunla... En büyüğümüz olduğu için sürekli bize abilik taslamaya çalışırdı ve ben bundan nefret ederdim." Yüzünde geçmişten kalma bir gülüş belirdi. "Neyse işte sonra büyüdük ve Yağız'la aramıza asla aşılamayacak olan buz dağları girdi. Büyüdükçe yüzündeki o sinsi gülüşte büyüdü, çirkinlesti ve onu tanınamaz hale getirdi. Eğer onunla karşılaştıysan fark etmişsindir o iğrenç gülüşünü."

Kafamı hızla salladım ve "Fark ettim evet," dedim kaşlarımı çatarak. Hafızamdan silinmeyen o gülüşü her aklıma geldiğinde midem bulandırıyordu.

"Çocukluğundan beri var olan saçma sapan bir sırıtış işte. İnsanı rahatsız eder bilirim. Yeşil gözlerindeki o alaycı, üstten bakış kendini küçük düşürülmüş hissettirir," dedi Toprak gözleri uzaklara dalarak. Sanki yaşadığı anıları tekrar hissetmişti. "Neyse konudan sapmayalım." Gözlerini tekrar bana çevirdi ve ciddiyetle kıstı. "Bunların yanı sıra birde Yağız'ın karanlık bi' tarafı var," dedi sıkıntıyla nefes vererek. Rahatsız oluyordum bu konuyu konuşurken. Bu konuşmanın ucu çok korkunç yerlere gitmeye başlıyordu.

"Karanlık? Kardeşime zarar verecek herhangi bir şey yapmaz değil mi?" diye sordum korkuyla. İş rol yapmaktan çıkmıştı artık. Yağız Ataman'ın bir açığı varsa ve madem Toprak onu bebekliğinden beri tanıyorsa mutlaka bilmeliydi.

"Sadece sizden, onun o asilzade görünümüne o zarif konuşmalarına kanmamanızı istiyorum. Rica ediyorum senden, lütfen." dedi ve bi' anda ayağa kalktı. Hayır bu şekil gidemezdi. Bir şeyler saklıyordu. Gözlerinin arkasına saklanan korku tohumlarını görmüştüm. Vücudumu korkunç bir endişe dalgası sarmaya başlamıştı.

Arkasını dönüp gideceği sırada hızla ayağa fırladım. "Toprak dur!" dedim kendimi tutamayarak. Hızla yanına gidip koluna yapıştım. "Bir şey saklıyorsun," dedim kahve gözlerini incelerken. "Lütfen söyle bana... İşin ucunda kardeşim var. Lütfen Toprak ne gizliyorsan bana da anlat!"

"Çaresiz hissediyorum Gece," dedi çatallaşmış sesiyle. "Luna... O çok iyi biri! Karşılaştığımız gün kendimi tutamayıp Yağız görmeden numarasını istedim. Sabaha kadar konuştuk. O kadar mükemmel biri ki... Bunu onu ilk gördüğüm an'dan anlamıştım zaten," dedi içi geçmiş gibi. Gözlerimi kocaman açmış şaskınlıkla Toprak'ın yüzüne bakıyordum. Peki tüm bunlar olurken o sırada ben ne yapıyordum? Kendimi aptal gibi hissetmiştim.

"Ama Yağız'a deli divane aşık. Gözü körelmiş gibi... Nasıl olabilir bu anlamıyorum," dedi ve elini kıvırcık saçlarının arasına daldırdı. Geçip koltuklardan birine oturduğunda hemen yanına çömelmiştim.

"Gizlediğin şey ne?" diye sordum elimi sallanan dizine koyarak.

Dudağını ısırıp kafasını başka tarafa çevirdi. Yutkunmaya çalışıyordu. "Yağız'ın," dedi en sonunda konuşarak ama sesi kısık çıkmıştı. "Şu an'a kadar olan bütün sevgilileri sadece sosyal medya hesaplarında mevcut."

"Nasıl yani anlamadım?"

"Yanisi şu... Kızların hepsi Yağız'la ilişkisini kestikten sonra ortada görünmüyor. Kayboluyorlar bildiğin. Kimsede bu durumu sorgulamıyor. Benim dışımda tabi," dedi içindeki öfkeyle. Koltuğun kenarlarını sıkmaya başladı. "Kimisi yurt dışına çıkmış gözüküyor, kimisi insanlardan uzaklaşıp inzivaya çekilmiş gözüküyor. Bunun gibi daha bir çoğu var. Ama işin tuhaf yanı hiç biri gerçekten ortada yok. Hiçbirinden heber gelmiyor ve bunu kimse umursamıyor."

Kanım donmuştu. "Araf'ın bunlardan haberi yok mu?" diye sordum dehşet içinde.

"Hayır tabiki. O buralarda değildi ki ayrıca odağı Yağız da değildi. Onun için hiç ilgisini çekmemiştir. Zaten dediğim gibi kimse bu durumu umursamıyor," dedi Toprak solgun çıkan sesiyle. "Luna için çok korkuyorum Gece... Bana güvenmeyebilirsin ama inan bu durum umrumda bile değil. Ben sadece Luna'yı düşünüyorum bir tek onun için endişeleniyorum. Yağız çok tehlikeli, çok kötü biri bundan adım kadar eminim." Yüzünü ellerinin arasına aldı ve kafasını eğdi. Luna, Toprak için ne ifade edebilirdi ki? Bu kadar kısa sürede bir insan nasıl bu kadar değerli olabilirdi? Düşünmekten kafayı yemek üzereydim. O gece ne konuşmuşlardı? Sorulması gereken bir sürü soru vardı.

"Toprak emin misin? Belki bu söylediklerin senin kuruntularındır. Bu çok ağır bi' itham çünkü," dedim. Yağız'ın babasının işlerinde ayakçı olduğunu biliyordum zaten ama Toprak'ın bu söylediği tüylerimi diken diken ediyordu. Luna'yı tehlikeden uzak tutmaya çalışırken gidip tam ortasına düşmüştü ve çevresi ateş hattıydı. Ona nasıl zarar vermeden, ortadan alıp kenara çekeceğimi bilmiyordum.

"Sorun da bu zaten Gece!" dedi Toprak, serzenişle. "İspatlayamıyorum. Hiçbir delil, hiçbir iz yok ortada. Bu yüzden bazen bende emin olduğumu sorguluyorum. Hem sana bu söylediğim olmasa bile Yağız yine de başka nedenlerden dolayı kötü biri. Ve işte ben o başka nedenleri günü geldiğinde çok güzel kanıtlayabilirim," dedi güçlü sesiyle. Gülümsemek istedim bi' an. Birlikte kanıtlayacak ve bir gün bütün pisliklerini birlikte ortaya dökecektik.

Derin bir nefes çekip ayağa kalktım. "Bu konuyu detaylarıyla araştıracağım," dedim kendinden emin bir şekilde.

"Nasıl araştıracaksın?"

Hay aksi! Az kalsın pot kırıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Elim kolum bağlı duramam Toprak. Söz konusu olan benim kardeşim. Tabiki elimden geldiğince araştırmaya çalışacağım," dedim kollarımı birbirine bağlayarak.

"Kendini yormana gerek yok Gece. Ben zaten bu olayı Luna'dan öncede araştırmıştım ama hiçbir halt çıkmadı. Belli ki Selim amca olayların üstünü kapatıyor. Sen sadece Luna'nın yanında ol, onu gözünün önünden ayırma yeter," dedi Toprak güven vermeye çalıştığı ses tonuyla. Koltuktan ayağa kalkıp tam önümde durdu. Hafif çekik gözleri ihtiyatla kısılmıştı. Şimdilik kafamı sallamakla yetindim. Ama Toprak Korlu henüz beni tanımıyordu. Yapacaklarımın haddi hesabı olmadığını bilmiyordu. Öğrenecekti... Çok yakında.

Toprak iki eliyle omuzlarımı tutup sıktı. "Sakın üzülme tamam mı? Halledeceğiz... Birlikte. Luna'nın kılına zarar gelmeyecek," dedi kardeş sıcaklığıyla. Gözlerindeki derinlikte bana yardım etmek için nasıl yanıp tutuştuğunu gördüm. İçimden bi'an için ona sarılmak geçtiyse de kendimi tutmuştum. Her şey için çok erkendi. Kendimi çok hızlı kaptırıyordum. Ama benim suçum değildi ki yeniden dinlemeye başladığım kalbimin suçuydu. Kanımın, yeni tanıştığım bu insanlara nasıl bu kadar çabuk kaynadığını en acilinden sorgulamam lazımdı. İçi içe geçmiş düşüncelerimi Toprak'ın sıcak ses tonu böldü. "Ha bu arada Gece, burda konuştuklarımız aramızda kalsın olur mu?"

"Bende sana aynısını söyliyecektim zaten," dedim sakinlikle. İçimde fırtınalar koparken dışımda yaprak oynamaması ilginçti.

"Peki o zaman," dedi ellerini indirerek. "Ben gideyim artık. Kendine iyi bak." Toprak, kafasını kibarca eğdi ve arkasını dönüp odadan çıktı.

Yine bir başına kalmıştım. Masama geçip buz gibi olmuş kahve bardağını elime aldım ve dudaklarıma götürdüm. Tadı, soğuduğu için iğrenç olmuştu. Zorla yutkunurken arkama yaslandım ve ellerimi başımın arkasına yerleştirip gözlerimi kapattım.

Kan... Bir, iki damla. Şıp şıp. Parlak, gümüş renkli, keskin bıçağın ucundan akıyor. Ellerimin üstünü kaplayan koyu kırmızı sıvının kokusu burnuma dolup midemi bulandırıyor.

Gözlerimi hızla açıp yerimden doğruldum. Kabuslar yetmiyormuş gibi üstüne gözümü kapattığım an o lanet görüntüleri görüyordum. Aniden midemin bulantısıyla ayağa kalktım ve aceleyle koridorun solunda kalan lavoboya girdim. Ellerim titriyordu. Şimdi sırası mıydı gerçekten?! İçimde ne var ne yoksa çıkarırken öksürmeye başladım. Umarım Yağız'ı da öldürmek zorunda kalmazdım. Ölüm nerden çıkmıştı? Ben katil değildim ve kimseyi öldüremezdim. Katilsin Gece, kabullen bunu artık! Kaçışın yok! Sıra Yağızda mı ha ne dersin?! Titreyen ellerime baktım ve musluğu açıp yıkamaya başladım. Uzun tırnaklarımla ellerimin üstünü kazıyarak yıkıyordum. En sonunda sabunla beraber suya iki damla kan karıştığını görünce musluğu hızla kapatıp ellerime peçete tuttum. Kabuk bağlamış olan yaralar yeniden kanamaya başlamıştı. Kanı durduktan sonra içime derin nefesler çektim ve aynadan saçımı başımı düzelttim. Peçeteleri çöpe atıp kapıyı açtım ve çıktım. Başım eğik yürüdüğüm için aniden bir bedenle çarpıştım. Mahçubiyetle kafamı kaldırdığım sırada karşılaştığım bir çift endişeli lacivert gözle birlikte bir adım geriye gittim.

Araf kafasını eğip baştan aşağı beni süzdükten sonra gözlerinden kaybolmayan endişeyle yüzümün her santimine baktı. "Ne oldu? İyi misin?" diye sordu kadifemsi sesiyle. İçimdeki yangına onun kadife ses tonu adeta su serpiyordu.

 

Ellerimi hemen arkama sakladım. "İyiyim sorun yok," dedim kaşlarımı kaldırarak. Bir an önce ellerimdeki yaraları kapatmalıydım. Etrafıma hızlıca göz gezdirdim. İyi bari kimse bize bakmıyordu.

 

"Neden o zaman koşar gibi lavaboya girdin? Tam odamdan çıkarken gördüm seni," dedi sorgular tonda. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyordu.

 

"Çünkü... Çok sıkışmıştım," dedim en uygun bahaneyi öne sürürek. "Her şeyi açıklatmak zorunda mısın?"

 

Çatılan kaşları dümdüz bir hal aldı ve dudaklarında ufacık bir tebessüm oluştu. "Haklısın. Ben düşünemedim. Yüzün çok solgun göründüğü için endişelenmiştim," dedi gözlerimin içine bakarak. Sanki hala söylediğimden emin olmamış gibi bir hali vardı.

 

"Turp gibiyim, merak etme." dedim kafamı dikleştirerek. Sen onu benim külahıma anlat Gece. İyi olmadığını ikimizde biliyoruz. Yalan söylemeyi kes! "Bende birazdan yanına gelecektim," dedim konuyu değiştirerek.

"Ne için?"

"Bugün kafam biraz dağıldı. Erken çıksam sorun olur mu senin için? Hem kuru temizlemeye uğrayıp bazı eşyalarımı almam lazım," dedim ve biraz daha dibine yaklaştım. "Ordan da gizli eve geçeceğim çalışmak için." Çok kısık bir sesle konuşmuştum. Burnuma ulaşan acımsı karanfil genzimi yakıyordu. Tekrar bir adım geri çekildim.

Gözlerini kırpmadan sözümün bitmesini beklemişti. "Tabi ki sorun olmaz Gece. Sen çık, bende işlerim bittiğinde yanına uğrarım," dedi yumuşacık çıkan sesiyle.

Odasına doğru yürürken bende onu takip etmiştim. Kapısını açacakken "Bu arada," deyip Araf'ı durdurdum. Meraklı safirlerini gözlerime dikti. "Levent yanına uğradı mı?" diye sordum merakıma yeni düşerek.

Kafasını salladı. "Akşam anlatırım," dedi hızlıca. "Hoşcakal rose noire." dedi ve göz kırpıp odasına girdi. Kapıya bakıp şapşalca gülümsemiştim. Ne oluyor Gece? Bir şey olduğu yoktu sadece söylediği söz hoşuma gidiyordu o kadar.

Odama geçip sandalyeye oturdum ve çantamdan fondöten çıkarıp ellerimin üstündeki yaraları ustaca kapattım. Henüz yaralar kurumamıştı bu yüzden ellerim yanıyordu. Üstlerine hafifçe üfleyip salladım. Kuruduklarından emin olduktan sonrada çantamı koluma takıp odadan çıktım.

Şirketten tamamen çıktığımda hemen bir sigara yakmıştım. Arabama doğru yürürken çantamdan telefonumu çıkarıp Luna'ya nerde olduğunu sorduğum bir mesaj attım. Telefon demişken Araf'ın telefon numarası neden bende yoktu? Bir sorun olduğunda dumanla mı haberleşecektik? O kadar olay bir anda üst üste gelmişti ki bunu tamamen aklımdan çıkarmıştım. Arabanın anahtarlarını çıkarıp kapıları açtığımda hemen bindim ve direkt klimaları çalıştırdım. Arabayı Holding'ten tamamen çıkarıp kuru temizlemeye doğru sürdüm.

 

🌑

Birkaç ajandamı ve kişisel eşyalarımı kutuya yerleştirirken Çağlar bana yardım ediyordu. Elimdekileri kutuya dizerken buraya dair içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissediyordum. Burayla tamamlanan bütünlüğüm bozuluyor gibiydi. Cennet diye tanımladığım fakat cehennemden farksız olan bu yer artık hayal kırıklığımın yapı taşına dönüşmüştü. Burdaki soluk duvarlar yaşadığım her duyguya şahitti. Rutubet kokusu ciğerlerime işlerken geçmişimde kayboluyordum.

Kuru temizlemenin arkasında, sandalyenin üstünde bağdaş kurmuş, önümdeki bilgisayarın parlak ekranına hayranlıkla bakıyordum. Çağlar müşterilerin yanına gitmiş ve beni tek başıma bırakmıştı. Okul çıkışında hep burda bulurdum kendimi. Sanki burda gizli bir mıknatıs vardı ve sürekli buraya doğru çekiliyordum. Çağlar az önce bana, amcasından öğrendiği kolay bir kod yazmayı öğretmişti. Gözümün önünden akan harfler o kadar muhteşem görünüyordu ki sanki hipnoz oluyordum. Umarım Çağlar, bana bir iyilik daha yapardı ve amcasından yurdun sistemine nasıl girebileceğimizi öğrendirdi. Ama bu çok düşük bir ihtimaldi çünkü okuldan beri, hatta okul çıkışından buraya gelene kadar neredeyse ona yalvarmıştım fakat asla ikna olmamıştı. Yurdun sistemine girmenin yollarını bulmalıydım. Çünkü neredeyse her gece yurttan kaçmaya başlamıştım ve artık bu bana pahalıya patlıyordu. Her gece kaçıyor her sabah kendimi yurt müdürünün odasında buluyordum. Ve ne yazık ki bu sabah, yurt müdiremiz bana bunun son şansım olduğunu söylemişti. Yurt müdiremizi tek kızdıran olay benim sürekli kaçmam değildi. Neredeyse her hafta başka bir olaydan odasındaydım.

Güneş ve Luna'nın hiçbir vukuatı olmazken benimkiler on'u geçmişti. Kimse onlardan şikayetçi değildi. Neden peki? Çünkü onlar pısırık ve korkaktı. Yurtta onlara sataşanları püskürten sürekli ben oluyordum ve günün sonunda kendimi tekrar müdirenin yanında buluyordum. Kardeşlerimin intikamını almak benim üzerime düşüyordu. Ve ayrıca yaşlı, yurt müdiremize göre aralarından en hırçını ve şiddete meyilli olan bendim. Ama buna kesinlikle katılmıyordum. Çünkü ben şu an'a kadar kimseyi incitmemiş ve zarar vermemiştim. Kaldı ki aldığım öç'ler sadece şakadan ibaret oluyordu. Tamam kabul ediyorum bazen eşek şakası niteliği taşıyordu ama sonuç olarak kimse zarar görmemişti. Onların yaptıkları ise ruhsal şiddetti.

Şiddet her zaman şiddet değil midir? Küçük bir çocuğun yaşadıklarıyla alay etmek, sözcüklerle hırpalamak onun ruhuna zarar vermez mi? Elbette ki ruhunda derin yaralar açacak kadar zarar verirdi. Ve bunu asla tamir edemezlerdi.

Gözüm hala bilgisayardan akan harflerde gezerken Çağlar'ın yanıma yaklaşan sesini duydum. "O kadar yakından bakma kara kedi. Gözlerini bozacaksın," dedi kızarak. Gözlerimi kısarak ona çevirdim. Üzerinde ki okul formasını hala çıkarmamıştı. Bacaklarımı sarkıtıp sandalyeden kalktım.

"Ama çok güzel değiller mi?!" dedim mest olmuş bir şekilde. "Keşke yurdun sistemine girmeyi de bilsen. Lütfen Çağlar, amcanla konuş. Öğren nasıl girildiğini..."

Çağlar oflayıp yanımdan geçtiğinde hemen ardından onu takip ettim. Aynı Güneş gibi o da beni dinlemiyordu. Kasanın önüne geldiğinde bana döndü ve kollarını birbirine bağladı. Çatık kaşlarıyla yüzüme bakıyordu. "Olmaz Gece. Saçmalama! Otur oturduğun yerde, kaçma artık. Birkaç sene sonra özgür olacaksın zaten, dayan biraz. Bak böyle yapmaya devam edersen seni yurttan atarlar kardeşlerinden de ayırırlar ona göre," dedi en ciddi sesiyle. Yüzümü buruşturup gözlerimi devirdim. Birbirimize yardımcı olmayacaksak neden arkadaştık ki?

"Ya anlamıyor musun?! Kalamıyorum orda içim daralıyor. Boğuluyorum!" dedim isyan ederek. "Evimi çok özledim Çağlar. Bazen oraya gidip sadece izlemek istiyorum ama..." Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Gözlerimin dolduğunu anladığımda hemen bakışlarımı kaçırdım.

"Yapma kara kedi... Beni de üzüyorsun." dedi Çağlar içi acıyarak. "Seni çok seviyorum ama yapamam, sırf bu yüzden yardım edemem." Sıkıntılı bir nefes koyverdi ve ellerini ceplerine soktu.

Hayallerim suya düşmüştü. "Tamam sen konuşma! Ben kendim konuşurum Kaya abiyle," dedim yüksek çıkan sesimle.

"Ne sanıyorsun Gece? O sistemlere girmek, o kodları yazmak kolay falan mı zaneddiyorsun? Yapma Allah aşkına! Daha 14 yaşındayız, 14! Hiçbir şey yapamazsın... İmkansız." dedi ardı sıra konuşarak. Kahve gözlerimiz kesiştiğinde ağlamak istedim. Neden bu kadar duygusaldım ki? İstediğim her şeyi elde edememeye alışmalıydım.

"Tam tersi... Eğer öğretecek biri olursa hiçbir şey zor ve imkansız değildir." Arkamdan gelen heybetli kalın sesin sahibi Kaya Canbay'a aitti. Çağlar Canbay'ın yakışıklı, gizemli amcası... Yavaşça önüme döndüğümde kurşun gibi siyah gözlerle karşılaştım. Bakışları hiçbir his ifade etmiyor gibi gelmişti. Bana doğru bir adım attı. Gözlerimin en içine bakıyordu. Sadece beni değil aynı zamanda bütün ruhumu inceliyor gibiydi. Sonunda sanki bir karara varmış gibi gözlerini kıstı. "Sana öğretmemi ister misin Gece? Her şeyi... En başından. Benimle çalışmak ister misin?" dedi gözleri gibi kurşndan farksız etkili sesiyle. Biraz daha yaklaşmıştı. Ne demişti? Teklifi karşısında ağzım bir karış açıldı ve yutkunamadım.

"Evet Kaya abi. Bana her şeyi öğretmeni istiyorum," dedim başımı dikleştirerek. Dudaklarım benden izinsiz hareket etmişti. İstediğim bu değil miydi? Olmuştu işte. Gözlerime biraz daha baktı. Orda ne gördü bilmiyordum ama memnun olmuşcasına gururla gülümsedi. Bundan sonra her şey çok güzel olacaktı. Burası, hayallerime adım adım ulaştığım yer olacaktı. Basamaklar benim için özenle dizilmişti, şimdi geriye cesurca çıkması kalıyordu...

Bulanık gözlerimi kırpıştırıp geçmişimi hatırlamaya son verdim. Zaten hatıralar acıdan başka ne vaaderdi ki insana? En azından benim hatıralarım bana acı vermekten başka hiçbir halta yaramıyordu. Eşyalarımı koyduğum kutunun kapağını sıkıca kapattıktan sonra masadan yere indirdim.

"Bunları da mı koyuyorum kutuya kara kedi?" dedi Çağlar, geçmişimle aramdaki ipi tamamen keserek. Baygın gözlerim yavaşça ona çevrildiğinde kafamı salladım. "Neyi düşünüyordum biliyor musun? Amcamın sana, onunla çalışman için teklif sunduğu o günü. Ve senin buraya indiğin ilk günü..." dedi kutunun kapağını kapatırken.

Kafamı eğip hüzünle gülümsedim. Aynı şeyleri düşünmemiz, bu kadar yıl arkdaşlığın vermiş olduğu bir beceri gibiydi. "Bende aynısını düşünüyordum," dedim ifademi sabit tutmaya çalışarak. İki kutuyu üst üste koyduktan sonra ellerimi silkeleyip çantamdan sigara çıkarıp ateşledim. Sigaranın dumanını derince içime çekip havasız ortamda yayılmasına izin verdim.

"O gün amcamın teklifini kabul etmeseydin ne olurdu acaba?" diye sordu merakla. Bunu çok kez düşünmüştüm.

Sigara dumanını üflerken histerik bir şekilde gülümsedim. "Yurttan atılmış, kardeşlerimden ayrı, sokaklarda sürünüyor olurdum," dedim.

"Ama en azından şey olmazdın..." dedi Çağlar. Zorlukla konuşmuştu.

"Ne olmazdım Çağlar? Açık açık söyle," dedim gözlerimi kısarak.

"Katil olmazdın demek istiyor sevgili yeğenim." Çağlar arkamızda olan amcasının sesini duyunca donup kaldı, bense şaşırmamıştım. Yavaşça önüme döndüm. Hiç değişmeyen kurşun gibi gözleri alayla bakıyordu. "Ama bunun, Gece'nin bizimle çalışmasıyla hiçbir alakası yok Çağlar. Gece, sokaklarda bile olsa değişmezdi. Yapısında var bu," dedi bütün iğnelerini kalbime saplayarak. Belli ki sırtıma sapladıkları yetmemişti.

Sigarayı yere attım ve ayağımla ezip söndürdüm. "Ne oluyor amca? Tuhaf davranıyorsun. Gece'yle aranızda bir problem mi var? Çünkü ikinizde olduğundan çok farklı davranıyorsunuz," dedi Çağlar kaşlarını çatarak. Bir bana bir amcasına bakıyordu.

"Problem yok aslan parçam. Beni bilmiyor musun? Her zaman gerçekçi konuşurum," dedi Kaya ellerini cebine sokarak. "Yukarıda müşteriler var. Fazla bekletme istersen." Anlaşılan zehirli sözcüklerini yalnızken akıtmak istiyordu.

Çağlar dümdüz amcasına bakmaya devam ederken nefes verip kafasını salladı. "Yukarıda görüşürüz kara kedi," dedi omuzlarımı tutarak. Saf, temiz yüzü bana, bir diğer yarımı hatırlatıyordu. Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Çağlar gülümsedikten sonra amcasına tek kelime etmeden merdivenlere yöneldi ve hızla yukarı çıktı. Onun gittiğini görünce bende dönüp masanın üstündeki çantamı toparladım.

"Araf'la kaynaştınız mı?" diye sordu keyifle. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. "Onun yanında çalışmayı kabul ettiğine göre baya bir yol katetmişsiniz. Öyle değil mi?" Susmuyordu. Biliyordum ben cevap verene kadar da susmayacaktı.

Baygın gözlerimle ona döndüm. "Neden bana soruyorsun bunları? Haberleri almıyor musun zaten?" diye sordum alay ederek.

Kaya tek kaşını havaya kaldırdı ve bana doğru yaklaştı. "İnanır mısın o davet gününden beri hiç haber alamadım. Araf'la yan yana gelince ona iletirsin. Böyle anlaşmamıştık. Atılan her adımdan benimde haberim olacaktı," dedi ruhsuz sesiyle. Bu ses tonu gerçek miydi yoksa bunca zaman bana, o merhamet dolu sesiyle rol mu kesiyordu bilmiyordum. Karşımdaki adam bana o kadar yabancıydı ki, şu an Araf Demirkan bile daha tanıdık geliyordu. İnsan nasıl bi' anda bu kadar acımasız olabilirdi ki? Gerçek yüzünü görmem koskoca 10 yılımı almıştı benden.

"Görünce kendin söylersin," dedim çantamın fermuarını kapatırken. "Hem sen niye ilgileniyorsun ki bunlarla? İşi yapan benim, parayı alacak olanda sensin. O yüzden keyfine bak." Sesim ona karşı ilk defa bu kadar acımasız çıkıyordu.

"Yok öyle beni oyun dışı bırakmak. Unutma, sizi ben bir araya getirdim ayrıca videon da hala ellerimde," dedi tehditvari konuşarak. Artık ettiği tehditlerden korkmuyordum. Ne oluyorsa olabilirdi.

Burnumdan nefes verip kutuları elime aldım. "Şimdi senin ellerinde, çok sevdiğin yeğeninin de ifşası falan vardır. Yarın öbür gün bana yaptığın gibi yakma çocuğun başını," dedim kin akan ses tonumla.

Alayla kaşlarını kaldırdı ve "Sen kendini Çağlar'la bir mi tutuyorsun gerçekten?" diye sordu dalga geçercesine. "O benim yeğenim Gece. Benim soyumdan, benim kanımdan..." dedi bastıra bastıra.

Kalbime koca bir taşın oturduğunu hissettim. Boğazıma takılan yumruyu gidermek için birkaç kez yutkunmaya çalışmış ama becerememiştim. Söylediklerinden hiçbiri canımı bu kadar yakmamıştı. Kurduğu cümle sapladığı bütün iğneleri çıkarmış bedenimin oluk oluk kanamasına izin vermişti. Bu kadar merhametsiz olacak kadar ne yapmıştım ona? Sadece ailem yerine koyup abi demiştim. Ama haklıydı, hata benimdi. Her şey de olduğu gibi bunda da ben suçluydum. Beni, Çağlar'ı sevdiği kadar sevdiğini düşünmüştüm. Bazen olmayan evladı yerine koyduğunu da düşünürdüm ama hepsinde yanılmıştım. Halbuki onun yanında bilgisayarları kadar bile değerim yoktu.

Sözcükler ağzımdan bir türlü çıkmıyordu. "Umarım Kaya..." dedim titreyen sesimle. "Umarım bir gün çok yalnız kalırsın. Umarım günü geldiğinde yanında tek bir kişi bile kalmaz, o çok sevdiğin yeğenin de dahil. Ve umarım o gün yana yakıla benim yanıma gelirsin. Bende sana yalnızlığın son tekmesini atar tek başına ölüme terk ederim. Tek dileğim bu." Nefesim kesiliyor gibiydi ama son cümlem için kendimi toparladım. "Yaşattığını yaşamadan ölme..."

Ve tek kelime söylemesine dahi fırsat vermeden merdivenlerden yukarı çıktım. Ellerim buz kesmişti ve kutuları zorlukla tutuyordum. Kıyafetlerin yanından çıkıp kasanın olduğu bölüme geçtim. Çağlar telefonuyla ilgileniyordu. Topuklu çizmelerimin çıkardığı sesi duyunca kafasını kaldırdı. "Ağır değil mi onlar? Ver, arabana kadar ben götürüm," dedi ayağa kalkarak.

"Gerek yok," dedim ve kutuyu kendime doğru çektim. Sesim pürüzlü çıkıyordu. Ve benim kaç yıllık arkadaşım bunu hemen fark etmişti. Kafam eğikti ve gözlerine bakmıyordum.

Yanıma yaklaşıp eliyle çenemden hafifçe tutup kaldırdı. "Ne oldu? Gözlerinin içi kırmızı görünüyor," dedi gözlerime daha yakından bakarak. Kendimi zorlayıp ağlamadığım için kızarmışlardı.

"Aşağıda, kutuyu elimden hızlı bırakınca toz kalktı yerden. Herhalde gözüme toz girmiştir," dedim gözlerimi kırpıştırarak. Elleri hala çenemdeydi ve gözlerimin içine bakıyordu. Başımı yana çevirip kapı tarafına baktım. Kapının önündeki kişiyi görünce gözlerim saşkınlıkla aralandı. Bu adam neden kuyruğum gibi peşimden dolanıyordu? Elleri ceplerindeydi ve safir gözlerini Çağlar'a kitlemişti. Çenesi kaskatı kesilmiş boynundaki damar belirginleşmişti ve tıpkı bir heykel gibi hareketsiz duruyordu.

Çağlar elini çenemden çekti ve başını salladı. "Bu aralar bana yalan söylüyormuşsun gibi geliyor ama... Hadi hayırlısı bakalım," dedi kendi kendine konuşarak.

Gözlerim sürekli kapıya kayıyordu. "Ne yalan söyliyeceğim be sana?! Kafanda kuruyorsun sürekli," dedim kızarak. Araf'a baktığımda gözlerini Çağlar'dan ayırmış beni izliyordu. Ona baktığımı fark etti ve hızla lacivert gözlerini kaçırıp arkasını döndü. "Hadi sana kolay gelsin. Ben kaçıyorum." Ellerimdeki kutuları yere bıraktım ve Çağlar'a sıkıca sarıldım.

"Kaç kaç, ama unutma tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır," dedi ayrıldığımız sırada.

"Neyse ki ben tilki değilim," dedim kutuları elime alırken. "Ve burasıda kürkçü dükkanı değil kuru temizle. Kapiş?" Göz kırptıktan sonra kapıya doğru ilerledim.

"Tamam ağzı en iyi laf yapan sensin!" Ben kapıdan çıkarken dalga geçerek bağırmıştı.

Kapıyı arkamdan kapatıp önüme döndüğüm sırada Araf'ın tuhaf bakışlarıyla karşılaşmıştım. Elleri ceplerindeydi ve kaşları derince çatılmıştı. Adımlarımı ona doğru yönlendirdim. İfadesizce bakmaya devam ediyordu. Sesli bir nefes verip tam önünde durdum.

"Niye buraya geldin?" diye sordum elimdeki kutuları ayaklarımın dibine indirerek.

"Kaya'nın yeğeniyle aranda bir şeyler var mı?" Sorusuyla gözlerim kendiliğinden kısıldı. Ses tonu sanki alalade bir şey sorar gibi gayet meraksız çıkıyordu ama gözleri tam tersini söylüyordu.

"Anlamadım? Ne gibi şeyler?" İma ettiği çirkin yakıştırmayı görmezden gelmek istiyordum.

Gözlerini yere indirip alnını ovaladı. "Sana dümdüz bir soru sordum Gece," dedi. Gözlerini yerden kaldırdığında dudaklarını birbirine bastırıyordu. Devam etmesini bekledim. Etmedi. Ama ediyormuş gibi uzun uzun baktı. Lacivert gözlerinin içinde hırçın okyanuslar vardı. Dışarı çıkmak, karaya taşmak istiyordu. Ve ben gözlerine her baktığımda sanki ilk defa bakıyormuşum gibi yeni bir duyguyla karşılaşıyordum.

"Ben ilk soruma cevap alamadım," dedim gözlerimizi ayırarak. Saçma yakıştırmasına cevap vermeyecektim. İstediğini düşünmekte serbestti. Kaldı ki zaten onu ilgilendirmezdi.

Soğuktan kırmızı olmuş burnunu çekti. Bu soğukta dışarda kalmaya nasıl dayanıyordu bilmiyordum. Üstelik giydiği montun önü tamamen açıktı ve içinde incecik siyah kazağı görünüyordu. "İşlerim erken bitti bende burda olduğunu düşünüp geldim. Eve birlikte geçeriz," dedi. Dışarda kuvvetli bir rüzgar vardı ve ben ne dediğiyle ilgilenemiyordum. Ben kat kat giyinip donuyorken o nasıl üşümüyordu? En azından montunun önünü kapatsaydı. Hasta olacaktı.

İçimden bana ne demek istiyordum ama yapamıyordum. Kafamdan bu düşünceyi atamazken bacaklarım istemsizce ona biraz daha yaklaştı. Kendi kendine bile yalan söylüyorsun Gece. Gerçekten istemsizce mi hareket etti bacakların? Biraz daha yaklaşıp montunun fermuarını ellerimin arasına aldım. Vücundan gelen acımsı karanfil kokusu başımı döndürmüştü. Saçlarım rüzgardan dolayı önüme düşüyordu ama buna rağmen kafamı kaldırıp Araf'a bakmayı denedim. Sanki her şey ağır çekimde gerçekleşiyor gibiydi. Safir gözleri dikkatle aralanmıştı. Başımı önüme eğmeden önce kirpiklerinin titrediğini gördüm. Fermurarı takıp hızlı bir şekilde yukarı doğru çektim. Ardından saçlarımı düzelttim ve geriye doğru adımladım. Şimdi içim rahatlamıştı işte.

"Bu havada böyle ince giyinilir mi? Hasta olacaksın ondan sonrada senin yüzünden işlerimiz aksayacak," dedim sitem ederek. Yerdeki kutuları tekrar elime aldım.

Araf kafasını belli belirsiz salladı. "Haklısın... Sağol," dedi mırıldanarak.

"Hadi gidelim," dedim.

"Benim arabamla gidelim olur mu?" diye sordu kendi arabasını göstererek.

Benim arabam burda kalsa sorun olmazdı. "Olur ama bekle kendi arabamdan eşyalarımı almam lazım," dedim kutuları eline tutuşturarak. Arkamı döndüm ve gidip arabamın içindeki çantamı aldım. Geri geldiğimde Araf kutuları arabaya yerleştiriyordu. Kafasını kaldırdığında göz kırptı ve binmem için kapımı açtı. Kemerimi takarken Araf'ta binmiş ve gaza basmıştı.

Klimalar çalışınca kafamı omzuma yatırdım. "Kuru temizlemeye bir daha dönmeyecek misin?" dedi Araf, çalan müziğin sesini biraz kısarak.

"Bilmem," dedim gözlerimi camdan ayırmadan. "Yaşayıp göreceğiz." Gözlerim camdan yansıyan görüntüme kaydı. Yorgun gözlerim bulanık pencereden bile belli oluyordu. Hafifçe doğrulup şarkının sesini tekrar yükselttim ve arkama yaslandım. Konuşmak istemiyordum. Bir süre sessizliğimin içinde kaybolmak istedim. Arkada "Before You Go." çalıyordu. Sessizce dudaklarımı hareket ettirip şarkıya eşlik ettim.

Gizli Ev'in yoluna girdiğimizde ağaçlar sıklaşmıştı. Ormanın derinliklerine indikçe de yol daralıyordu. Diğer gelişimde hava karanlık olduğu için neyin nerede olduğunu tam görmemiştim. Ama şimdi her şey çok netti. Araba bir sağa bir sola dönmeye başlamıştı. Ev görüş alanıma girdiğinde doğruldum ve etrafıma daha dikkatli baktım. Bu ev resmen in'le cin'in top oynadığı yere konumlandırılmıştı. Çevresi sık ağaçlara donatılmıştı ve bu da evin daha gizli görünmesini sağlamıştı. Gece olduğu için şimdi fark ettiğim şeylerden biri de dış cephesinin yeşil renkli olmasıydı. Kamufle olduğu için ağaçlarla bir bütünmüş gibi gözüküyordu. Bu koca ormana ev yapmak için kimden izin aldıklarını gerçekten merak ediyordum.

Etrafa birkaç adam konumlandırılmıştı. Büyük, giriş kapısı açıldıktan sonra Araf arabayı biraz daha ileriye sürdü ve frenledi. Araba durduğu an iki adam gelip kapılarımızı açtı. İkimiz aynı anda indikten sonra beraber eve doğru yürümeye başladık. Bol oksijenden dolayı burnum yanmaya başlamıştı.

"Bu adamlar benim kim olduğumu bilmiyor değil mi?" diye sordum fısıltıyla. Araf kafasını iki yana salladı. "Peki benim sürekli buraya girip çıktığımı kimseye söylemezler mi?"

"Onların ağzından sır çıkmaz, zaten buna göre seçiliyorlar. Senin kim olduğun, eve ne zaman girip çıktığınla da ilgilenmezler," dedi Araf, evin içerisine geçerek. "Ayrıca onların evin içine girmesi yasak ve senin çalışma alanından da haberleri yok. Burası benim dinlenmek için geldiğim ev sadece. O kadarını bilmeleri kafi."

Düşünceyle önüme döndüğümde gündüz gözüyle evi inceledim. Boydan aşağı cam olan, zeminle birlikte üç katlı olan ev, sanki ormanla bir olmuştu. İçerideki çoğu eşya ahşap ve kahve tonlarındaydı. Karşımdaki köşede duran şöminenin üst duvarı pastel tonlarda tuğlalarla bezenmişti. Tavandan sarkan, halat ve yapay yapraklarla süslenmiş lambalar, dört köşeye yerleştirilmişti bu da evle bir bütün olmasını sağlıyordu. Dışarıdaki ağaçlar yetmiyormuş gibi pencerelerin olduğu köşelere yeşil bitkiler konulmuştu. İçerideyken bile kendimi dışarda hissediyordum ve bu çok hoştu. Merdivenlerin olduğu kısımdaki duvarda bile büyükten küçüğe sıralanmış doğa temalı tablolar vardı.

"Sen mi tasarladın burayı?" diye sordum etrafımda dönerek. Diğer odaları da gezmek istiyordum.

Araf gülümsedi ve "Evet, büyük çoğunluğuyla ben ilgilendim. Beğendin mi?" diye sordu parıldayan gözleriyle.

"Yani..." dedim omuzlarımı silkerek. "Ev sanki canlıymış gibi. Kendine has bir tarzı var."

Alt kata doğru yürümeye başladığımda Araf'ta beni takip etti. Merdivenlere ulaştığımda topuklu ayakkabılarımla ince basamaklardan aşağı inmeye başladım. "Dikkatli ol," dedi Araf'ın arkamdan gelen sesi. Bu adamın merdivenden inmemle ne derdi vardı? En son basamağı da atlattıktan sonra tamamen aşağıdaydım. Araf'ın aşağı inmesini bekledikten sonra kitaplığa doğru yürüdüm.

Yanıma ulaştığında uzun parmakları her bir kitabı saydı ve on birincisini kendine doğru çekti. Kitabı çekmesiyle birlikte arkasındaki kapı gıcırdadı ve hafif bir boşlukla açıldı. Sanki ilk kez görüyormuşum gibi heyecanlanmıştım. Kapıyı tamamen ittiğinde içeri ilk adımı ben attım. Araf arkamdan gelmeden önce gıcırtılı kapıyı kendine doğru çekmişti. Koridordan yürürken ince topuklularımın çıkardığı ses yankı yapıyordu. İkinci kapıya ulaştığımızda kolunu kenara çekip tamamen açtım ve yeni çalışma yerime giriş yaptım.

"Yemek yedin mi? İstersen hızlıca bir şeyler hazırlayabilirim," dedi Araf arkamdan girdiği sırada.

Yemek yemeyi sürekli unutuyordum ve bu birkaç gün içerisinde yediklerim bir avucu bile geçmezdi. Araf söyleyince karnımın gurultusunu hissetmiştim. "Aslında... Bir süredir yemek yemiyorum," dedim gerçeği itiraf ederek. Gözlerimi kaçırdım ve çantamdan sigara paketimi çıkardım. Araf çatık kaşlarıyla hızla yanıma ulaşmış ve sigarayı yakmama izin vermeden parmaklarımın arasından ayırmıştı. "Ne yapıyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Sen kafayı yemişsin! Bir süredir yemek yemiyorum ne demek?" Yüksek çıkan ses tonu karşısında kaşlarım havalanmıştı. Lacivert gözleri sinirle parladı. "Yok sana sigara falan. Yemekten sonra içersin." Geriye doğru adımlayarak benden uzaklaştı.

"Manyak mısın Demirkan? Sigaramı ver çabuk," dedim sinirle. Biz ne yaşıyorduk şu an?

Kafasını iki yana salladı. "Sıkıysa gel al," dedi paketi önümde sallayarak.

Kaşlarımı çatıp iki adımda yanına ulaştım ve ellerinin arasındaki paketi almaya çalıştım. Ama elini havaya doğru kaldırmıştı ve ona uzanmamı engelliyordu. Topuklarımın üstünde zıplamaya başlamıştım ama nafileydi.

Ben öfkeyle solurken o gülümsüyordu. Psikopat herif! Her uzanmaya çalıştığımda sigara paketini bir elinden diğerine geçiriyordu. Biraz daha çabalayıp topuklarımın üstünde yükseldim. Tam paketi alacağım sırada bu sefer iki bilegimden sıkıca tutmuştu. Ellerimi kurtarmaya çalışırken geriye adım attım fakat sırtım soğuk duvarla buluştu.

"Ver şunu Demirkan! Oyun mu oynuyoruz burda?" dedim nefes nefese. Aramızda sadece iki santim vardı ve onun elleri bileklerimi tutmuş bu sefer duvara yaslamıştı.

Gözlerimin içine bakarak diliyle damağını şaklattı. "Vermem," dedi fısıltıyla. Sıcak nefesi yüzüme yayılıyordu. "İlk yemek sonra sigara," dedi sesinin en yumuşak tonuyla.

Ondan da bu ses tonundan da nefret ediyordum. Kirpiklerimin altından öfkeyle suratına baktım. "Sana ne ya? Anam mısın babam mısın? İster yerim ister yemem, sana ne?" dedim sertçe. Bileklerimi ondan kurtarmaya çalışıyordum ama koca eli izin vermiyordu.

Kurumuş dudaklarını yaladı ve kafasını yana eğdi. Bilmesem masum sanardım. "Yemek yemezsen hasta olursun, hasta olursan da işlerimiz aksar," dedi göz kırparak. Beni kendi cümlelerimle vuruyordu. Keşke bıraksaydım da donsaydı orda.

"Ben hasta olmam," dedim tek nefeste. Kafa mı atsaydım acaba? Yoksa bacak arasına tekme mi geçirseydim? Yok tekme olmazdı. Sonra ilerde çocuğu olmayınca vebali benim üzerime falan kalırdı. Demirkan yüzünden bir vicdan azabına daha katlanamazdım.

"Niye sen çelikten misin?" Sorduğu soruya karşılık gözlerimi devirdim. Biraz daha yaklaştı. Bedeni neredeyse bedenime değecek kadar yaklaşmıştı. Şah damarından gelen koku nefesimi kesiyordu. Başını kulağımın dibine doğru indirdi. "Ellerini bırakacağım ve sende burda uslu uslu çalışacaksın. Anlaştık mı?" dedi fısıldayarak. Nefesi kulağıma değiyor ve beni huylandırıyordu.

Bu kadar oyun yeterdi. "Anlaştık!" dedim dişlerimin arasından. Sıcak elleri bileğimden yavaşca ayrıldığında omuzlarından hafifçe itekledim. "Bir daha sakın bana dokunma."

Araf, ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı. "Sanki canını aldık," dedi teessüf ederek.

Duvarın kenarından ayrıldım. "Biraz daha zorlarsan ben senin canını alacağım," dedim tehdit edercesine. Koltukların olduğu kısıma yürürken, üstümdeki trençkotu çıkardım ve tekli kanepenin kenarına koydum. Burası, evin içi gibi sıcacıktı. Vücut ısım hemen yükselmeye başlamıştı.

"Sakin ol öfkeli asistancık," dedi Araf, arkamdan gelen muzip sesiyle. Önüme döndüğümde kapının girişinde durmuştu. "Bak böyle devam edersen otuzuna gelmeden yüzün kırış kırış olacak. Benden söylemesi." Aydınlık yüzünün yarısına karanlık düşmüştü. Bu yüzden gözlerini tam göremiyordum. Ama eğlendiği çok belli oluyordu.

"Sen kendine bak," dedim gözlerimi sinirle kısarak. "Otuzuna gelmeden, sinirden sıktığın o çenen yerinden çıkacak. Benden söylemesi." Kollarımı birbirine bağlayıp tam karşısında durdum. Dudaklarımda ona meydan okuduğum için hınzırca, ufacık bir gülümseme oluşmutu.

Lacivert gözlerinde gördüğüm muzırlık içimi ısıtıyordu ve bu çok tuhaftı. Öfkeli olmam lazımdı. Ama onun yanında öylesine sakin oluyordum ki kendimi dizginlememe gerek kalmıyordu. Aksine onun yanındayken öfkeli olmak istiyordum çünkü benim normalim buydu. Hırçın, asi, dikbaşlı... Gece. Bundan iberettim her zaman. Ama şimdi öfkeli olmam gereken yerde bile dudaklarımda tebessüm oluşuyordu. Bu yanlıştı... Çok yanlıştı.

"Tamam sen kazandın," dedi. Aydınlık kısımda kalan yüzünden güldüğünü görebiliyordum. Ses tonundaki eğlenir ton hala yerli yerindeydi.

"Ben her zaman kazanırım."

"Konu sen olduğunda kaybetmeye razıyım."

"Neden?" diye sordum gözlerimi kırpıştırarak. Yanaklarım yanıyordu. Hayır bu sefer alay etmiyordu. Hayır bu sefer dalga geçmiyordu. Ama neden? İşkence gibiydi bunu düşünmek.

Yerinden bir milim kıpırdamadı. Hızla kaşları çatıldı ve dudağının, kenarının seğirdiğini gördüm. Sanki ağzından çok önemli bir şey kaçırmış gibi bakıyordu. "Çünkü," dedi dudaklarını ıslatarak. "Kazanma konusunda benden daha istikrarlısın, o yüzden sana yenilmemde sakınca yok," dedi ağzında geveleyerek. Lacivert gözleri benden kaçmıştı.

 

Yalan söylüyordu ama bunu ne için yapıyordu bilmiyordum. Sakince kafamı salladım ve arkamı dönüp bilgisayarlara doğru ilerledim. Saçma sapan konuşuyordu. Aklımı bulandırıyordu, sürekli benimle atışıyordu, garip garip bakıyordu. Tamam, atışmamız çocuksu olabilirdi ama yine de hoşuma gitmiyordu.

Hoşuna gitmiyor mu?! Hayır. Yalan söylüyorsun. En azından bir kere kendi içine doğru konuş Gece! Bir kerecik kendine doğruları söyle. Tamam... Birazcık gidiyordu belki.

"Rose noire," diye seslendi kısık sesiyle. Omzumun üstünden durgun gözlerimi ona çevirdim. "Yemek hazır olunca seni çağırırım." Aydınlık taraftan görünen yüzü solgundu.

"Tamam olur," dedim tebessüm ederek. Neden gülümsüyordum? Gözlerimi kaçırıp ayakkabılarıma baktım. Yanaklarımın yandığı yetmiyormuş gibi şimdi ek olarak kulaklarımda yanmaya başlamıştı.

Araf, kafasını sallayıp uçarcasına gizli kısımdan ayrıldı. Tek başıma kalınca bilgisayarların yanına döndüm. Projeksiyonun tam karşısındaki kısımda, beyaz masanın üstünde, yanyana üç koca ekran bulunuyordu. Dönen sandalyeyi çekip karşılarına geçtim. Üçünü de aynı anda açtım ve ortadaki bilgisayardan, geçen gün yarım bıraktığım şirketin sistemine girdim. En son ikinci katta kalmış, üçüncüsüne ulaşamamıştım. Parmaklarımı çıtlattım, burda biraz daha rahat hissediyordum.

Üç bilgisayarda gözümü kör edecek kadar parlıyordu. Dönüp yan taraftaki ekrana baktım. Dışarıya konulan kameraların görüntüleri buraya yansıtılmıştı. Hava kararmaya başlıyordu. İki ön kısımda iki de arka kısımda bulunan dört adam, hiç kıpırdamadan robot gibi dikiliyordu. İçecek bir şeyler götürse miydim? Soğuktan donmuş olmalıydılar. Ben hariç kimse soğuktan etkilenmiyor gibi gözüküyordu. Sıkılarak, bakışlarımı tekrar önüme çevirdim.

Yazdığım kodlar ezberimde olduğu için klavyeye bakma gereksinimi duymuyordum. Gözlerim üç ekran arasında mekik dokuyordu. Parmaklarım seri bir şekilde hareket ederken çıkan sesler kulaklarımı dolduruyordu. Heyecanlamaya başlamıştım çünkü çok az kalmıştı. Sandalyede ekrandan ekrana kayarken başım dönmeye başladı. Parmaklarım acımaya başladığında, orta ekranın önünde son dokunuşlarımı yapıyordum. İşaret parmağım enter tuşuna değidiği an başımı arkaya yaslayıp derin bir nefes verdim.

Üçüncü kata girmem için geçecek olan süre iki saatti. Zor olmuştu ama sonunda başarmıştım. Bu iki saat dolduğunda ortada dönen parayı ve yapılacak sevkiyat tarihlerini görecektim. Umarım hislerim beni yanıltmazdı. Bu kadar strese değdiğine inanmak istiyordum.

Cebimden telefonumu çıkartıp saldalyeyi geriye iterek ayağa kalktım. Aklımdan atmaya çalışsamda Toprak'la olan konuşmamız zihnimde yankılanıyordu. Söyledikleri o kadar korrkunçtu ki bunu sindirebilmek kolay değildi. Sadece yanılabilme ihtimaline tutunuyordum.

Telefonumdan Luna'nın numarısını tuşladım ve kulağıma götürdüm. Uzun uzun çaldıktan sonra telesekreterin sesi düştü telefona. Kapatıp tekrar aradım. Uzun aralıklarla çaldıktan sonra bu sefer niheyet açılmıştı. "Nerdesin Luna?" diye sordum açar açmaz.

"Şey Ablacığım... Kafedeyim duymamışım. Özür dilerim," dedi biraz yüksek çıkan sesiyle. Arkadan kadın erkek karışık, yüksek kahkaha sesleri geliyordu.

"Ben sana okuldan sonra eve geç demedim mi? Sana bu kadar imtiyaz tanıdığım için beni pişman ediyorsun Luna," dedim sertçe. Ona karşı artık hoşgörülü olmayacaktım. Bir insana ne kadar ayrıcalık gösterirsen o kadar çok suistimal ederdi. Şımarıklığında bir sınırı vardı ve Luna o sınırı çoktan aşmıştı.

"Tamam abla beş dakika sonra evdeyim," dedi yumuşak çıkartmaya çalıştığı ses tonuyla.

"Beş dakika sonra tekrar arayacağım. Evde olmuş ol. Yoksa bir daha dışarı çıkmayı rüyanda görürsün," dedim.

"Sen neredesin? Gelmeyecek misin eve?"

"Geleceğim Luna. Şirkette işler uzadı mesai yapabilirim," dedim bıkkınlıkla.

"Tamam ablacığım kolay gelsin sana. Evde görüşürüz," dedi. Arkadaki kalabalık ses gitgide artıyordu.

"Görüşürüz," dedim kapatmadan önce.

Telefonu cebime yerleştirdim. Ekrana döndüğümde sürenin dolmasına daha zaman vardı. O zamana kadar başka şeyler yapabilirdim. Ama ne? Etrafımda yavaşça döndüm. Yapılacak herhangi bir olay yoktu. Lacivert koltukların olduğu kısıma geçip tekli olanlardan birine kendimi bıraktım. Başımı geriye doğru yaslayıp yukarı baktım. Tavan ne kadar da beyazdı. Duvarlar gri olmasına karşın tavan bembeyazdı. Üstlerine resim çizmek istedim. Yapabilir miydim acaba? Bunu düşünürken kendi kendime gülmeye başladım. Bacaklarımı kendime doğru çektim. Bu tavana kocaman bir Güneş resmi çizebilirdim. Çok güzel olurdu. Derin bir nefes çekip kafamı iki yana salladım ve bakışlarımı yere indirdim.

"Ortak," dedi kadifemsi ses tonu. Bakışlarımı kapıya doğru çevirdim. Araf kollarını bağlamış, kendini duvara yaslamıştı. Ve üzerinde bej rengi bir önlük vardı. Dudaklarımda kocaman bir gülümseme oluştu. "Hadi gel bakalım. Senin karnını güzelce doyuralım." Ellerini beline yerleştirdi ve lacivert gözlerindeki parlaklıkla gülümsedi. Siyah saçları tamamen alnına dökülüyordu. Ve üstündeki siyah ince kazağı soymuş yerine kahverengi bir tişört giymişti. Üzerinde olan önlükle bile nasıl bu kadar kusursuz görünüyordu anlamıyordum.

Bacaklarımı indirip yavaşca ayağa kalktım. "Ne kadar hızlısın Demirkan," dedim yanına doğru ilerlerken. Şaşırmıştım. Yemeği dışardan söyler diye düşünüyordum ama belli ki kendisi bir şeyler hazırlamıştı. Acaba başka ne marifetleri vardı? Sana ne Gece, sana ne? Doğru bana neydi ki? Adımlarımı hızlandırarak yanına ulaştım.

"Ben her zaman hızlıyımdır," dedi çapkınca göz kırparak. Kapıyı açıp geçmem için eliyle yol verdi.

Gözlerimi devirip yanından geçtim. "Ne zaman beni taklit etmeyi bırakacaksın?" dedim önden yürürken. Koridorun sonuna geldiğimde kapı kolunu indirip dışarı çıktım.

"Seni taklit ettiğimi kim söyledi?" diye sordu salağa yatarak. Sabır dilenir gibi burnumdan nefes çektim ve yukarı merdivenlere yöneldim. "Oraya değil." Kafamı çevirip sorarcasına yüzüne baktığımda aşağı merdivenleri gösterdi. "Sofrayı kış bahçesine hazırladım," dedi. Kafamı sallayıp en köşede olan merdivenlerin yanına gidip yavaşça aşağı inmeye başladım. "Dikkatli in Gece," dedi Araf tembihleyerek.

Son basamağı yavaşça atlattıktan sonra tamamen indim ve arkamı döndüm. Gördüklerim ağzımın bir karış açılmasına sebep oldu. Işıldayan gözlerimle kurulmuş sofraya doğru yürüdüm. Tabaklarda tavuk sote ve mısırlı pirinç pilavı vardı. Otuz iki diş gülümseyip Araf'a baktım. "Kaynanam beni seviyormuş," dedim sırıtarak. Masada, bu hayatta en çok sevdiğim yemek vardı ve ben kurt gibi acıktığımı hissetmiştim.

Araf yanıma gelip sandalyemi çekti. "Kim senin kaynanan?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Lafın gelişi öyle söyledim," dedim saçmalama der gibi. "Yani olsaymış severmiş. Of neyse ne işte boşver." Daha fazla konuşmak istemiyordum. Kaşığı elime alıp ağzıma yemekleri doldurdum. Tabağın neredeyse yarısına geldiğimde kafamı kaldrıp Araf'a baktım. Yemeğinden sadece iki lokma almış gözlerindeki neşeyle beni seyrediyordu. Önümdeki sudan bir yudum alıp boğazımı temizledim. "Bunların hepsini sen mi yaptın gerçekten?" dedim şaskınlıkla.

Kafasını salladı. "Ben yaptım gerçekten," dedi yine beni taklit ederek. Kıvrık kirpiklerinin altından eğlenerek yüzüme bakıyordu. "Dolapta ne varsa kullandım işte," dedi önemsizce elini sallayarak.

"Çok lezzetli olmuş. Ellerine sağlık," dedim kaşığımı tekrar doldurarak.

"Afiyet olsun," dedi içtenlikle.

Yemeğimi yemeye devam ederken bu sefer etrafa bakıyordum. Her şey ilk geldiğimdeki gibi yerli yerindeydi. Kenardaki şömine yanıyordu ve odayı onun çıkardığı çıtırtı sesleri dolduruyordu. Yerlere sıra sıra küçük, beyaz mumlar dizilmişti. Yemek yediğimiz masanın üstünde taze Kara güller vardı. Etrafı keskin çiçek kokuları sarmıştı. Çiçek kokularını içime çekerek arkaya yaslandım.

Araf cebinden çıkardığı sigara paketini masanın üzerinden kaydırarak bana uzattı. "Ben sözümü tutarım," dedi göz kırparak. Dağılmış saçlarını önünden çekti ve kendiside bir dal sigara çıkarıp yaktı ve derince içine çekti.

Gözlerimi kırpıştırıp önüme baktım ve kendi paketime uzanıp hemen içinden bir dal çıkardım. "Levent'i anlatacaktın bana," dedim dumanları ciğerlerime hapsederken. "Yanına geldiğinde sana ne dedi?"

Araf yeni hatırlamış gibi kafasını salladı. Sürekli kafası başka yerlere gidiyordu ve bu da onda gözlemlediğim bir diğer hareketiydi. "Sözde nasıl olduğumu sormaya gelmiş," dedi alayla. Kendi sigara külünü döktükten sonra devam etti. "Ama amacı başkaydı tabii. Bunu anlamama rağmen çaktırmadım. Bir süre ağzında geveledikten sonra bende borç para istediğini söyledi."

"Demek ki babandan alamayacağını anlayınca gelip senden istedi. Halbuki baban sana bir şey söylememesi konusunda onu uyarmıştı," dedim düşünceyle. "Peki sen ne cevap verdin?"

"Ona bu parayı sağlayacağımı söyledim," dedi Araf rahat tavrıyla.

"Nasıl?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Ben o tırları boşuna mı patlatmıştım yani?

Sigarasını söndürüp ellerini birbirine kenetledi. "Ona yalan söyledim Gece, indir o kaşlarını," dedi gözlerini kısarak. "Benim, ona verecek o kadar param yok. Yani daha doğrusu Harun Demirkan öyle biliyor." Kurnazca göz kırptı. "Benim param olmadığı için parayı gidip Harun Demirkan'dan isteyeceğim. E tabi o da, Levent'in benden yardım istediğini duyunca öfkeden deliye dönüp ona yardım edesi varsa bile bundan temelli olarak vazgeçecek," dedi her kelimesinin üstünde dinlenerek.

"Ve böylece Levent, İspanyollar'a karşı tamamen savunmasız kalacak," dedim sigaramı söndürürken. Elimi yanağıma yasladım ve bakışlarımı Araf'a çevirdim. "Zekice bir plan... Bırakalımda beter olsunlar," dedim gülümseyip içimi çekerek.

"Olacaklar. Emin ol hepsi yaşadığı her gün, nefes aldıklarına pişman olacak," dedi ses tonuna yerleşen acımasızlıkla. Yemin eder gibi konuşuyordu.

Gözlerim, lacivertlerine kilitlendi. Savaş alanında yalnızdık. Gözlerine bakarken ilk defa bu işi zorla yapmadığımı fark ettim. Ortaklığımız bir iş anlaşması dışındaydı artık. Gözlerimizdeki ateşte ortak olmuştu bu savaşa. Bu savaştan sağ çıkar mıydık bilmiyordum ama hasar alacağımızı şimdiden hissediyordum.

Onunla bakışmayı kesip elimi yanağımdan çektim ve dik bir şekilde oturdum. "Bugün yanıma Toprak uğradı. Luna'yla ilgili konuştuk," dedim bir diğer konuya geçerek. Benim için içlerinden en önemlisi buydu.

"Biliyorum haberim var," diyerek kafasını salladı. "Toprak, Luna'ya çok fena aşık olmuş," dedi sempatik gülüşüyle.

"Saçma," dedim omuzlarımı silkerek.

"Saçma olan ne?"

"Yani ilk görüşte aşk... Saçma geliyor bana," dedim, dudaklarımı bilmem der gibi büzerek.

Araf'ın gözleri iki saniye dudaklarıma kaymış sonra tekrar gözlerimi bulmuştu. "Aşkın hiçbir hali saçma değildir bence," dedi bakışlarını ayırmadan. "İster ilk görüşte olsun, ister son görüşte... Her aşk kendine özeldir." Kadife ses tonu; boğuk ve uzaklardan geliyordu.

"İlk defa gördüğün birine nasıl aşık olabilirsin ki? Hem gördüğün kişiyi henüz tanımıyorsun bile. Belki ilk bakışta eli yüzü düzgün çok iyi biridir ama sonradan psikopatın teki çıkar. Bunu kestiremezsin," dedim ona karşı gelerek. Ben aşkın hiçbir halini yaşamamıştım ama ilk görüşte aşık olacak kadar da salak değildim.

"O da hayatın bi' cilvesi Gece," dedi yüzündeki çarpık gülüşle. "O kadarını da yaşayıp öğrenmen lazım. Ama bir noktada haklısın. Bu hayatta kime aşık olduğuna dikkat etmelisin." Gözlerini kaçırmış vazodaki güllere bakmıştı.

Parmaklarımla masada ritim tutmaya başladım. "O zaman Toprak sana, Yağız'la ilgili bildiklerini de söylemiştir," dedim konumuzun kaymasını engelleyerek.

Gözlerini vazodan ayırmadan kafasını salladı. "Anlattı bir şeyler," dedi soluk çıkan sesiyle. Gözleri tekrar gözlerimle buluştuğunda ciddiyetle kısılmıştı. "Bak Gece; Toprak çocukluğundan beri Yağız'dan nefret eder. O yüzden anlattıkları fazla abartı gibi. Yağız'ın böyle psikopatça şeyler yaptığını düşünmüyorum. Evet kötü, karanlık biri ama Toprağ'ın ihtimal verdiği şey... Çok ağır. Bu kadar ileri gitmiş olamaz." Sıkıntı dolu bir nefes verip alnını ovalamaya başladı.

"Sen ne dersen de, ben bu işin peşini bırakmayacağım," dedim içimdeki öfkeye hakim olmaya çalışarak. İhtimaller bile insanı çıldırtmaya yeterdi.

"Nasıl istersen," dedi pürüzlü sesiyle. Bu sefer gözlerini ovalamaya başlamıştı.

"Yorgun musun? Göz altların kızarmış," dedim kendimi tutamayarak. Keşke dilimi eşek arıları soksaydı. Merakım bir gün beni dar ağacına götürecekti. Yani beni neden ilgilendiriyordu ki yorgun olup olmaması?

"İki gündür uyumuyorum," dedi buğulu gözlerini kısarak. "Ama yorgun değilim, iyiyim." Kirpiklerinin altından bakıp gülümsemeye çalıştı.

Sandalyemi geriye çekip ayağa kalktım. "Madem sen yemeği hazırladın, bende ikimize kahve yapayım, olur mu? Uykunda açılmış olur," dedim boş tabakları üst üste dizerken.

Göz kapakları seğirdi ve çarpık gülüşü bütün yüzünü kapladı. "Olur," dedi yumuşacık çıkan sesiyle. "Ama onlara dokunma sonra hallederim." Tam itiraz edecekken sözümü kesti. "O tabakları elinden bırak Gece."

Gözlerimi devirip tabakları tekrar masanın üzerine bıraktım. İyilikte yaramıyordu bu adama. Önce geçmem için bana yol verdikten sonra yukarı merdivenlerden çıktık. Ben mutfağa yürürken Araf'a gizli yere geçmesi için kaş göz işareti yaptım ve mutfağa geçtim.

Ada tezgahın üzerinde kocaman kahve makinesi vardı. İki tane siyah kupa çıkarıp kahveyi yapmaya başladım. Mutfak dolapları evin dışı gibi koyu yeşildi ama onun dışındaki buzdolabı, bulaşık makinesi, tezgahın üstü simsiyahtı. Kahve olunca bardaklara boşalttım ve kupaları alıp Araf'ın yanına yürüdüm.

Kitaplığı geçebilmem için bilerek aralık bırakmıştı. Aradan geçip koridordan yürümeye başladım. En sondaki kapıya vardığımda o da aralık bırakılmıştı. Ayağımla hafifçe itekleyip içeri girdim. Araf'ın burda olduğu o kadar belli oluyordu ki... Kokusu buram buram yayılmıştı her yere. Lacivert koltuklara doğru ilerlemeye başladım.

Koltukların başına geldiğimde Araf, köşedeki uzun olan koltuğa oturmuş kafasını geriye doğru yatırmıştı. Elimdeki kupaları orta sehpaya bırakıp yavaşça yanına yaklaştım. Gözleri kapalıydı ve düzenli nefes alış verişlerine bakılacak olursa uyuyordu. Ciddi yüz hatlarını çevreleyen kemikli yüzü, sürekli hareket eden siyah kıvrık kirpikleri, hafif aralık pembemsi dudakları tıpkı bir tabloyu andırıyordu. Evet itiraf ediyordum, nefes kesiciydi. Uyurken bile ne düşünüyordu bilmiyordum ama kaşları sürekli çatılıyordu. Siyah gür saçları alnına dökülmüş gözlerini kapatıyordu. Elimi uzatıp saç tutamlarını gözünün önünden çekmek istedim ama anında vazgeçip elimi hızla çektim. Neredeyse beş dakikadır sapık gibi adamı inceliyordum. Küçük adımlarla diğer koltuğa ilerleyip üstündeki trençkotumu aldım ve tekrar dönüp yavaşca Araf'ın üzerine örttüm. O da arabada uyuduğum zaman montunu dizlerime örtmüştü. Ödeşmiştik.

Araf'ı koltukta uyur halde bırakıp elime kahve bardağını aldım ve bilgisayarların olduğu kısma yürüdüm. Sıcak kahveden bir yudum alıp masanın üzerine bıraktım. Gözlerim ortadaki ekrana kaydı ve gözlerim kocaman açıldı. Araf uyumuyor olsaydı sevinç çığlıkları atabilirdim. Gördüğüm görüntü vücudumu ısıtmaya başladı.

Sonunda Demirkan Holding'in üçüncü katına sızmıştım ve tam da tahmin ettiğim gibi uyuşturucu sevkiyatları bütün ihtişamıyla gözlerimin önündeydi. Çığlık atmak istiyordum. Başarmıştım. Ateş yine yanılmamıştı. Beni yüz üstü bırakmamıştı.

Şimdi savaş çanlarının çalma vaktiydi.

Şimdi bütün gücüyle Ateş'in ortaya çıkma vaktiydi.

Şimdi her şeyin yeniden yazılma vaktiydi.

Kül etmeye hazırdım...

 

...

​​​​​​Bir bölümün daha sonuna geldik🙃

Bölüm sonunu nasıl buldunuz? Düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz.

Bir dahaki bölüme kadar sağlıcakla kalın!

Loading...
0%