@lavesta_a
|
Herkesee Merhabalarr!! Fazlaca uzun bir bölümle karşınızdayım. Keyifli okumalar diliyorum😇 🎧; André Rieu, Second Waltz Frank Sinatra, Fly Me To The Moon Evgeny Grinko, Valse Emily Watts, La Vie En Rose Adele, Rolling in the deep Vals'ın dansıyla sararan gecenin perdeleri,Savaşın gölgesinde yeşerir umut fidanları. Melodiler,sevgiyle örülü bir dokuma, kalpte çırpınan bir kuş gibi özgürlük arar. 💫 Bir yolculuğa çıkmıştım. Acı dolu bir yolculuk. Aslında bu yol acıyla değil, hayallerle başlamıştı. Umutlarla örmüştüm bütün duvarları. Sonra çok acımasızca bir şey olmuştu. Göğüs kafesimi parçalara ayırıp, kalbimin yarısını kestikleri çok korkunç bir şey... Ondan sonrada özenle dizdiğim umut duvarları üzerime yıkıldı. Yol zifiri karanlığa büründü ve görünemez hale geldi. O yolun sonu görünmedikçe içimdeki bütün iyi hisler yok olmaya başladı ama ben buna izin vermedim. Veremezdim. Güneş'li günlerin bir daha gelmeyeceğini biliyordum ve bende Ay'ın ışığıyla yetinmeyi seçtim. Ben Gece'ydim. Karanlıktım. Soğuktum. Tehlikeliydim. Ve en önemlisi ıssızdım. Benim, yolumu aydınlatacak bir ışığa; kalbimdeki buzu eritecek bir sıcağa, güvende hissedeceğim bir limana ve kendimi yalnız hissetmeyeceğim bir kalabalığa ihtiyacım vardı. Ama bunu asla sesli dile getirmemeyi seçmiştim. Bir keresinde, "Anne, neden benim ismimi Gece koydunuz?" diye sormuştum anneme çocuklara has olan bir üzüntüyle. "Arkadaşlarım benim ismimle dalga geçiyor ama Güneş'e kimse bir şey söylemiyor," diye eklemiştim ağlamaklı ses tonumla. O zamanlar bilmezdim insanların isminin sonradan kişiliklerini yansıttığını. Annem, siyah saçlarımı okşarken huzurlu sesiyle usulca cevap vermişti. "Çünkü gece gibisin. Bunu doğduğun an anlamıştım. Gece vakti, bütün şehrin üzerine hüzünle çöker ya, sende öylesin. Simsiyah gözlerindeki karanlığın ardında örtülmüş bir hüzün var. Gece olup etrafı sessizlik kaplayınca insanın acıları, pişmanlıkları, sevdikleri, sevmedikleri ortaya çıkar. Sende öylesin işte. Ama gece hiçbir zaman yalnız değildir, karanlık çökünce gökyüzünün tepesinde onun yolunu aydınlatmak için bir ışık vardır. Sonra gece, çok yorulmasın diye güneş çıkar ortaya. Gecenin dinlenmesine izin verir. Sen asla yalnız olmayacaksın canım kızım." Söylediklerine anlam veremediğim için kaşlarımı çatmıştım. Anlattıkları masal gibi gelmiş uykumu getirmişti. "İsminin derinliğini kimse kolay kolay anlayamaz kızım, bırak dalga geçsinler. Büyüdüğün zaman ismini çok seveceksin inan bana," diye fısıldamıştı son sözleriyle. Annemin sözleri kulağımda yankılanırken, koltukta yatan Araf'ın hareketlendiğini gördüm. Elimdeki telefonu kilitleyip cebime attım. Uyanmadan önce birkaç tane fotoğrafını çekmek istemiştim ve çaktırmadan hızlıca iki tane çekmiştim. Tamam kabul ediyorum, belki sapıkçaydı ama kendimi frenleyememiştim. Tablo gibi duruyordu. Nefes kesiciydi. Kendimi gece boyunca ona bakmaktan alıkoyamamıştım. Araf Demirkan, erkek güzeliydi ve ben bunu asla inkar etmiyordum. Gözlerini ovuşturup uyuduğu koltuktan doğruldu. "Günaydın prenses," dedim tatlı tatlı gülümseyerek. Burdaki kokusu gitmesin diye sigara içmek için sürekli dışarı çıkmam gerekmişti. Yaptığım kahveden son bir yudum alıp ayağa kalktım. Araf gözlerini kırpıştırıp etrafına daha sonra üzerine örttüğüm trençkotuma baktı. Derince içini çekip dudaklarını birbirine bastırdı. "Günaydın," dedi boğuk çıkan ses tonuyla. Yavaşça ayağa kalktı. "Neden uyandırmadın beni?" "Çok yorgundun Demirkan, biraz dinlenmen lazımdı," dedim gözlerinin içine bakarak. Nasıl bu kadar güzel olabilirlerdi? "Peki sen niye burda kaldın? Sende eve gidip dinlenseydin keşke. Çocuklar seni eve bırakırdı." dedi naiflikle. Gözlerimi kaçırdım. "Sana kahve yapayım mı?" dedim neşeyle. Gece boyunca onu izlediğimi söyleyemezdim. En azından bu konuda onun kadar rahat davranamazdım. Lacivert gözleri şüpheyle kısıldı. "Hayırdır, sabah sabah ne bu neşe?" dedi. Gözleri gülüşümde takılı kaldı. "Sana güzel haberlerim var," dedim yerimde sallanarak. "Öyle mi?" dedi tek kaşını havaya kaldırarak. Saçları darmadağınıktı ve yeni uyandığı için gözlerinin altlarında şişlikler vardı. "O zaman bi' kahveni içerim." Ses tonu hala boğuk çıkıyordu. Ellerimi çırptım ve "Tamam, ben hemen gidip yapayım," dedim kapıya doğru yürürken. "Sabırsızlıkla bekliyorum..." dedi Araf, ben kapıdan çıkmadan önce. Hemen gizli kısımdan çıkıp mutfağa ilerledim ve kahve makinesinde kahve yapmaya başladım. Dün geceden beri birkaç defa mutfağa gelip kendim için kahve yapmıştım. Burda kalıp eve gitmememin sebeplerinden biri de biraz daha çalışmam olmuştu. Zafere adım adım yaklaşmaya başlıyordum ve bunu Araf'la paylaşmak için can atıyordum. Aslında gece onu kaldırıp haberi verebilirdim ama çok derin uyuyordu o yüzden içim el vermemişti uyandırmaya. Uykusunda birkaç kez mırıldandığını duymuştum. Sürekli "Lütfen... Lütfen ona söyliyeyim," diyordu. Ama anlam verememiştim. Kime neyi söyliyecekti acaba? Öğrenmem lazımdı yoksa meraktan çatlardım. Kahve makinesinin sesini duyunca elime ilk geçen beyaz kupayı alıp içine boşalttım. Kupayı elime alıp yürümeye başladığımda içim kıpır kıpırdı. Merdivenlerden aşağı inip gizli kısımdan içeri girdim. Bir kapıyı daha açtım ve sonunda gizli yere geldim. Araf koltukta oturmuş, eliyle alnını ovuşturarak telefonuna bakıyordu. İlerleyip elimdeki kupayı önündeki sehpaya bıraktım. Kafasını kaldırıp bana baktığında çatık olan kaşları anında gevşedi ve minnetle gülümsedi. "Eline sağlık," dedi içini çekerek. "Afiyet olsun," dedim ve dönüp karşısındaki koltuğa oturdum. Dün gece evi gezerken bir çift siyah kadın terliği görmüştüm ve bu beni çok şaşırtmıştı. Şaşırdığım nokta Araf Demirkan'ın benim buraya gelişimi garantiye alıp benim için ev terliği bile almasaydı. Tabi ayağımdaki topuklu çizmeler canımı acıttığı için benim işime gelmişti. Çizmeleri soyup ayağıma hemen siyah terlikleri giymiştim. Ayrıca aşırı rahatlardı ve içleri sıcacıktı. Koltukta otururken bir ayağımı terlikten çıkarıp altıma koydum ve daha rahat oturuş pozisyonuma geçtim. Araf kahvesinden bir yudum alıp tekrar sehpanın üzerine bıraktı ve arkasına yaslandı. "Anlat bakalım, o güzel yüzünü güldüren olay ne?" dedi kollarını bağlayarak. Bana mı demişti güzel yüzlü diye? Evet bana demişti. Dalga geçme faslını atlatmıştık çünkü ağzından çıkan kelimeler, baş bas gerçeği bağırıyordu. Ya da ben öyle sanıyordum. Kafamı karıştırıyordu. Yapmamalıydı çünkü aklım dağılınca çalışamazdım. Şu an anlatacağım şeyi de unutmuştum. Gerçekten ne diyordum ben? Dilime gelen kelimeleri hatırlamaya çalışarak boş boş Araf'ın yüzüne baktım. "Heh, tamam!" dedim biraz yüksek sesle konuşarak. Araf gözlerini açıp bana deliymişim gibi bakmaya başladı. "Söyleceğim şeyi unutmuştum da... Şimdi hatırladım," dedim açıklama gereği duyarak. Aklımı bulandırmaya hakkı yoktu. Araf dudaklarını bastırdı ve kafasını salladı. Konuşmak için boğazımı temizledim. "Dün şirketin güvenliğine tekrar sızmaya çalıştım ve bil bakalım ne oldu?" dedim zaferle gülerek. Araf konuşmayınca ben devam ettim. "3. kata girişi sonunda sağladım ve... Tamda tahmin ettiğim gibi bütün sevkiyat yerleri ve tarihleri gözlerimin önüne serildi." Heyecanlı ses tonumla konuşmuştum. Araf'ın ilk başta gözleri açıldı, daha sonra otuz iki diş gülümseyip ayağa kalktı. "Başaracağını biliyordum," dedi. Güven veren sesi bütün odada yankı yapıyordu. "Ne zamanmış ilk sevkiyatları?" diye sordu ellerini cebine sokarak. Diğer ayağımıda terlikten çıkardım ve koltuğun üstünde bağdaş kurdum. "Bir hafta sonra," dedim. "Hazırlıklara şimdiden başlamam lazım." Düşünceyle yerimde sallanmaya başlamıştım. Araf gülerek yanıma geldi ve koltuğa oturdu. Tam dibime girmişti. Bu kadara gerek var mıydı gerçekten? Uzaklaşmak için hareket edeceğim sırada bacağımın üstündeki elimi tuttu. "Zafere yaklaşıyoruz ortak," dedi gözlerinde ilk defa gördüğüm gülümsemeyle. Hipnoz ediliyormuşum gibi hissediyordum. Biraz daha yaklaşıp yüzümün her santimini incelemeye başladı. İstemsizce nefesimi tutmuştum. Diğer elini havaya kaldırıp yüzüme yaklaştırdı. Ne yapacağını merak ederken gözlerim kısılmıştı. Elini yüzüme bir santim kala durdurdu ve öylece kaldı. Sonra yüzümün önüne gelen saçları kulağımın arkasına ittirdi ve gözlerime bakıp gülümsedi. Gözleri o kadar maviydi ki içlerinde kaybolabilirdim. Benim de onu ittirmem lazımdı. Ama neden yapamıyordum? Neden kıpırdayamıyordum? Neden dur diyemiyordum? Kokusu buram buram yayılırken nefesim kesilmeye başladı. Elini tekrar yüzümün hizasına getirdi ama dokunmadı. Daha sonra kötü bir şey yapıyormuş, sanki acı çekiyormuş gibi yüzünü buruşturdu ve geri çekilip ayağa kalktı. "Madem bugün bu kadar neşelisin, hadi kahvaltı yapmaya gidelim," dedi yutkunarak. Bir manyankla çalıştığımı daha önce söylemiştim değil mi? Aklımı kaçırtacaktı bana bu adam. Tuttuğum nefesimi yavaşca geri vermiştim. Olayın sis dalgasını dağıtmak için gözlerimi kırpıştırıp bacaklarımı çözdüm ve ayağa kalktım. "Olmaz," dedim tekte. Sesimin bu kadar sert çıkmasını beklemiyordum. Araf'ta beklememiş olacak ki kaşlarını çatmıştı. "Eve gitmem lazım. Luna yalnız başına gidip onu görmem gerek," dedim terlikleri ayağıma geçirirken. "Gece boyunca kalmışsın o kadar, birkaç saatten bir şey olmaz," dedi beni ikna etmeye çalışarak. Sesi eski etkisini kaybetmişti. Herkesle konuştuğu gibiydi. Dümdüz. Soğuk. Ve esrarengiz. Bu ses tonunu sevmemiştim. Üstümü düzelttim ve omuzlarımı silkerek yanından geçtim. "Aç değilim," dedim önden yürürken. Hayır açtım ve geceden beri sürekli kahve içtiğim için midem bulanıyordu ama bunu arkamdan yürüyen manyağa söylemeyecektim. Elleri ceplerinde hemen yanıma yetişti. "Bu konuyu daha dün konuşmadık mı Gece Hanım?" diye sordu imayla. "Hangi konu? Hatırlayamadım da," dedim alay ederek. Adımlarımı hızlandırdım. Araf tekrar yanıma yetişip önüme geçti ve durdu. Dudaklarında şeytani bir gülümseme oluştu ve ben daha ne olduğunu anlamadan iki elimi havaya kaldırıp beni yandaki duvara sabitledi. Sırtım soğuk duvarla buluştuğu için irkilmiştim. Gözlerim kocaman açıldı. "İstersen hatırlatabilirim," dedi kulağıma doğru fısıldayarak. Nefesi kulağıma ordan da boynuma ulaşıyordu ve gıdıklanıyordum. Ellerinden kurtulmaya çalıştım ama ilk denemem başarısızdı. "Bana bir daha dokunmaman konusunda ne söylemiştim?" dedim dişlerimi sıkarak. Kulağıma doğru sessizce güldü. "Peki ben sana yemek yemen konusunda ne söylemiştim?" diye sordu tekrar fısıltılı sesiyle. Sıcak nefesi bütün vücuduma yayılıyordu. Boynuma biraz daha yaklaştı, dudakları neredeyse boynuma değecekti. "Şimdi hatırlayabildin mi?" dedi boynuma doğru üfleyerek. O kazanmıştı. Dişlerimi gıcırtattım ve "Hatırladım! Çekil önümden," dedim sertçe. Nefes alamıyordum. Başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak, parmaklarını yavaşça bileklerimden ayırdı. "Benimle inatlaşma," dedi kısık çıkan sesiyle. "İnatlaşırsam ne olur?" dedim meydan okuyarak. Ona karşı kolay lokma değildim, bunu öğrenecekti. Gözlerini aşağı indirdi ve kirpiklerinin altından gözlerimin tam içine baktı. "Sonu hiç iyi olmayan şeyler olur," dedi yapay bir korkutuculukla. Dudaklarını gülmemek için zorladığı belliydi. "Aman çok korktum!" dedim abartıyla. Gözlerimi devirdiğim sırada kahkaha atmaya başlamıştı. Gülüşü o kadar doğaldı ki kahkasının sesi melodi gibi çıkıyordu. Gözlerimi kırpıştırıp kolunun altından geçtim ve yürümeye devam ettim. Arkamdan yürümeye başladığında hala gülüyordu. "Tahtaların mı eksik?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Bilmem," dedi omuzlarını kaldırıp indirerek. "Gel kendin say, öğrenirsin." Evin girişinde bir tabela olmalıydı ve üstünde de, "Araf Demirkan'la ruh ve sinir hastalıkları bölümüne hoş geldiniz." yazmalıydı bence. Sondaki kapıyı açmadan önce kafamı iki yana sallayıp, "Deli," dedim tebessümle. Sinirimden gülüyordum. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Ayağımdaki terlikleri çarpa çarpa merdivenlerden çıkıp üst kata ulaştım. Araf'ta arkamdan geldiğinde, "Üstüme bir şeyler giyip geliyorum, sonrada çıkarız," dedi üst kat merdivenlerine yönelirken. "Tamam dedim mi?" Gözleri kısıp dümdüz yüzüne baktım. "Dedin, dedin." dedi histerik bir şekilde ellini sallayarak. Daha sonra hızlıca merdivenlerden çıktı. Kollarımı birbirine bağlayıp, ayağımı siinirle yere vurdum. Anlaşılan çekeceğim vardı. O üstünü değiştirene kadar bende koltuğun kenarına bıraktığım çizmeleri aldım ve giyindim. Fermuarlarını çekip ayağa kalktım. Karşı duvarda asimetrik olarak parçalar halinde dizilmiş altıgen bir ayna vardı. Önüne geçip dağınık saçlarımı düzelttim ve ellerimle şekil vermeye çalıştım. Üstümdeki boğazlı, siyah renkte olan uzun triko elbisenin yakasını gevşetmeye çalıştım. Ama trençkotum aşağıda kalmıştı gidip onu almalıydım. Tam aşağıya yönelecceken Araf'ın ayak seslerini duydum. Kafamı çevirdiğimde gözlerimiz kesişti. Üzerine bebe mavisi kalın bir kazak altına da açık renkli kot pantolon giymişti. Üstünde krem rengi bir mont olmasına rağmen merdivenden inerken elinde siyah renkli başka bir mont tuttuğunu fark ettim. Yanıma iyice yaklaştığında gülümsedi ve elindeki montu nazikçe omuzlarıma yerleştirdi. "Seninki aşağıda kaldı, hiç uğraşma diye getirdim," dedi derinden gelen ses tonuyla. Yanıma her yaklaştığında istemeden nefesimi tutuyordum. Bir adım geri çekildim. Bu kadar yakın durmamız doğru gelmiyordu. "Gerek yoktu," diye mırıldandım. He bir de bu vardı işte. Onun yanında anlamsızca sesim çok daha sakin çıkıyordu. "Şşt itiraz yok," dedi Araf elini kaldırarak. "Bugün keyfimiz yerinde, onu bozmayalım " İçine nefes çekti ve kapıya doğru yöneldi. "Hadi gidelim." Tıpış tıpış arkasından yürüdüm. Dışarı çıktığımızda kuvvetli bir rüzgar vardı. Yeni düzelttiğim saçlarım rüzgarın etkisiyle tekrar savrulup dağıldı. Omuzlarımdaki montu alıp kollarımı geçirirek tamamen üstüme giydim ve fermuarı sonuna kadar çektim. İçim ürpermişti. Bir an önce yaz gelsin istiyordum. Vücudum güneşin sıcağıyla cayır cayır yansın istiyordum. Bu soğuğa daha fazla dayanamıyordum. Arabaya doğru yürürken kapıdaki dört adam başları eğik, elleri önlerinde bağlı bir vaziyette durmuşlardı. Dünde geldiğimizde kafaları eğikti ve nedenini anlamamıştım. Araba kapılarını açtıktan sonra geri çekildiler. Araf, sürücü koltuğuna bende yanına yerleşmiştim. Bindiğimiz gibi Araf klimaları sonuna kadar açtı. Montuma tutunup arkama yaslandım ve radyodaki müzik eşliğinde ağaçların önümden geçip bulanıklaşmasını izlemeye başladım.
🌑 "O kadar şeyi yiyebileceğim kaanatine nasıl vardın acaba?" diye sordum Araf'a dik dik bakarak. Kendisi, önümdeki tabağı almış ve masanın üzerinde ne var ne yoksa doldurmaya başlamıştı. En sonunda, ballı pankeklerin yanına jambon koyduğunu görünce, "Dur artık," dedim midem bulanarak. "Minicik bir şeysin zaten," dedi tabağı önüme koyarken. "Biraz daha küçülürsen, cebime sığacak boyuta geleceksin." Gülerek sıcak çayından bir yudum aldı ve gözleriyle önümdekileri yemem için işaret etti. "Ay çok komik!" dedim. Kollarımı bağladım. "Ben minik falan değilim," dedim sinirle. "Sen çok... Büyüksün sadece." Öfkeyle çayımı karıştırmaya başladım. "Tabi, tabi kesin öyledir," diye dalga geçip ufak bir kahkaha attığı sırada, bardağın içindeki çay kaşığını çıkarıp masanın üzerindeki elinin üstüne değdirdim. Acıyla inleyip elini hızla geri çekti. Elinin üstünü üflerken gözleri açılmıştı. "Bana deli diyene bak," dedi sesindeki şaşkın tonla. "Sen zır delisin!" Kafasını iki yana sallayıp o muhteşem gözleriyle güldü. Yaptığım şeyin onu etkileyeceğini düşünmemiştim zaten. Ama en azından şu arsız gülüşüne son verebilirdi. "Ee ne demişler?" dedim gülmemeye çalışarak. Araf sorar gibi gözlerimin içine baktı. "Hacı hacıyı Mekke'de, deli deliyi dakkada bulurmuş." Çatalımla peynir bölüp ağzıma attım. Araf içimi ısıtacak kadar sıcak bir şekilde gülerek gözlerini denizin dalgalarına çevirdi. Yine dalmıştı. Benimle konuşurken bile kafası başka yerlere gidiyordu. Lacivert gözleri dalgın ve boşluğa bakıyor gibiydi. Ve fark etttigim bir diğer şeylerden biri de benimle konuşurken dilinin ucuna gelen kelimeleri geri yutmasıydı. Başka bir şey söyliyecekken durgunlukla bambaşka bir şey söylüyordu. Neyse ki bu tuhaf tavırlarına alışmaya başlamıştım. Boğazımı sıcacık çaydan bir yudum alarak temizledim ve "Bu arada," dedim, portakal suyunun içindeki pipeti çevirerek. Portakal suyunu da hiç sevmezdim. Araf, dalgın gözlerini bana çevirdi. "Uykunda bir şeyler sayıklıyordun," dedim tüm dikkatimi gözlerine çevirerek. Göz bebekleri büyüdü. "Ne?... Ne tür şeyler söyledim?" diye sordu yutkunarak. Yüzündeki endişeyi yansıtmamaya çalışsada sallanan dizi onu ele veriyordu. Bir süre yüzünü izledikten sonra pipeti çevirmeye devam ettim. Şaşkın gözleri merakımı iki katına çıkarıyordu. "Tam anlayamadım ama... 'Lütfen... Bırak söyliyeyim. Söylemek istiyorum.' tarzı şeylerdi herhalde." dedim tam emin olamayarak. Kısık olan sert gözleri kendine küfreder gibiydi. "Yorgun olduğum için saçma sapan rüyalar görüp saçmalamışım işte," dedi kupkuru bir sesle. İçini çekip bakışlarını tekrar denize çevirdi. Pürüzsüz yüzüne yerleşen buz gibi ifade bu havadan bile daha soğuktu. Hislerini o kadar çabuk kapatabiliyordu ki mimiklerini yetişebilmek mümkün değildi. Hislerini saklamak istediğinde o kusursuz lacivert gözlerini benden saklıyordu. Çünkü o da biliyordu ki; gözler insanı her zaman ele verir. Hissetiklerimiz gözlerimizdedir. Saklamak istediklerimiz de öyle. Ve gözlerimiz kalbimiz ve ruhumuzun bir yansımasıdır. Tekrar kapalı bir kutu haline gelmişti işte. Rüyasında ne gördüğünü sormak için zorlasa mıydım acaba? Hayır bunu yapmayacaktım. Sonuçta isteseydi kendi anlatırdı ama istememişti. Kişisel sınırlar... Kişisel sınırları zorlamamak lazımdı. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ama bu merak beni uyutmazdı. Keşke zihin okuyabilseydim. Her şey daha kolay olurdu. Luna yüzünden sanırım bilim kurgu dizilerini fazla kaçırmıştım. Daha fazla merakıma yenik düşmemek için çatalıma salatalık batırıp ağzıma attım. Kışın salatalık mı yenilirdi be? Ağzımdan çıkarmamak için yavaş yavaş çiğnemeye başladım. Kafamı kaldırdığımda Araf beni izliyordu. Zoraki bir şekilde gülümseyip ağzımdaki salatalığı yutmaya çalıştım. "Portakal suyunu da iç," dedi bardağı göstererek. Dümdüz konuşmasına rağmen gözlerindeki sıcaklık geri gelmişti. Yüzümü buruşturup kafamı iki yana salladım. "Portakal suyu sevmem," dedim iğrenerek. "İç onu Gece," dedi bastırarak. Omuzlarımı kaldırıp, "İçmeyeceğim," dedim inat ederek. Daha fazla zorlarsa bütün bardağı kafasına geçirecektim. "Yanına gelip zorla içirim, o zamanda herkese rezil oluruz," dedi sesindeki tehditvari tonla. Ciddi bakan gözleri söylediğini yapacağını gösteriyordu. Ama o inatsa ben daha inattım. Kimse bana zorla bir şey yaptıramazdı. Rahatlıkla arkama yaslandım. "Umrumda değil, içmeyeceğim." "Son kararın mı?" dedi tek kaşını kaldırarak. Alay ederek gülümsedim ve kafamı aşağı yukarı salladım. Yine bana o şeytani gülümsemesini atıp garsonu çağırdı ve "Biz beş bardak daha portakal suyu alabilir miyiz?" dedi. Garson hızla kafasını salladı ve mutfağa doğru gitti. Sandalyeden şaşkınlıkla doğruldum. "Delirdin mi? Beş bardak portakal suyunu ne yapacaksın?" diye sordum. Kafayı yemişti bu adam. "Yanına gelip hepsini sana içirteceğim. Az önce sen öyle istemedin mi?" diye sordu kollarını bağlayarak. Alay ediyordu benimle pislik herif! Garson tekrar gelip koskoca beş bardak portakal suyunu masaya dizdiğinde ellerimle gözümü kapattım. Araf'ın sessizce güldüğünü duyduğumda ellerimi çekip öfkeyle yüzüne baktım. Yavaşça sandalyeden ayağa kalktı. Gerçekten gelip bana hepsini içirecekti manyak. Kaçsa mıydım burdan hemen? Hayır, hayır kaçmayacaktım. Bütün bardakları kafasından aşağı dökecektim. Hızla etrafıma göz gezdirdim. Bir sürü insan vardı ve eminim ki hepsi az çok Araf'ı tanıyordu ya da ben bütün meyve suyunu kafasına döktükten sonra tanıyacaklardı. Dikkat çekerdim ve böylece kurduğum bütün plan çöpe giderdi. Sesli bir nefes verdim. Sadece bir yudumdan hiçbir şey olmazdı. Küçücük bir yudum sadece. Öfkeyle elimi kaldırıp durdurdum onu. "Tamam otur yerine Allah'ın cezası! İçeceğim tamam," dedim sessizce. Zafere varmış gibi gülümseyip yerine oturdu. Dişlerimi sıkıp pipetle bardaktaki portakal suyunu karıştırdım. Kokusu bile midemi bulandırıyordu. "Çattık ya!" dedim sinirle soluyarak. Ama ben bunun öcünü çok fena alırdım. "Hepsini iç," "Sadece bir yudum." "Hayır hepsini içeceksin," "Yarısını." "Tamam anlaştık," dedi gözlerini devirerek. Arkasına yaslanıp beni izlemeye başladı. "Güven bana, tadı o kadar kötü değil. Hatta sana eşlik edeceğim," dedi, hemen yanındaki bardağını eline alıp pipetle karıştırmaya başladı ve tek nefeste yarısına kadar içti. Aman ne büyük bir başarı! Derin bir nefes aldım. "Tadını biliyorum Demirkan. Zaten o yüzden sevmiyorum." Umarım kusmazdım. Nefesimi tutarak bardağını yarısına kadar içmeye başladım. Bardağı sertçe masaya bıraktıktan sonra peçeteyle ağzımı sildim. "Oldu mu?" diye sordum gözlerimi dikerek. Ağzımdaki tadı gidermek için hemen su içtim. "Oldu. Aferim," dedi bıyık altından gülerek. Bende Gece'ysem bunu yanına bırakmazdım. "Hadi kalkalım artık," dedim çantamı elime alarak. "Zaten sabahtan beri bizi bu kışın ortasında, dışarda oturtuyorsun. İçin mi yanıyor anlamadım?" "Yanıyor," dedi içini çekerek. Lacivert gözleri derinlik kazanmıştı. Öyle bir tonda söylemişti ki sadece içi değil bütün ruhu yanıyor gibiydi. "Ve kimse bir damla su bile dökmüyor," diye mırıldandı. Ama o kadar sessiz söylemişti ki duymak için kulaklarımı zorlamam gerekmişti. Yanımdaki sudan bir yudum alıp içtim. Sanki onun içindeki yangın bana kadar sıçramıştı. Gözlerindeki lavları ilk tanıştığımız gün bile görmüştüm. Ama içindekiler... Onun daha zamanı vardı. Ayağa kalktığımda Araf'ta benimle kalkmış ve garsonu çağırmıştı. Hesabı ödedikten sonra mekandan dışarı çıkıp arabaya doğru yürüdük. Soğuk hava dalgası vücuduma yayılırken montuma sarıldım. Bu mont artık benimdi. Araf, tekrar ona vereceğimi düşünüyorsa da çok beklerdi. Benim trençkotum da onun olabilirdi hiç sıkıntı çıkarmazdım. Araf, gelip kapımı açtı ve ben bindikten sonra kapıyı kapatıp sürücü koltuğuna geçti. "Beni kuru temizlemenin oraya bırak Demirkan. Arabımı alıp eve geçeceğim ordan da şirkete geleceğim zaten," dedim emniyet kemerini takarken. Arkama yaslanmadan önce yüzüne baktım. Tamam anlamında başını sallayıp gaza bastı. Bu adamın sorunu neydi? Sıcak soğuk oyunu mu oynuyorduk? Bir an benimle düzgün konuşurken sonra bana cevap verme tenezzülünde bile bulunmuyordu. Ama salak ben, o lacivert gözlere her baktığımda gülümsemek istiyor ve içim içime sığmıyordu. İçime de dışıma da sövmek istiyordum. Kalbim ve mantığım benim istediğim şekil yürümemeye, beni dinlememeye başlamıştı ve bu durum can sıkıcıydı. Kontrolümü kaybedemezdim. Beni ayakta tutan şey zaten kontrolümdü. Ama ayağımın altındaki zeminin bir parçası çoktan kayıp gitmişti. Sessizce oflayıp kollarımı birbirine bağladım ve yolu izlemeye koyuldum. Bulutlarda ruhum gibi kararmaya başlamıştı.
🌑 "Tamam hayatım, olur. Konuşurum ben," dedi Luna, telefonda her kiminle konuşuyorsa. Fön makinesinin fişini çekip ayağa kalktım. Eve geldiğimde Luna çoktan uyanmış hatta okula gitmek için hazırlanmıştı bile. Araf, beni arabamın olduğu yere bırakıp hiç bir şey söylemeden gaza basıp gitmişti. Bir "Hoşçakal rose noire," demeyi bile çok görmüştü bana. Bende hiçbir şey demeden inmiş ve kendi arabama binip direkt eve gelmiştim. Beynim hallaç pamuğuna dönmüştü resmen. Şimdi de hızlı bir duş alıp hazırlanmaya başlamıştım. Üstüme siyah boğazlı kazak, altıma da mini, siyah bir etek giymiştim. Üzerime blazer ceketi geçirirken saati kontrol ettim. Aynanın karşına geçip düzleştirdiğim saçlarımı ellerimle düzelttim. Komidinin çekmecesini açıp içinden birkaç gold yüzük çıkardım ve sırayla parmaklarıma geçirdim. Aynı kutudan bir de tek çift pırlanta küpe çıkarıp kulaklarıma taktım. Hızlıca nude bir makyaj yapıp masadan kalktım. Çantamı koluma geçirip odadan dışarı çıktım. Luna vestiyerin önünde duvara yaslanmış telefonuyla oynuyordu. Yanına ilerleyip yüksek topuklu stilettoları aldım ve hemen ayağıma geçirdim. "Kiminle konuşuyordun?" diye sordum. Ayağa kalkıp ceketimi düzelttim. Kapıyı açıp anahtahları çıkardım ve geçmesi için Luna'ya yol verdim. "Yağız'la konuşuyordum," dedi asansöre ilerlerken. Gözlerimi devirmemek için zor tutuyordum kendimi. "Akşam bizi yemeğe çıkarmak istiyor." "Ne alaka?" diye sordum. Asansöre binip alt kata inmeye başladık. Yağız'la ve onun gibilerle aynı havayı solumak bile zor gelirken aynı masada oturmak işkence gibi olurdu. "Yani seni daha yakından tanımak istiyor herhalde. Birlikte güzel bir gün geçireceğiz işte abla," dedi önüme gelip gözlerini kırpıştırarak. Bu numaraları artık yemiyordum. "Sana evet dediğimi hatırlamıyorum," dedim tekdüze konuşarak. "Ama ben çoktan kabul ettim. Bizim için yer bile ayırtmış," dedi çekinerek. Asansörden indiğinde önümde geri geri yürümeye başladı. Öfkeli yüzümü görmüş olacak ki dişlerini dudaklarına geçirdi. "Neden bana sormadan kabul ediyorsun? Belki benim önceden yapılmış bir planım vardır. Ya da çalışmam gerekiyordur. Ya da ne bileyim çok yorgunum falandır. Nasıl bu kadar düşüncesiz olabiliyorsun? Sen böyle değildin Luna. Ben sana böyle öğretmedim," dedim sertçe. Yanından geçip binadan çıktım ve arabaya doğru ilerledim. Uzaktan arabanın kapılarını açtım ve sürücü koltuğuna yerleştim. İki saniye sonra Luna kapıyı açtı ve yan koltuğa oturdu. "Özür dilerim," dedi kafasını eğerek. Elleriyle oynamaya başlamıştı. "Özür dileme artık, sıkıldım çünkü," dedim arabayı çalıştırırken. Sürekli özür dilemesi yaptığı hatanın ne kadar çok olduğunu gösteriyordu ve ben bundan bıkmıştım. "Haklısın," dedi mırıldanarak. "Yapma şunu Luna," dedim bıkkınlıkla. "Sana sesimi biraz yükselttiğimde vicdan azabı çekmem için elinden geleni yapıyorsun." Burnumdan soluyup gaza biraz daha yüklendim. Başını kaldırmıyordu bir türlü. "Tamam ben Yağız'ı arayıp yemeği iptal etmesini söyliyeyim," dedi ve çantasından telefonu çıkardı. "Söyleme," dedim dümdüz yola bakarken. Biliyordum ki ben gitmesem bile Luna o yemeğe tek başına giderdi. Yağız Ataman'ı yakından gözlemek için iyi fırsat olurdu belki de bu yemek. Nefret ettiğim ama yapmak zorunda olduğum işler gittikçe çoğalmaya başlıyordu ve ben bundan da nefret ediyordum. "Neden?" diye sordu Luna, şaşkın gözleriyle. "Bir kere tamam demişsin artık. Mecburen gideceğiz," dedim gözlerimi yoldan ayırmadan. Parmaklarım direksiyonu sımsıkı kavramıştı. Luna'ya bakmasam bile yandan gülümsediğini hissedebiliyordum. "Ama bir daha böyle bir şey yaşanmasın Luna." Ciddi gözlerim yüzüne kaymıştı. "Teşekkür ederim," dedi tebessüm ederek. Kolunu pencereye koyup başını koluna yasladı ve yüzünü bana çevirdi. "Sen neden şirketten gelip tekrar şirkete gidiyorsun ki? Dinlenmene izin vermiyorlar mı? diye sordu düşünceyle kaşlarını çatarak. "Ben dinlenmeyi istemiyorum," dedim. Direksiyonu okul yoluna kırdım. "Yapılacak çok iş var onların yetiştirilmesi lazım." Luna'ya kısa bir bakış attığımda gözlerini kapattığını gördüm. "Hayırdır, gece uyumadın herhalde?" "Toprak'la konuştuk biraz o yüzden geç uyudum," dedi gözleri kapalı bir şekilde. "Ne ara bu kadar kaynaştınız da gecelere kadar konuşur oldunuz? Hem o kadar uzun ne konuşuyorsunuz?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Benim kontrolüm dışında bir çok olay yaşanıyordu ve ben bunların hiçbirine aynı anda hakim olamıyordum. Luna hafifçe gözlerini araladı ve okul yoluna girdiğimizi fark edince doğrulup sırtını koltuğa yasladı. "Sorguya mı çekiliyorum?" diye sordu kollarını bağlayarak. "Sohbet ediyoruz Luna," dedim. Arabayı tamamen park ettikten sonra el frenini çektim ve tamamen Luna'ya döndüm. "Ayrıca Toprak benim patronum sayılır hatırlatırım. Aranızda ne olduğunu bilmeye hakkım var. Öyle değil mi?" Ciddi yüz ifademden ödün vermemeye çalışıyordum. "Aramızda hiçbir şey yok abla," dedi kestirip atarak. "Toprak benim abim gibi. Havadan sudan sohbet ediyoruz işte," dedi çantasını toparlarken. Histerik bi' kahkaha attım. "Pardon Yağız neyin gibi peki?" dedim alayla. "Orasını karıştırma. Ben Yağız'ı seviyorum o ayrı," dedi yutkunurak. Sinirden dudaklarımı ısırıp ellerimi tırmalamaya başladım. "İn arabadan Luna," dedim daha fazla tahammül edemeyerek. Tam bir şey söyliyecekken sözünü kestim. "İn hadi. İşe gitmem lazım," dedim ona bakmayarak. Oflayıp kapıyı açtı ve aşağı indi. Kapıyı kapatmadan önce bir süre bekledi daha sonra "İyi işler abla," dedi titrek çıkan sesiyle ve kapıyı kapattı. Direkt arabayı çalıştırıp gaza bastım. Gözlerimi sıkıca yumup derin bir nefes aldım. Gözlerimi tekrar açtığımda etraf bulanık görünmeye başlıyordu. Hayır ağlayamazdım. Hayır bu kadar güçsüz olamazdım. Hayır bu kadar zorlayıcı olamazdı. Ama yemin ederim çok zorlanıyordum. Annemi en çok böyle zamanlarda özlüyordum. Şu an ihtiyaç duyduğum tek şey dizine uzanıp o huzurlu sesiyle bana nasihatler vermesiydi. En son kelimelerini ben on üç yaşındayken fisıldamıştı kulağıma. "Güzel kızım, güçsüz hissetiğin her an bana gel. Seni sımsıkı sarıp çok güçlü olduğunu sana kanıtlamak için burda olacağım," demişti saçlarımı okşarken. İçime su serpen ve fidanlarımın yeşermesine sebep olan bu cümleleri kurduktan sonra çiçek açmalarını beklemeyip gitmişti. "Ben çok güçsüz hissediyorum anne ama sen yoksun burda," dedim gücenerek. "Cennett'in yolunu bilmiyorum." Yutkunamıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Gelip sana sarılamıyorum anne," dedim direksiyonu daha sıkı kavrayarak. İbre çok yüksekleri göstermeye başlamıştı. Durmadım. "Yanına gelmek istiyorum anne. Sende kızını yanında istemiyor musun?" Gözlerim yanıyordu. Burnumu çekip biraz daha gaza bastım. İçimdeki hisler buğulanıyordu sanki. Aklımda sadece annem babam ve diğer yarım vardı. Bu özlem dayanamıyordum. İbre yükseldikçe kalbimin ritmini kontrol edemiyordum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. İçimin geçeceğini hissetiğim an telefonumun yüksek sesli melodisi beni kendime getirdi. Ne yapıyordum ben? Telefon hala çalarken arabayı yavaşlatmaya başladım. Uzanıp yan koltuktaki telefonu elime aldım ama arayan numarayı tanımıyordum. Cevap verip, "Alo," dedim ama sesim pürüzlü çıkmıştı. "N'aber ortak? Şirkete gelmiyor musun?" dedi Araf'ın beni kendime getiren kadife ses tonu. Sesi içimdeki bütün buğulu hisleri yok etmişti sanki. Arabayı biraz daha yavaşlattım. Ben cevap vermeyince tekrar konuştu. "Gece, orda mısın?" Boğazımı temizleyip, "Burdayım," dedim. Kalbimin ritmi normale dönmüştü. Sakindim. "Geliyor musun?" diye sordu önceki sorusunu yineliyerek. Sıcak soğuk oyunumuzun şimdilik sıcak kısmını oynuyordu çünkü anladığım kadarıyla ses tonu keyfinin yerinde olduğunu gösteriyordu. "Çok mu özledin beni?" diye sordum. "Çok," dedi sondaki o harfini uzatarak. Telefon arabaya bağlı olduğu için bütün sesi arabada yankılanıyordu. Bu ses tonunu tanıyordum. Alay ediyordu. "Kapat Demirkan, geliyorum," dedim dümdüz. O görmese bile gözlerimi devirmiştim. Söylediklerime karşılık ufak bir kahkaha attığında telefonu suratına kapattım. Gıcık herif! Numarasını kaydetmeyecektim. Derin bir nefes alıp şirketin yoluna girdim. Araf beni ölümün kıyısından almıştı. Ya beni aramasaydı? İlerisini düşünmek bile istemiyordum. Düştüğüm ufacık gaflet sonuma mal oluyordu. Araf Demirkan nasıl olmuş olursa olsun hayatımı kurtarmıştı. Bunu unutmayacaktım. Arabayı otoparka park edip aşağı indim. Eteğimi ve saçımı düzelttikten sonra şirketin içine doğru yürüdüm. Dönen kapıdan içeri girdiğimde ışıklardan dolayı gözlerim kamaştı. Gündüz vakti neden bu kadar ışık açılırdı ki? Gözlerimi kısıp asansörlerin olduğu kısma yürürken, önümden geçen kadın çalışanlar gülümseyerek bana selam veriyordu. Bende nezaketen sadece başımı sallıyordum. Benim Araf'ın asistanı olduğumu duymuş olmalıydılar. Ben hiçbirini tanımıyordum ama eminim ki onlar, şimdiden dedikodumu bile yapmışlardı. Samimiyetten uzak olan gülüşleriyle baştan aşağı beni süzdüklerinde kendimi çıplakmışım gibi hissediyordum. Adımlarımı hızlandırıp bakışlarından kurtuldum ve asansöre bindim. Şansıma asansörde tek kişiydim. Kapılar kapanıp açılırken derin bir nefes almıştım. Araf'ın katına geldiğimde aynadan son kez kendime bakıp asansörden indim. Odasına doğru ilerlerken etrafımı inceleyerek yürüyordum. Bu kattaki çalısanlar çok sakindi hiçbiri neredeyse odasından çıkmıyordu. Ya çok çalışkanlardı ya da fazla tembellerdi, bilemiyordum. Biraz daha sosyal biri olsaydım hepsinin odasının kapısını tek tek çalar onlarla tanışırdım. Ama malesef ki insanlarla tanışmaya meraklı bir kişiliğe sahip değildim ve bu huyumdan, en az diğer huylarımdan nefret ettiğim kadar nefret ediyordum. Araf'ın odasının önüne geldiğimde ne olur ne olmaz diye kapıyı tıklattım ve yavaşça açtım. Görüş alanıma girdiğinde kapıyı arkamdan kapattım ve masasına doğru bir adım attım. Çatık olan kaşlarıyla dosyaları incelerken, kafasını kaldırıp beni görünce gülümsedi. Masasına doğru biraz daha yaklaştım. Benim gibi üzerini yine değiştirmişti. Üzerinde kiremit rengi kışlık bir takım vardı. Yinelemek istiyordum her renk ve her tarz ona çok yakışıyordu. "Hoş geldin," dedi gülümsemeye devam ederken. "Hoşbuldum," dedim ilk defa hoş geldiğimi hissederek. Yandaki masanın üzerinde bir yığın üst üste dizilmiş dosya vardı. "Bunlar ne?" diye sordum. Birkaç dosyayı elime aldım ve incelemeye çalıştım. "Onlar düzenlenmesi gereken dosyalar," dedi ayağa kalkarken. Yanıma ilerledi ve ellerini ceplerine soktu. "Daha doğrusu senin düzenlemen gereken dosyalar." "Anlamadım," dedim kaşlarımı çatarak. "Sen beni buraya ayak işlerini yaptırmak için mi çağırdın?" Çantamı kolumdan çıkarıp masanın üzerine bıraktım. "Öyle değil," dedi Araf başını iki yana sallayarak. "Bunlar aslında daha çoktu ama ben birazını diğer çalışanlara gönderdim. Eğer hepsini gönderirsem senin burda, benim yanımda ne iş yaptığını sorgulamaya başlarlar. O yüzden bana yardım etmen lazım." İtiraz edecekken aklıma hayatımı kurtardığı an geldi. O bunu bilmesede sonuçta bu bir gerçekti. Bu işi onun için yapabilirdim belki. Ayrıca haklıydı da, aşağıdan yukarıya çıkana kadar tuhaf bakışlara maruz kalmıştım zaten. Böyle giderse göze batmaya devam ederdim. Riske girmeye değmezdi. "Tamam," dedim oflayarak. Kabul ettiğim, bu işi severek yapacağım anlamına gelmezdi. Sandalyelerden birini çekip oturdum. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Hayatımda hiç şirkette çalışmamıştım ki! Ben sadece onları batıran kişiydim, hizmet eden değil. Etrafıma bakarken Araf iki elini masaya koydu ve arkamdan öne doğru eğildi. Şimdi dudakları neredeyse kulağıma değiyordu. "Bak çok kolay," dedi yavaşça konuşarak. Yüzüklü, uzun parmaklarını dosyaların üzerinde gezdirdi. Kokusu burnuma geldikçe yerimde kıpırdanmaya başladım. Dosyaların arasından bir kağıt çıkardı ve önüme koydu. "Burda yazan sayılarla, dosyaların üzerindeki sayıları eşleştireceksin ve kağıtta yazan sıraya göre dizeceksin, bu kadar." Sıcak nefesiyle kulağıma üflüyor aklımı bulandırıyordu. Anladığımı belli ederek hafifçe kafamı salladım. Anlamıştım işte. Geri çekilmesi gerekmiyor muydu? Boğazımı temizledim ve biraz öne doğru eğildim. "Kolay gelsin," dedi geri çekilmeden önce. Sıcak nefesiyle kulağıma fısıldamıştı. Geri çekildiği an tuttuğum nefesimi yavaşça serbest bıraktım. "Sağol sanada," dedim geveleyerek. Ne saçmalıyordum? Bu kadar yakınıma gelmesi benim için hiç hayırlı değildi. Sessiz bir şekilde gülüp kendi masasına doğru yürüdü ve telefonunu eline aldı. "Ben beş dakikaya gelirim," dedi önümden geçip kapıya yürüyerek. Kapıyı açıp lacivert gözleriyle bana göz kırptıktan sonra kapıyı kapattı. Elimden geldiğince hızlı olmalıydım çünkü daha yapacağım tonla işim vardı. Ama açık saçlarımla rahat çalışamazdım. Masanın üzerinde gözlerimi gezdirdim ama bir tane bile kalem yoktu. Bende ayağa kalkıp Araf'ın masasının önüne yürüdüm ve isminin yazılı olduğu yerin yanındaki kalemi çıkarıp saçlarımı onunla topuz yaptım. Rahatça sandalyeye kuruldum ve önümdeki kağıtları inceledim. Aslında basitti, sadece üstlerindeki sayılara dikkat etmem gerekiyordu. Dosyaları tek tek dizmeye başladığımda hızlanmaya başladım. Odanın kapısı açıldığında kafamı kaldırmadım. Gelen kişinin Araf olduğunu keskin koku hafızamla anlamıştım. Masasına ilerleyip önünde durduktan sonra tekrar benim yanıma geldi. Son dosyayı diğerinin üstüne koyarken bir anda saçlarım açılıp omuzlarımdan aşağı döküldü. Şaşkınlıkla arkamı döndüğümde elindeki kalemi çevirip muzipçe gülen Araf'ı gördüm. "Her halinle güzelsin de... Saçının açık hali ayrı güzel," dedi gözleri saçlarımda dolanırken. "Ayrıca benim kalemimi almışsın bu bana lazım." Yutkunmaya çalışıp gözlerimi kaçırdım. Neticede herkesin edebileceği bir iltifatı etmişti. Altında başka bir şey aramamak lazımdı. Zaten sürekli beni gıcık edip sinirlendirmek için elinden geleni yapıyordu o yüzden artık alışmıştım. "Yani koskoca şirkette kalem mi kalmadı da gelip benim saçımdakini alıyorsun?" diye sordum sinirle. Dilini damağına vurdu. "Kalmadı. Hem bu benim kalemim bundan başkasıyla yazamıyorum," dedi sahtekarlık yaparak. Dışardan o kadar soğuk o kadar sert görünüyordu ki, benim yanımdaki hallerine inanmakta güçlük çekiyordum. Benim dışımda başka kişilerlede konuştuğunu görmüştüm ama onlarla konuşurken yüz ifadesi keskin ve acımasızdı. Lacivert gözleri onlara bakarken buz kütlesinden farksızdı ama bana döndüğünde o buz kütlesinin anında eridiğine şahit olmuştum. Bazen banada soğuk yapıyordu ama hiç bu kadar ürkütücü görünmüyordu. Gözleri sıcacıktı bana bakarken... Elleri gibi sıcacıktı. "Gıcıksın," dedim gözlerimi devirerek. Ufak bir kahkaha atıp omuzlarımdaki saçları arkaya attı. "Bitti mi işin?" diye sordu gözlerini gözlerimden ayırmadan. Kafamı salladım. Gözleri benim hipnoz ediyordu. Bir kere içlerine baktın mı bir daha kaçamıyordun. Konuşmak için dudaklarını araladığı sırada kapı çalındı. Kapının çalınmasıyla birlikte kendime gelip geri çekildim ve masadaki dosyalara yöneldim. Araf'a yandan bakış attığımda çatık kaşlarıyla, "Gel," dedi dışardaki kişiye. İçeriye giren ince uzun boylu kadın gülümsedi. "Araf Bey rahatsız ediyorum ama misafiriniz var," dedi çekinerek. "Kim?" diye sordu Araf, dümdüz çıkan sesiyle. "Melis Hanım," dedi kadın. Araf dişlerini sıkıp, "Gelsin," dedi. Burnunun kemerini sıktı ve masasına kuruldu. Masanın üstündekileri toparlarken kapı bir daha açıldı. Göz ucuyla içeriye giren kadını izledim. Üzerine giydiği derin göğüs dekolteli fuşya rengi tulumu, omuzlarına aldığı krem rengi kaban ve aynı renk olan topuklu ayakkabılarla kombinlemişti. Omuzlarına zar zor değen kısa, kahvrengi saçlarının üzerinde siyah güneş gözlüğü vardı. Abisi gibi onunda gözlerinin rengi yeşilin en soğuk tonuydu. Melis Ataman, yüzündeki gülümsemeyle havalı bir şekilde yürüyüp odanın ortasına kadar geldi. "Meşguldün herhalde," dedi Melis ince çıkan sesiyle. Gözlerini üzerimde gezdirip tekrar Araf'a baktı. "Öyleydim Melis," dedi Araf rahatsız olduğunu belli ederek. Buz gibi gözleri Melis'ten hariç her tarafa bakıyordu. "Biraz konuşmak istiyorum," dedi Melis başını dik tutarak. "Konuş," dedi Araf soğuk sesiyle. Az önce saçımdan çekip aldığı kalemi elinde döndürüyordu. Melis rahatsız olmuşcasına yerinde kıpırdanıp, "Mümkünse yalnız konuşmak istiyorum," dedi. Pek tabii mümkündü, ben odadan çıkabilirdim. Lafın bana geldiğini anladığım an masadaki dosyaları toparlayıp yürüdüm ve elimdekileri Araf'ın masasının üzerine bıraktım. İçimde kaynayan merak duygusuyla dosyaların hemen yanındaki telefonu Araf görmeden açtım ve hızla beşe bastım. Araf bakışlarını bana çevirdiğinde mahçup bir şekilde gülümsedi. Ortada onun mahçup olacağı bir şey yoktu. Ama şimdi bu yaptığımdan dolayı ben mahçup olacaktım. Bende hafifçe kafamı sallayıp Melis'in yanından geçtim ve çantamı alıp odadan çıktım. Kendi odama gitmek için sağa döndüm. Kapıyı açıp kendi masama yürümeden önce çantamı koltuğa gelişi güzel bir şekilde attım ve hemen saldalyeye oturup masanın üzerindeki çalan telefonu elime aldım. Araf'ın odasında çaktırmadan kendimi aramıştım. Telefonu el çabukluğuyla tekrar yerine koyduğum için anlamamalarını umut ediyordum. Telefonu kulağıma götürdüm ve merakıma yenik düşerek konuştuklarını dinlemeye başladım. "Susacaksan niye burdasın Melis?" diye sordu Araf tekdüze ses tonuyla. Sesini duymamla birlikte sandalyenin arkasına yaslandım. Topuklu ayakkabı tıkırtıları duydum, sanırım yürüyordu. "Nişanı neden iptal ettin?" diye sordu Melis sert sesiyle. "Çünkü seninle nişanlanmak falan istemiyorum," dedi Araf rahat ifadesiyle. Sandalyede kıpırdanmaya başladım, kendimi suç işlemiş ama yaptığından mutlu olan çocuklar gibi hissediyordum. "Bu sadece bizimle alakalı değil anlamıyor musun?" Melis Ataman, sesinin tonunu yükseltmişti. "Evlenen sadece biz değil aynı zamanda ailelerimiz de olacak. Bizim evliliğimizle işler daha çok büyüyecek, güven ve saygı ikiye katlanacak," dedi ses tonunu biraz daha ılıman hale getirerek. "Sence bu benim umrumda mı?" dedi Araf daha sonra kulaklarıma çakmak sesi ilişti. "Sırf ailelerimiz güçlensin diye sevmediğim biriyle evlenemem. Buraya bunun için dönmedim." "Beni sevmiyor musun?" diye sordu Melis ses tonuna bulaşan hayal kırıklığıyla. "Sevseydim şu an evli olurduk değil mi Melis?" dedi Araf tok çıkan sesiyle. Neden bu kadar acımasızca konuştuğunu merak etmiştim. "Ama biz küçükken," dedi Melis fakat ardından durdu çünkü Araf ona müsade etmemiş sözünü bölmüştü. "Biz küçükken de, ben seni sevmiyordum ama sen paranoyak gibi peşimdeydin sürekli. Hislerinin değiştiğini ummuştum buraya dönerken... Çünkü seninde dediğin gibi o zamanlar çok küçüktük," dedi Araf bıçak gibi keskin sesiyle. Uzun bir sessizlik oldu daha sonra topuklu ayakkabıların yankılanan sesini duydum. Telefonun çok yakınından geliyordu ses. "Değişmedi Araf... Fransa'dan dönüşünü hep dört gözle bekledim," dedi Melis özlemle. Araf'ın sıkıntılı bir nefes verdiğini duydum. "Daha fazla yaklaşma Melis!" dedi sertçe. Sandalyenin kaydığını duydum. "Hislerinin karşılıksız olmasına üzüldüm demek isterdim ama malesef içimden hiç gelmiyor." Araf'ın buz gibi olan sesi tüylerimi diken diken ediyordu. Şu an yüz ifadesini çok merak ediyordum. "Baban nasıl müsade etti peki nişanı bozmana?" dedi Melis tekrar sesini yükselterek. Araf'ın o kadar lafından sonra tek merak ettiği bu muydu? Melis Ataman ya Araf'ı çok seviyordu ya da evlendikten sonra onunla birlikte elde edeceği gücü. "Hayatımda biri var," dedi Araf hiç düşünmeden. Elimde telefon dondu kaldı. Bana bundan söz etmemişti. Ama neden söz etsin ki? Hiç sormamıştım. Biri olduğunu hissetmiştim ama böyle onun ağzından duymak tuhaf gelmişti. "Nerede peki? Yanında göremiyorum," dedi Melis inanmadığını gösteren ses tonuyla. "Kalbimde..." dedi Araf içini çekerek. Telefonu hızlıca kapatıp yerine bıraktım. Bu fazlaydı. Çok fazlaydı. Kişisel sınırları ihlal etmiştim. Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi başkasına yapmıştım. Yapmamalıydım. Ama beni asıl öfkelendiren şey bu muydu? Kalbimdeki boşluğun içine hava giriyordu sanki. Soğuk hava sadece kalbimi değil bütün vücudumu sızlatıyordu. İçimdeki kıvılcımların söndüğünü hissettim. Ayaklarımın altından kayan zemin tekrar yerine geldi. Bugün hayatımı kurtaran adam sadece ortağımdan ibaretti. Zaten başka bir ihtimal düşünmek ya da hissetmek bana ve içimdeki intikam duygusuna hakaret sayılırdı. Ama... Ama peki neden kalbim sızlamıştı? Uzun zamandır içimde tek bir duygu barındırırken ve bu duygudan hiçte şikayet etmiyorken, şimdi neden içimde, kalbimin en altlarında açıklayamayacağım bir duyguyla karşılaşmıştım? Tanımıyordum bu duyguyu. İsmi neydi? Kaç yıldır yüreğimdeki tek duygu sürekli harlanan intikamdı. Ama şimdi bu da nesiydi? İmkansızlar, ihtimal dahilinde oluyordu. Ruhumun ezildiğini hissediyordum. Başımı eğip şakaklarımı ovalamaya başladım. Dizlerim istem dışı sallanıyordu. Başka şeyler düşünmeliydim. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Biraz öyle bekledikten sonra odamın kapısının, tıklatılıp açılmasını duydum ama kafamı kaldırmadım. Diğer sabaha kadar böyle durabilirdim. Kaldırmayacaktım başımı. Kimse umrumda değildi. "Gece," dedi, kadifemsi sesiyle. Adımları yanıma yaklaştığını gösteriyordu. Sesini duymak istemiyordum. "Gece, iyi misin?" diye sordu tekrar ve dizlerinin üstünde yanıma çöktüğünü hisettim. Kime yalan söylüyordum ki? Sesini duymayı çok istiyordum. Tanıştığımız an dan itibaren sesi anormal bir şekilde bana o kadar iyi geliyordu ki... Ve burnuma çalınan tanıdık kokusu, nefesimi kesiyordu. Kucağımda duran ellerini, ellerimin arasına aldı. "Başım ağrıyor, Demirkan. Yalnız bırak beni," dedim sessizce. Ellerimi çekmek istedim ama bırakmayıp daha fazla sıktı. "Ellerin sürekli soğuk. Isıtmana yardımcı olabilirim," dedi yumuşacık sesiyle. Tek elini çekip, kafam eğik olmasına rağmen önüme gelen saç tutamlarımı kulağımın arkasına itti. Sonra tekrar elimi sıkıca kavradı. Şimdi yüzümü daha iyi görüyordu ama ben gözlerimi açmamış, lacivert gözlerine bakmamıştım. Ellerini avucumun üzerinde gezdirdiği sırada tüylerim diken diken oldu. Bu yanlıştı. Bu kadar yakın durmamız doğru değildi. Az önce kalbinde biri olduğunu duymuştum. Şimdi bu yaptığı hem ona hemde bana haksızlıktı. Sıcak olan elleri soğuk tenimle karışmıştı ve ben bu hissin gitmesini hiç istemiyordum. Ama bazı ahlaki değerler ele alındığında bunu yapmak zorundaydım. Bu sefer elimi sertçe çektim. Elim anında soğumaya başlamıştı. Bu tuhaflıkla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. İnsan, kendini bir kere sıcağa alıştırınca karşılaştığı ilk soğukta pes edermiş. "Tamam o zaman, bende baş ağrın geçene kadar burda beklerim," dedi ayağa kalkarken. "Hayır istemiyorum. Sen burda beklersen dikkat çekeriz," dedim gözlerimi açmadan. Şu an lacivert gözlerine ne kadar bakmak istesemde yapmayacaktım. "Umrumda değil," dedi ve iki saniye sonra pencerenin açıldığını duydum. İçeri temiz hava girince derin bir nefes almıştım. Yavaşca kafamı kaldırırken gözlerimi açtım ve birkaç kez kırpıştırdım. "Geçti başımın ağrısı. Gidiyor musun?" dedim durgun çıkan sesimle. Huzursuzca ayağa kalktıktan sonra yüzümün her detayına derin derin baktı. Yutkunup gözlerimi kaçırdım. "Öyle olsun," dedi kafasını sallayarak. Bakışlarımız tekrar kesiştiğinde gözlerinde endişe gördüm. Bir saniye daha yüzüme baktıktan sonra kapıyı açıp çıktı ve sertçe kapattı. Dudağımı dişlerimin arasına alıp tekrar alnımı masaya dayadım. Ne yaşıyorduk biz? Bu işe başlarken mantığım beni yönlendiriyordu ama şimdi kalbimin sesinden başka bir şey duyamıyordum. İki günlük tanıştığım adama güvenmiştim. Ama neden? Üstelik daha yeni ihanete uğramışken ona güvenmekte hiç tereddüt etmemiştim. Güvendiğim ya da bu kararı verdiğim için hala da pişman değildim. Konu da bu değildi aslında. Konu, kalbimin içinde binlerce boşluk varken içlerinden birinin güvenle daha sonra da adını bile bilmediğim bir duyguyla dolmasıydı. Gözleri vicdan azabımı azaltıyordu. Kokusu yıllardır hasret kaldığım özlemi dindiriyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi anlamıyordum. Gözlerimi açıp kafamı kaldırdım ve telefonumu cebimden çıkarıp saate baktım. Kafa dağıtmak için çalışabilirdim. Saldalyeyi arkaya itip ayağa kalktım ve dışarı çıktım. Asansörle aşağı indikten sonra otoparka gittim ve arabamın içindeki bilgisayar çantasını aldım daha sonra koluma takıp otoparktan çıktım. Dönen kapıdan holdingin içine girdim ve tekrar hızlıca asansöre binip odama geçtim. Bilgisayarı çantamdan çıkarıp masanın üzerine kurdum. Parmaklarım klavyenin üstünde gezinmeye başlayınca geriye kalan her şeyi unutuyordum. Telefonum çaldığında ağrıyan boynumu masanın kenarına doğru çevirdim. Pencereden göründüğü kadarıyla hava kararmaya başlamıştı. Çalışırken saatin nasıl bu kadar hızlı geçtiğini anlamıyordum. Luna arıyordu, hızlıca cevaplayıp kulağıma götürdüm. "Abla nerdesin hala ya?!" dedi açar açmaz tiz sesiyle. Telefonu biraz kulağımdan uzaklaştırdım. "Şirketteyim Luna," dedim ayağa kalkarak. Oturmaktan her tarafım uyuşmuştu. "Yemeğe geç kalıyoruz, gelmeyecek misin?" diye sordu. "Geleceğim Luna," dedim içini rahatlatarak. "Birazdan çıkacağım sen hazırlanmaya başla şimdiden." "Tamam ablacığım bekliyorum," dedi ve telefonu suratıma kapattı. Masaya dönüp bilgisayarı topladım ve geri çantasına koydum. Çıkardığım blazer ceketi tekrar üzerime geçirdim. Koltuğun üzerine bıraktığım kendi çantamı da aldım ve odadan çıkıp kapıyı kilitledim. Ayaklarım Araf'ın odasına doğru yol çizdi. Bana yardım etmek isterken kovmuştum onu. Ayıptı yaptığım. Ama ne yapabilirdim ki? Suç benim değildi sonuçta. Bütün suç sızlayan kalbimindi. Suç, içimde çalkalanan hislerimindi. Benim bu konuda hiçbir suçum yoktu. Odasının önüne geldiğimde içime derin bir nefes çektim ve kapıyı tıklattım. "Gelebilir miyim?" dedim içeri adım atmadan önce. Gözlerini kaldırdığında tereddütle yüzüme baktı. "Gel tabii," dedi sesizce. Kapıyı kapattığımda önüme döndüm ve tekrar göz göze geldik. "Gittiğini sanmıştım," dedi, dudağının kenarında kalan ufak tebessümle. Gitmediğime sevinmiş gibi bakıyordu. Umarım kafamda kurmuyorumdur. "Gitmedim," dedim. Kolumdaki çantayı gösterdim. "Çalıştım biraz. Hem sana, yanına uğrayacağımı söylemiştim zaten." Düşünceli bir şekilde kafasını eğdi ve "Ormandaki eve mi gidiyorsun?" diye sordu meraksız bir ifadeyle. "Eğer oraya gidiyorsan beni bekle, birlikte çıkarız. Sen şimdi yine yemek falan yemezsin, kendini aç bırakırsın. Dışarıda yemek yer sonra eve geçeriz," dedi ışıldayan gözleriyle. İkna edici ses tonu yüzünden her şeyi boşverip onunla yemeğe çıkmak istiyordum. Hayır. Bugün ne demiştim kendime? Peki şimdi ne yapmak üzereydim? Benimle değil kalbinde olan kişiyle yemeğe çıkabilirdi. Benimle değil. Biz ortaktık ve ortaklar öyle her zaman baş başa yemek yemezdi. Yani... Yememeliydi bence. Saçmalıyordum yine. Gerçekten, neden bu kadar saçmalamaya başlamıştım? Kendimi tutup, "İsterdim ama eve geçmiyorum," dedim gerçeği söyleyerek. "Başka bir planım var. Yağız'la yemeğe çıkacağız," dedim dümdüz. Gözleri öyle derin bakıyordu ki herşeyi açıklama gereği duyuyordum. "Anlamadım, ne?!" diye sordu ve oturduğu yerden sertçe kalktı. İstemeden bir adım geriye gittim. Boynundaki damar anında belirginleşmeye başlamıştı. "Niye o it'le yemeğe çıkıyorsun Gece?" diye sordu öfkeyle. Kaşlarımı çattım. Bu ses tonunu hiç sevmiyordum. Tamam, belki başkalarına karşı kullandığında gayet havalı çıkıyordu ama bana böyle seslenince hiç hoş olmuyordu. "Luna istediği için çıkıyorum yemeğe," dedim. Sıkıntı dolu bir nefes verdim. "Keyfimden gitmiyorum yani. Meraklı değilim onun meymenetsiz suratını görmeye," dedim iğrenerek. Hiç ama hiç gitmek istemiyordum. "Hem sana ne oluyor?" Tek kaşım havaya kalktı ve kollarımı birbirine bağladım. "Bende geleceğim," dedi, ne dediğimi önemsemeyerek. Lacivert gözleri sinirlendiği zaman kısılıyordu. Önüne düşen saç tutamlarını arkaya doğru attı. Dudağımı aralayacağım sırada elini havaya kaldırıp bunu engelledi. "Geliyorum bitti," dedi tok sesiyle. Bu sesi her duyduğumda içimi ürpertiyordu. "Höst!" dedim kendimi tutamayarak. Kaşları şaşkınlıkla havalandı. "O kadar değil Demirkan, abartma. O it'le kendim de başa çıkabilirim," dedim güçlü çıkan sesimle. İşte istediğim gerçek Gece, buydu. Yavaş adımlarla yanıma yaklaştı. Geri gitmek istedim ama gidemedim. Sanki yere mıhlanmışım gibi hissediyordum. "Ondan şüphem yok, sen her türlü zorlukla başa çıkabilecek birisin," dedi iç gıcıklayan yumuşak sesiyle. Ufak saç tutamlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Ellerini omuzlarıma çıkarıp hafifçe sıktı. Dokunduğu her yer ısınıyordu sanki. "Ama benim o şerefsizin neyin peşinde olduğunu, ne yapmaya çalıştığını anlamam lazım. O yüzden bende geliyorum." İkna edici gözlerine bakmayı kesip geriye çekildim. Beni manüpüle etmeye çalışıyordu. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. "Hayır o yemeğe kendi başıma gideceğim ve sen gelmeyeceksin. Git başka yerde neyin peşinde olduğunu anlamaya çalış," dedim inat ederek. Bir süre daha yüzüne baktıktan sonra arkamı döndüm ve kapıyı açtım. "Göreceğiz bakalım rose noire," dedi ben çıkmadan önce manalı ses tonuyla. Sinirle bir nefes koyverdim ve odanın kapısını kapattım. Söz dinlemeyen kişilerle muhattap olmak çok zordu. Hele de bu aralar kimseye sözümü geçiremiyorken. Şirketten çıkarken Araf'ın o yemeğe gelmemesini umut ediyordum.
🌑 "Burası sanırım," dedim gözlerim ışıltılı restorana kayarken. Arabayı frenleyip aşağı indim ve anahtarı restoranın önündeki valeye uzattım. Luna'da kapıyı açıp indi ve yanımda durdu. "Evet burası," dedi saçlarını düzelterek. Açık kahve saçlarını tepeden sıkıca at kuyruğu yapmıştı. Üzerinde buğday teniyle uyumlu, kahve tonlarında palazzo pantolon, siyah straplez bir crop ve pantalonuyla aynı renk olan blazer ceket vardı. Sonunda eski tarzına dönebilmişti. Rahat olduğunu yüzünden anlayabiliyordum. Şık bir restorana gelmeseydik eminim ki topuklu ayakkabı bile giymezdi. Şimdi hem rahat hem de çok şık görünüyordu. Yaptığı hafif makyaj sayesinde yüzü ışıl ışıldı. "Hadi geçelim," dedim önden yürüyerek. Girişte durup üzerimdeki siyah kabanı çıkardım. Ben Luna'nın aksine elbise giymekten çok hoşlandığım için üzerime dizlerimin bir karış yukarısında biten, sırt dekolteli ve bütün vücudumu sımsıkı saran siyah bir elbise giymiştim. Boyut fark etmeksizin bütün elbiselerin içinde kendimi çok rahat hissediyordum. Bu yüzden ilk tercihlerimde hep elbise bulunurdu. Saçım ve makyajım bozulmadığı için onlara dokunmamıştım. Sadece birkaç takı değişikliği ve omzum göründüğü için üzerindeki dövmeyi kapatmıştım o kadar. Yürürken içime sıkıntı çöküyordu. Luna'nın yanında belli etmemeye çalışıyordum. Yüzüme sahte bir gülümseme taktım ve karşımızda duran adama bakıp küfür etmemek için direndim. Kardeşim için yapabilirdim. Evet, her şey onun içindi. Öfkemi zaptedebilirdim. Derin bir nefes alıp dik yürümeye dikkat ederek Yağız Ataman'ın önünde durdum. "Hanımlar," dedi sırıtarak. "Çok güzel görünüyorsunuz." Soğuk yeşil gözleri Luna'ya döndüğünde elinden tutup kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı. Altın rengi saçlarını arkaya doğru alttan toplamıştı. Üstünde gözleriyle aynı renk takım elbise vardı. Luna'yı kendinden ayırıp omuzlarını hafifçe sıktı ve gülümseyerek tepeden tırnağa süzdü. "Hayatım, sen tarzını mı değiştirdin?" diye sordu. "Evet, beğenmedin mi?" dedi Luna tereddütle. Kollarından tamamen ayrılıp kendi etrafında döndü. Bu gece bir an önce bitmeliydi. Şimdiden gözüm seğirmeye başlamıştı. "Beğendim tabi ki," dedi Yağız, Luna'nın oturması için sandalyesini çekerken. "Ama bence sana renkli elbiseler daha çok yakışıyor." "Öyle mi?" diye sordu Luna gözlerini kırpıştırıp. Bu kızın saflığı yakında beni öldürecekti. Yağız benim sandalyemi çekeceği sırada ondan önce davranıp sandalyemi çektim ve hemen oturdum. "Luna, pek elbise giymeyi sevmez aslında. Rahat hissetmez kendini onların içinde," dedim. Luna'ya baktığımda göz kırpmıştım. "Şıklık, rahatsız olmaktan geçer zaten," dedi Yağız dudağındaki sahte gülümseyle. Ellerini masanın üzerine çıkarıp birleştirdi. Dümdüz yüzüne baktım. "Rahatlığı, şık olmaya tercih ederim," dedim tek kaşımı kaldırarak. Bu konuyu burda kapatması gerekiyordu. Yağız, kaşlarını kaldırıp gülümsemeye devam etti. Yüzümüze bakmaya devam ederken tek elini havaya kaldırıp işaret verdi ve anında yanımızda garsonlar belirdi. Önümüze menüyü koyduklarında gerek olmadığını söyleyip masanın ortasına doğru ittim ve sadece tavuklu salata söyledim. Luna ve Yağız'da siparişlerini verdikten sonra garsonlar yanımızdan ayrıldı. Köşede canlı müzik yapan sanatçılar vardı. Normal zamanda gelindiğinde harika olan bu mekan şimdi içimi daraltıyordu. Kemanın hoş melodisi restoranı kapladığında insanlarında uğultu dolu sesi azalmıştı. "Araf'la iyi geçinebiliyor musunuz?" diye sordu Yağız ben etrafımı incelerken. Bakışlarımı ona çevirdiğimde kırmızı şarabından yudumluyordu. Luna'ya değdi gözlerim, ilgili gözleriyle Yağız'a bakıyordu. Bıraksam adamın içine düşecekti resmen. İçimden sabır çekip dudaklarımı ıslattım. "İyi geçiniyoruz. Araf Bey gayet uyumlu biri," dedim gerçekleri söyleyerek. Yalan söyleyemezdim. Bu işe ilk başladığımda başka biriyle çalışacağımdan dolayı çok zorlanacağımı düşünmüştüm ama Araf beni yanıltmıştı. Bütün kontrolü benim ellerime bırakmıştı. O sadece yanımda duruyordu. Ve bu durum... Güzeldi. Yani sadece beni izleyip, işlerime karışmaması, tam tersine yardımcı olması güzeldi. "Öyle mi? Şaşırtıcı," dedi Yağız, şaşkınlığını gizlemeyerek. O sırada garsonlar geldi ve yemeğimizi kibarca servis edip geri gittiler. Yağız çatal bıçağı eline aldıktan sonra tekrar konuştu. "Gerçi şaşırmamam lazım. Araf'ı görmeyeli 13 yılı geçti sanırım. Değişmesi normal aslında," dedi düşünceli sesiyle. Tabağındaki etleri parçalara böldü ve yemeye başladı. Hiç iştahım yoktu ama kendimi zorlayıp salatadan bir çatal aldım. Yutkunurken Luna, Yağız'a başka bir soru sordu. "Neredeydi ki?" "Fransa'da," dedi Yağız, yemeğini yemeye devam ederken. Luna kafasını salladı ve bana döndü. "Araf Bey kaç yaşında?" diye sordu bir soru da bana sorarak. Başka konuşacak konumuz kalmamıştı da neden şu an Araf'tan bahsediyorduk? Üstelik sorular iki de bir bana yöneliyordu. Önümdeki sudan bir yudum aldım ve boğazımı temizledikten sonra, "27 yaşına girecek sanırım," dedim. Sanırım değildi, öyleydi. Onu araştırdığım zaman öğrenmiştim. "Yani... 13 yaşından beri Fransa'da," dedi Luna çok önemli bir kanıya varmış gibi. Tekrar sessizce yemeğini yemeye devam eden Yağız'a döndü. "Gittiği zamandan, bu zamana kadar bir daha hiç Türkiye'ye gelmedi mi?" Sorusundan sonra ağzına birkaç lokma yemek sıkıştırdı. "Gelmedi," dedi Yağız, peçeteyle ağzını silerken. "Onca yıldan sonra onu ilk defa gördüm." Çatalımı tabakta gezdirirken, "Neden?" diye sormuş bulundum. Artık söylediklerimde, sorduklarımda ya da hareketlerimde mantık aramıyordum. Merak etmiş ve sormuştum, bu kadardı. Tabi sorduğum kişi, normalde en son cevap isteyeceğim biriydi ama şu an konu Araf'tı ve ben yine kendimi tutamamıştım. Yağız elini, Luna'nın elinin üzerinde gezdirirken gülümsedi. "Onu da patronuna sormalısın Gece," dedi sinsi bakışlarıyla. Kadehindeki son yudumu zarif hareketlerle içti ve garsonu çağırmak için elini kaldırdı. Bakışları giriş tarafına takılınca, gözleri kısıldı ve "İyi insan mı demeliyim?" dedi yüzünü tekrar bana çevirerek. Az önce baktığı tarafa çevirdim yüzümü. "Şimdi patronuna dilediğini sorabilirsin işte," dedi ben giriş kısmına bakmaya devam ederken. Geleceğini tahmin etmiştim ama isteğim gelmemesi yönündeydi tabi. Ama bir yandan da içim rahatlamıştı. Bu sinsi herifle aynı masada oturmak onca Anakonda'nın arasındaymış gibi hissettiriyordu. Kardeşimin tenine değişini her gördüğümde tüylerim ürperiyordu. Araf iyi ki burdaydı. Yanında yaverini de getirmişti ama olsundu. Girişe ceketlerini bıraktıktan sonra masamıza doğru yürüdüler. Üstünde krem rengi boğazlı bir kazak altındaysa siyah kumaş bir pantolon vardı. Keskin yüz hatlarına anlam katan lacivert gözleri beni buldu. Gerçek olduğuna inandığım bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. O da belli etmese de dudağının bir kenarı yukarı doğru kıvrılmıştı. Araf, yürürken restoranda ki kişilerin dönüp dönüp ona baktığını gördüm. Hayatlarında ilk defa insan görmüş gibi davranıyorlardı. Keşke şu müziği biraz kıssalardı çünkü ben bu dedikoducu züppelerin ne konuştuğunu çok merak ediyordum. Araf, masanın yanına geldiğinde ayağa kalkmaya yeltendim fakat anında sıcak eli omuzlarıma değdi ve beni geri yerime oturttu. Yağız, arkasına yaslanmış keyifli gülümsemesiyle Araf'ı seyrediyordu. Araf henüz el işareti vermeden garson çoktan benim hemen yanıma bir sandalye getirmişti bile. Toprak'sa garsonları beklememiş yandaki masadan, hemen sandalyesini kapmıştı. Yağız, Toprak'ın yaptığı hareketi görünce gözlerini devirdi ve ellerini masanın üzerinde kenetledi. İkisi de masaya yerleştiğinde kimseden ses seda çıkmıyordu. Araf, benim yanıma, Toprak'sa Luna'nın yanına oturmuştu. "Hoş geldiniz Beyler," dedi Yağız, sahte bir samimiyetle. Bakışları bir süre Araf'ın üzerinde oyalandı. "Merasimi atla Sarı," dedi Toprak alayla. Araf, sinirle Toprak'a baktığında omzunu silkmişti. Sandalyesine iyice kurulurken garsonları çağırdı. "Hoş bulduk Yağız," dedi Araf tok sesiyle. "Gerçi davet edilmeden oturmuş bulunduk ama..." "Sorun yok," dedi Yağız. Elleri tekrar Luna'nın elinin üstünde gezinmeye başlamıştı. "Yabancı değilsiniz sonuçta. Bizde tam senden bahsediyorduk zaten." Soğuk yeşil gözleri bana kaydı. Araf'ın kaşları havalandı ve gözlerini bana çevirdi. Gözlerimiz buluştuğunda lacivertleri beni yutacakmış gibiydi. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsemeye çalıştım. "Tam olarak hangi konu hakkında?" diye sordu gözlerini benden ayırıp Yağız'a çevirerek. "Fransa'dan dönmen konusunda. Çok zaman oldu Araf," dedi Yağız. "Ama ondan önce seni kız arkadaşımla tanıştırmak istiyorum." Gülümseyen yüzüyle Luna'ya döndü ve elini sıkıca kavradı. Luna rüyadaymış gibi bakıyordu. Elini yanağına yaslamış durmadan gülümsüyordu. "Biz Luna'yla daha önce tanışmıştık," dedi Araf kardeşime bakarak. "Tebrik ederim." "Sağol," dedi Yağız resmi bir şekilde. Aralarındaki soğukluk elle tutulur cinstendi. Bakışları kenarda oturan Toprak'a kaydı ve "Sen tebrik etmeyecek misin Toprak?" diye sordu gözlerini büyüterek. Toprak önündeki kadehten büyük yudumlarla şarabını içti. "Hiç heveslenme," dedi umarsızca. Yağız histerik bir şekilde güldü ve Luna'yla bana baktı. "Toprak biraz medeniyet görmemiştir. Onun kusuruna bakmayın," dedi dalga geçercesine. "Sen medeniyet görmüşsünde ne olmuş? Kıçımın asilzadesi," dedi Toprak nefretle. Yağız'ın yüzünün bir anlık seğirdine şahit oldum. Toprak'ın gözleri anında Luna'yla buluştu ve dudaklarını kapattı. Ateş hattında kalmış gibi hissediyordum. "Toprak!" dedi Araf, uyarıcı sesiyle. "Bırak Araf, ne diyecekse desin," dedi Yağız. "Küçükken de büyüklerine karşı saygısızdı, hatırlamıyor musun? Hâlâ değişmemiş işte." Dudağının iki yanı alayla yukarı kıvrıldı. "Sen misin büyük? Ve saygısız olan benim öyle mi?" diye sordu Toprak yüzünü buruşturarak. "Aynen öyle," dedi Yağız bastırarak. En sonunda Luna dayanamamış olacak ki "Lütfen yapmayın," dedi şaşkınlıkla ikisine de bakarak. "Siz çocukluk arkadaşı değil misiniz? Neden şimdi kavga edip, birbirinizden nefret ediyormuş gibi davranıyorsunuz?" diye sordu hayretle. Derin bir nefes aldı. "Sakin olun lütfen ya da bu yemeğe bir son verelim." Çatık kaşlarıyla ilk Toprak'a sonrada Yağız'a baktı. "Problem yok hayatım," dedi Yağız. Uzanıp Luna'nın yanağını öptü. "Atışıyoruz sadece. Bizim huyumuz bu," dedi imalı ses tonuyla. "Evet," dedi Toprak burnundan soluyup. Yeni gelen kadehi tek seferde kafasına dikti. Ve tekrar yenisini istedi. Böyle giderse bu gecenin sonunu getiremeyebilirdi. Biraz sohbet ettikten ve yemeklerimizi yedikten sonra Toprak ve Yağız yeniden atışmaya başladı. Onları izlemeye koyulmuşken sandalyemin yavaşça yana doğru çekildiğini hissettim. Gözlerim kocaman açıldı çünkü şu an Araf, beni hiç çaktırmadan yanına doğru çekiyordu. Yerimde kıpırdanıp sertçe yutkundum ve hiçbir şeyi görmeyen ve hala birbirlerine sataşan Toprak'la Yağız'a baktım. Ucuz yırtmıştım. Dikkatleri tamamen birbirlerindeydi. Luna bile konuşmalarına dahil olmuştu. Araf önümdeki saçları omzumun arkasına doğru itekledi. Şu hareketi yapmayı tahmini olarak ne zaman keserdi? Çünkü ben içimde bir şeylerin kıpırdanmasına mani olamıyordum. Biraz daha yaklaştı ve kulağıma doğru eğildi. "Ben gelmeden önce hiç bir sorun çıkmadı değil mi?" diye sordu. Bir şey söylemeden kafamı iki yana salladım. "Güzel..." dedi e harfini uzatarak. Sesini büyü yapmada kullanabilirdi bence çünkü bende bile tesir gösteriyordu. Kendimi toparlayıp, "Sana gelme demiştim hatırlamıyor musun?" diye sordum kızgın olduğumu belli ederek. "Gayet iyi hatırlıyorum," dedi. Gözleri çok yakınımdaydı. Sadece gözleri değil yüzünün her detayı çok yakınımdaydı. "Ama söz dinlemeyi pek sevmiyorum," dedi göz kırparak. Gözlerimi devirdim. "Gözlerini devirme bana." Büyülü ses tonu karşısında yutkunma ihtiyacım iki katına çıkıyordu. Gözlerimi kaçırdım. "İyi mi oldu geldiğin? Hiçbir şey elde etmedin işte. Bak birbirlerini yiyorlar," dedim. Boğazım kupkuruydu ve su içmem lazımdı ama ben hareket edemiyordum. "Sadece Yağız için gelmedim Gece," dedi yüzümün bütün detaylarını incelerken. "Peki başka ne için geldin o zaman?" diye sordum gözlerinin içine bakarak. Göz bebekleri hareket etti. Dudakları hafifçe aralandı. Ama o konuşamadan Toprak'ın yüksek ses tonu kulaklarımda yankılandı. "Bir daha annemle babamın adını ağzına alırsan seni doğduğuna pişman ederim! Anladın mı lan beni?!" Bağırması müziği bile bastırmış, masalarda oturmuş yemek yiyen insanların buraya bakmasına neden olmuştu. Sonra ne yaptığının farkına varmışcasına gözlerini kırpıştırdı ve yüzüne sahte bir gülücük takıp insanlara döndü. "Çok özür dilerim. Heyecanlanınca biraz fazla bağırıyorum. Kusuruma bakmayın," dedi gülmeye çalışarak. "Toprak ne yapıyorsun?" dedi Araf sertçe. Söyledikleri Yağız'ın hiç umrunda değilmiş gibi davranıyordu. Luna şok içinde Toprak'a baktı ve hayal kırıklığı içinde kafasını iki yana salladı. "Bu büyüdükçe senin küçüklüğe dönüyor sanki. Ne dersin Araf?" dedi Yağız, dudaklarına yerleştirdiği şeytani gülüşle. "Kes sesini Yağız!" dedi Araf dişlerinin arasından. "Sahi, tedavin bitti mi?" diye sordu Yağız kollarını birbirine bağlayarak. Tedavi mi? Araf tedavi mi görüyordu? Ya da başka bir ihtimalle bu şeytan çakması yalan söylüyordu. "Öğrenmek ister misin?" diye sordu Araf, korkunç sakinliğiyle. "Ah, hayır sağol. Henüz canıma susamadım." Yağız'ın alaylı sesi kulaklarımı delip geçiyordu. Ne saçmalıyordu bu herif ? Luna Toprak'a bakmaya devam ederken, Toprak ayağa kalktı ve "Size afiyet olsun," dedi. Hızlıca masadan ayrılırken son bir kez Luna'ya baktı ve arkasını dönüp restorandan ayrıldı. Araf kulağıma doğru eğildi. "Seni bu şerefsizle yalnız bırakacağım için çok özür dilerim ama gitmem gerekiyor," diye fısıldadı ve ayağa kalktı. Kokusu hala burnuma geliyordu. Yağız'ın nefretle suratına bakıp yanına yürüdü. "Ben burda olduğum müddetçe şu hareketleri bir daha tekrarlama yoksa..." dedi Araf öfkeyle. Yağız kaşlarını kaldırıp, "Yoksa?" diye sordu meydan okuyarak. "Yoksa... Bedelini ödetirim. O zaman öğrenirsin tedavim bitmiş mi veya bitmemiş mi." Araf son sözlerini söyleyip masadan hızlıca ayrıldı. Arkasından gitmek istemiştim. Burda olmak istemiyordum. "Ne oldu şimdi? Ben hiç bir şey anlamadım," dedi Luna hala şok içinde. Yağız gülümseyerek, Luna'nın ellerini avuçlarının arasına aldı ve öptü. "Sen bunlara kafanı yorma bebeğim. Önemli şeyler değil. Biz her zaman böyleyiz merak etme. Bugün kavga eder yarın tekrardan barışırız," dedi ikna etmeye çalışarak. "Bana nedense öyle gelmedi Yağız. Araf Bey'in gözleri ve söyledikleri çok korkutucuydu," dedi Luna ürpererek. "Onun yapısı bu," dedi Yağız omuzlarını silkerek. Masadaki çantamı elime alıp ayağa kalktım ve Luna'ya da kalkması için işaret verdim. "Bizde gidelim artık, saat çok geç oldu." dedim. Yağız'da ayağa kalktı. "Sizi eve bırakabilirim," dedi Luna'ya. Ondan önce davranıp, "Hayır teşekkürler kendi arabam var. Yemek için sağol Yağız. İyi geceler," dedim ifademi sabit tutmaya dikkat ederek. Yağız bana doğru elini uzattı. "Gecenin sonu güzel bitmesede sizi görmek güzeldi. Tekrar görüşmek üzere," dedi uzattığım elimi sıkarken. Kafamı salladım. Daha sonra gülümseyip Luna'ya döndü ve göğsüne doğru çekip sıkıca sarıldı. "İyi geceler sevgilim," dedi saçlarını öperken. Bir an önce bu an bitebilir miydi lütfen? Dayanacak gücüm kalmamıştı. Luna kollarından ayrılıp, "İyi geceler sevgilim," dedi ve Yağız'ı yanağından usulca öptü. Afakanlar basmaya başlayınca arkamı dönüp yürümeye başladım. Bu da gözdü sonuçta. Bu kadar uyumsuzluğa dayanamayıp kanayacaklar diye korkuyordum. Luna, bana yetişince adımlarımı hızlandırdım ve girişe gelip kabanlarımızı aldım. Luna'nınkini ona uzatttıktan sonra kendi kabanımı giyindim ve önümü kapattım. Dışarı çıktığımızda vale arabamı restoranın önüne getirmişti. Anahtarı teslim ettikten sonra iyi geceler dileyip yanımızdan ayrıldı. Direkt sürücü koltuğuna yerleştim ve Luna'nın binmesiyle beraber hızla gaza bastım. Bu gece burda son bulmayacaktı. Benim için gece henüz daha yeni başlıyordu.
🌑 Gizli Ev'in önüne geldiğimde adamların kapıyı açmasını bekledim. Kale gibi kapı iki yandan açılmaya başladı. Korumalar görünmeye başlayınca arabayı ilerletip kapıdan geçtim. Korumalar başları eğik bir şekilde selam verince bende iyi geceler diledim ve arabayı ortada durdurup arabadan indim. Anahtarı kontakta bırakıp evin girişine doğru yürümeye başladım. Luna'yı eve götürene kadar sorularıyla başımı şişirmişti. Bütün sorularına sadece bilmiyorum yanıtını vermiştim çünkü başka kaçış yolu yoktu. Yalanda söylememiştim aslında. Aralarında ne olduğunu tam anlamıyla bilmiyordum. Luna'da benim hiçbir şeyden haberim olmadığına inanınca susmayı tercih etmişti. Eve geçince üstümdekileri çıkarıp sıcak bir duş almış, üzerime siyah tayt ve siyah, düz sweat giymiştim. Luna'da üstünü değişmiş ve direkt yatağa geçmişti. Onun en sevdiğim ve kıskandığım özelliği yatağa geçtiği an da yatmasıydı. Bunu başarabilmeyi çok isterdim. Onun yattığını anlayınca spor ayakkabılarımı ve ceketimi giyip çabucak evden ayrılmıştım. Şimdide burdaydım işte. Gecenin en başından beri olmak istediğim yerde. Yavaş adımlarla evin önüne geldim. Işıklar kapalıydı. Evin tamamı neredeyse cam olduğu için rahatlıkla içerisi görülebiliyordu. Kış bahçesinin kısmına gitmek için arka tarafı dolandım. Ağaçların keskin kokusu burnumu yakıyordu. Evin arka bahçesine geldiğimde, görmek istediğim kişiyle karşılaştım. Siyahlar içindeydi. Elindeki kupanın üstünden dumanlar tütüyordu. Yanına ilerlerken derin bir nefes aldım. Giydiği sweat'in kapüşonunu kafasına geçirmiş gökyüzüne doğru bakıyordu. Bugün hava soğuk olmasına rağmen gökyüzü açıktı ve birkaç tane yıldız görünüyordu. Neredeyse yanına varmama rağmen geldiğimi duymamıştı. Tam dibine geldiğimde omzuna hafifçe dokundum. Bedenini çevirmeden omzunun üstünden bana doğru baktı. Göz bebekleri büyüdü ve tamamen bana doğru döndü. Cam gibiydi gözleri. Neredeyse kendi yansımamı görecek kadar şeffaftı. Kulağına taktığı kulaklığı tek eliyle çıkardı ve "Gece?" dedi sorarcasına. "Seni beklemiyordum." İki kulaklığını da çıkarıp cebine koydu. "Bende beklemiyordum," dedim mırıldanarak. Anlamamış gibi bakınca boğazımı temizledim. "Yani... Sen öyle restorandan bir hışımla çıkınca bende... Hem Toprak'ı hemde seni... Merak ettim," dedim duraklayarak. Karşısında konuşmak bazen çok zor oluyordu. "Toprak'ı eve bıraktım, biraz sarhoş olmuş ama iyi. Ve bende..." dedi bir adım daha bana yaklaşarak. "İyiyim... Geldiğin için." Bir elinde kupayı tutarken diğer eliyle benim elime uzandı ve sıcak bardağı avuçlarımın arasına koydu. "Hava çok soğuk ellerin üşümesin." Gülüşü bardağın içindeki kahveden daha çok içimi ısıtıyordu. Bardağı sıkıca kavradım ve parmak boğumlarımın gevşemesine izin verdim. "Eğer midem bulanmayacaksa içebilirsin," dedi kendi ellerini sweati'nin cebine sokarken. Gözlerinin içine bakarak kupayı kaldırıp sıcak kahveden bir yudum aldım. Midem bulanmamıştı. Hem neden bulanacaktı ki? Üst üste yudumlar alıp kahveyi hızlıca bitirdim. Ben kahveyi içerken Araf, gözünü kırpmadan dudaklarındaki gülümsemeyle beni izlemişti. "Afiyet olsun," dedi bardağı elimden alırken. Ama o içmemişti ve ben şimdi bunu dert edecektim. "Teşekkür ederim," dedim. "Ama üstüne konmuş gibi oldum, sen içemedin." "Bu ikincisiydi zaten," dedi içimi rahatlatarak. "Hadi içeriye geçelim. Burası çok soğuk." Ben gelene kadar hiç üşüyormuş gibi durmuyordu aslında. Ona ayak uydurmak için kafamı salladım ve birlikte yürümeye başladık. "Yıldızları izlemeyi sever misin?" diye sordu ilgiyle. "Çok küçükken severdim," diye cevap verdim. "Peki ya şimdi?" "Şimdi..." dedim iki saniye duraksayarak. "Artık anlamsız gelmeye başladı sanırım." Yürümeye devam ederken kafamı göğe doğru kaldırdım. Birkaç parlak yıldız gökyüzüne sırayla dizilmişti. "Bence anlamsız gelmiyor," dedi bir tespite varmaya çalışır gibi. "Sen uzun zamandır gökyüzüne bakmayı ihmal ediyorsun. Eğer gerçekten bakarsan anlamsız gelmez." "Nasıl yani?" diye sordum. Arada gözlerim gökyüzüne kayıyordu. Cevap vermeyip yürümeye devam etti. Kış bahçesinin kapısını açtı ve içeri girdi ardından bende girdim ve tekrar kapıyı kapattı. Yanan şömineye birkaç tane odun attı ardından ellerini silkeleyip köşede bulunan salıncağa doğru ilerledi. Ne yaptığına anlam veremiyordum. Yerimde durmuş onu izlerken geçip salıncağa oturdu ve arkasına yaslandı. Gözlerimiz kesiştiğinde dudağında hafif bir gülümseme oluştu. Biraz doğruldu ve eliyle yanını işeret edip salıncağın minderine iki kere hafifçe vurdu. Küçük adımlarla salıncağa yürüdüm ve yavaşça gösterdiği yere oturdum. Cebinden telefonunu çıkarıp bir şeylere girdi sonra telefonu tekrar cebine attı. Kulaklıklarını çıkarıp tekini bana uzattı. Tereddüt ederek elindekini aldım ve kulağıma yerleştirdim. Kulağımı dolduran piyano sesi huzur doluydu. Gözlerimi kapatmak istemiştim ama onun yerine karşımdaki adamın gözlerine bakmayı tercih ettim. Ona baktığımda kafasını arkaya doğru yatırmış gökyüzünü izlediğini fark ettim. Bende salıncağa yaslanıp, onun yaptığı gibi kafamı arkaya doğru yatırdım ve yıldızlara baktım. Kış bahçesinin tavanı tamamen camdan oluştuğu için gökyüzü sanki arada hiçbir şey yokmuş gibi görünüyordu. "Sevdiğin birini kaybettin mi hiç?" diye sordu mırıldanarak. Ayağıyla salıncağı hafifçe hareket ettiriyordu. Hiç düşünmeden, "Evet," dedim. Neyi düşünecektim ki? Kaybetmiştim işte. Hemde birini, çok acı bir şekilde kaybetmiştim. O günlere dönmemek için kendimi zorlayıp kulağımdaki müziğin ve Araf'ın kadife sesine odaklanmaya çalıştım. "Birini kaybetmenin acısını, hele ki çok sevdiğin birini kaybetmenin acısını çok iyi bilirim," dedi. Derin bir nefes aldı. "Bak bir ortak noktamız çıktı işte." Ortak olan noktamız kaybetmenin acısıydı. Gülünç gelmişti. Başka ne bekliyordum ki? Benim kimseyle mutlu ortak noktam olmazdı. Alışmıştım. Sürekli kesişim kümemde ölüm vardı. Buna da alışmıştım. Ölüm kelimesi bile insanı ürpertirken bende yaprak kımıldamaz olmuştu. Dediğim gibi alışmıştım. Ve inanın bana alışmak en kötüsüydü. Devam etmesini bekledim. İçimden hiçbir şey söylemek gelmiyordu. Paramparçaydım zaten, tek bir kelimemle dağılır toz bulutuna dönüşürdüm. Sustum. Hep yaptığım gibi. Müzik başa alındı. "Forest the night..." Gecenin sessizliğinde çalan piyona, içime işliyordu. "Yıldızlara bak," dedi eliyle birkaç tane grup halindeki yıldızı gösterek. "Orada kaybettiklerimiz var. Her biri derdini dinlemek için orda. İyice bak... Sana anlatacakları var. Konuş onlarla. İçinden veya dışından fark etmez, seni duyacaklardır. Yeter ki hisset." Her kelimesi kalbime dokunurken gökyüzüne daha dikkatli baktım. "İşe yarar mı ki?" diye sordum bütün gardımı indirerek. "Sen dene," dedi ve salıncağı hareket ettirmeyi bıraktı. "Ben çocukken çok yapardım. Hatta... Aramızda kalsın hala da yapıyorum." Kendi kendine sessizce güldü. "Belki o acıyı dindirmez ama pansuman yapar. Deneyimle sabit inan bana. Hadi dene." Gözlerimi aşağı indirip başımı yana çevirdiğimde beni izleyen lacivert gözleriyle karşılaştım. Sanki gözlerine uzansam boğulacaktım. Gözlerine uzanmak yerine salıncakta biraz daha yana doğru kaydım. Yaptığım şeyin mantıklı hiçbir tarafı yoktu. Yanlışları şimdilik bir kenara bıraksam olmaz mıydı? Yarın tekrar Gece'ydim zaten. Gece bugün gökyüzünün olsundu. Bir zararı olmazdı. Araf, gözlerimin içine bakarken kolunu arkama uzattı ve eli kuş tüyü kadar hafif bir dokunuşla omzuma değdi. Geri çekilmedim. Onun yerine gözlerimi ondan kaçırıp tekrar yıldızlara çevirdim. Dediğini yapabilirdim. Derin bir nefes alıp gözüme kestirdiğim bir yıldız gurubuna odaklandım. İçimden, "Sizi çok özledim. Ve sizi çok seviyorum. Sadece bunu bilin yeter," dedim. Ve bir süre gözlerimi kapattım. İçime ılık ılık akan umut duygusu bütün vücudumu sardı. Umarım Araf'ın dediği gibi beni duyuyorlardır çünkü bu aralar buna hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım var. Islanmaya yakın olan gözlerimi açtığımda az önce fısıldadığım yıldız kümesinin biraz daha parladığını fark ettim. Belki gözlerimin bana oynadığı bir yanılsamaydı. Belki kalbimin beni inandırmak için yaptığı bir gösteriydi. Bilmiyorum, umrumda da değil. İşe yaramıştıi işte. Beni duymuşlardı, hissetmişlerdi. Yerimden doğrulup kendi kendime kahkaha attım. "İçimden fısıldadıktan sonra baktığım yıldızlar biraz daha parladı," dedim Araf'a doğru dönüp, gülerek. "İşe yarar demiştim," dedi sıcacık bir tonla. "Her zaman yarar." Yıldız ışıkları gözlerime inmişti sanki. Etraf daha aydınlıktı. Ama bu sadece fiziksel anlamda değildi. Ruhuma bir ışığın doğrultulduğunu hissediyordum. Araf Demirkan gerçek bir büyücüydü. Aksine asla inanmazdım. Elinde sihirli bir değnek var gibiydi. Bu sabah hayatımı kurtarmış şimdiyse acıma pansuman yapmıştı. Hiçbir şey akıl kârı gelmiyordu. Hele de bu kadar kısa süre içinde bu yaşananlar. Asla akıl kârı değildi... Araf, tekrar başını arkaya doğru yatırdığında bu sefer gözlerini de kapatmıştı. Şöminenin çıtırtıları bütün bahçeyi kaplarken bende tıpkı onun gibi kafamı arkaya doğru yatırdım ve gözlerimi kapattım. Başım uzattığı koluna yerleşmişti. Eli tekrar nazikçe omzuma değiyordu. Biraz daha yaklaşmaya cesaret edemiyordum. Hayata karşı bu kadar cesurken şimdi cesaretin zerresini hissetmiyordum. Ayaklarıyla salıncağı hareket ettirmeye başladı. "Bizim nerede yemek yediğimizi kimden öğrendin?" diye sordum. Kafamı kaldırmadan ona doğru çevirdim. Şimdi yanağım koluna değiyordu. Gözlerimi yarısına kadar açtım. "Luna, Toprak'a söylemiş," dedi gözlerini açmadan. Ses tonu mırıltıdan farksızdı. Dilimle damağımı şaklattım. "O öyle olmamıştır, yanlış biliyorsun," dedim. Gözlerini hafifçe açtı ve anlamsızca suratıma baktı. "Birileri sordurmuştur, benim salak kardeşimde söylemiştir." Ufacık bir kahkaha attı. "Kimmiş o birileri? Ben hiç tanımıyorum," dedi muzipçe. "Bilmem," dedim alayla. "Biraz düşün bakalım. Sen zeki adamsın, bulursun kim olduğunu." Gülmeye devam ettiği sırada arkaya doğru elimi uzattım ve kolunu çimdikledim. Acıyla inleyip yüzünü buruşturdu. "Tamam!" dedi elini havaya kaldırarak. "Buldum o birilerinin kim olduğunu. O kişi... Benim. Ben sordurdum kabul ediyorum." "İyi halt ettin. İki dakika geldin elli altı ettin ortalığı," dedim kaşlarımı çatarak. Bir an önce eşek arıları dilimi sokabilir miydi? Çağlar'la takıla takıla onun gibi konuşmaya başlamıştım. "Benim suçum yok," dedi masumane tavrıyla. "Amacım sadece sizinle sakince bir yemek yiyip Yağız'ın hareketlerini ölçmekti. Ama malesef Toprak kendini tutamadı yine." Sıkıntılı bir nefes koyverdi. "Toprak'ın yaptığı hareket..." Doğru kelimeyi aramaya çalışıyordum. "Abartılı, anormal, çocukça," dedi Araf benim yerime devam ettirerek. "Evet öyle. Ama onun tarafından bakınca gayet haklı tavırlar. Yağız bile isteye sürekli olarak Toprak'ın damarına basmaya çalışıyor." Kaşlarını derince çattı. Kasları gergin bir hal almıştı. "Ama artık öyle bir harekette bulunamayacak. Buna izin vermem," diye konuştu sertçe. "Aralarındaki bu nefret çocukluktan mı kalma?" diye sordum. Toprak, Yağız'a baktığı zaman bile onu bir kaşık suda boğacakmış gibi görünüyordu. Gerçi Yağız'ı gerçekten birazcıkta olsa inceleyen biri de böyle düşünürdü. Ama işte gel gör ki bunu benim saf salak kardeşime anlatamazdın. "Evet çocukluktan. Yağız ikimizden de büyük olduğu için abilik taslamaya çalışır ve sürekli bizimle dalga geçerdi. O yaşına rağmen bile insanları manüpüle etme yeteneğine sahipti ve bu gerçekten korkutucu bir olay. Ama ben zaten burdan daha çocukken ayrıldığım için üstümde o kadar bir hükmü yok. Ama Toprak... Onun yalnız kaldığını bildiğinden elinde kukla gibi oynatmış," dedi gözlerini kapatarak. Vücudu kaskatı kesilmişti. "İğrenç birisi," dedim. Ellerimle gözlerimi ovaladım. "Peki şu Yağız'ın sana söylediği tedavi meselesi ne? Tedavi mi görüyorsun?" diye sordum biraz zorlanarak. Yine kişisel sınır ihlali yapıyordum, farkındayım. Ama içimde çırpınıp duran merak duygusu beni yiyip bitiriyordu. Gözlerini yavaşça açtıktan sonra salıncağı ayağıyla durdurdu ve hafifçe doğruldu. "Ben, bize bir kahve yapayım. İçin ısınır," dedi ayağa kalkarak. "Üstüne de bir şeyler getirme mi ister misin?" Dümdüz yüzüne bakarken kafamı iki yana salladım. Gözlerini kaçırıp arkasını döndü ve kış bahçesinden çıkıp beni yalnız başıma bıraktı. Düpedüz sorumdan kaçmıştı. Evet, belki haklıydı. Çünkü o benim kırmızı çizgim hakkında bana soru sorduğunda çok öfkelenmiştim. O yine kibarlık edip kaçıp gitmişti. Bu da demek oluyordu ki Yağız'ın söyledikleri gerçeklik payı taşıyordu. Bana söyleyene kadar üstüne gitmeyecektim. Belki de hiç söylemezdi. Bu ihtimali düşünmek istemiyordum. Sonuçta biz ortaktık ve ben nasıl biriyle çalıştığımı bilmeliydim. Böyle kibar bir adam ne tedavisi görüyor olabilirdi ki? Düşündükçe beynim bulanıyordu. Her şeyin bir zamanı vardı ve sıra elbet Araf Demirkan'ı da çözmeye gelecekti.
🌑 Şişedeki son suyu saksıların içine döktükten sonra plastik şişeyi buruşturup masanın altındaki çöp kutusuna attım. Odanın içinde birçok yeşil bitki vardı ve onları korumak bana düşüyordu. Sanki onca sorumluluğum yokmuş gibi başıma bir de çiçekler çıkmıştı. Hayır yani sürekli burda olmayacaktım ben, güzelim çiçekler solup gideceklerdi. En azından ben gidene kadar iyi bir bakımı hak ediyorlardı. Başka sulamadığım var mı diye etrafa bakındıktan sonra geçip masama oturdum. Odam çok ferah ve güzeldi. Ama şirket Demirkanlar'ın olmasaydı daha güzel olurdu. Sigaradan kararmış ciğerlerime burdaki bitkiler iyi geliyordu. Yaydıkları oksijen nefes almamı sağlıyordu. Gözlerimi kapatıp içime derin bir nefes çektim. Odanın tek kusuru herkesin dışarıdan seni görüyor olmasıydı. Araf'a sorup bütün camları siyaha boyasa mıydım acaba? Çok mu komik olurdu? Olabilirdi ama olsun sonuçta benim rahatlığım daha önemliydi. Ama sorduğumda bana, "Babanın şirketi mi Gece?" diye de bilirdi. Haklıydı da. Bu konu üzerinde biraz daha düşünebilirdim. Araf demişken... Dün geceden sonra bir daha onu görmemiştim. Kahvelerimizi içtikten sonra hemen oradan ayrılmıştım. Allah'tan Luna'yı uyuyor bir vaziyette bulmuştum da sorguya çekilmeme gerek kalmamıştı. Sabah hazırlandıktan sonra Luna'yı okula bırakmış bense çabucak şirkete gelmiştim. İlk Araf'ın odasına uğramıştım ama oda bomboştu. Hala uyuyor olabilirdi. Yoksa yine Gizli Evde mi kalmıştı? Normal bir evi yok muydu bu adamın? Masadan kalkıp sehpanın üzerinde duran bir şişe suyu aldım ve odadan çıktım. Araf'ın odasında da bitkiler vardı ve solmaya yüz tutmuş görünüyorlardı. Onları gidip sulayabilirdim. Yürüyüp odasının önüne geldim ve kapıyı tıklattım. İçeriden ses gelmeyince açtım. Oradaydı, masasında telefonuna gömülmüş vaziyette oturuyordu. Kapıyı kapatıp tekrar önüme döndüm. Telefondan başını kaldırmadan, "Misafir kabul etmiyorum anlamıyor musunuz? Kim geliyorsa geri gönder," dedi çatık kaşlarıyla. "Beni de mi kabul etmiyorsun?" diye sordum masasına yürüyerek. Sesimi duymasıyla başını telefondan kaldırdı ve çatık kaşlarını düzeltip gülümsedi. "Sen ayrısın..." dedi sıcacık sesiyle. Gözleriyle aynı renk olan triko bir kazak giyinmiş kollarını hafifçe sıyırmıştı. Beyaz teni kıyafetlerinin içinde parlıyordu. "Geldiğini bilmiyordum," dedi. Elimdeki şişeyi açıp saksılara doğru yürüdüm. Gözleri üzerimde geziniyordu. "Biraz erken geldim. Gelmişken de çiçekleri suladım," dedim. Saksıların önünde diz çöküp diplerine su döktüm. "Sonra senin bitkilerin aklıma geldi. Gelip onlarada su vereyim dedim." Sıra sıra bütün saksılara su verdikten sonra ayağa kalktım. Araf, lacivert gözlerini kısmış dikkatle beni izliyordu. "İyi yapmışsın, teşekkür ederim," dedi çiçeklere bakarak. "Burdaki kimse önemsemez bitkileri. Umurlarında olmaz solmuşlar mı, solmamışlar mı diye. Paralarını alıp çekilirler kenara." Dudaklarını ıslatıp bakışlarını tekrar bana çevirdi. Eline aldığı kalemi çevirmeye başladı. İsminin yanında yazan kalemlerden, hatta benim dün saçımda olan kalemlerden biri orada değildi. Zaten iki tane vardı. Biri şimdi Araf'ın elindeydi ama diğeri yoktu. Belki dosyaların arasına karışmıştı, emin değildim. "Plazalar'ın genel ruh hali böyle herhalde. İnsan yerine robot çalışıyor," dedim. Dalga geçer gibi güldüm. "Neyse, ben gideyim artık. Çok işim var." Pencerenin yanına yürüyüp dışarıyı izledim. "Malum bugün büyük gün. Onlar kara parayı aklamadan önce gidip ön hazırlık yapmam lazım," dedim dudaklarıma kondurduğum sert gülümseyle. Araf bir şey söylemeyip ayağa kalktı ve yanıma yürüdü. Önümde kollarını çaprazladı ve kafasını eğip gözlerimin içine baktı. Güneş ışınları beyaz tenine vurdukça bir elmas gibi parlıyordu sanki. Konuşmak için pembemsi dudaklarını araladı. "Vals yapmayı bilir misin?" diye sordu merakla. Simsiyah saçlarının iki tutamı önüne düşmüştü. "Ne alaka?" diye sordum istediği cevabı vermeyerek. "Söylediğimden hoşlanmayacaksın ama bugün çok önemli bir davet var. Hatta bağış gecesi desek daha doğru olur," dedi sıkıntılı ses tonuyla. "Ve?" dedim devam etmesini ister şekilde. Konu nereye gidecekti merak ediyordum. "Ve... Bu gece çok önemli. Yani gitmem lazım. Ayrıca her yıl düzenledikleri bu bağış gecesinin ortasında çiftler Vals yapar. Gelenek gibi," dedi. "Niye siz İngiliz kraliyet ailesi misiniz?" dedim alay ederek. Bu zengin saçmalıklarından bıkmıştım. Bağış yapma ayağına kendilerini eğlendirmekten başka hiçbir halta yaradıkları yoktu. Araf sıkıntıyla alnını ovaladı ve "Soruma cevap vermedin," dedi sabırsızca. "Bilmiyorum Vals yapmayı Demirkan," dedim kestirip atarak. Kollarımı birbirine bağladım. "Başka biriyle git. Mesela... Kalbindeki kişiyle gidebilirsin." Yok yani şu eşek arıları neredeyse gidip kendim bulacaktım artık. Böyle olmazdı. Ağzıma her geleni söylüyordum. Biri buna dur demeliydi. Suratıma öylece bakarken gözlerini büyütüp kaşlarını çattı. "Sen bunu," deyip sustu. Dilini üst üste damağına vurdu. "Melis'le konuşurken bizi mi dinledin?" diye sordu inanamayarak. Gözlerimi kaçırdım. "Nasıl dinledin? Kulağımı kapıya dayadım deme sakın bana," dedi dalga geçercesine. "Hayır öyle değil!" diye sesimi yükselttim karşı çıkarak. "Dosyaları düzeltirken elin benim odadaki telefonun numarasına basmış herhalde. Bende odaya gidince baktım telefon çalıyor, sonra merak edip açtım. Birde ne duyayım? Sizin sesiniz geliyor." Gözlerimi başka taraflara bakmak için zorladım. Ama Araf gözlerini ayırmadan bana bakıyordu. "Hem çok dinlemedim zaten, bir dakika dinleyip hemen kapattım telefonu." Yutkundum. Ulan Gece, yalancı çoban olma yolunda hızla ilerliyorsun haberin yok. "Demek öyle?" dedi harfleri uzatarak. Kafasını salladı. Daha sonra umursamazca omuzlarını silkti ve, "Zaten bende yalan söylemiştim," dedi. "Ne?" diye sordum anlamayarak. Gözlerine bakınca kafam allak bullak oluyordu. "Melis konuyu daha fazla uzatmasın diye yalan söyledim işte," dedi öylesine çıkan ses tonuyla. Gözlerini kaçırıp kolundaki saatle oynadı. "Şimdi de bana yalan söylüyorsun yani?" dedim dümdüz çıkan sesimle. "Nasıl?" diye sordu affallamış bir şekilde. Gözlerimi devirip, "Boşver," dedim. Belki sözlerle yalan söylenebilirdi ama... Gözlerle asla. Bakışlarımı pencereye çevirdim. "Her neyse. Kendine dans etmek için başka birini bul," dedim gözlerimi yere indirip parmaklarımla oynarken. "Başka biriyle dans etmek istemiyorum," dedi sert çıkan sesiyle. Hızla kafamı kaldırınca gözlerim hırçın lacivert hareleriyle kesişti. "Ben..." dedi, derin bir nefes alıp yanıma bir adım daha yaklaşarak. "Seninle dans etmek istiyorum." Ağzından dökülen kelimeler, kalbimi mengeneyle sıkıyorlarmış gibi hissettiriyordu. Acımsı karanfil kokusu ciğerlerime usul usul işlerken gözleri gözlerime kenetliydi. Daha dün kendime bu kadar yaklaşmamam gerektiğini hatırlatırken şimdi kokusunu gizlice içime çekiyordum. Bu konuda kendimden nefret ediyordum. Kendime olan nefretim o kadar fazlaydı ki daha ne kadar büyük olabilirdi bilmiyorum. Bana yalan söylerken bile yalan söylüyordu. Gözlerinin içinde iç içe geçmiş gizemler silsilesi vardı sanki. Ucunu bir bulsam gerisi pamuk ipliği gibi sökülüp ellerime dökülecekti. Ama buna izin vermiyordu. O bana bu kadar kapalıyken ben neden açık olacaktım ki? Duygularımı birbirine geçiriyordu ve bunu sürekli tekrarlamaya başlamıştı. Aynısını artık bende ona yapacaktım. Bakalım kapalı kalmaya daha ne kadar dayanabilecekti. Gözlerinin tam içine bakıp bir adım daha yaklaştım. Tek bir adım daha atarsam vücudum, vücuduna değecekti. Kafamı biraz kaldırıp titrek bir nefes aldım. Gözlerindeki şaşkınlıkla dudakları hafifçe aralanıp hemen kapandı ve daha sonra sertçe yutkundu. Adem elmasının kusursuz bir şekilde boğazından kayışını izledim. Odağım kayboluyordu. Konuşmak için dudaklarımı ıslattım ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Daha önce kimsenin duygularını karıştırmaya çalışmamıştım. Zaman kazanmam gerekiyordu. İçimi çekip içimden ne geçiyorsa onu söyleceğim sırada kapı aniden sertçe açıldı. Hay ben böyle işin! Neye uğradığımı şaşırak kendimi Araf'tan hızla uzaklaştırdım. "Selam dünyalılar!" dedi Toprak yüksek sesiyle içeri dalarak. Bizi umursamayarak kıvırcık saçlarını eliyle biraz daha dağıttı ve ortada olan koltuklardan birine yayılarak oturdu. "Bugün kendimi aşık ve mutlu hissediyorum. Siz nasıl hissediyorsunuz?" Güleç tavrıyla kollarını koltuğun üst kısmına çıkarıp iki yana açtı. Sinir bozukluğundan olsa gerek kahkaha atmaya başladım. Araf, deliymişim gibi bana bakarken kafasını iki yana salladı. Bende ona karşılık omzumu silktim. Ben gülmeye devam ederken Araf, Toprak'ın yanına yürüdü ve zalimce suratına baktı. "Ben kendimi katil gibi hissediyorum Toprak. Şansa bak, ilk kurbanım sen olacaksın," dedi sinirle. Toprak umursamazca elini salladı ve çıkardığı telefonuyla ilgilendi. "Elli kere sana içeri böyle girme demedim mi? Senin yüzünden kapıyı kilitleyeceğim artık. Ondan sonra adamsan gir bakalım," dedi. Gözlerini öfkeyle kapatıp açtı ve masasına yürüdü. "İstediğin kadar kilitle, bacadan girerim," dedi Toprak telefonu cebine atarken. Gözleri beni buldu. "Soruma sen cevap vermedin Gece. Sen nasıl hissediyorsun bugün?" diye sordu neşeyle. Dünün etkisini bu kadar çabuk atlatacağını düşünmemiştim. Dudaklarımı büzüp düşünür gibi yaptım. "Bilmiyorum," dedim içimden ilk geçeni söyleyerek. "Bilmiyorum mu? O ne be?!" dedi yüzünü buruşturup. "Birisi katil gibi hisseder diğeri nasıl hissettiğini bilmez. Bu kadar melankolik olmayın. Pozitif olun. Umutla bakın etrafınıza," dedi tıpkı bir yaşam koçu edasıyla. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yavaşca kafamı salladım anladığımı belli eder gibi. "Ohoo!" dedi Araf elini havada sallayarak. "İyice Leyla olmuş bu." "Hayır... İsmi Leyla değil!" diye çıkıştı Toprak. "Leyla kim?" diye sordu kaşlarını çatarak. Araf elini alnına koyup, "Ya sabır!" dedi dişlerinin arasından. "Sabah sabah ne içiyorsun oğlum sen?" dedi, daha sonra kapı tıklatılıp açıldı. Bu kızın burda ne işi vardı? Yol geçen hanına falan mı benziyordu burası? Gözlerimi kısıp Luna'nın gülümseyerek ortaya kadar yürüdüğünü izledim. Dağınık bir şekilde topladığı saçlarını kulaklarının arasına sıkıştırdı. "Merhaba," dedi utangaç bir ifadeyle. "Hoş geldin Luna," dedi Araf sıcak tavrıyla. "Hoş geldin," dedi Toprak içini geçirerek. Luna genişce gülümseyip, "Hoş buldum," dedi. Sonra gözlerini bana çevirip tekrar Araf'a baktı. "Aslında ben ablamı görmeye gelmiştim... Onu bulamayınca sizin yanınıza uğramak istedim." Abla olan ben, bir şey söylemezken Toprak tekrar lafa atladı. "Ne iyi etmişsin," dedi yüzünden düşürmediği gülümsemesiyle. "Bu arada böyle çok iyi görünüyorsun," dedi Toprak. Şimdi sesi bir arkadaş edasına bürünmüştü. Luna üstüne giydiklerine daha sonra şaskınlıkla Toprak'a baktı. Gri yüksek bel bir eşofman üstüne de mavi kısa bir swaet giymişti. Ayaklarında da beyaz spor ayakkabılar vardı. "Teşekkür ederim," dedi ne diyeceğini bilemez şekilde. Dağınık saçlarını elleriyle düzeltti. "Yağız, dün renkli elbiselerin daha çok yakıştığını söylemişti aslında." Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Tarz nedir bilmez o," dedi Toprak iğrenerek. "İddiaya varım o pezevenk yatağa bile takım elbiseyle giriyordur." "Toprak lütfen öyle şeyler söyleme," dedi Luna savunmaya geçerek. "Yağız benim erkek arkadaşım." Bastıra bastır söylediği kelime kusma isteğimi uyandırıyordu. "Biliyoruz orasını," dedi Toprak gözlerini devirip. Daha fazla dayanamayarak, "Luna," dedim. Bana baktığında gülümsedim. "Benim odam, burdan çıkınca hemen sağdaki ilk oda. Sen git, ben hemen geliyorum." Kafasını salladı ve ortaya "İyi günler," dedi. Daha sonra arkasını dönüp odadan ayrıldı. Bir kaç saniye sonra Toprak ayağa kalktı. "Bu arada, akşamki bağış gecesine Luna'yı da davet ettim. O da bizimle olacak," dedi gülümseyerek. Kaşlarımı çattım. "Peki bunun için benden izin aldı mı?" diye sordum sertçe. "Senden izin alması mı gerekiyor?" dedi Toprak gözlerini kısarak. "Tabiki alması gerekiyor. Ben onun ablasıyım." Toprak abartılı bir şekilde gözlerini devirdi. "Luna çocuk değil Gece. Bunun farkında mısın?" "İzin vermiyorum. Hiçbir yere gitmiyor," dedim dişlerimi sıkarak. "Ben davet ettim, o da kabul etti. Burda senin iznine gerek yok Gece," dedi damarıma basarak. Sinir tellerimin üzerinde yürüyordu ve korktuğum nokta o tellerden birini koparmasıydı. "Bana bak Korlu!" dedim parmağımı ona doğru sallayarak. "Benim sınırımı zorlama." Dişlerimi gıcırdattım. "Zorlarsam ne olur?" diye sordu meydan okuyarak. "Hem bu ne biçim üslup böyle? Karşında kim olduğunu bil!" dedi ses tonuna yerleşen kibirle. Hızla üstüme yürüyeceği sırada Araf'ın ürkünç sesini duydum. "Geri bas Toprak!" Lacivertleri o kadar korkunç bakıyorduki gözlerimi kaçırmıştım. Bu yüz ifadesini daha önce hiç görmemiştim. İlkti ve son olmasını diliyordum. "Hayrola, bizim hırçın Araf geri mi dönmüş yoksa?" dedi Toprak iğneleyici sesiyle. Tek kaşını kaldırmış, hafif çekik gözlerini kısmıştı. "O hallerimi, özlediğini söyleyemezsin," dedi Araf ifadesiz ses tonuyla. Oturduğu koltuktan kalkıp masanın önüne geldi ve kollarını çaprazladı. Yüzü zifiri karanlığa bürünmüştü sanki. Bütün duyguları silinmiş gibiydi. Toprak alayla ufak bir kahkaha atıp, "Yok özlemedim, Allah korusun," dedi. Sonra elini boğazına götürüp ovalamaya çalıştı. Araf hiçbir tepki vermeyip kollarını açtı ve iki elini masanın kenarlarına yerleştirdi. "Ayağını denk al, o zaman. Yoksa bu hallerimi bile özlersin," dedi karanlık sesiyle. "Şimdi çık dışarı. Yalnız bırak beni." Toprak gözlerini ilk bana çevirip daha sonra Araf'a baktı. "Sende bi' haller var ama... Hadi hayırlısı," dedi. Bize son bir bakış atıp arkasını döndü ve ıslık çalarak odadan ayrıldı. Araf'ın sıkıntılı bir nefes verdiğini duyduğumda bakışlarımı ona çevirdim. Elleriyle yüzünü ovalıyordu. "Sakinliğini koruman lazım," dedi kafasını kaldırdığı sırada. Yaslandığı masadan ayrılıp yandaki dolabı açtı ardından içinden iki bardak ve kristal şişenin içinde olan viskiyi çıkardı. "Sıkıysa gel sen koru," dedim ters bir tavırla. Bardakları yarısına kadar doldurdu. "Toprak senin kim olduğunu öğrense böyle konuşamazdı," dedi iki bardağı eline alıp yanıma doğru yürürken. Pencerenin önüne geldiğinde bardağın tekini bana uzattı. "Öğrenecek," dedim bardağı elinden alırken. Viskiden bir yudum alıp pencerenin kenarına bıraktım. Çok hızlı sarhoş olurdum o yüzden şimdilik bir yudumla idare edecektim. Çünkü ayık kafaya ihtiyacım vardı. "Söyleyecek misin?" diye sordu kaşlarını kaldırarak. Bardaktaki içkiyi tek teferde bitirip pencerenin kenarına bıraktı. Kafamı salladım. "Ben sana güvenmeyi seçtim," dedim gözlerine bakarak. Sertçe yutkundu. "Ve sende Toprak'a güveniyorsun. Ayrıca şu an ona ne kadar öfkeli olsamda aynı tarafta olduğumuzu biliyorum." Önüme gelen saçları arkaya doğru ittirdim. "Bu yüzden kim olduğumu öğrenebilir," dedim sorun olmadığını belli ederek. Gözlerinin içi gülüyordu. "Peki," dedi parmağındaki yüzükleri çevirerek. "Ne zaman söyleyeceksin?" Hiç düşünmeden, "Bu gece," dedim. "Ben gideyim artık. Luna meraklanmasın." Kenarda duran bardağı gösterdim. "Sağol," dediğim sırada gülümseyerek göz kırptı. "Vals için internetten videolar izleyebilirsin. Zaten çok önemli değil, sadece iki tur dönsek yeter," dedi önemsiz bir konudan bahseder gibi. Gözlerimi devirdim. "Hay seninle ortak olduğum gecenin sabahını," diye dişlerimin arasından sövmeye başladığım sırada cıklamaya başladı. "Çok ayıp," dedi cıklamaya devam ederken. "O kadar mı bıktın benden?" diye sordu ama bu sefer ses tonu ciddiydi. Oflayıp arkamı döndüm. Ondan değil olanlardan bıkmıştım. Tekrardan önüme döndüğümde gözlerimi kısmıştım. "Konum at bana, kendim geleceğim," dedim, istediği cevabı vererek. "Ama sakın evimin önünde olma Demirkan, yoksa rüyanda görürsün Vals'i." "Anlaştık," dedi kocaman gülümseyerek. Allah'ın manyağı! Daha fazla sinirlenmemek için bir şey söylemeden arkamı döndüm ve odadan çıkıp kapıyı kapattım. Etrafıma bakınırken köşeyi döndüm ve kendi odamın kapısını açıp içeri girdim. Luna masamın önündeki tekli koltuklardan birine oturmuş telefonuna gömülmüştü. "Bağış gecesine gidiyormuşsun," dedim masama doğru yürüyerek. "Evet," dedi, telefonuyla ilgilenirken. "Toprak davet etti, bende kabul ettim." Saldalyeye kurulup arkama yaslandım. "Benden izin alma gereği duymadın mı?" "Yani ablacığım... Tabiki izin alacaktım. Senden habersiz nereye gidebilirim ki?" "Hiçbir yere," dedim, sorduğu soruyu tasdikleyerek. Gülümsemeye çalıştı. "Bende sana söylemek için buraya geldim zaten. Hem tek başıma olmayacağım ki abla, sende orada olacaksın. Değil mi?" Kafamı salladım. "Tamam işte ne hoş. Bir de şey... Bana kartını verebilir misin? Kıyafet alacağım da," dedi masumane sesini kullanarak. Masanın üzerinde olan çantamı aldım ve cüzdanımın içindeki kartı çıkarıp parmaklarımın arasında Luna'ya uzattım. "Doyumsuzsun," dedim kartı vermeden önce. "Dolabında daha hiç giymediğin kıyafetlerin var." "Ama onların hiçbiri bu gece için uygun değil," dedi ve hızla parmaklarımın arasında duran kartı aldı. Gözlerimi devirip, "Görende sanar ki Luna Hanım her gece davetlerde," dedim. Koltuktan kalkıp yanıma geldi ve yanağıma kocamam bir öpücük bıraktı. "Teşekkür ederim ablaların en cömerti!" dedi coşkulu sesiyle. "Hadi ben kaçıyorum." Çantasını koltuktan alıp bana el salladıktan sonra odadan çıktı. Etrafı inceledikten sonra bilgisayarın kapağını açtım. Parmaklarımı klavyenin üzerinde hareket ettirerek Vals yazdım. Uzun zaman olmuştu. Gerçekten hayata karışmayalı uzun zaman olmuştu.
🌑 "Ben bu elbiseyi giymem," dedim, dolabın üzerinde asılı olan elbisede gözlerimi gezdirerek. "Niye ya?!" diye carladı Luna. İki elini beline koyup önümde durdu. "Bir kere rengi çok canlı," dedim. Kollarımı birbirine bağladım. Gözlerimi elbiseden ayıramıyordum. "Sonra... Fazla dikkat çekici. Olmaz giymem bunu." Kafamı iki yana salladım. "Saçmalama abla!" dedi, sanki dünyanın en tuhaf şeyini söylemişim gibi. Elbisenin yanına gidip ipek kumaşının üzerinde ellerini gezdirdi. "Şuna bak." Elbiseyi askısıyla beraber aldı ve üzerime doğru tuttu. "Gördüğüm ilk an üzerine tam olacağını biliyordum. Benim ten rengime olmaz bu renk. Sen esmer tenlisin, üzerinde harika duracak." "Beni düşündüğün için teşekkür ederim ama gerçekten gerek yoktu," dedim önünden çıkıp dolabın kapağını açarken. "Burda bir sürü elbise var, birini giyerim." Luna yüksek sesle oflayıp dolabın kapağını kapattı. "Ay yeter!" diye bağırdı tiz sesiyle. "Kara dul gibi sürekli siyah giyiyorsun. İçim şişti içim!" Elbiseyi elime tutuşturdu. "Giy şunu abla," dedi sinirli olmaya çalışarak. Kaşlarımı kaldırdım. "Hadi lütfen giyer misin bal ablam." Gözlerimi devirip elindeki elbiseyi aldım ve yatağımın üzerine bıraktım. Üzerimdeki bornozu çıkarıp elbiseyi askısından ayırdım ve üzerime giyindim. Derin bir nefes alıp aynanın karşısına geçtim. Uzun zaman sonra ilk kez siyah dışında bir renk giyiyordum. Ellerim vücudumun kıvrımlarında gezindi. Esmer tenimle bütünleşen çarpıcı kırmızı renge sahip olan elbise, üzerime tam oturmuştu. Askıları inceydi ve tek kısmında derince bir yırtmaç bulunuyordu. Sırtımı döndüm ve gözlerim aralandı. Kuyruk sokumuna kadar sırt dekoltesi vardı fakat bu dekoltenin yarısını, bağlanan ince ipler kapatıyordu. Saçlarımı arkaya atıp gülümsedim. "Oha!" dedi Luna kocaman açtığı gözleriyle. "Özel dikim olmasına rağmen üstüne tam oldu. Yakışacağını düşünüyordum ama... Bu kadarını tahmin etmemiştim." Elimden tutup beni kendi etrafımda döndürüp ıslık çaldı. "Beğendin sende değil mi? Hadi itiraf et," dedi göz kırparak. Gülümseyerek kafamı salladım. "Çok güzel," dedim büyülenmiş gibi. "Ama bunu, bu gece giyemem Luna. Çok dikkat çekici." Luna dediklerimi sallamamış ve beni çevirip boy aynasının önüne getirmişti. "Hadi sırtındaki ipleri bağlayalımda tam olsun," dedi. Omuzlarımı sıkıp yanağıma bir öpücük kondurdu. İpleri bağlamaya başladı ve her ipi çektiğinde o kadar çok sıkıyordu ki vücudumda geriye gidiyordu. İpler bağlanmadan önce göğüs kısmı biraz bol gelmişti ama şimdi ipler bağlanınca göğüs kısmı tam oturmuş hatta biraz dekolte bile oluşturmuştu. "Sen ne giyeceksin?" diye sordum Luna'ya, nefes almaya çalışarak. "Sürpriz," dedi ve son ipi de çekip bağladığında tekrar önüme geçti. "Hadi şimdi saç ve makyajını yapalım." Ellerimden tutup makyaj masamın yanına sürükledi. "Sakın abartma Luna," dedim pufa otururken. "Tamam ablacım sen kendini bana bırak." Kuaför edasına bürünüp önüne bir sürü makyaj malzemesi çıkardı ve içlerinden birini alıp yüzüme uygulamaya başladı. Kardeşimin elinin bu kadar hızlı olduğunu bilmiyordum. Yarım saat içinde saçımı, makyajımı halletmiş üstüne oje bile sürmüştü. Sözüme uymuş ve fazla abartmamıştı. Gözlerime buğulu bir göz makyajı yapmış dudaklarıma nude bir ruj geçmişti. Saçlarımı da arkaya doğru yatırmış ve açık bırakmıştı. Uzun tırnaklarıma bordo oje sürmüştü ve gerçekten güzel olmuştu. Ellerime üflerken ayağa kalktım ve kendimi inceledim. Luna başarılı bir çalışma ortaya koymuştu. Ben bile bu kadar iyi olacağını tahmin etmemiştim. "Ellerine sağlık birtanem," dedim iki yanağından da öperek. Kocaman gülümsedi. "Rica ederim ablacığım. Sen zaten çok güzeldin ben sadece biraz ön plana çıkardım, o kadar," dedi mütavazi tavrıyla. "Seni hallettik şimdi sıra bende. Gidip hemen hazırlanayım sonrada kapının önünde buluşalım." Tamam anlamında kafamı salladığımda arkasını döndü ve beni odamda yalnız bıraktı. Ortalığı toplayıp çekmeceden küçük bir çanta çıkardım, iki telefonumu içine attığım sırada bir tanesi yüksek sesle çalmaya başladı. Kendi hattımın takılı olduğu telefonu çıkarıp kulağıma götürdüm. "Efendim Çağlar?" dedim. "N'aber kara kedi?" diye sordu her zamanki neşesiyle. "İyidir. Senden?" "Benden de iyi. Çalışmalar nasıl gidiyor?" "Hal hatır sormaya mı aradın?" diye sordum direkt konuya girerek. "Rakı ve balık?" diye cevap verdi. Güldüm. Şu an ki durumuma çok absürt olurdu. "Olmaz," dedim. Odayı tamamen topladıktan sonra çantamı alıp salona doğru yürüdüm. "Ama neden?" diye sordu isyan eder tonda. "Çünkü bir davete gitmem gerekli o yüzden başka sefere," dedim. Mutfağa gidip kendime bir bardak su doldurdum. "Ne daveti ya?" Sorduğu soru karşısında ofladım. "Sonra anlatsam olur mu? Şu an pek müsait değilim," dedim geçiştirmeye çalışarak. Sesli bir şekilde nefes verdiğini duydum. "Olur Gece, sonra konuşuruz. Bye bye," dedi ve daha sonra telefonu kapattı. Alınmıştı. Ama şu an cidden açıklama yapacak gücüm yoktu. Bardağı bulaşık makinesine koyduktan sonra vestiyere yürüdüm ve nude, yüksek topuklu ayakkabı çıkardım. İki bağcığıda bağladıktan sonra üstümü düzelttim. "Luna gelirken iki tane şal getir!" diye bağırdım odasına doğru. Tekrar mutfağa ilerledim ve tezgahın önünde duran sandalyelerden birine oturdum. Telefonum mesaj sesiyle titredi. Elime alıp kilidini açtım. Mesaj Araf'tan gelmişti. Gideceğim yerin konumunu atmış altına da ergence "Fazla bekletme güzellik." Yazmış ve göz kırpan emoji eklemişti. Gülmeden edemedim. Gerçekten deliydi bu adam. "Ben hazırım," dedi Luna. Bakışlarımı telefondan çekip ona diktim. Diz üstü, kalın askılı siyah bir elbise giymişti. Elbisenin etek kısmında hafif püsküller vardı. Saçlarına ıslak bir görüntü verip kıvır kıvır yapmıştı. Sadece dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj bile gayet iddialıydı. Ama gerçekten iddialı olmuştu ve biz davette fazla dikkat çekecektik. "Çok iyi olmuşsun," dedim ayağa kalkarken. Elinde olan ince şallardan birini bana uzattı. Dışarda donmak istemiyordum. "Sağol tatlım," dedi gayet havalı tavrıyla. Şalını omuzlarına geçirirken diğer eliyle tuttuğu parfümü üzerine sıktı. Kendi üstüne sıktığı yetmiyormuş gibi birde benim üstüme sıkmaya çalıştı ama anında geri çekildim. "Sakın!" dedim elimi kaldırarak. "Aman abla ya," dedi gözlerini devirip parfümünü çantaya tıkarken. "Ne olur birkaç fıs sıksan yani?" "Hayır istemiyorum. Hiçbir parfüm tenimle uyuşmuyor bilmiyor musun?" dedim. Telefonumu çantama koydum ve kapıya doğru ilerledim. Luna vestiyerden topuklu ayakkabılarını çıkardı. "Tamam da, annem banada sürmüş zambak kremi ama ben parfüm sıkabiliyorum." Saçlarını aynada düzelttiği sırada kapıyı açıp çıkmıştım. "Sana daha az sürmüş herhalde," dedim gözlerimi kaçırarak. Annem ve babamla en az vakit geçiren Luna'ydı ama ben bunu dile getirmekten ısrarla kaçıyordum. "Ya da benim vücüduma sürdüğü karagül kremi daha çok tesir etmiştir bilemiyorum ama bir türlü geçmiyor kokusu. Geçmediği gibi de parfüm sıkamıyorum. Sıktığım her parfümün kokusu tenimde değişip iğrenç bir koku oluşturuyor." Üstümde denemeye çalıştığım parfümleri düşündükçe midem bulanıyordu. Annem doğduğum ilk andan elleriyle yaptığı kremleri vücuduma sürüp iyi mi yapmıştı yoksa kötü mü bilmiyordum. Bazen kötü geliyordu çünkü artık yaptığı losyonların, kremlerin, yağların tarifleri yoktu. Bu yüzden bazen kızıyordum ona. Benim asla böyle bir yeteneğim yoktu ve bir daha o tarifi bulamayacaktım. Asansörden indiktikten sonra binadan çıktık. "Annem seni kremlerin içinde yüzdürmüştür kesin," dedi Luna gülerek. Arabanın kilidini açıp sürücü koltuğuna yerleştiğimde Luna'da yan kapıyı açıp hemen bindi. Arabayı çalıştırıp siteden çıkardım ve Araf'ın attığı konuma doğru yol aldım. İstanbul tarafiğinin karmaşaşından sonra iki saatin sonunda davetin yapılacağı yere varabilmiştik. Tarihi Sarnıç görkemli ve ışıl ışıl görünüyordu. İyi dizayn edilmişti. İçeriye girmeden patlayan flaşların ışığını görebiliyordum. Arabayı park edip indim ve Luna'nın inmesini bekledim. O da indiğinde iç kısıma doğru yürümeye başladık. Kameralar ve patlayan ışıkların arasından tamamen sıvıştığımızda içerideydik. Orta alana doğru geçerken misafirleri inceliyordum. Hepsi sosyetenin gözde isimlerindendi. Her birinin hareketi o kadar yapmacık duruyordu ki bunu fark etmemek için kör olmak lazımdı. "Yuh!" diye bir ses çıkardı Luna. Kaşlarımı çatıp ona baktım. "Bu kadarı da şov yani..." Hayranlık dolu gözleri tam karşıya bakıyordu. Bakışlarımı Luna'dan çekip karşıya çevirdim. Simsiyah takımının içinde lacivert gözleriyle parıl parıl parlayan Araf Demirkan gözlerimin önündeydi. Dilim damağım kurumuştu. Uzun, yüzüklü parmaklarının arasında tuttuğu kadehi konuştukça hareket ediyordu. Ne konuşuyordu bilmiyordum ama sırıtıyordu. Ama hayır bu gerçek bir gülüş değildi. Alay ederek, dalga geçerek gülüyordu. Bembeyaz teni siyah takım elbisenin içinde tezatlığın kusursuzluğunu oluşturuyordu. Dudaklarını yaladı ve etrafa bakındı. Bir an sonra lacivert gözleri tam karşıyı buldu ve gözlerimiz kesişti. Şimdi aramızda sadece bir metre vardı. Az önce yaladığı dudakları aralık kaldı. Taş kesildi sanki. Elinde tuttuğu kadehi sıkıca sararken yanımıza doğru yürüdü. Göz bebekleri bir küçülüp bir büyüyordu. Yanımıza vardığında göz kontağını kesmemiştik. Önümden sürekli insanlar geçiyordu ama hiçbiri onunla göz temasını kesmeme engel değildi. "Hoşgeldiniz," dedi boğuk ses tonuyla. Sonra boğazını temizledi. "Çok güzel olmuşsun Luna." Dudağında kalan tatlı tebessümle Luna'ya baktı. "Teşekkür ederim Araf abi," dedi Luna sıcak tavrıyla. "Sende taş gibisin maşallah!" dedi daha sonra öksürmeye başladı. "Yani... Sende çok şıksın." Araf gülerek kafasını salladı. "Toprak şu köşede, eğer görmek istersen," dedi eliyle tarif ederek. Luna gülümsedi ve ikimize bakıp yanımızda ayrıldı ve Toprak'ın yanına gitti. Yalnız kalmıştık. Evet etrafımızda onlarca insan vardı ama ben şu an ikimizden başka kimseyi görmüyordum. Araf derin, çok derin bir nefes aldı. "Bu kadar güzel olmana gerek var mıydı?" dedi mırıldanarak. Aşırı sessiz söylemişti. Müziğin sesi olmasa daha rahat duyabilirdim. Yüzüne anlmasızca bakıp, "Ne diyorsun Demirkan?" diye sordum. "Hadi şu masaya geçelim," dedi gülümsemeye çalışarak. Ama bunu zoraki yaptığını anlamıştım. Elini çıplak bel boşluğuma değdirdiği an ürperdim. Bana yön verdikten sonra duracağımız masanın önüne geldik. Ardından Luna ve Toprak bizim olduğumuz masaya geldiler. Toprak şaşkınlıkla gözlerini üzerimde gezdirdi. Ona hala kızgın olduğumdan yüzüne bakmamaya çalışıyordum. "Kızım, Gece bu ne hal?" diye sordu. Anlamayan gözlerle ona baktım. "Ateş ediyorsun resmen. Dikkat et kimse seni kaçırmasın," dedi göz kırparak. Sabah tartıştığımız an dan eser kalmamıştı. Aynı samimiyetle bakıyordu yüzüme. "Saçma sapan konuşma Toprak!" dedi Araf dişlerinin arasından. "Gece'yi kimse kaçıramaz." Bu sefer çatık kaşlarımla ona döndüm. Öfkeli gözleri bana dönünce normale döndü. Acaba bu adam bipolar falan mıydı? "Yani belki talibi falan çıkar diye..." dedi Toprak açıklamaya çalışarak. Bana açıklamasına gerek yoktu ben zaten anlamıştım. "Sus artık, yeter." Araf'ın öfke dolu sesini duyunca ofladım. Bir de bana diyordu çok agresifsin diye. Kendisi Toprak nefes alsa ona bile öfkeleniyordu. "Teşekkür ederim Toprak Bey," dedim iltifatına cevaben. "Açıklama yapmak zorunda değilsiniz. Ben anladım zaten ne demek istediğinizi." Omuzlarımı silktim. "Aslında haklısınız da..." dedim gülerek. Bakışlarımı Araf'a çevirdiğimde buz gibi bakıyordu. Bozulmuş muydu? Oh olsun! "Abla valla aklı olan bu güzelliği kaçırmaz," dedi Luna kıkırdayarak. Elimle öpücük gönderdim. "Şu konuyu kapatalım bence artık," dedi Araf sinirle gülerek. "Luna gel biz biraz etrafta dolanalım," dedi Toprak Luna'nın koluna dokunarak. "Burda toprağa basması gereken bir arkadaşımız var, onu yalnız bırakalım." "Ben şimdi basıcağım Toprak'a," dedi Araf kinayeyle. Toprak gözlerini devirip karşılık verdiği sırada Luna'da bana bakıp gözüyle gidişini haber veren bir işaret yaptı. Hafifçe kafamı salladım. İkisi yanımızdan ayrıldıktan sonra Araf'a döndüm kadehindeki içkiyi tek seferde kafasına dikti. "Toprak'a niye öyle dvranıyorsun? Yazık değil mi çocuğa?" diye sordum kızarak. Yani, ona kızmış olmam Araf'ın ona bu şekilde bağırmasını haklı çıkarmıyordu. "Çünkü patavatsız," dedi haklı olduğunu belli eder şekilde. Kokteyl masasının üstünde duran kadehlerden birini eline aldı ve onu da tek dikişte içti. "Yoo. O, patavatsız değil," dedim etrafı incelerken. Bakışlarımı tekrar yüzüne çevirdim. "Söyledikleri senin zoruna gidiyor." Yüzüme bir süre ifadesizce baktı. Hislerini her seferinde bu denli hızlı kapatmasına şaşırıyordum. "Zoruma gitmiyor," dedi tekdüze. Alayla güldüm. Çünkü yine yalan söylüyordu. Bence bir an önce birbirimize yalan söylemeyi kesmeliydik. Kadehlerden birini elime aldım ve ufak yudumlarla içmeye başladım. "Kime bağış yapacaklar bu gece?" diye sordum. Mekan iyice kalabalıklaşmaya başlıyordu ve benim anksiyetem tutmak üzereydi. "Kimsesiz çocuklara," dedi. Yüzümü buruşturdum. "Hayatta inanmam." Burdaki kimsenin bunu yapmayacağına, sadece gösteriş amaçlı burda olduklarına emindim. "Fazla klişe değil mi?" dedi ve kafasını salladı. "Haklısın. Ama asıl komik olan ne biliyor musun?" Hoşnutsuz bir şekilde içini çekti. "Toplanan bağışın sadece yarısı çocuklara gönderilecek." "Peki diğer yarısı?" diye sordum merakla. "Diğer yarısını az çok tahmin ediyorsundur." Anlamış gibi kafamı salladım. "Yani paranın bir kısmıyla yardım edip, diğer kısmıyla zehirliyorlar," diye fısıldayarak konuştum. "Bu kadar çok mu para toplanıyor?" Cevap vermeden önce kadehi kafasına dikti. "Fazlasıyla," dedi gözlerini kısarak. "Yazılı olarak dernek adına bağış yapıyorlar ama gel gör ki..." Sinirle güldü. "Halledeceğiz," dedim güven vermek ister gibi. Kafamı yan eğip gözlerine bakmaya çalıştım. Gülümsemeye çalıştı ve ben biraz zorlayınca güldü de. "Halledeceğiz," diye tekrar etti beni aynı güvenli tonla. Biz gülerken gözleri kenardan ilerleyen kişiye takıldı. "Kara bulut yaklaşıyor, kabusum gibi bu kadın," diye mırıldandı. Baktığı yere çevirdim bakışlarımı ve gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Alev Demirkan, koyu yeşil elbisesi, kırmızı saçlarına eşlik eden ağır makyajıyla bize doğru yaklaşıyordu. Bu kadınla yüz yüze gelmek istemiyordum. Gitmek için hamle yaptığım sırada Araf kolumu hafifçe tutup sıktı. Gözlerimi aralayıp ona baktığımda, "Kal," dedi sadece. Zaten bir şey söyleyemeden Alev Demirkan yanı başımıza gelmişti bile. Neden kalmamı istemişti anlamamıştım. Cici annesinden bana neydi ki? "Araf," dedi Alev Demirkan yapay şaşkınlığıyla. "Senin burda olacağından haberim yoktu." "Onur konuğuyum ben," dedi Araf aynı yapmacık ifadeyle. "Söylemedi mi kocan sana? Halbuki her haberi ilk sana verir." "Sürpriz olsun istemiştir," dedi Alev Demirkan, bozulduğunu belli etmeyerek. Araf onu takmayıp "Asel nerede? Göremedim," dedi etrafta göz gezdirerek. "Evde, bugün bizimle olamayacak. Ama seni görmeyi çok istedi. Geçen sefer onu görmeye geleceğine söz vermiştin," dedi Alev gözlerini Araf'a dikerek. "Abisi olarak sözünü tut lütfen. Kızımın üzülmesini istemiyorum." Araf'ın kaşları havalandı. "Ben verdiğim sözü tutarım Alev, hatırlatmana ihtiyacım yok," dedi çenesini havaya kaldırarak. Gözleri saf nefretle kaplıydı. Alev Demirkan soğuk yeşil gözlerini kısıp dudaklarını birbirine bastırdı. "Eminim öyledir," dedi, daha sonra alaylı bakışları bana kaydı. "Gece'ydi değil mi?" diye sordu küçümser bir ifadeyle. Yüzüme sahte olduğuna inandığım gülümsememi taktım ve kafamı evet anlamında salladım. Alev Demirkan dudaklarını büzdü ve "Çalışanların bu geceye davet edildiğini bilmiyordum." Son lafını Araf'a bakarak söylemişti. Saçına yapışmam için iyi bir fırsata benziyordu. Dişlerimi sıkıp alayla gülümsedim. Konuşmaya hazırlandığım sırada, Araf'ın sözleri beni susturmuştu. "Gece, bugün sadece çalışanım değil partnerim aynı zamanda." Kelimeler ağzından döküldükten sonra sanki havada asılı kalıyordu. O kadar donuktu ki elimle yakalamaya çalışsam tutabilirdim. "Anlamadım?" dedi Alev Demirkan sorarcasına. "Unutmuşum," dedi Araf mırıldanarak. "Neyi?" diye bir soru daha yöneltti Alev. "Bir şeyleri tek seferde anlamadığını," dedi Araf alayla. "Ama bu... Alt sınıftan gelenlere özel bir davranıştı. Öyle değil mi Alev?" Tek kaşını kaldırıp gülümsedi ve kadehini eline aldı. Bu kibirli bakışı garipsemiştim. Bir an için burada bulunan zengin soytarıları gibi konuşmuştu. Lacivert gözleri öyle ezici bakıyordu ki onlara bakan altında kalırdı. Alev Demirkan'ın sağ gözü seğirdi. Araf'ın ağzından çıkanların onu sarstığı belli oluyordu. Dudaklarını konuşmak için araladı ama koluna dokunan kişiyi fark edince susmak zorunda kalmıştı. Harun Demirkan'ı ilk defa bu kadar yakından görüyordum. "Hayatım, yeni misafirler geldi onları karşıla istersen," dedi karısına alttan bakarak. Alev kafasını salladı ve bize samimiyetten uzak bir şekilde gülümsedi. "İyi eğlenceler," dedi Araf'a doğru. Sonra havalı bir şekilde arkasını döndü ve davetlilerin yanına ilerledi. "Demek bu geceki partnerin asistanın?" diye sordu Harun Demirkan. Üstüne giydiği siyah beyaz takımın kravatını nazikçe düzeltti. "Bir sorun mu vardı?" dedi Araf, soruya, soruyla karşılık vererek. Bakışları histen yoksundu. "Hayır tabi ki yok. İstediğinle dans edebilirsin," dedi Harun Demirkan ve mavi gözlerini bana çevirip gülümsedi. Bu kadar kibar olmasına gerek yoktu çünkü ben içinin ne mal olduğunu biliyordum. Araf'a bir adım daha yaklaştı. "Bunları benim inadıma yaptığını biliyorum oğlum." Gözlerini kıstı ve elini Araf'ın omzuna koydu. "Nişanı bozdun sesimi çıkarmadım, inşaatları durdurdun yine sesimi çıkarmadım. Şimdi asistanınla dans edeceğini söylüyorsun ve ben yine sesimi çıkarmayacağım." Kısa bir es verdikten sonra devam etti. "Çünkü sen bana İstediğimi yapmama müsade edersen sana güvenirim ve senin yanında olurum dedin. Ve bende şimdi istediğini yapmana müsade ediyorum. Tadını çıkar oğlum," dedi gülümseyerek. Araf'ta gülmeye çalıştı ve, "Sağol baba," dedi. Harun Demirkan Araf'ın omzuna iki kez vurup kafasını salladıktan sonra geldiği yöne doğru arkasını dönüp gitti. Benimle tanışmaya tenezzül bile etmemişti. Gözlerimi devirip kadehimde olan şampanyayı içtim. Zaten bende onunla tanışmaya meraklı değildim. Araf, babası gittiği gibi hızla arkasını döndü. Ne olduğunu anlamayarak önüne geçtim. Yüzü kasılmış, göz çevresi kırmızı olmuştu. Nefes alamıyor gibiydi. Ellerini tuttum. "İyi misin?" diye sordum endişeyle. Ellerimi öyle çok sıktı ki bir an kırılacaklar sandım. Ama acımı belli etmeyip kafamı eğdim ve yüzüne bakmaya çalıştım. Gözlerini sıkıca yummuştu. "Derin bir nefes al," dedim. Sesimi olabildiğince yumuşatmıştım. Dediğimi yapıp nefes almaya çalıştı. Gözleri gibi boynunun etrafıda kızarmıştı. "İşte böyle." Gözlerini yavaşça açtı. Bir an harelerinde o kadar çok acı gördüm ki korktum. Çatık kaşlarını düzeltti. "Sen çok güçlüsün, atlatabilirsin bunu," dedim sakin ses tonumla. Bir çeşit panik atak geçiriyor gibiydi. Sonunda derin bir nefes daha alıp normale dönmeye başlamıştı. Bende içime kocaman bir nefes çektim ve endişeli yüz ifademle gözlerine baktım. "Teşekkür ederim," dedi minnet dolu sesiyle. Ellerimi biraz daha sıktı. "Her şey için..." Ne demek istediğini anlamamıştım. Zaten bu sıralar salak gibiydim, hiçbir şeyi anlamıyordum. "Şimdi biraz daha iyi misin?" diye sordum yüzünü inceleyerek. Göz çevresindeki kızarıklar dağılıyordu. "Sayende," dedi şükreder gibi. "Merak etme. İyiyim." Gülümsemeye çalıştı. Ama az önce gözlerinde gördüğüm keskin acı hala oradaydı. Nedensizce yok etmek istedim o acıyı. Parıldayan lacivertlerine, acı yakışmıyordu. Keşke uzanıp bütün hepsini silebilseydim. Acılar gerçekten silinebilir miydi? Üstelik benimkiler dün gibi yerindeyken. Ama gerçekten silinebilseydi hiç şüphesiz en başta Araf Demirkan'ın acısını silerdim. Dudaklarımı ıslatıp aynı soruyu yineledim. "İyisin değil mi gerçekten?" "İyiyim gerçekten." Bana sıcacık bakıp gülümsediğinde gözlerimi devirip ellerimizi ayırdım ve önüme döndüm. Demek ki taklidimi yapacak kadar kendine gelmişti. Hangisinin benim olduğunu bilmediğim kadehlerden birini elime alıp içmeye başladım. Az önce yaşanan olayın yüzünden bütün kaslarım kasılmıştı. "Hadi gel," dedi önümde durup elini bana uzatarak. Nereye der gibi kafamı salladım. "Gecenin en güzel zamanına." Elini tutmadım ve kadehi masaya bırakıp yanında yürümeye başladım. Kokteyl masaların olduğu bölgeden başka bir yere gelmiştik. Burası kocaman bir salona benziyordu. Köşeye yerleştiren müzik aletlerini ellerinde tutan sanatçılar özenle bekliyordu. Bizim dışımızda birkaç kişi daha vardı ve salonun biraz ilerisinde Demirkan çifti bulunuyordu. Araf, bizi herkesin ortasına götürdü ve durdu. Yüzünde heyecanlı bir gülümseme vardı. Derin bir nefes aldım. Yapabilirdim. Burdaki insanları düşünmeyecektim. Sadece biz vardık burda. Yalnızca ikimiz. Vals müziği başladığı an Araf, önümde kısaca reverans yaptı ve elini bana doğru uzattı. Elini tutmadan önce aynısını bende tekrarladım ve sıcak elini tuttum. Diğer eli çıplak sırtıma değdi ve beni kendine doğru çekti. O an nefesim kesildi sanki. Gözlerinin en içindeydim. Müzik çalıyor muydu, durmuş muydu fark edemiyordum. Onun yerine hızla kan pompalayan kalbimin sesi geliyordu. Araf, çapkınca gülümseyip elini sırtımın biraz daha yukarısına çıkardı. Tüylerim ürpermişti. Benim bir elim sırtının arkasında ters bir şekilde duruyor, diğer elim ise sıcak avucunun içindeydi. Ayaklarımız ritmik bir şekilde hareket etmeye başladığında kaşları havalandı. Bu sefer çapkınca gülme sırası bendeydi. Müzik hızlandıkça bizde hızlandık. Araf bir elini belimden çekip beni geriye doğru itti ve bir anda kendine doğru çekti. "Üstünde siyahtan başka bir renk gördüm nihayet," dedi sırıtarak. Gözlerinin içi parlıyordu. "Ama bence... Kırmızı tam senin rengin," dedi büyülü bir tonla. Yutkunup gözlerimi kaçırdım. "Keşke sende şu, sürekli taktığın lensleri çıkarsan," dedim alayla. "Bende nihayetinde rahatlardım." Dehşete düşmüş gibi ağzı bir parça açıldı. "Lens mi?" diye sordu şaşkınlıkla. Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum ve dudaklarımı birbirine bastırdım. O sırada elini belimden çekip beni kendi etrafımda döndürdü ve bir anda kendisine doğru çekti. "Daha yakından bak," dedi fısıltıyla. Yüzümüzün arasında sadece bir santim vardı. "Sence lens mi?" Lacivert gözleri, ruhumu delip geçiyordu sanki. Lens olamayacak kadar kusursuzlardı. Göz bebekleri büyürken yutkunamadım. Korkunç derecede güzeldi gözleri. Dudaklarımı ıslatıp biraz geriye doğru çekildim. "Değil," dedim gerçeği söyleyerek. Eğer bu seferde yalan söylersem Allah beni çarpardı. Dudakları iki yana kıvrıldı ve memnun olmuşcasına gülümsedi. Ayaklarımız ritmik bir şekilde hızla hareket ederken dairesel bir şekilde dönmeye başladık. Etrafımızdaki herkes yok olmuştu sanki. Yüz ifademi sabit tutmaya çalışsamda başaramıyordum. Boğazım kupkuruydu ve artık yutkunmakla da geçmiyordu. Araf'ın sırtımda olan sıcacık avucu hareket ettikçe ürperiyordum. Son kez beni döndürdükten sonra belimden hafifçe tutup kaldırdı ve bu kez kendi etrafında döndürdü. Beni çevirirken diğer eli açılmasını önlemek amacıyla bacağımdaki yırtmaçtaydı. Müziğin sonuna geldiğimizde beni yere bıraktı ve belimden tutup aşağı doğru sarkıttı. "Bugünü unutma," dedi kulağıma doğru fısıldayarak. "Çünkü ben asla unutmayacağım." Beni yavaşça geri kaldırdığında eli hala belimdeydi. Müzik sona ermişti. Masal bitmişti. Kendime gelip etrafıma bakındım. Salon çok daha kalabalık bir hal almıştı ve bizimle dans edenler dahil alkışlıyordu. Herkesten gözlerimi kaçırdım. Araf'ın gözlerine çevirdim yüzümü, sakinleşmem lazımdı. Anksiyetem tutmak üzereydi. Olduğum yer üstüme üstüme gelmeye başladı. Araf herkese kafasıyla selam verdikten sonra belime dokundu ve ilerlemeye başladık. "Sende bana yalan söyledin," dedi kandırılmış gibi. "Hangi konuda?" diye sordum bilmemezlikten gelerek. "Dans etmeyi bilmiyorum demiştin Gece." "Hee öyle mi demiştim?" dedim yeni hatırlamış gibi yaparak. "Yanlış söylemişim. Bilmiyorum değil hatırlamıyorum demek istemiştim aslında." İnanamaz gibi yüzüme baktı. "Ama bak, paslanmamışım. En azından onu öğrenmiş oldum." Masaya geldğimizde Luna gülerek alkışlamaya başladı. "Muhteşemdin abla! Neden bana dans edeceğini söylemedin?" dedi teessüf ederek. Ben cevap vermeden önce Toprak lafı aldı. "Gece, sen böyle Vals yapmayı nereden biliyorsun? İzlerken ağzım açık kaldı." "Ablam lisede birkaç defa dans gösterilerine katılmıştı," dedi Luna, Toprak ve Araf'a bakarak. "Ve biliyor musunuz bir tanesinde birinci bile olmuştu. Gerçi partneri de-" "Tamam Luna," dedim susmasını isteyerek. Eskileri deşmenin anlamı yoktu. Ama bu gece yaptığım Vals hiçbiriyle kıyaslanamazdı. Bu gece bizle birlikte dünya da dönmüştü. Daha önce bunu hissetmemiştim. Ya da o zamanlar daha çocuktum ve anlamamıştım, bilemiyordum. Araf kaşlarını kaldırdı. "Partneri?" dedi. "Kimdi partneri?" Dümdüz suratına baktım. "Araf Bey," dedim. "Söylese tanıyacak mısınız?" Suratını asıp başka tarafa çevirdi bakışlarını. Bu adamın derdi neydi bir türlü anlayamıyordum. "Şu köşedeki Yağız değil mi?" diye sordu Luna heyecanla. Toprak'la ben aynı anda baktık gösterdiği tarafa. Yağız Ataman, en köşedeki masalardan birinde durmuş, gülerek ailesiyle sohbet ediyordu. "Ben bi' yanına gidip selam vereyim," dedi hareketlenerek. Gideceği sırada kolundan tutup kendime çektim. "Seni buraya kim davet etti?" diye sordum sessizce. Ürkek gözlerle bana bakıp yutkundu. "Toprak," dedi. Kafamı salladım. "Ama abla-" Elimi kaldırıp sözünü kestim. "Ben cevabımı aldım. Hiçbir yere gitmiyorsun Luna," dedim sertçe. Kolunu yavaşca bıraktım. "Bu konuyu da sevgilinle tartışırsın artık." Üzgün bir şekilde önüne döndüğünde Toprak kulağına bir şeyler söyledi ve Luna yavaşça kafasını salladı. Daha sonra masadan ayrılıp beni yalnız bıraktılar. Sıkılmıştım bu geceden. Ne zaman biterdi acaba? Araf'ta yanımda değildi. Nereye kaybolmuştu? Oflayarak elime bir kadeh aldım. Gözlerimi etrafta dolaştırıp Araf'ı ararken birkaç adamın tuhaf bakışlarına maruz kaldım. O adamlardan biri Levent Kıraç'tı. Yüzümü buruşturmamak için kendimi tutarken kadehi dudaklarımı götürdüm. Levent elindeki kadehi masanın üstüne bırakıp bana doğru yürümeye başladığında tedirginliğim arttı. Ama tam birkaç metre kalmıştı ki bir an da durdu. Nedenini yanı başımda olan koku sayesinde anlamıştım. Derin bir nefes aldım. Hep tam zamanındaydı. Nereye kaybolduğunu bilmiyordum ama tekrar yanımdaydı. Ona yandan bir bakış attığımda çapkınca göz kırptı. Diğer hareketlerini bırakması gerektiği gibi bunu da bırakmalıydı. Zaten gözlerinin lens olmadığını artık biliyordum ve bu durum daha zorlayıcıydı. "Sıkıldın mı?" diye sordu yüzümü incelerken. Cevap vereceğim sırada gözüm kolundaki saate takıldı. Anında çantamı alıp içinden ikinci telefonumu çıkardım. Geç kalacaktım. Elimle alnıma vurdum. "Unuttum," dedim alnımı ovalarken. Araf ne olduğunu sorar gibi gözlerime baktı. "Hemen gitmemiz lazım. Bu gece gönderilen kara parayı aklayacaklar. Onlardan önce davranmam lazım," dedim çok sessiz konuşarak. "Hadi gidelim," dedi hızla. Çantamı alırken Luna'ya baktım. Onu burda tek başına bırkamazdım. Tekrar Araf'a döndüm. "Toprak'a söyle Luna'yı sağ salim eve bıraksın. Sonra da gizli eve gelsin." dedim. Araf hemen cebinden telefonunu çıkarttı ve bir şeyler yazdı. Muhtemel ihtimalle Toprak'a mesaj gönderiyordu. Kafasını kaldırıp tamam anlamında göz kırptı. Daha sonra hızlıca yürüyüp dışarı çıktık. Dışarıda rüzgar vardı ve ben şalımı almayı unutmuştum. Kendime okkalı bir küfür savurup Araf'ın arkasından ilerledim. Kendi arabasının kapılarını açtı ve şoför koltuğuna geçti. Bende bindim ve daha kemerimi bağlamadan hızla gaza bastı. Yol boyunca yine sessizdik. Sadece ben, sürekli telefonumu çıkarıp saati kontrol ediyordum. O kadar çok trafik vardı ki, Araf bizi kestirmelerden götürdüğü halde yolculuğumuz uzun sürmüştü. Zifiri ormana girdiğimizi anladığımda kafamı kaldırdım. Daha sonra ormanla bütünleşen ev görüş alanıma girdi. Araf, arabanın hızını yavaşlattı ve büyük kapının önünde durdurdu. İki koldan kapılar açılınca hareket ettik ve bahçenin ortasında araba frenlendi. Kapılarımız açılınca aşağıya indim ve önümdeki adamın bakışlarıyla karşılaştım. Sonra diğer üçünün bana baktığını fark ettim. Gülümseyerek selam vereceğim sırada başka bir ses duydum. "İndirin lan gözlerinizi yere!" diye kükredi sesin sahibi. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ağzım açık şekilde Araf'a baktım. Boğazındaki damar kendini hemen belli ediyordu. "Kafasını kaldıranı gebertirim! Ona göre," dedi dişlerinin arasından konuşarak. Öfkesi gitgide yükseliyordu sanki. Dört adamında yüzüne sertçe baktı. Bakışları o kadar ürkütücüydü ki, ütopik olmasa lacivert gözlerinin daha koyu olup siyaha dönüştüğünü düşünebilirdim. Bir kaç saat önce dans ettiğim kibar adamla, bu korkunç gözlere sahip kişi, gerçekten aynı mıydı? Gözlerimi kısıp bir ona, bir de başları eğik adamlara baktım ve önden yürüyüp evin içine girdim. İki dakika içinde sinir sistemimin içine etmişti. Kapıları açıp alt kata indim ve kitaplığa doğru ilerledim. Yukarıdan ayak sesleri geliyordu. On birinci kitabı bulup çektim ve kitaplığı itip boşluk bıraktım. Gizli kısıma girip yürümeye başladım. Hızlandım ve diğer kapıyı da açtım. Adım sesleri yakınımdan geliyordu. Takmadım ve bilgisayarlara ilerledim. "Gece," dedi sakinleşmiş sesiyle. Kapı kapanma sesi geldi. Hırsla arkamı döndüm. "Sen deli misin ya?!" Yüksek sesim duvarlarda yankılandı. "Deliyim!" diye bağırdı. "Suçlusu da sensin." Kolunu iki yana açmıştı. "Sus Demirkan sus!" dedim sinirle. "Kafadan sıyırıksın. Suçu benim üstüme atma." Tekrar bilgisayarlara doğru döndüm. Hemen bir sandalye çekip oturdum. Bilgisayarları açtım. Direkt şirketin güvenlik sistemine girdim. "Sana nasıl baktıklarını görmedin mi?" diye sordu arkamdan seslenerek. Umursamadım. Yanıma ilerleyip elini masanın üstüne koydu. "Seni yiyeceklermiş gibi bakıyorlardı." "Ya sana ne?!" diye yeniden bağırdım. "Ben takılmadım bu kadar. Sana ne oluyor?" Kaşlarımı çatarak baktım yüzüne. "Bakamazlar," dedi sertçe. Oflayıp monitöre çevirdim yüzümü. Sisteme sızıp, para aktarımının başladığını gördüm. Parmaklarımı çıtlattım ve klavyeye uzattım. Para akışını yavaş yavaş kendi üzerime geçirmeye başladım. Kaç gündür üstünde çalışıyordum, umarım fark etmezlerdi. Paralar aklanıp, bana gelmeye başlayınca zaferle gülümsedim. Oluyordu, başarıyordum. Paralar tamamen hesabıma geçince, geriye sadece sevkiyatları patlatmak kalıyordu. Orası işin en eğlenceli kısımıydı. Ellerimi klavyenin üstünden çekip arkama yaslandım ve para akışını seyrettim. Araf yanımdan ayrılmıştı. Arkam dönük olduğu için ne yaptığını göremiyordum. Tam o sırada telefon çalışını duydum. Benim zil sesim değildi duyduğum, kesin Araf'ın telefonu çalıyordu. Ayak sesleri duydum, daha sonra zil sesi kesildi. Biraz bekledikten sonra, "Gelsin," dedi Araf ifadesiz sesiyle. Kimin geldiğini az çok tahmin edebiliyordum. Zaten biraz bekledikten sonra kapı açıldı ve beklediğim kişinin sesini duydum. "Şükürler olsun! Sonunda burayı görebildim," diye bağırdı Toprak Korlu, heyecanlı sesiyle. Sandalyeye iyice yayıldığım için onu göremiyordum. "Artık ölsem de gam yemem." Kahkaha attı. Beni görüyor muydu emin değildim. "Gel Toprak," dedi Araf. "Seninle tanıştırmak istediğim biri var." Toprak'ın hızla yaklaşan adımlarını duydum. "Hade lan! O gün sonunda geldi mi?" Tekrar yüksek sesle kahkaha attı. Ben etrafta komik bir şey göremiyordum. Neye gülüyordu? "Geldi, geldi." dedi Araf alayla. "Hazır mısın?" Evlilik programlarındaki sunuculara benziyordu. Bir paravanımız eksikti herhalde. "Çok hazırım," dedi Toprak sabırsızca. "Adam nerede?" O görmesede gözlerimi devirmiştim. "Gösterebilirsin kendini," dedi Araf bana doğru seslenerek. "Burada seninle tanışmak isteyen fanın var." Gülümsedim. Tek ayağımı yere indirip sandalyeyi çevirdim ve öne doğru ittim. İki elim sandalyenin kollarının üzerindeydi ve iyice arkama yaslanmıştım. Saçımı tek omuzuma aldım. Sert olduğuna inandığım yüz ifademle Toprak'ın tam gözlerinin içine baktım. "Tanışın Toprak," dedi Araf gülerek. Eliyle beni gösterdi. "İşte çok merak ettiğin Ateş, tam karşında duruyor." Toprak ilk başta anlamayarak gözlerini kıstı. Bir süre donmuş gibi kaldıktan sonra ağzı bir parça açılıp bir adım geriye gitti. Gözleri kocaman açılmıştı. Bir an'da şok içinde eliyle ağzını kapattı. Dehşete düşmüş gibi bakıyordu. O kaşınmıştı. Benimle tanışmak isteyen kendisiydi. Gözlerinin içine bakarak ayağa kalktım ve küçük ama kendinden emin adımlarla yanına doğru yürüdüm. Bir kişi daha kim olduğumu öğrenmişti. Bir kişi daha gözlerimdeki gerçek ateşi görmüştü. Ateş, gerçek kimliğimle birlikte bütün ruhuma ulaşıyordu. Savaş çanları yeniden çalıyor, her şey en baştan yazılıyordu. Sonun başlangıcına yakındık. Ama gün sonunda biz kazanacaktık. ... Bölüm ile ilgili düşüncelerinizi buraya yazabilirsiniz. Bir sonraki bölüme kadar sağlıcakla kalın!!
|
0% |